SAHÂBE
KİMLİĞİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ
Prof. Dr. Adem APAK
Arapçada “bir kişiyle birlikte bulunmak, onunla dost ve arkadaş olmak” anlamındaki sohbet kelimesinden türeyen sahâbe tabiri, sâhib kelimesinin çoğuludur. İslâmî literatürde Sahâbe ile birlikte ashâb kavramı da sıkça kullanılmakta olup, kelimenin müfredi ise sahâbîdir. Gerek sahâbî, gerekse sahâbe ve ashâb kelimeleri İslâmiyet’le birlikte, Allah Rasûlü’nü (s.a.v) görüp ona inanan kimseler için yaygın olarak kullanılan bir tabir olmuştur.
İslâm âlimleri tarafından sahâbenin çeşitli tanımları yapılmıştır.
Bu terimi ilk tarif edenlerden Saîd b. Müseyyeb’in, “Hz. Peygamber ile bir veya iki sene arkadaşlık yapan yahut
onunla bir veya iki gazveye katılan kimse sahâbî sayılır” dediği rivayet
edilmiştir.[1]
Ancak bu tanım yetersiz görülmüş, Rasûl-i Ekrem (s.a.v) ile görüşüp müslüman
olduğu halde uzun zaman yanında kalmayan, dolayısıyla onunla savaşa katılmayan
binlerce sahâbîyi kapsam dışı bıraktığı için benimsenmemiştir. Sahâbî kabul
edilmek için buluğa ermiş olmayı şart koşan Vâkıdî’nin tarifi ise Rasûlüllah’ı
(s.a.v) bulûğ çağından önce gören ve ondan rivayette bulunan iki torunu Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin ile Abdullah
b. Abbâs ve Abdullah b. Zübeyr gibi genç sahâbîleri tarifin dışında bıraktığı[2],
Hz. Peygamber’i (s.a.v) görmek yanında ondan bir veya iki hadis rivayet etme
şartı da, hadis rivayet etmeyen binlerce sahâbîyi içine almadığı için muteber
görülmemiştir. Ali b. Medînî, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî tarafından yapılan ve iman edip çok kısa bir
süre de olsa Rasûl-i Ekrem’i görenlerin sahâbî sayıldığını vurgulayan tanımlar
ise, görmeyi şart olarak ileri sürmekle âmâları dışarıda bıraktığı, buna
karşılık İslâm üzere ölme şartını zikretmeyerek Rasûlüllah (s.a.v) ile
görüştükten sonra irtidad edenleri de içine aldığı gerekçeleriyle yeterli
bulunmamıştır.
Usûl-i fıkıh âlimlerinin sahâbe tariflerinde, Hz. Peygamber’le
(s.a.v) altı ay veya daha fazla birlikte bulunmak, ilim öğrenmek maksadıyla
yanına çokça gidip gelmek ve kendisinden hadis rivayet etmiş olmak gibi şartlar
aranmaktadır. Hadis âlimlerinin sahâbe tarifi ise daha şümullüdür. Nitekim İbn
Hacer el-Askalânî, sahâbîyi “Hz. Peygamber’e mümin olarak erişen ve müslüman
olarak ölen kimse” şeklinde tarif eder.[3]
Daha sonra cumhurun görüşü olarak kabul edilen bu tarif ışığında, muhaddislerin
sahâbe anlayışı şu şekilde açıklanabilir: Sahâbî olmak için Rasûl-i Ekrem’i
(s.a.v) uyanık iken bir an bile görmek yeterlidir. Kendisiyle uzun zaman
beraber olmak, yolculuk etmek veya gazaya gitmek ya da kendisinden hadis
rivayet etmek sahâbî sayılmak için şart değildir. Buna göre Abdullah b. Ümmü
Mektûm gibi âmâ olması sebebiyle Allah Rasûlü’nü (s.a.v) göremeyen ancak onunla
sohbet imkânı bulanlarla, Mekke’nin fethi ve Veda Haccı’nda olduğu gibi onun da doğrudan sohbet
etme imkânı bulamayan, fakat Rasûlüllah’ın (s.a.v) kendilerini gördüğü kimseler
de sahâbîdir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) ile görüşüp sohbet eden bir sahâbînin
müslüman olarak ölmesi şarttır. Ancak Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber’i
(s.a.v) görmekle beraber, onun vefatından sonra İslâmiyet’i kabul eden
kimselerle, Rasûlüllah’ın (s.a.v) huzurunda müslüman olduktan sonra irtidad
eden, nihayet bu hal üzere ölen kimseler kesinlikle sahâbî kabul edilmez.
Sahâbî sayılmak için bulûğ çağına erişmek şart olmayıp, sadece temyiz kudretine
sahip bulunmak yeterlidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in “insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet” diye
tanıttığı[4]
sahâbîler, İslâm ümmeti içinde en faziletli nesil kabul edilir; onlar bu değeri
taşıdıkları güçlü iman ile sergiledikleri örnek davranışları sayesinde elde
etmişlerdir. Hakikaten onlar, İslâm’a girdikleri andan itibaren güçlü bir
imanla birlikte, kabul ettikleri yeni dinin gereklerini tam bir teslimiyetle
yerine getirmişlerdir. Sahâbe’nin mühim bir kısmı ömrünü Allah Rasûlü’nün
(s.a.v) yanında tamamlamış, onunla savaşlara katılmış, dinin yayılması için
büyük gayret göstermiştir. Bu dönemde Ashâb içinde İslâm karşıtları tarafından
tehdit ve işkencelere muhatap olan, hatta ölümle cezalandırılan, dinleri uğruna
yurtlarını, mallarını, eş ve çocuklarını terk edip başka beldelere hicret etmek
zorunda kalanlar olmuş; ancak onlar inançlarından, Allah’a ve elçisine
bağlılıklarından hiçbir surette ayrılmamışlardır. Mezkür hususiyetleri
sebebiyledir ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da Ashâbı övmüş, onların Allah ve Rasûlü’ne
(s.a.v) iman edip tam teslimiyet gösterdiklerini, bu sebeple büyük ecir
kazandıkları[5],
Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı olduğu ve ebedî kalacakları
cennetin onlar için hazırlandığı bildirmiştir.[6]
Ayrıca onların Allah’a ve Rasûlü’üne (s.a.v) yardım eden sâdık müminler
oldukları[7],
gerçek müminler sıfatıyla bağışlanacakları ve âhirette cömertçe
rızıklandırılacakları[8]
da haber verilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) de ashâbından bahsederken, onları “insanlık
tarihinin en hayırlı nesli”olarak nitelemiştir.[9]
Hadis âlimleri sahâbî olmadıkları halde böyle bir iddiada
bulunanları belirlemek ve sahâbîliğin suistimal edilmesini önlemek için
sahâbeyi tanıma konusu üzerinde hassasiyetle durmuşlar, bu hususta belirledikleri
yollardan herhangi biriyle sahâbî olduğu anlaşılanları sahâbeden kabul
etmişlerdir.
1. Tevatür yolu: Hulefâ-i Râşidîn ile Aşere-i mübeşşerenin sahâbî olduğu bu yolla
bilinmektedir. 2. Şöhret yolu: Tevatür derecesine ulaşmamakla birlikte Ebû
Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Ebû Saîd el-Hudrî bu yolla tanınan
sahâbîlerdendir. 3. Şehâdet yolu: Bir sahâbî veya güvenilir bir Tâbiînin bir
kimsenin sahâbîliği hakkında şahitlik etmesidir. Bu şekilde tanınan sahâbîlere
örnek Humeme ed-Devsî’dir. Humeme, Hz. Ömer devrinde İsfâhan fethedilirken vefat etmiş, vefatı sırasında
orada bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî onun şehid olarak öleceğine dair Hz. Peygamber’den
(s.a.v) duyduğu bir hadisi nakletmiş, böylece kendisinin sahâbî olduğu ortaya
çıkmıştır. 4. İkrar yolu: Adaletiyle tanınan bir kimsenin sahâbî olduğunu ikrar
etmesi ve o şahsın en geç Hicretin 110 (M.728) yılında vefat etmiş olmasıdır.
Zira (H.11/M.632) yılında vefat eden Rasûl-i Ekrem (s.a.v), vefatından kısa bir
süre önce Ashâb hakkında “Yüz yıl sonra bugün hayatta olanlardan hiç kimse sağ
kalmayacak” demiştir.[10]
Dolayısıyla bu tarihten sonra sahâbî olduğunu iddia eden Serbatek el-Hindî, Ca’fer
b. Nestûr ve Reten b. Nasr gibi kişilerin iddiaları kabul görmemiştir.
İslâmiyet’in başlangıç dönemlerinden itibaren hadis âlimleri
Sahâbîleri bütün olarak farklı bir nesil olarak değerlendirmekle birlikte,
onlar kendi aralarında fazilet yönünden aynı derecede görülmemişlerdir. Zira sahâbenin
bir kısmı İslâmiyet’in ilk günlerinde iman etmiş ve hayatını Rasûlüllah (s.a.v)
ile geçirmiş, buna karşılık önemli bir bölümü ise onunla çok daha az görüşme
imkânı bulmuştur. Aralarında inancı uğruna işkence gören, İslâm Peygamberi
(s.a.v) ile savaşlara katılan, din yolunda malını harcayan, yurdunu terk etmek
zorunda kalan, hatta şehid edilenler de mevcuttur. Bütün bu hususları göz önüne
alan hadis âlimleri, Sahâbeyi kendi aralarında tabakalara ayırmışlardır.
Genellikle İslâm’a giriş önceliği esas alınmak suretiyle oluşturulan bu ayırımlar
arasında Hâkim en-Nîsâbûrî’nin on ikili tasnifi daha çok kabul görmüştür: 1.
Mekke’de erken dönemde müslüman olanlar. 2.
Dârünnedve mensupları. 3. Habeşistan’a
hicret edenler. 4. Birinci Akabe Biatı’na katılanlar. 5. İkinci Akabe Biatı’na
katılanlar. 6. Mekke’den Medine’ye hicret
eden ilk Muhâcirler. 7. Bedir Gazvesi’ne katılanlar. 8.
Bedir Gazvesi ile Hudeybiye Antlaşması arasında hicret edenler. 9. Bey’atürrıdvân’a
katılanlar. 10. Hudeybiye Antlaşması ile Mekke’nin fethi arasında hicret
edenler. 11. Mekke’nin fethi günü müslüman olanlar. 12. Mekke’nin fethi ve Veda
haccı sırasında Hz. Peygamber’i (s.a.v) gören çocuklar.[11]
Sahâbe arasında fıkıhta derinleşip müctehid seviyesine ulaşan, fetva
vermekle tanınan pek çok şahıs bulunmaktadır. Bunlar, sahip oldukları bilgiler
ve fetvalarının sayısı bakımından aynı seviyede olmadıkları gibi, Hz. Peygamber’in
(s.a.v) yanında bulunma sürelerine, ilme önem verme durumlarına ve dinî kavrayış
yeteneklerine göre farklılık gösterirler. İbn Hazm, fetva verdikleri bilinen ve
fetvaları kaynaklarda yer alan erkek ve kadın Sahâbe sayısını 162 olarak tespit
etmiş, bunlardan 142’sinin erkek, yirmisinin kadın olduğunu belirtmiştir.
Bunlar arasında Hz. Ömer, Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Ali,
Zeyd b. Sabit, Hz. Âişe, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ömer en çok fetva veren yedi sahâbî kabul edilir.[12]
Bütün sahâbîler Hz. Peygamber’den (s.a.v) hadis rivayet etmemiş, rivayet
edenler de farklı sayıda hadis nakletmişlerdir. Bu durum, sahâbînin hafızasının
kuvvetli veya zayıf olması, Allah Rasûlü’nün (s.a.v) yanında az veya çok
kalması, ilim yerine cihada önem vermesi, kendini idarî işlere ve ibadete
hasretmesi, hata etme endişesiyle hadis rivayetinden kaçınması ve ömrünün kısa
olması gibi sebeplerle açıklanabilir. Rivayet ettikleri hadis sayısına göre
sahâbîler “müksirûn” ve “mukıllûn” şeklinde temelde ikiye ayrılır. Buna göre
1000’den çok hadis rivayet edenlere müksirûn denilmiştir. Yedi kişi olan müksirûndan
Ebû Hüreyre, mükerrerleriyle birlikte 5374, Abdullah b. Ömer 2630, Enes b. Mâlik 2286, Hz. Âişe 2210, Abdullah b. Abbâs 1660, Câbir b. Abdullah 1540, Ebû Saîd el-Hudrî 1170 hadis rivayet etmiştir.[13]
Sahâbenin sayısı hakkında da kaynaklarda kesin bilgi
bulunmamaktadır. İmam Şâfiî, Hz. Peygamber’i (s.a.v) gören ve ondan rivayette
bulunan Sahâbe’nin 60.000 civarında olduğunu, Ebû Zür’a er-Râzî, Rasûl-i Ekrem’le
(s.a.v) birlikte Tebük Gazvesi’ne 70.000, Veda
Haccı’na 114.000 kişinin katıldığını, Ebû Mûsâ el-Medînî ise Hz. Peygamber
(s.a.v) vefat ettiğinde onu gören ve kendisinden hadis rivayet eden Sahâbe
sayısının 100.000’den çok olduğunu belirtmektedir. Bu konuda daha gerçekçi
bilgilere ulaşabilmek için sahâbîlerin biyografilerine dair yazılan
kaynaklardaki rakamları esas almak gerekir. Bu alanda telif edilmiş eserlerin
en kapsamlısı İbn Hacer el-Askalânî’nin el-İsâbe’si olup, bir sayıma
göre eserde 12.304 isim yer almaktadır. Ancak kitapta geçen mükerrerler ve
yanlışlıkla sahâbî olarak zikredilenler çıkarıldığı takdirde adı bilinen Sahâbe
sayısı 10.000’i aşmaz.[14]
[1] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kâfiye, s.
68-69.
[2] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kâfiye, s.
69.
[3] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 6.
[4] Âl-i
İmrân 3/110.
[5] Âl-i
İmrân 3/172, 173.
[6] Tevbe
9/100.
[7] Haşr,59/8.
[8] Enfâl
8/74.
[9] Buhârî,
Fezâ’ilü Asâbi’n-Nebî,1; Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe,
211,212.
[10] Müslim,
Fezâilü’-Sahâbe, 217.
[11] Hâkim, en-Nisâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs,
s. 22-23.
[12] İbn Hazm, Ashabü’l-Fütyâ, s. 323.
[13] Ekrem Ziya Ömerî, Bâkî b. Mahled
el-Kurtubî ve Mukaddimetü Müsnedih, s. 23-24.
[14] Bu konuda daha geniş bilgi için bk.
Efendioğlu, Mehmet, “Sahâbe”, DİA, XXXV, 491-500.
Güzel bir bilgi paylasimi olmuş hocam teşekkürler..
YanıtlaSil