Cağfer KARADAŞ
Bir şarkıcı kendince bir şarkı yapmış, nereden ve neden icap ettiyse “Âdem ve Havvâ cahil” demiş. Bir anda baş gündem olmuş, ortalık karışmış herkes birbirine girmiş. Birileri taşlama, birileri aklamada, birileri yorumlama derdine düşmüş. Bu yorumculardan bazıları da açmışlar ağızlarını yummuşlar gözlerini, Hz. Âdem’i ve Hz. Havvâ’yı cahil ilan etme yarışına girmişler.
Bu tür yorumcular için her olay yeni
bir fırsattır, doğru ya da yanlış olması önemli değildir, her fırsat
değerlendirilmelidir. Kimisi sosyal medyadan kimisi ekranlardan veryansın
ederler; herkese bir güzel ayar çekerler…
Meğer hiç kimse bilmiyormuş, Hz. Âdem hakkında Kur’an’da ‘ğavâ’ kelimesinin kullanıldığını ve bunun cehalet anlamına geldiğini ilk defa bu efendiler keşfetmiş, İsfehanî’yi de şahit getirmişler, bilgiç ve öğretici edayla elmayla armudu birbirine katıp karıştırmışlar.
KISSADAKİ ASIL MESAJ
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ kıssası
Kur’an’da birçok yerde geçer. Azıcık Kur’an bilgisi olan, biraz dini malumata
sahip bulunan herkes olayın mahiyetini bilir. Ama bu öğrenilmiş cehalete
saplanmış olanların bildiği ve gözlerden gizlediği, Hz. Âdem ve Hz. Havvâ
kıssanın asıl mesajıdır. Nedir o mesaj? Hatadan dönme erdemi.
Bu kıssa Hz. Âdem ve Hz. Havvâ
örnekliğinde bir insanın nasıl hatasından pişman olup dönebileceğinin yol ve
yöntemini gösterir. Hataya takılıp kalanlar, ancak İblis gibi inat ve ısrar
içinde olanlardır. Hz. Âdem ve Hz. Havvâ inat ve ısrar etmemişler, pişmanlık
duymuşlar, Allah’ın merhametine sığınmışlar, ilahi yardıma mazhar olmuşlar, samimi
bir yönelişle “Ey Rabbimiz biz kendimize haksızlık ettik, eğer bizi bağışlamaz
ve merhamet etmezsen kaybedenlerden oluruz” (A’raf 7/23) diyerek tövbe
etmişler. Yüce Allah da onların bu samimi tövbelerini kabul etmiş ve ilk
yaratıldıkları gün gibi günahsız tertemiz kılmıştır. (Bakara 2/37; Tâhâ 20/122)
Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın bu şekil
tövbe edip temizlenmelerinden tek memnun olmayan İblis’tir. O yüzden hem
onların hem de nesillerinin peşine düşmüştür. Hatadan dönme erdemlerini
zikretmeyip onları sürekli cehalet/günah içinde göstermek olsa olsa İblise
külahını ters giydirmektir.
Yine Cuma hutbesi düzeyinde dini
bilgisi bulunan herkes bilir ki, tövbe edenin günahını Yüce Allah affeder.
Allah’ın affetmeyeceği günah sadece kul hakkıdır. Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın
işlediği hata/günah ise Allah hakkıdır yani tövbeyle affedilecek kapsamdadır.
Zaten Yüce Allah onları bağışladığını Kur’an’ın birçok yerinde bildirmiştir.
Öte yandan Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın günahı küfür veya şirk de değildir; hatalarında inatçı ve ısrarcı da olmamışlardır. Üstelik her Cuma hutbesinde okunan “Günahından pişmanlık duyup samimiyetle tövbe eden kişi sanki günahsız kimse gibidir” (İbn Mace, Zühd 30) hadîs-i şerifi kafir, müşrik, münafık, zalim, günahkâr, algıcı, saptırıcı, kibirli, öfkeli, kindar, sahtekâr herkes için geçerlidir. Yeter ki müşrik ve kâfir imana gelsin, münafık ikiyüzlülükten vaz geçsin, zalim zulmünden dönsün, günahkâr pişmanlık duysun, algıcı ve saptırıcı adam olsun, kibirli ve öfkeli tevazua gelsin, kindar kalbinden kini atsın, sahtekâr hile ve aldatma işini bıraksın…
AYETTE GEÇEN ‘ĞAVÂ’ KELİMESİNİN ANLAMI
“وَعَصٰٓى
اٰدَمُ رَبَّهُ فَغَوٰى”
“Âdem rabbinin emrine uymamış ve
yolunu şaşırmıştı” (Tâhâ 20/121).
