“ŞU BÜLBÜL BANA
BENZİYOR”
Cağfer KARADAŞ
Şöyle gökyüzüne baktı, doğu kurşuniye, batı kızıllığa bürünmeye başlamıştı. Ufka meyleden güneş kıpkızıl bir hal almış ama ışıklarının etkisi de bir o kadar zayıflamıştı, çıplak gözle bakılabilecek kıvama gelmişti. Ağaçların yeşilliği kararmaya yük tutmuş, hareketler yavaşlamış, akşamın sakinliği sokakları kaplamıştı. Havanın serinlemeye başlaması dışarısını biraz daha cazip hale getirmişti. Herkesler bir yere oturup güneşin batışıyla gelen bu tatlı yaz akşamının tadını çıkarma niyetindeydi.
Böyle gözlemlerken etrafı, birden midesinde
bir eziklik hissetti. Hemen oracıkta bir simitçi gördü. Tek başına lokantada
yemek yemek âdeti değildi. Ya ailesiyle ya da dostlarıyla gidilecek ve bir nevi
muhabbet edilecek yerlerdi oralar. Tek başına yemek tutkusu da takıntısı da
olmadı. Böyle şeyleri düşünecek zaman da. Simidini aldı, yakındaki bir çay
bahçesine yöneldi. Bahçenin bir köşesinde bir masa bulursa hem midesinin
ezikliğini giderecek hem de dinlenecekti. Bunları düşünerek bahçeye yöneldi.
Düşündü de hiç boş masa kalmamıştı. Yaz akşamının bu tatlı esintisine kapılan
herkes bahçeye üşüşmüş ve her biri bir masayı tutmuştu. Tek kişinin oturduğu
bir masa gördü, başka seçeneği yoktu, gitti selam verdi ve karşısına oturdu.
Cana yakın bir yüz ifadesi vardı oturan kişinin, gelmesinden rahatsızlık
duymamış hatta başıyla selamını almış ve “merhaba” demişti. Karşılıklı oturup sessizce
çaylarını yudumladılar. O sırada bahçede bir şarkı başladı. İçten ve duygu
yüklü. İnsanı alıp götüren türden. Söyleyen de güzel söylüyordu, bestenin de
güftenin de hakkını veriyordu.
“Batan gün kana benziyor
Yaralı cana benziyor
Bir gül için ah ediyor
Şu bülbül bana benziyor…”
İkisinin de elinden çay bardağı adeta
düştü. Gözlerini batan güneşin arkasında bıraktığı ufuktaki kızıllığa diktiler,
öylece kalakaldılar. Artık içlerinde ne sevda fırtınaları esiyor ne hüzünlü sahneler
gözlerinin önünden geçiyor, hangi deli çağlayanlarda sürükleniyorlar… bir
kendileri bir de Allah biliyordu. Şarkı bitti, etraf sessizleşti, gözler ufuktan
indi, bakışlar birbirine mıhlandı. Bir süre bakıştılar birbirlerine öylece. O
anda fark ettiler gözlerinin yaşardığını, yanaklarından aşağı gözyaşlarının
süzüldüğünü.
Kendini toparladı, yutkundu, zor da
olsa ağzından bir cümlelik ses çıkarabildi.
-Hayrola kardeş! Senin de mi bir
derdin var?
-Dertsiz baş, yarasız gönül,
bitmeyen ömür olur mu? Anlaşılıyor ki senin de bir derdin var. Aldı götürdü bu
sözler beni de seni de. Ben Suriye’de kendi halinde ama hali vakti yerinde
biriydim. Güzel bir ailem, sevgili eşim, sevimli mi sevimli iki çocuğum vardı.
Ne olduysa oldu, bir anda her tarafı bir fitne ateşi sardı. Şarkı da geçiyor
ya, “Gece kapladı her yeri/ Keder sardı dereleri” tam da öyle oldu. Kimse
kimseyi görmüyor, herkes adeta kendi etrafında dönüyordu. Anlayacağın herkes
başı derdine düşmüş ve birbirine yabancılaşmıştı sanki. Ne huzur kalmıştı ve ne
yaşama sevinci. Bırakın bir gün sonrasını bir dakika sonrasını bile hesap
edemez olmuştuk. İşte böyle hesapsız yaşanılan günlerin birinde bir bomba
düştü, barınacak ev de gitti. Hayatta ve ayakta kaldığımıza sevindik. Aldık
bulabildiğimiz bir iki eşyayı, düştük yollara. Eh, Halep’e en yakın yer
Türkiye. Dilini de örfünü de âdetini de biliyoruz. Netice biz de Osmanlı
bakiyesiyiz. Daha da önemlisi aynı dine mensubuz ve aynı Allah’a yalvarıyoruz.
