“Muhibban-ı
Kelbiyan”ın “Bit-bul”[1]
Sevdalılarının Bir İti,
Masum Bir Kızcağızın Yüzünü Parçaladı!
İhsan Süreyya SIRMA
Bu memlekette daha
nelere şahit olacağız?
“İt sevdalıları”nın bir iti, masum bir kız çocuğunun yüzünü parçalıyor, bu “itçiler”, masum küçük çocuğun parçalanmış yüzüne acıyacaklarına, bu cinayeti işleyen itlerini savunmanın sevdasıyla yanıp tutuşuyorlar!
Bu “şımarık zengin
tipleri”n çok belirgin, belirgin olduğu kadar da gülünç özellikleri vardır:
Kitap okuyor görünür, fakat kitap okumazlar. Roman okuduklarını söylerler,
fakat “Shakespeare’in “Sefiller” romanı ne enteresan?” diye hava
atar, “merd-i kıpti” gibi şecaat arz ederken sırkatın söylerler! Bir
yerde oturduklarında kültürden dem vururlar, kültür kelimesinin nereden
geldiğini bilmezler. Müzikten anladıklarını söylerler; konçertoyla senfoniyi birbirine
karıştırır, gitarla “Urfa Divanı”nı çalmaya kalkarlar! Mozart’ın
İspanyol olduğunu söyler, Salzbourg’un nerede olduğunu bilmezler! Desinler
için operaya giderler, aralarında konuşunca da “akşamki tiyatro ne güzeldi!”
kabilinden “cehalet martavalları”nı okurlar! Cumhurbaşkanının dediği
gibi “zengindirler”, fakat görmemişin teki gibi, Dolar’la Sterlin’i
birbirine karıştırır, sadece hava atar; biçarelerin paralarını soymak için
ciletle yırttıkları kotlarının ceplerindeki dövizlerle fırıldaklar çevirir
dururlar. “Paris’teki günlerim ne güzeldi!” derler, “Louvre müzesi”nin
nerede olduğunu bilmezler… Neredeyse tapacakları itleri çocuk parçalayacaktı;
onlar hâlâ olayı parayla nasıl kapatacaklarının fırıldaklarını düşünüyorlar!
Tam da bu sırada,
seneler önce, İstanbul’dan Stokholm’a olan seyahatim sırasında yazdığım bir “it
olayı”nı hatırladım.
O günkü uçak
seyahatimde aşağıdaki satırları yazmıştım:
“ 24 Aralık 08
Ammo’nun kopeki”
Viyana yıllarında, Yılbaşı tatili için Türkiye’deyken, bir
konferans vermek için Stockholm’a gidiyorum. Konferansımın konusu, “Müslüman-gayrimüslim
ilişkilerinin kısa tarihçesi”. Tam da Türkiye’de bazı aydınların, 1915
tehcir hareketi için Ermenilerden özür diledikleri günler. Herkes bir telden
çalıyor… Kimi özür diliyor; kimileri de özür dileyenleri “vatan hainliliği”yle
suçluyor.
Biz ise olaya tamamen farklı bir gözle bakıp, bu tehcir hareketini
yapanların, tehcir kanunundan önce, Müslümanlara en büyük kötülüğü
yaptıklarını, Halifelerini hal’ederek, Selanik’e sürdüklerini, Müslümanları yok
yere Birinci Dünya Savaşı’na sokarak, binlercesinin ölümüne sebebiyet
verdiklerini biliyor; özür dilenmesi gereken birileri varsa, bunların
Müslümanlar olduklarını söylüyoruz. Hatta Jön Türk/İttihad ve Terakki Cuntası’nın,
bu cinayetleri yaparken, Ermeni dostlarıyla birlikte hareket ettiklerini de
biliyoruz. Ve Müslümanlara, ardından da Ermenilere bu zulmü reva görenlerin
çocuklarının, günümüzde bu zulümlerini devam ettirerek, Müslüman kızlarının,
başörtüsü takarak üniversiteye devam etmelerine mâni oluyorlar. Netice itibariyle,
“ulusçuluk”u kendilerine şiar ve ideoloji edinmiş olan bu güruhun, geçmişte
olduğu gibi, günümüzde de kendileri gibi düşünmeyen herkese karşı kin ve
garezlerinin neticesi olan zulümleri devam ediyor.
Her neyse…
Gecikmeli olarak da olsa, Uçağımız İstanbul’dan Stockholm’a
müteveccihen hareket etti. Uçağın en son koltuğunda, cam kenarında oturuyorum.
Orta koltuk boş, koridora bakan koltukta ise, daha sonra adının Fehmi olduğunu
öğrendiğim Midyatlı bir Süryani vatandaş oturuyor. Fehmi’nin kucağında bir
kafes, içinde de minnacık bir köpek. Uçağın bagaj yükleme işinde bir problem
olduğu için beklediğimizden, Fehmi ile hostes hanım, köpekle ilgili muhabbete
dalıyor; Fehmi çok yüksek sesle konuştuğundan, mecburen “kulak misafiri”
oluyorum.
Hostes hanım, köpeğin kime ait olduğunu soruyor ve Fehmi başlıyor
anlatmaya[2]:
- Hanım Efendi! Koleniz olsuuun. Benim bir oğlan çocuk var. On bir
yaşindadır. Bizim Ştokolimn’de bir komşi var; onun iki tene kopeki var. Benim
oğlan onun kopekleri sevmek istedi. Sahibi birakmadi. Benim oğlan evde geldi ve
ağladi; “ben okula gitmem!” dedi. Niçin? dedim. “Sen bana kopek
almassan, ben okula gitmem!” dedi. Sonra kardaşıma söyliyem, internette
bakti ve bir kopek gordi. Onun gordi kopek, Bulgarya’da varmiş. Ben de
Turkiye’de geldim, sonra Bulgarya’da gittim. Bu kopegin annasi yeni doğum
yapti, ben de aldim, getirdim. Allah’tan inan, iki gundur, hayatımda en çok
yorulduğum gun oldu. Beytarlerde gittim, aşilar-maşilar yaptim.
Hayretle dinleyen Hostes Hanım;
-
Ne
aşısı? diye sordu. Fehmi cevap verdi:
-
Eminin
olsun ben aşilerin ismi bilmiyorum. Sonra bana dönüp,
- ‘Ammo![3] Ben bu
kopekte ne aşisi yaptim? diye sordu.
Bu konuda fevkalade cahil olduğumdan ve de Fehmi’yi cevapsız
bırakmamak için, “kuduz aşısı” diye kafadan attım. Bizim Fehmi hostese dönerek:
- Allah’tan
inan bu ammonun dediği aşi, dedi ve tekrar bana dönüp,
- Ammo
nasıl söylediiin? Ben de
- Kuduz
aşısı! dedim. Fehmi devam etti:
- Hostes Hanım! Vallahi bu kopek çok akillidir! İnanın olsun
türkü-şarki soylüyor. Bunun adi nedir biliyorsun? “Nike”dır. Hostes,
- Neden Nike diye sordu. Fehmi:
- E valla ben bilmiyorum. Bulgarya’da boyle dediler…
Sonra gelen geçen bütün yolcuları yakalayıp, Nike’yla tanıştırdı
Fehmi…
Derken yemek servisi başladı. Bizim Fehmi, bana dönerek, sessizce
ve Mardin Arapçasıyla:
-Let’tallo fi kusur, deşrep viski şi![4]
dedi. Ben de;
- Herkes yaptığında hürdür! dedim.
Fehmi viskisini içtikten sonra sızdı kaldı. Köpeği Nike ise, çoktan
uyumuştu.
0 yorum:
Yorum Gönder