Tefsirlerdeki ağırlıklı görüş ğavâ (غَوٰى) kelimesinin mastarı
olan ‘ğayye’ (الغي) “doğruluk ve doğru yol” anlamına gelen rüşd (الرشد) kelimesinin zıttı bir anlama sahiptir. Buna göre ‘ğavâ’ kelimesi “doğru
yoldan ayrıldı, yolunu şaşırdı, Allah’ın koyduğu yasağı çiğnedi” gibi anlamlara
gelmektedir. Hatta ayette geçen ‘asâ’ ve ‘ğavâ’ kelimelerinin aynı anlamda
olduğunu söyleyenler de vardır. Fahreddîn Razî ‘ğayye’ kelimesinin “hedefi
kaçırmak ve hedefi şaşırmak”, onun zıttı olan rüşd kelimesinin ise “hedefi
tutturmak ve hedefe ulaşmak” anlamının olduğunu söylemiştir. Günümüzdeki meallerin çoğu ağırlıklı olarak “Âdem
yolunu şaşırmıştı” anlamını tercih etmişlerdir.
Dil bilimcilerin ve sosyal
bilimcilerin bildiği gibi bir kelime her yerde aynı anlama gelmeyebilir.
Kelimeler genellikle cümle içindeki bağlamına yani siyak ve sibak ilişkisine
göre anlam kazanırlar. Yanı sıra bir kelimenin halk arasında kazandığı anlam
ile terim/ıstılah anlamı ve geçtiği metindeki anlam birbirinden farklı
olabilir.
Buna göre Kur’an’da geçen ‘ğayye’
kelimesinin birçok anlamı bulunmasının yanında geçtiği bağlama göre anlam
kazanması da söz konusudur. Sözgelimi Bakara 256. Ayetinde bağlamına uygun
olarak ‘rüşd’ kelimesine İslam, ‘ğayye’ kelimesine küfür
anlamı verilebilmektedir. Bu anlamı tutup Hz. Âdem olayına taşımak yukarıdaki
dil ve sosyal bilimler mantığını göz ardı etmek veya bilmemek anlamına gelir.
Öte yandan gündem olan cehalet kelimesi bile kullanıldığı yere ve bağlamına göre anlam kazanmaktadır. Sözgelimi “eğitim ve öğretim cehaleti giderir”, “cehaletten kurtulamadı”, “bir cahillik yaptı” “öğrenilmiş cehalet”, “katmerli cehalet”, “tahsille elde edilmiş cehalet” gibi cümle ve deyimlerin her birinde cehalet kelimesinin ifade ettiği anlam birbirinden farklıdır.
‘ĞAVÂ’ KELİMESİNİN CEHALET ANLAMI
Hz. Âdem hakkında Kur’an’da geçen ‘ğavâ’
kelimesinin “cahil oldu” karşılığına gelince, İsfehanî el-Müfredât adlı
eserinde cehaletin iki anlamının bulunduğuna dikkat çeker. Birincisi doğru ya
da yanlış hiçbir bilgisi bulunmamak, bir kanaat ve düşünce oluşturmaktan aciz
olmaktır. Bu tür cehalete bilgisizlik, görgüsüzlük ve fikirsizlik denilir.
Cehalet denilince genelde bu anlaşılır. İkincisi ise yanlış bir kanaat ve
inançtan kaynaklanan cehalettir. Burada kişi cahil değil ama yanlış bilgiden
kaynaklı yanlış bir kanaate sahibi olmuştur. Buna boş bulunmaktan veya yanlış
düşünceye kapılmaktan kaynaklı cehalet de denilebilir.
Hz. Âdem hakkında kullanılan ‘ğavâ’
(غوى) kelimesinin mastarı olan ‘ğayye’ (الغيّ)
bu ikinci anlamda olup yanlış bir düşünceye kapılmaktan doğan cehalettir. Bunun
anlamı Hz. Âdem ve Hz. Havvâ şeytanın vesvesesine kanarak yasaklanan ağacın
meyvesinin ebedilik veya meleklik özelliği kazandıracağı zannına kapılmışlardır.
