Adnan Demircan
Meşguliyetler sebebiyle Ömerli’yle ilgili yazılarıma biraz ara vermiştim. İnşaallah bu yazılara bir plan çerçevesinde devam edeceğim.
İnsanın dünyaya gelişi ve
vefatı farklı milletlere ve hatta bölgelere göre değişebilmektedir. Bu sebeple
doğum ritüelleri arasında benzerlikler olduğu kadar farklılıklarla da
karşılaşabiliyoruz.
Ömerli’de eskiden nüfus
planlaması bilinmez, çocuğun rızkıyla doğduğuna inanılır, dahası çocuk
sayısının çok olması bir varlık ve güç olarak değerlendirilirdi. Bu sebeple sağlık
problemi gibi bir engelleri yoksa kadınlar evlendikten sonra ortalama iki yılda
bir çocuk doğururlardı. Bu da o zamanki geleneğe göre 15-16 yaşlarında evlenen
bir kızın 40 yaşlarına geldiğinde bir düzine doğum yapmış olması demekti. Otuz yaşlarında
torun sahibi olmak, kızıyla birlikte doğum yapmak da yaygındı. 15-16 yaşlarında
evlilikten söz etmemin sebebi, 18-19 yaşlarına gelmiş bir kızın artık evde
kaldığının konuşulduğu bir dönemden bahsediyor olmamdır. Bugün artık ülkemizin
diğer yerlerinde olduğu gibi Ömerli’de de evlilik yaşı yükseliyor. Bahsettiğim yaşlarda
evlilikler pek olmuyor.
Tabii sözünü ettiğim dönemde
çocuk ölüm oranları yüksekti. Henüz tedavi imkânlarının kısıtlı ve aşıların
yaygınlaşmamış olması sebebiyle doğan çocukların çoğu birkaç yıl içinde
ölüyorlardı. Aile mezarlıklarına bakıldığında çocuk mezarlarının yetişkin
mezarlarına göre çok fazla olduğunu görülür.
Kadınlar hamile olduklarını
anladıktan sonra da ağır ev işlerini ve hatta bağ bahçede kendilerine uygun
işleri yapmaya devam ederlerdi. Bu sebeple doğumun bazen uzak bir tarlada
meydana gelmesi imkânsız değildi. Ama büyük ihtimalle doğum, bu konuda deneyimi
olan bir kadının yardımıyla evde gerçekleşirdi. Kötü koşullar sebebiyle
hamilelik sürecinde ya da doğum sırasında vefat eden kadınların sayısı az
değildi.
Dünyaya gelen bir çocuğun
cinsiyetini öğrenmek o zamanlar mümkün değildi. Ancak hamile kadının karnının
şeklinden, uyku düzeninden ya da yürüyüşünden çocuğun cinsiyeti ile ilgili
tahminlerde bulunan insanlar vardı. Yanıldıkları pek konuşulmazdı, ancak isabet
etmeleri halinde bir süre sonra uzman olarak kendilerine işaret edilirdi.
Kadın, doğum yaptıktan sonra nifas
(loğusalık) dönemi kırk gün olarak uygulanırdı. Bu süre içinde zorunluluk
olmadıkça evden çıkmaz, namaz ve oruç ibadetlerini ifa etmez, dahası yeni doğum
yapmış başka bir kadınla karşılaşmasına ortam hazırlanmazdı. Çünkü kırklarının
birbirlerine etki edeceğine ve çocukların bundan zarar göreceğine, cinlerin
çocuğu çarpacağına inanılırdı. Hatta yeni doğum yapmış bir kadın mahallede bir
sokaktan geçecekse o sokakta ikamet eden doğum yapmış başka bir kadınla
karşılaşmaması için önlem alınır, haber salınarak diğer kadının sokağa
çıkmaması sağlanırdı. Yüksek olan çocuk ölümlerinin cin çarpması gibi etkilere
bağlanması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bilginin olmadığı yerde efsane ve
masallardan medet umulur.
Çocukların cinler tarafından
çarpılmaması için yastığının altına bir bıçak veya makas konması, beşiğine küçük
bir Mushaf’ın asılması olmazsa olmazlardandı.
Kadının doğum sürecinde güçlü
besinlerle beslenmesi, hem kendisi hem de çocuk için önemsenirdi. Tabii bunu
sağlamak da imkâna bağlıydı. En pratik yemeklerden biri Isfîré denen bir çeşit
omletti. Yumurta sade yağda (koyun ya da inek sütünden elde edilen zıbdénin [tereyağının]
sudan arındırılmış hali) kızartılır, üzerine de pekmez dökülürdü.
Doğan çocuğun cinsiyeti doğumun
ve dolayısıyla annenin karşılaşacağı muameleyi etkilerdi. Erkek çocuk doğumu
bayram havasıyla karşılanırdı. Kız çocuğu doğduğunda, “Allah vergisi” (‘aṭıyıt
Alla) olduğu vurgulanır, ama buna sevinilmez, bilakis eğer ailenin diğer
çocukları da kız ise doğum evde hüzne sebep olurdu. Erkek çocuğunun dünyaya
gelişine gösterilen sevinç, kız çocuğunun doğumuna karşı gösterilmezdi. Bazen
kız çocuğunun doğumuyla ilgili tebrik, taziye ifadelerine benzeyebilirdi. “Daha
yaşın genç inşaallah erkek çocuğun da olur” cinsinden teselli ifadeleri olurdu.
Ancak ailenin erkek çocuk sayısı fazla ise doğan kız çocuğu “Allah’ın emaneti”
olarak kabul edilirdi.
Çocuğun doğumdan sonraki günleri
kolaylıkla atlatması hayatta kalması için önemliydi. Bu sebeple doğumun meydana
geldiği mevsim de önem arz ediyordu. Kışın doğum daha zordu haliyle. Ancak buna
rağmen doğumun zamanını ayarlama gibi bir planlama da yapılmıyordu sanırım. Çünkü
kışın da çok sayıda çocuk doğardı. Bahsettiğimiz dönemin kış koşullarını
düşünürsek çocuğun soğuk almaması zordu. Basit bir soğuk algınlığı ise çocuğun
ölümüyle sonuçlanabilecek bir sürecin başlangıcı olabiliyordu.
Çocuğun üstünü açmaması ve
uykudayken aniden ürkerek uyanmaması için onu mutlaka kundağın içinde
yatırırlardı. Kundak bağlama, bir çeşit çocuğu paketlemeydi. Yetişkin birisine
yapılsa herhalde nefes alamaz. Çocuk baş tarafı hariç mumya gibi sarılırdı. Yüzünün
üzerine de hem sineklerden hem de kışın soğuktan korumak için tülbentten bir
örtü örtülürdü. Sanırım o zamanın çocukları paketlenmiş olarak rahat
uyuyorlardı.
Çocuğun altını temiz tutmak
için toprak kullanılırdı. Toprağın çocuğa zarar vermemesi için ateşte
kavurulur, elenir, kışın kullanılacaksa ısıtılır, çocuğun altına serilirdi. İdrarını
veya kakasını yaptığı yerler alınarak atılır, toprak eksildiğinde takviye
yapılırdı. Daha sonraları kaput bezinden ya da başka kumaşlardan hazırlanan bez
kullanımı yaygınlaştı. Bezler çocuğun altından alındıktan sonra kaba pisliği
atılır, ardından da leğenin içinde elde yıkanırdı. Bezlerin suda kaynatılarak
temizlenmesi de bir yöntem olarak sık sık kullanılırdı.
Çocuğa güzel bir isim
verilmesi, kulağına ezan okunması, imkânlar çerçevesinde ilerleyen zamanda
akika kurbanı kesilmesi yerine getirilmesine dikkat edilen adetlerdendi.
İsim tercihinde ebeveynin
anne babasının çocuklarına verilmesi yaygındı. Tabii öncelik erkeğin anne
babasınaydı. Bunun için dede ile ninenin vefat etmeleri beklenmez, bilakis
onlar hayattayken isimleri torunlarına verilerek mutlu edilirlerdi. Çocuğun ismi
belli oluncaya kadar kız çocuğuna “pıté”, erkek çocuğuna “pıto” denirdi. Anlamını
bilmiyorum, sanırım bebek anlamında olmalı.
İsim tercihinde erkek
çocukları için Hz. Peygamber’in ya da bazı sahabilerin ismi yaygın olarak
tercih edilirdi. Kur’an önemli bir isim kaynağıydı. Mesela “keyl” fiilinin “ölçelim,
ölçüp alalım” anlamına gelen “nektel” şekli yaygın olmasa da isim olarak
kullanılmıştır. Buna rağmen ismi Kur’an’da geçen Zeyd b. Harise’nin adının pek
kullanılmadığını görüyoruz. Zeyd, Amr gibi isimler Ömerli’de pek yok. Allah’a
kulluğu ifade eden “Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim, Abdülbasıt, Abdülbari”
gibi isimler tercih edilirdi. Şeyhlerin isimleri de… Ayrıca mahalli isimler de
vardı. Mardin-Diyarbakır yolu üzerinde yaygın olarak ziyaret edilen Seyh Musa’nın
ismi Şeyḫmus olarak yaygın olarak kullanılan isimlerdendir. Hatta kadınlar
hamile olduklarını anladıklarında çocuklarının erkek olması durumunda Sultan
Şeyhmus dedikleri bu zatın ismini vereceklerini ve türbesini ziyaret
edeceklerini adarlardı. Doğumdan bir süre sonra da bu adak yerine getirilirdi.
Arap kültüründe yaygın
olmasına rağmen Ömerli’de çocuklara künye verilmezdi. Künye büyükler için de
pek kullanılmazdı. Ancak Suriye ve Lübnan’a gidip gelenler, oranın kültürünün
etkisiyle muhataplarına “Ebu Filan” diye hitap edebiliyorlardı.
İsmin kısaltılması yaygın bir
adetti. Mustafa’nın Mısté veya Mısto, Abdullah’ın Abdo, Şeyḫmus’un Şeyḫo olması
kaçınılmazdı neredeyse… Bir de lakap verme âdeti de vardı. Ancak lakap zamanla
bir olaya veya çocuğun bir özelliğine bağlı olarak ortaya çıkardı.
Çocukların kötü cinler
tarafından çarpılmasına engel olmak için bir süre ismiyle değil, kız ise Ẕibé,
erkek ise Ẕibo şeklinde çağrılması da karşılaşılan bir adetti. Ẕi’b “kurt”
anlamına geliyor. Kötü cinlerin kurtlardan korktuklarına inanıldığı için çocuğa
zarar vermeye yanaşmayacakları düşüncesiyle yapılırdı bu…
İmkân olduğunda Akika kurbanı
kesilirdi. Bazı aileler sadece erkek çocukları için kurban keserlerdi. Kurban
kesildikten sonra kemiklerinin kırılmamasına özen gösterilir, bu hayvanın
sırtına binilerek sırat köprüsünden geçileceğine inanılırdı.
Erkek çocuklarının erken
sünnet ettirilmesi yaygın bir adetti. Ömerli’nin ve hatta bölgenin sünnet
sektörü Tilloluların (Siirt’in bir ilçesi) elindeydi. Şeyh ailesine mensup
oldukları kabul edilen sünnetçiler ilkbahar ve sonbaharda gelerek erkek
çocuklarını sünnet ederlerdi. Bunun için sokaklarda gezerek “Imṭahhır” (Sünnetçi)
diye bağırdıklarını hatırlıyorum. Bir ücret karşılığında çocuğu sünnet ederler,
bazen şartlar sünnet ciddi sağlık problemlerine sebep olabilirdi. Çocuğun iyileşmesi
epey zaman alırdı. Bu sebeple sünnetini hatırlayamayacağı zamanda onu sünnet
ettirmeye dikkat edilirdi.
Doğum süreciyle ilgili
çizmeye çalıştığım bu çerçeveden sonra ölümü de anlatmam gerekir sanırım. O da
başka bir yazıya…
Keyifli ve ilgi çeken bir yazı, kaleminize sağlık. Tillolu biri olarak yazıda ilçemizin isminin geçmesi de güzel bir tevafuk.O zaman sünnetlerin her yerde aynı şartlarda gerçekleştiğini belirtmek isterim. Yoksa bizim ımtahhırlar işini iyi yapardı��
YanıtlaSilSelamun aleykum, yazınız ilginç ve güzel, kaleminize sağlık.Bir Tillolu olarak yazıda ilçemizin adının geçmesi de güzel. O günün şartlarında sünnetler her tarafta aynı şartlarda gerçekleşiyodu.Oysa ki Bizim Tillolu ımtahhırlar(sünnetçiler) gerçekte işini iyi yapıyordu😃
YanıtlaSilAHMET M.TOPRAK
Aleykümüsselam Hocam, teşekkür ederim. Tilloluların bu konuda memlekete büyük hizmetleri var. Mahir sünnetçileri tanınıyor, bekleniyordu.
YanıtlaSilHocam benim de memleketim Ömerli; eğitim-öğretim camiası içindeyim, Manisa'da görev yapıyorum. İnşallah uygun görür, kabul ederseniz sizi bir konferansa davet etmek isteriz. KEMALETTİN ÖNER Gölmarmara Milli Eğitim Müdürlüğü
YanıtlaSilEyvallah, memnun oldum. İnşaallah...
Sil