Geldik buralara zor da olsa, bir düzen kurduk. Ama Halep hiç aklımdan çıkmıyor.
Akrabalarım, dostlarım, komşularım, toprağım, baba ocağım, ana kucağım…
-O acıyı ben bilirim be kardeş.
Benzerini ben de yaşadım. Fitne ateşini de insanların birbirlerine nasıl
yabancılaştıklarını da iyi bilirim. Fitne önce insanın kalbinde başlar, içini
sarar, sonra amansız bir volkan patlaması gibi dışa vurur, her yanı kaplar,
önüne geleni yakar, kendine benzetir. Sizler aynı dine inanan, aynı mescide
giden ve aynı seccadeye baş koyan müminlerdiniz. Bizlerse Sırp’ı ve Hırvat’ıyla
sadece aynı mekânı paylaşan insanlardık. Aslında mutluyduk, birbirimize öte git
demişliğimiz olmamıştı, komşuluk ilişkilerimiz de çok iyiydi. Dinleri ve
inançları ayrı olsa da herkes birbirine saygılıydı. Ne olduysa oldu, bir fitne
ateşi yandı, bir zehirli duman etrafı kapladı. Ondandır benim de hüzünlenmem bu
şarkıdan. İçimde bir sızı, Saray Bosna sevdası. Bu sevda beni tekrar oraya
çekti. Yeni bir düzen kurdum. Bir daha ayrılmama kararındaydım. Ne zaman ki bir
Sırp liderin eski alışkanlığı depreşti. Ordu kuracakmış, savaş olacakmış. Benim
de ailemin de huzuru kaçtı. Aldım çocukları geldim tekrar buralara. Şimdi
burada üçüncü bir düzen kurmaya çalışıyoruz. Fakat içimdeki o Bosna sevdası hiç
çıkmıyor. Korkarım ki, bu sevda beni alıp götürecek tekrar. Ora benim vatanım,
onun için mücadele etmeliyim, savaşmalıyım.
-Güzel dersin be kardeş. Benim de
içimde sevdadır Halep. Döneyim de kiminle savaşayım? Öyle bir parçalandık ki,
her parça benim bir parçam. Hangi parçama karşı mücadele vereyim, hangisiyle savaşayım?
-Sen de haklısın bizim düşmanımız
belli. Ama mesele düşman değil, asıl mesele şu insanın içindeki fitne ateşini
söndürmek. Aslında insanlar dinleri ve dilleri ayrı da olsa, bir arada yaşamayı
becerebilirler. Yeter ki hiç kimsenin içinde bir fitne ateşi yanmasın, huzurun
içine bir volkan patlamasın, bir çığ düşmesin ocağımıza, bucağımıza… Öyleyle tek
tek insanlara karşı değil, şu fitne ateşine karşı mücadele vermeliyiz.
Biliyorum, dünya döndüğü sürece bunu tam olarak söndüremeyeceğiz. Rahmet
Peygamberi bile Medine’de tüm samimiyetiyle ve gayretiyle bunun denemesini
yaptı, ama olmadı. Yahudilerin içlerindeki fitne ateşi hıyanete büründü, hain
şeklinde göründü. Müşriklerle gizlice anlaştılar ve sözleştikleri Müslümanları
arkalarından vurdular. İşte böyle, iyi niyetle başlayan bir arada yaşama
sözleşmesi, hıyanet kıvılcımıyla yakılan fitne ateşinde yandı kül oldu.
Tam o sırada elinde bir sandalyeyle
geldi birisi yanlarına, selam verdi ve masanın bir kenarına ilişti. Yüzünde
gülümseme vardı ama gözünün içinde acı ve kederle karışık kahır ifadesi. “Bu da
bizden” diye geçirdi her ikisi aynı anda içlerinden.
-Al sana bir dertli daha, dedi
işitilecek bir sesle.
-Evet, tam dediğin gibi kardeş. Ben
de bir dertliyim. O şarkı beni de aldı götürdü. Sonra sizin konuşmalarınıza
istemeden kulak misafiri etti. Ben de sizden biriyim. Uzak değil, hemen
yakından Kırcaali’den. Yüz elli yıllık hikâyenin son paragrafıydık biz. Zulüm
ve fitnenin kol gezdiği seksenli-doksanlı yıllar. İyi bir kafaya sahiptim ve
başarılı geçen bir eğitim sürecim olmuştu. Bulgar hocaların dahi dikkatlerini
çekmiş ve takdirlerini kazanmıştım. Beni yükseköğrenim için İngiltere’ye
göndermeye karar vermişlerdi. Her türlü imkânı vereceklerdi. İyi bir geleceğim,
başarılı bir kariyerim olacaktı. Tek şartları vardı: İsmimi değiştirmek. Anlayacağınız,
Müslüman ismini bırakıp Bulgar ismini almam şart koşuluyordu. Hiç düşünmedim ve
kararımı verdim, “Asla bunu yapmam” dedim. “Bütün dünyayı ayaklarımın altına
serseniz bile…” İşte böyle kapattım Bulgaristan defterini. Aaah! İçimde tütüyor
oralar, Kırcaali’deki çiçekler, böcekler ağaçlar ve dağlar… Aldı götürdü bu şarkı
beni, hatırlattı eski günleri, yaşadığımız yerleri... Doksanların başıydı,
kalktık geldik buralara, bir düzen kurduk. Hani derler ya, “gülüyorum,
oynuyorum ama eski sevgilim aklımdan hiç çıkmıyor.”
-Hepimiz öyleyiz be dostum. Şu
bülbül şu gül olmasaydı, dertlilerimizi kim anlatır, kim bize hatırlatırdı?
İnsan zor ve kederli zamanlarını işte böyle kendi dışındaki varlıklarla
anlatıyor. Herkes dertli, kim kime ne anlatsın ki? Bu yüzden gülle bülbülle
söyleşmeyi seçiyor insanoğlu.
-Belki onda buluyor kendini. Bir
daldaki gülün, uçan bülbülün ne derdi olur diye düşünüyor. Bakıyor ki onlar
kendinden de dertli. Oturuyor onlarla dertleşiyor. Bakın içimizden biri, Bursa’nın
düşman çizmeleriyle çiğnendiği zamanlarda, nasıl söyleşiyor kalbindeki bülbülle
hem kederli hem kahırlı:
“Eşin var, âşiyânın var, bahârın
var ki beklerdin.
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül
nedir derdin?
O zümrüt tahta kondun bir semâvî saltanat
kurdun.
Cihanın yurdu hep çiğnense,
çiğnenmez senin yurdun.
…
Neden öyleyse matemlerle eyyâmın
perişândır?
Niçin bir katrecik göğsünde bir
umman hurûşandır?
Hayır matem senin hakkın değil… Matem
benim hakkım:
Asırlardır var ki, aydınlık nedir,
hiç bilmez âfâkım!
Teselliden nasibim yok, hazân ağlar
baharımda;
Bugün bir hânumansız serserîyim öz
diyarımda.”
-Ne güzel ifade etmiş şair. Düşman girmeye
görsün yurduna, ocağına, bucağına; bülbüle imrenir, gül dalında yer ararsın. Ya
da şairin yaptığı gibi dertlenir, kahırlanır; teselliyi bülbülü paylamakta
bulursun.
-Doğru söylüyorsun. Bazen, belki de
her zaman dert anlatmak, dertleşmek çok zordur. Her şeyi her yerde herkese
söyleyemez insan. Belki bir zaman gelecek bir yer bulunacak ve her şey
söylenecek.
-Bazen de duyarız, anlatamayız; tasarlarız,
dillendiremeyiz; düşünürüz, söyleyemeyiz. Hep bir yer olsun ve bir zaman gelsin
diye bekleriz. Bekli o zamanda ve o yerde de anlatamayacağız, şairin dediği
gibi “Bir yer var, biliyorum; / Her şeyi söylemek mümkün; / Epeyce
yaklaşmışım, duyuyorum; / anlatamıyorum.”
-Belki de en iyi gözyaşlarımız
anlatır bizi. Halep’ten, Bosna’dan, Kırcaali’den gelmiş olmak fark etmiyor,
aynı dertle dertlenmeye engel olmuyor. İşte bakın bir şarkının estirdiği duygu rüzgârı,
aldı getirdi ve bizi bir yerde buluşturdu. Gözyaşlarımız bizi tanıştırdı.
Anlatamadığımız duygularımızı onlar anlattı. Tıpkı dert şairi ve dertlilerin
dili olan şairin hali gibi:
“Ağlarım ağlatamam hissederim
söyleyemem.
Dili yok kalbimin ondan ne kadar
bizarım…”
6 Rebiülahir
1443 / 11 Kasım 2021
0 yorum:
Yorum Gönder