3 Ocak 2022 Pazartesi

“Muhibban-ı Kelbiyan”ın “Bit-bul” Sevdalılarının Bir İti, Masum Bir Kızcağızın Yüzünü Parçaladı!


Muhibban-ı Kelbiyan”ın “Bit-bul[1] Sevdalılarının Bir İti,

Masum Bir Kızcağızın Yüzünü Parçaladı!

İhsan Süreyya SIRMA 

         Bu memlekette daha nelere şahit olacağız?

İt sevdalıları”nın bir iti, masum bir kız çocuğunun yüzünü parçalıyor, bu “itçiler”, masum küçük çocuğun parçalanmış yüzüne acıyacaklarına, bu cinayeti işleyen itlerini savunmanın sevdasıyla yanıp tutuşuyorlar!

         Bu “şımarık zengin tipleri”n çok belirgin, belirgin olduğu kadar da gülünç özellikleri vardır: Kitap okuyor görünür, fakat kitap okumazlar. Roman okuduklarını söylerler, fakat “Shakespeare’in “Sefiller” romanı ne enteresan?” diye hava atar, “merd-i kıpti” gibi şecaat arz ederken sırkatın söylerler! Bir yerde oturduklarında kültürden dem vururlar, kültür kelimesinin nereden geldiğini bilmezler. Müzikten anladıklarını söylerler; konçertoyla senfoniyi birbirine karıştırır, gitarla “Urfa Divanı”nı çalmaya kalkarlar! Mozart’ın İspanyol olduğunu söyler, Salzbourg’un nerede olduğunu bilmezler! Desinler için operaya giderler, aralarında konuşunca da “akşamki tiyatro ne güzeldi!” kabilinden “cehalet martavalları”nı okurlar! Cumhurbaşkanının dediği gibi “zengindirler”, fakat görmemişin teki gibi, Dolar’la Sterlin’i birbirine karıştırır, sadece hava atar; biçarelerin paralarını soymak için ciletle yırttıkları kotlarının ceplerindeki dövizlerle fırıldaklar çevirir dururlar. “Paris’teki günlerim ne güzeldi!” derler, “Louvre müzesi”nin nerede olduğunu bilmezler… Neredeyse tapacakları itleri çocuk parçalayacaktı; onlar hâlâ olayı parayla nasıl kapatacaklarının fırıldaklarını düşünüyorlar!

         Tam da bu sırada, seneler önce, İstanbul’dan Stokholm’a olan seyahatim sırasında yazdığım bir “it olayı”nı hatırladım.

         O günkü uçak seyahatimde aşağıdaki satırları yazmıştım:

  “     24 Aralık 08

Ammo’nun kopeki

Viyana yıllarında, Yılbaşı tatili için Türkiye’deyken, bir konferans vermek için Stockholm’a gidiyorum. Konferansımın konusu, “Müslüman-gayrimüslim ilişkilerinin kısa tarihçesi”. Tam da Türkiye’de bazı aydınların, 1915 tehcir hareketi için Ermenilerden özür diledikleri günler. Herkes bir telden çalıyor… Kimi özür diliyor; kimileri de özür dileyenleri “vatan hainliliği”yle suçluyor.

Biz ise olaya tamamen farklı bir gözle bakıp, bu tehcir hareketini yapanların, tehcir kanunundan önce, Müslümanlara en büyük kötülüğü yaptıklarını, Halifelerini hal’ederek, Selanik’e sürdüklerini, Müslümanları yok yere Birinci Dünya Savaşı’na sokarak, binlercesinin ölümüne sebebiyet verdiklerini biliyor; özür dilenmesi gereken birileri varsa, bunların Müslümanlar olduklarını söylüyoruz. Hatta Jön Türk/İttihad ve Terakki Cuntası’nın, bu cinayetleri yaparken, Ermeni dostlarıyla birlikte hareket ettiklerini de biliyoruz. Ve Müslümanlara, ardından da Ermenilere bu zulmü reva görenlerin çocuklarının, günümüzde bu zulümlerini devam ettirerek, Müslüman kızlarının, başörtüsü takarak üniversiteye devam etmelerine mâni oluyorlar. Netice itibariyle, “ulusçuluk”u kendilerine şiar ve ideoloji edinmiş olan bu güruhun, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de kendileri gibi düşünmeyen herkese karşı kin ve garezlerinin neticesi olan zulümleri devam ediyor.