Onlar yasak meyveyi yediklerinde bir şey kazanmak bir yana, üzerlerinde
olanları da kaybettiklerini gördüklerinde yaptıkları yanlışı anlamışlar, hemen
pişmanlık duymuşlar ve tövbe etmişlerdir. Bu olay onların cahil olduklarını
değil, bir anlık geçici cehalete kapıldıklarını gösterir. Pişmanlık duyup tövbe
etmek suretiyle de bu geçici cehaletten kurtulmuşlardır. Zaten bu olay bir kere
olmuş, hemen akabinde Hz. Âdem ve Hz. Havvâ pişmanlık duyarak tövbe
etmişlerdir. Yüce Allah’ın tövbelerini kabul edip bağışlamasıyla da tertemiz
olmuşlardır.
Bu aşamadan sonra onlara cahil demek
ya Hıristiyanlar gibi asli günah iddiasında bulunmak ya da hata edenlerin
hatadan hiçbir şekilde kurtulamayacakları yanlış inancına kapılmak demektir. Hayatta
bir kere gerçekleşen bir olayı, sanki hayat boyu sürmüş gibi bir algıya
dönüştürmek ise tam bir ahlak dışılıktır. Sözgelimi hata ederek bir kere içki
içen kişi, samimi bir şekilde tövbe ederse o kişiye içkici veya ayyaş
denilemez. Ayyaş bile olsa bu halinden kurtulmuş, içkiden uzaklaşmış, pişmanlık
duyarak tövbe etmiş bir insana dönüp içkici veya ayyaş demek dinî anlamda da insani
anlamda da boşboğazlık ve düşüncesizliktir. Öyleyse Hz. Âdem’i işlediği bir
günah yüzünden günahkâr veya cahil diye nitelemek öğretilmiş cehalet ürünüdür.
Bu olsa olsa bir insanın günahtan temizlenmesinden rahatsızlık duyan veya herkesi
günahkâr göstererek kendi günahkârlığını örtbas etmeye çalışan marazi bir
kişilik halidir.
Kaldı ki, bu tür cehaletler
günümüzde de sıkça yaşanmaktadır. Araba kullanırken telefona bakmanın bir
zararının olmayacağı yanlış düşüncesiyle büyük kazalara neden olmak, telefon
sahtekârlarını gerçek savcı veya polis zannederek para kaptırmak, sahtekarların
kurduğu şirketlere güvenerek servetlerini yitirmek ve hüsrana uğramak bunlardan
birkaç tanesidir. Bu sahtekârların kurbanları arasında son derece bilgili,
hatta profesör seviyesinde insanlar da bulunmaktadır. Bunlara hiç kimse cahil
demez, aksine boş bulunmuş, gaflete düşmüş, hesabı kitabı iyi yapmamış veya bir
cahillik yapmış şeklinde değerlendirilir.
Bu durumda kıssanın zikredilişi, hemen her dönemde yaşanan bu tür hataları düzeltmede bir yol ve yöntem örneği göstermek içindir. Çünkü bu gibi hatalara düşmemek, düştüğünde nasıl düzeltileceğini bilmek ancak tecrübe aktarımıyla mümkündür. Yüce Allah da cin veya insan sahtekârlarına/şeytanlarına karşı dikkatli olmamız için toplumlarının önderleri ve örnekleri olan peygamberlerin tecrübelerini bize bildirmiştir.
DEĞERLERİN AŞINDIRILMASI
Hz. Âdem’i ve Hz. Havvâ’yı günahkâr/cahil
göstermek, bir yönüyle yapılan hata ve günahtan asla kurtulunamayacağını iddia
ederek insanları günah psikolojisine sokmak diğer yönüyle erdemleri, edepleri
ve değerleri aşındırmak suretiyle nihilizmin değirmenine su taşımaktır. Bunun
bir başka sonucu da Hıristiyanların asli günah teorisini haklı görmek, her
doğan bebeğin bu günahla doğduğuna inanmaktır. Hâlbuki İslam’a göre Hz. Âdem’i
ve Hz. Havvâ’yı Yüce Allah bağışlamış ve ilk yaratıldıkları gün gibi tertemiz
kılmıştır. Bu bize güzel bir örnek ve aynı zamanda müjdedir. Yanı sıra her
doğan çocuk tertemiz doğar, akıl ve iradesini kullanma aşamasına geldiğinde
kendi yolunu belirler.
Şu bir gerçek ki, erdem öncelikle
günahtan kaçınmak, başa geldiğinde de pişman olmak ve tövbe etmektir. Hatasız
ve günahsız kul olmaz. Yüce Allah’ın rahmeti ve bağışı herkesi içine alacak
genişliktedir. Pişmanlık ve tövbe kapısı her daim herkese açıktır. Allah’ın
rahmetinden ve bağışlamasından ümit kesmek, insanları böyle bir psikolojiye
sürüklemek yapılabilecek en büyük kötülüktür. O’nun rahmetinden ümit kesenler
başta İblis olmak üzere kâfirler, müşrikler, münafıklar ve zalimlerdir.
Şu da bir gerçek ki, her işlenen hatanın bir bedeli olabilmektedir. Nasıl ki araba kullanırken telefona bakma sonucu meydana gelen kazada can ve mal kaybı gibi bir bedel ödeniyorsa, Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın hatalarının bedeli de bulundukları cennetten çıkmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kıssanın verdiği bir hisse de küçük veya büyük her hatanın bir bedelinin olacağıdır. Öyleyse hata işleme konusunda dikkatli olmak, işlenmesi durumunda da pişmanlık duymak, sabrederek kayıpları telefi etmeye çalışmak gerekir. Bunun tersi hareket, isyan ederek felaketi ve kayıpları biraz daha büyütmektir.
PEYGAMBERLERİN MASUMLUĞU
İslam inancında peygamberler
masumdurlar ancak İmam Mâtürîdî’nin de altını çizdiği gibi “İsmet sıfatı
imtihana engel değildir”. Bunun anlamı peygamberler her ne kadar masum olsalar
da imtihana tabidirler. Öyleyse onların hata/günah işlemeleri imkân ve ihtimal
dâhilindedir. Yani peygamberler de insandır. Ne isyan kabiliyeti olmayan melektirler
ne de kurgulanmış robotturlar. “Peygamberleri yemez-içmez bir ceset kılmadık.
Ölümsüz de değildirler” (Enbiya 21/8) “Şayet peygamberi bir melek kılsaydık,
onu bir insan suretine sokar yine onları düştükleri şüpheye düşürürdük. (En’âm
6/9) Çünkü müşrikler ve kâfirler peygamberlerden sürekli kendilerine melek
gelmesini veya mucize göstermelerini istemişlerdir. Bu isteklerinde samimi
olmadıklarından ve sırf peygamberleri zor duruma düşürmek için yaptıklarından
Yüce Allah bütün bu istekleri yerine gelse yine onlar bir bahane bulurlar ve inkârlarına
devam ederler diye bildirmiştir (En’âm 6/7-8; R’ad 13/7, 31-32).
Şu kadar var ki peygamberlerin
hataları asla küfür ve şirk cinsinden olmaz, ayrıca onlar hatalarında inat ve
ısrar etmezler. Bu yüzden onların hatalarına nezaketen ve edeben zelle
adı verilir. Yüce Allah sünnetullahı gereği tövbe eden herkesi bağışladığı gibi
onları da bağışlar. Nitekim Fahreddin Razî Hz. Âdem ve Hz. Havvâ’nın yasağı
çiğnemelerini bir kere işlenmiş hata/günah olarak değerlendirir ve tövbe
etmeleriyle affedildiklerini belirtir. Matüridi alimi Nureddin es-Sabunî ise
ismet sıfatını “peygamberlerin saygınlıklarının ve değerlerinin korunması” diye
açıklar. Hz. Âdem’in pişmanlık duyması ve hatasından dönmesi neticesinde
tövbesinin kabul edildiğinin ve affedildiğinin bildirilmesi saygınlığının ve
değerinin korunduğu anlamına gelir. “Sonra Rabbi onu seçkin kıldı, tövbesini
kabul etti ve doğru yola yöneltti.” (Tâhâ 20/122) ayeti bunu teyit etmektedir. (el-Müntekâ
min ismeti’l-enbiyâ, s. 26, 38).
Kaldı ki ismet sıfatı peygamberlerin şahsî özellikleri değil Yüce Allah’ın bir lütfudur. Burada esas maksat getirdikleri dini korumak ve görevlerini yaparken onlara güvence sağlamaktır. “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır” (Mâide 5/67) ayeti bu güvenceyi ifade etmektedir.
PEYGAMBERLERİN ÖRNEKLİĞİ
Peygamberlerin zaman zaman hata etmeleri
ve bu hatalarının Kur’an’da bildirilmesi, güzel işlerde olduğu gibi, hatadan
dönme erdemi gösterme hususunda da ümmetlerine örnek olmalarındandır.
Peygamberlerin insanlardan seçilmesinin hikmeti de budur. Eğer hiç hata
etmeyecek bir varlık seçilseydi melekler peygamber olarak görevlendirilirlerdi.
Ayrıca bu tür hatalar peygamberlerin
insan olduklarının görülmesini sağlar. Aksi takdirde Hıristiyanların Hz. İsa’yı
tanrılaştırmaları gibi bir hataya düşülmesi söz konusu olabilir. Zaten Kur’an
kıssalarında Yüce Allah’ın peygamberlerin zelle denilen hatalarını ve bu
hatalardan nasıl döndüklerini bildirmesi bu hikmet gereğidir. (Tevbe 97114; Hud
11/45-47; Abese 80/1-10).
Kusursuz olan yani samed sıfatını taşıyan sadece Yüce Allah’tır. Nitekim meleklerin “Ey Rabbimiz biz seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Senin öğrettiğinin dışında bizim hiçbir bilgimiz yoktur.” (Bakara 2/32) sözleri onların sınırlı varlıklar olduğunu gösterir. “De ki: Ben sizin gibi bir beşerim, şu var ki bana ilahınızın tekbir ilah olduğu vahiyle bildirilmektedir” (Kehf /110; Fussilet /6) ayeti Hz. Peygamber’in insanlardan farkının vahiy almak olduğu gerçeğini bildirir. Hem Hz. Nuh’un hem de Hz. Peygamber’in ağzından ifade edilen “Ben Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Ben size bir melek olduğumu da söylemiyorum.” (En’âm 6/50; Hûd /31) ayeti peygamberlerin melek olması gerektiğini iddia eden veya sürekli onlardan olağanüstülükler bekleyen müşriklere cevaptır.
SONUÇ
Öğrenilmiş cehalet akıntısına
kapılarak Hz. Âdem ve Hz. Havvâ kıssasındaki asıl mesajı göz ardı edip bir
peygambere cahil yaftası vurmak kişiyi şeytana malzeme yapmaktan başka bir işe
yaramaz. Böylesi bir tutumun insanî, dinî ve ahlakî izahı da olamaz. Bu olsa
olsa hevaya kapılıp boş bir hevesin peşinde koşmaktır.
Üstelik her hakikati her yerde
söylemek görgüsüzlük ve boşboğazlıktır. İnsanların mahremiyetlerini ve
ayıplarını ulu orta paylaşmak, yerli yersiz hatalarını dile getirmek veya
yüzlerine vurmak bu kapsamdadır. Bu tür davranış bir insanı def-i hacetiyle,
burnundaki sıvıyla, gözündeki çapakla tanıtmaya benzer. Böylesi durumlar için
halk arasında “Selamün aleyküm köre kadı!” deyimi kullanılır. Köre kör demek hakikati
söylemek değil, kabalık ve bayağılıktır. Hatadan dönme erdemini görmeyip hataya
saplanıp kalmak en hafif tabirle nezaketsizlik, görgüsüzlük ve boşboğazlıktır.
Sonuç olarak insanlığın önderleri ve
örnekleri olan peygamberler hakkında konuşurken olabildiğince nezaketli ve
edepli bir üslup kullanmak ve tavır takınmak gerekir. Bu hem dinî hem ahlakî hem
de insanî bir davranış örneğidir.
İlminize bereket hocam. Vesselam...
YanıtlaSilBaştan 7. paragrafta " Allah'ın affetmeyeceği günah kul hakkıdır" deniliyor,bununla ilgili Kur'an-ı Kerîm'de ayet var mı!?Bilindiği gibi Nisa/48 ve 116'ya göre; Şirk, tevbe etmeden ölündüğünde affedilmeyen en büyük günah değil mi!?
YanıtlaSilNisa/48: "Gerçekten, Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur."