11 Kasım 2021 Perşembe

Ömerli’de Doğum

 

Adnan Demircan

Meşguliyetler sebebiyle Ömerli’yle ilgili yazılarıma biraz ara vermiştim. İnşaallah bu yazılara bir plan çerçevesinde devam edeceğim.


İnsanın dünyaya gelişi ve vefatı farklı milletlere ve hatta bölgelere göre değişebilmektedir. Bu sebeple doğum ritüelleri arasında benzerlikler olduğu kadar farklılıklarla da karşılaşabiliyoruz.

Ömerli’de eskiden nüfus planlaması bilinmez, çocuğun rızkıyla doğduğuna inanılır, dahası çocuk sayısının çok olması bir varlık ve güç olarak değerlendirilirdi. Bu sebeple sağlık problemi gibi bir engelleri yoksa kadınlar evlendikten sonra ortalama iki yılda bir çocuk doğururlardı. Bu da o zamanki geleneğe göre 15-16 yaşlarında evlenen bir kızın 40 yaşlarına geldiğinde bir düzine doğum yapmış olması demekti. Otuz yaşlarında torun sahibi olmak, kızıyla birlikte doğum yapmak da yaygındı. 15-16 yaşlarında evlilikten söz etmemin sebebi, 18-19 yaşlarına gelmiş bir kızın artık evde kaldığının konuşulduğu bir dönemden bahsediyor olmamdır. Bugün artık ülkemizin diğer yerlerinde olduğu gibi Ömerli’de de evlilik yaşı yükseliyor. Bahsettiğim yaşlarda evlilikler pek olmuyor.

Tabii sözünü ettiğim dönemde çocuk ölüm oranları yüksekti. Henüz tedavi imkânlarının kısıtlı ve aşıların yaygınlaşmamış olması sebebiyle doğan çocukların çoğu birkaç yıl içinde ölüyorlardı. Aile mezarlıklarına bakıldığında çocuk mezarlarının yetişkin mezarlarına göre çok fazla olduğunu görülür.

Kadınlar hamile olduklarını anladıktan sonra da ağır ev işlerini ve hatta bağ bahçede kendilerine uygun işleri yapmaya devam ederlerdi. Bu sebeple doğumun bazen uzak bir tarlada meydana gelmesi imkânsız değildi. Ama büyük ihtimalle doğum, bu konuda deneyimi olan bir kadının yardımıyla evde gerçekleşirdi. Kötü koşullar sebebiyle hamilelik sürecinde ya da doğum sırasında vefat eden kadınların sayısı az değildi.

Dünyaya gelen bir çocuğun cinsiyetini öğrenmek o zamanlar mümkün değildi. Ancak hamile kadının karnının şeklinden, uyku düzeninden ya da yürüyüşünden çocuğun cinsiyeti ile ilgili tahminlerde bulunan insanlar vardı. Yanıldıkları pek konuşulmazdı, ancak isabet etmeleri halinde bir süre sonra uzman olarak kendilerine işaret edilirdi.

Kadın, doğum yaptıktan sonra nifas (loğusalık) dönemi kırk gün olarak uygulanırdı. Bu süre içinde zorunluluk olmadıkça evden çıkmaz, namaz ve oruç ibadetlerini ifa etmez, dahası yeni doğum yapmış başka bir kadınla karşılaşmasına ortam hazırlanmazdı. Çünkü kırklarının birbirlerine etki edeceğine ve çocukların bundan zarar göreceğine, cinlerin çocuğu çarpacağına inanılırdı. Hatta yeni doğum yapmış bir kadın mahallede bir sokaktan geçecekse o sokakta ikamet eden doğum yapmış başka bir kadınla karşılaşmaması için önlem alınır, haber salınarak diğer kadının sokağa çıkmaması sağlanırdı. Yüksek olan çocuk ölümlerinin cin çarpması gibi etkilere bağlanması anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bilginin olmadığı yerde efsane ve masallardan medet umulur.

Çocukların cinler tarafından çarpılmaması için yastığının altına bir bıçak veya makas konması, beşiğine küçük bir Mushaf’ın asılması olmazsa olmazlardandı.

Kadının doğum sürecinde güçlü besinlerle beslenmesi, hem kendisi hem de çocuk için önemsenirdi. Tabii bunu sağlamak da imkâna bağlıydı. En pratik yemeklerden biri Isfîré denen bir çeşit omletti. Yumurta sade yağda (koyun ya da inek sütünden elde edilen zıbdénin [tereyağının] sudan arındırılmış hali) kızartılır, üzerine de pekmez dökülürdü.

Doğan çocuğun cinsiyeti doğumun ve dolayısıyla annenin karşılaşacağı muameleyi etkilerdi. Erkek çocuk doğumu bayram havasıyla karşılanırdı. Kız çocuğu doğduğunda, “Allah vergisi” (‘aṭıyıt Alla) olduğu vurgulanır, ama buna sevinilmez, bilakis eğer ailenin diğer çocukları da kız ise doğum evde hüzne sebep olurdu. Erkek çocuğunun dünyaya gelişine gösterilen sevinç, kız çocuğunun doğumuna karşı gösterilmezdi. Bazen kız çocuğunun doğumuyla ilgili tebrik, taziye ifadelerine benzeyebilirdi. “Daha yaşın genç inşaallah erkek çocuğun da olur” cinsinden teselli ifadeleri olurdu. Ancak ailenin erkek çocuk sayısı fazla ise doğan kız çocuğu “Allah’ın emaneti” olarak kabul edilirdi.

Çocuğun doğumdan sonraki günleri kolaylıkla atlatması hayatta kalması için önemliydi. Bu sebeple doğumun meydana geldiği mevsim de önem arz ediyordu. Kışın doğum daha zordu haliyle. Ancak buna rağmen doğumun zamanını ayarlama gibi bir planlama da yapılmıyordu sanırım. Çünkü kışın da çok sayıda çocuk doğardı. Bahsettiğimiz dönemin kış koşullarını düşünürsek çocuğun soğuk almaması zordu. Basit bir soğuk algınlığı ise çocuğun ölümüyle sonuçlanabilecek bir sürecin başlangıcı olabiliyordu.

Çocuğun üstünü açmaması ve uykudayken aniden ürkerek uyanmaması için onu mutlaka kundağın içinde yatırırlardı. Kundak bağlama, bir çeşit çocuğu paketlemeydi. Yetişkin birisine yapılsa herhalde nefes alamaz. Çocuk baş tarafı hariç mumya gibi sarılırdı. Yüzünün üzerine de hem sineklerden hem de kışın soğuktan korumak için tülbentten bir örtü örtülürdü. Sanırım o zamanın çocukları paketlenmiş olarak rahat uyuyorlardı.

Çocuğun altını temiz tutmak için toprak kullanılırdı. Toprağın çocuğa zarar vermemesi için ateşte kavurulur, elenir, kışın kullanılacaksa ısıtılır, çocuğun altına serilirdi. İdrarını veya kakasını yaptığı yerler alınarak atılır, toprak eksildiğinde takviye yapılırdı. Daha sonraları kaput bezinden ya da başka kumaşlardan hazırlanan bez kullanımı yaygınlaştı. Bezler çocuğun altından alındıktan sonra kaba pisliği atılır, ardından da leğenin içinde elde yıkanırdı. Bezlerin suda kaynatılarak temizlenmesi de bir yöntem olarak sık sık kullanılırdı.

Çocuğa güzel bir isim verilmesi, kulağına ezan okunması, imkânlar çerçevesinde ilerleyen zamanda akika kurbanı kesilmesi yerine getirilmesine dikkat edilen adetlerdendi.

İsim tercihinde ebeveynin anne babasının çocuklarına verilmesi yaygındı. Tabii öncelik erkeğin anne babasınaydı. Bunun için dede ile ninenin vefat etmeleri beklenmez, bilakis onlar hayattayken isimleri torunlarına verilerek mutlu edilirlerdi. Çocuğun ismi belli oluncaya kadar kız çocuğuna “pıté”, erkek çocuğuna “pıto” denirdi. Anlamını bilmiyorum, sanırım bebek anlamında olmalı.

İsim tercihinde erkek çocukları için Hz. Peygamber’in ya da bazı sahabilerin ismi yaygın olarak tercih edilirdi. Kur’an önemli bir isim kaynağıydı. Mesela “keyl” fiilinin “ölçelim, ölçüp alalım” anlamına gelen “nektel” şekli yaygın olmasa da isim olarak kullanılmıştır. Buna rağmen ismi Kur’an’da geçen Zeyd b. Harise’nin adının pek kullanılmadığını görüyoruz. Zeyd, Amr gibi isimler Ömerli’de pek yok. Allah’a kulluğu ifade eden “Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim, Abdülbasıt, Abdülbari” gibi isimler tercih edilirdi. Şeyhlerin isimleri de… Ayrıca mahalli isimler de vardı. Mardin-Diyarbakır yolu üzerinde yaygın olarak ziyaret edilen Seyh Musa’nın ismi Şeyḫmus olarak yaygın olarak kullanılan isimlerdendir. Hatta kadınlar hamile olduklarını anladıklarında çocuklarının erkek olması durumunda Sultan Şeyhmus dedikleri bu zatın ismini vereceklerini ve türbesini ziyaret edeceklerini adarlardı. Doğumdan bir süre sonra da bu adak yerine getirilirdi.

Arap kültüründe yaygın olmasına rağmen Ömerli’de çocuklara künye verilmezdi. Künye büyükler için de pek kullanılmazdı. Ancak Suriye ve Lübnan’a gidip gelenler, oranın kültürünün etkisiyle muhataplarına “Ebu Filan” diye hitap edebiliyorlardı.

İsmin kısaltılması yaygın bir adetti. Mustafa’nın Mısté veya Mısto, Abdullah’ın Abdo, Şeyḫmus’un Şeyḫo olması kaçınılmazdı neredeyse… Bir de lakap verme âdeti de vardı. Ancak lakap zamanla bir olaya veya çocuğun bir özelliğine bağlı olarak ortaya çıkardı.

Çocukların kötü cinler tarafından çarpılmasına engel olmak için bir süre ismiyle değil, kız ise Ẕibé, erkek ise  Ẕibo şeklinde çağrılması da karşılaşılan bir adetti. Ẕi’b “kurt” anlamına geliyor. Kötü cinlerin kurtlardan korktuklarına inanıldığı için çocuğa zarar vermeye yanaşmayacakları düşüncesiyle yapılırdı bu…

İmkân olduğunda Akika kurbanı kesilirdi. Bazı aileler sadece erkek çocukları için kurban keserlerdi. Kurban kesildikten sonra kemiklerinin kırılmamasına özen gösterilir, bu hayvanın sırtına binilerek sırat köprüsünden geçileceğine inanılırdı.

Erkek çocuklarının erken sünnet ettirilmesi yaygın bir adetti. Ömerli’nin ve hatta bölgenin sünnet sektörü Tilloluların (Siirt’in bir ilçesi) elindeydi. Şeyh ailesine mensup oldukları kabul edilen sünnetçiler ilkbahar ve sonbaharda gelerek erkek çocuklarını sünnet ederlerdi. Bunun için sokaklarda gezerek “Imṭahhır” (Sünnetçi) diye bağırdıklarını hatırlıyorum. Bir ücret karşılığında çocuğu sünnet ederler, bazen şartlar sünnet ciddi sağlık problemlerine sebep olabilirdi. Çocuğun iyileşmesi epey zaman alırdı. Bu sebeple sünnetini hatırlayamayacağı zamanda onu sünnet ettirmeye dikkat edilirdi.

Doğum süreciyle ilgili çizmeye çalıştığım bu çerçeveden sonra ölümü de anlatmam gerekir sanırım. O da başka bir yazıya…

3 yorum:

  1. Keyifli ve ilgi çeken bir yazı, kaleminize sağlık. Tillolu biri olarak yazıda ilçemizin isminin geçmesi de güzel bir tevafuk.O zaman sünnetlerin her yerde aynı şartlarda gerçekleştiğini belirtmek isterim. Yoksa bizim ımtahhırlar işini iyi yapardı��

    YanıtlaSil
  2. Selamun aleykum, yazınız ilginç ve güzel, kaleminize sağlık.Bir Tillolu olarak yazıda ilçemizin adının geçmesi de güzel. O günün şartlarında sünnetler her tarafta aynı şartlarda gerçekleşiyodu.Oysa ki Bizim Tillolu ımtahhırlar(sünnetçiler) gerçekte işini iyi yapıyordu😃
    AHMET M.TOPRAK

    YanıtlaSil
  3. Aleykümüsselam Hocam, teşekkür ederim. Tilloluların bu konuda memlekete büyük hizmetleri var. Mahir sünnetçileri tanınıyor, bekleniyordu.

    YanıtlaSil

Yazarlar