Her neyse…

Gecikmeli olarak da olsa, Uçağımız İstanbul’dan Stockholm’a müteveccihen hareket etti. Uçağın en son koltuğunda, cam kenarında oturuyorum. Orta koltuk boş, koridora bakan koltukta ise, daha sonra adının Fehmi olduğunu öğrendiğim Midyatlı bir Süryani vatandaş oturuyor. Fehmi’nin kucağında bir kafes, içinde de minnacık bir köpek. Uçağın bagaj yükleme işinde bir problem olduğu için beklediğimizden, Fehmi ile hostes hanım, köpekle ilgili muhabbete dalıyor; Fehmi çok yüksek sesle konuştuğundan, mecburen “kulak misafiri” oluyorum.

Hostes hanım, köpeğin kime ait olduğunu soruyor ve Fehmi başlıyor anlatmaya[2]:

-   Hanım Efendi! Koleniz olsuuun. Benim bir oğlan çocuk var. On bir yaşindadır. Bizim Ştokolimn’de bir komşi var; onun iki tene kopeki var. Benim oğlan onun kopekleri sevmek istedi. Sahibi birakmadi. Benim oğlan evde geldi ve ağladi; “ben okula gitmem!” dedi. Niçin? dedim. “Sen bana kopek almassan, ben okula gitmem!” dedi. Sonra kardaşıma söyliyem, internette bakti ve bir kopek gordi. Onun gordi kopek, Bulgarya’da varmiş. Ben de Turkiye’de geldim, sonra Bulgarya’da gittim. Bu kopegin annasi yeni doğum yapti, ben de aldim, getirdim. Allah’tan inan, iki gundur, hayatımda en çok yorulduğum gun oldu. Beytarlerde gittim, aşilar-maşilar yaptim.

Hayretle dinleyen Hostes Hanım;

-         Ne aşısı? diye sordu. Fehmi cevap verdi:

-         Eminin olsun ben aşilerin ismi bilmiyorum. Sonra bana dönüp,

-        ‘Ammo![3] Ben bu kopekte ne aşisi yaptim? diye sordu.

Bu konuda fevkalade cahil olduğumdan ve de Fehmi’yi cevapsız bırakmamak için, “kuduz aşısı” diye kafadan attım. Bizim Fehmi hostese dönerek:

-      Allah’tan inan bu ammonun dediği aşi, dedi ve tekrar bana dönüp,

-     Ammo nasıl söylediiin? Ben de

-     Kuduz aşısı! dedim. Fehmi devam etti:

-   Hostes Hanım! Vallahi bu kopek çok akillidir! İnanın olsun türkü-şarki soylüyor. Bunun adi nedir biliyorsun? “Nike”dır. Hostes,

-   Neden Nike diye sordu. Fehmi:

-   E valla ben bilmiyorum. Bulgarya’da boyle dediler…

Sonra gelen geçen bütün yolcuları yakalayıp, Nike’yla tanıştırdı Fehmi…

Derken yemek servisi başladı. Bizim Fehmi, bana dönerek, sessizce ve Mardin Arapçasıyla:

-Let’tallo fi kusur, deşrep viski şi![4] dedi. Ben de;

- Herkes yaptığında hürdür! dedim.

Fehmi viskisini içtikten sonra sızdı kaldı. Köpeği Nike ise, çoktan uyumuştu.

 

 

 

 



[1]Muhibban-ı kelbiyye tutkunları”, itlerinin adını doğru yazamadığımı sanabilirler! Sansınlar!

[2] Fehmi’nin anlattıklarını lütfen Midyat şivesiyle okuyun.

[3]Ammo”, Mardin çevresinde “amca” demektir.

[4] “Kusura bakma, bir viski içeceğim!


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar