Elif Gül GÖKHAN
Kapaklarında ismi ile yazarının koca koca yazdığı kitaplara öyle alışagelmişiz ki o kapakta ne yazıyorsa gökten inen ayet gibi doğru belleriz. Hâlbuki kazın ayağı öyle değil. İki kapak arasındaki o metne verilen isim de yazarı da iddiadan ibaret-miş. Bilirsiniz matbaadan önceki yazılan eserlerde -yani mahtutlarda- öyle kapak başlıkları falan olmaz. Müellif de esere ya isim vermez ya da eserine verdiği ismi mukaddimede zikreder. Her zaman da açık açık “ben bu esere bu ismi verdim bilesiniz ha” demez. Son derece sanatlı ve hünerli bir üslupla yazdığı mukaddimede bilmece gibi sunar eserinin ismini kimi zaman. Müellifi olarak ismini de eserin sonunda ya zikreder ya etmez. Ayrıca müellif sadece meşhur olduğu ismi verip bırakabilir de. Bu hangi “Mehmed (Ağa)” ola ki diye düşünür durursunuz. Bu durumda o kapağa koca koca ne yazacağımız bir muamma oluverir. Biyografik-bibliyografik eserler, kütüphane kayıtları eserin doğru ismini ve yazarını tespit etmek için yardım alacağımız kaynaklar arasında yer alır. Yeni yeni adam edilmeye çalışılan kütüphane kayıtlarının hatalarından bahsetmeye bilmem gerek var mı?[1] Biyografik-bibliyografik eserleri de eleştirel okumak lazım gelir. Dönemin ve müellifin yazı üslubu hakkında bilgi sahibi olmak da. Metnin tek nüshasına bakmak bizi yanıltabileceği için birkaç nüsha da gözden geçirilmeli. Kitap kapaklarındaki koca koca isimlerin hikâyesi işte böyle! Bir kitabı emin bir şekilde ismiyle istemenin ve yine emin bir şekilde o yazara ait olarak sayfalarını çevirmenin arkasında bir emek var-mış. Ve tabii her bilimsel çalışmada olduğu gibi -iyi gerekçelendirilmiş ya da değil- bir iddia. Nitekim yanlış isimlerle ve yanlış kişiye nispetle basılmış eserler bulunmakta.
Eserin
ismini ve müellifini doğru tespit etme işi “tahkik”[2]
dediğimiz ilmî faaliyetin birçok işleminden sadece biri. Sırada ise metni
müellifin kaleminden çıkmış halde ortaya koymaya çalışmak var. Peki bunu nasıl
başaracağız? İlk işimiz müellifin kaleminden çıkmış metni bulmak olacaktır
tabii. Eserlerin nüshaları çoğu zaman dünyanın çeşitli kütüphanelerine dağılmış
vaziyettedir ve bazılarının ise yüzlerce nüshası bulunmaktadır. Bu nüshalara
ulaşılıp tek tek incelenecek ve hangisi-leri-nin müellifin kaleminden çıktığı
tespit edilecektir. Biz bu metinlere müellif nüshası diyoruz. Bu müellif
nüshasını tespit etmek sahte parayı gerçeğinden ayırt etmek kadar zordur. Çünkü
müstensihler bazen ferağ kaydını olduğu gibi yazıp kendilerinden bahsetmezler
ve bu durumda metni müellif nüshası sanabiliriz. Müstensih metni belki kendi
için yazdığından veya başka bir nedenden dolayı bunu kasıtlı olarak yapmamış
olabilir. Ancak nüshanın değerini artırmak için yazdıkları nüshalara müellif
nüshası süsü vermeye çalışan sahtekâr müstensihler de olmuştur.[3]
Bu durumda müellifin hattına aşina olmak ve dönem(ler)in yazı üslubu hakkında
bilgi sahibi olmak lazım gelir.[4]
Varsa nüshadaki mühürler, zahriyyesine veya sayfa kenarlarına alınan notlar da
bu konuda bize yardımcı olacaktır.
Müellif
nüshasını bulduk, yaşasın! Peki ya müellifimizin yazısı gayet okunaksız ise?
Endişelenmeyin, okunaklı diğer nüshalardan yardım alabiliriz. Yeter ki elimizdeki
İbn Teymiyye (ö. 728/1328), Zerkeşî (ö. 794/1392) gibi son derece okunaksız yazılarıyla
meşhur bir âlimin kaleminden çıkan tek nüsha olmasın. Öyle ise iğneyle kuyu
kazmaya buyurun! Aradık taradık, hiçbirinin müellif nüshası olduğuna kani
olamadık. O halde ulaştığımız o nüshaların şeceresini yani soy ağacını
çıkaracağız. Nüshalar birbirleriyle karşılaştırılıp aralarındaki ilişkiler
tespit edilir ve buna göre gruplara ayırılır. Bu gruplardan temsil gücü yüksek
nüshalar da bazı kriterlere göre ayıklanarak tahkikte kullanmak üzere üç seçkin
nüsha tespit edilir.[5]
Bu işlemin ne kadar yorucu olduğunu ve zaman aldığını hayal edebiliyor musunuz?
Bir nüshayı değerli kılan kriterlerin başında ise yaldızları, süslemeleri gelmez
(tahkik açısından). Hatta şunu söyleyeyim; altın yaldızlarla yazılmış Padişah
nüshaları en çabuk elenenler arasında olur genelde. Bu nüsha ayıklama işleminin
de ölçütleri vardır ki bu konuya girmeyeceğim.[6]
Nüshalarımız
tamamsa şimdi sıra metni doğru yazmakta. Yukarıda da belirttiğimiz gibi
hedefimiz metni müellifin kaleminden çıkmış halde yazmaktır. Esas kabul
ettiğimiz nüshayı dizgiye geçirdikten sonra belirlediğimiz nüshalarla mukabele
edip farklılıkları dipnotta belirtiyoruz. Bu aşamada oldukça dikkatli olunmalı.
Zira el yazıları, çoğu zaman harflere noktalarının konmaması, nev‘i şahsına
münhasır tarzlarıyla kelimelerin farklı okunmasına gayet müsaittir. Tahkik
ettiğimiz eserin alanında uzman değilsek, çeşitli hatlara aşinalığımız yok ise
geçmişin tabiriyle “bir nokta ile gözü kör etme” ihtimalimiz oldukça yüksektir.
Bunun dışında metin bölümlere ayırılacak, gerekli başlıklar, noktalama
işaretleri konacak, fihrist hazırlanacak. Müellifin atıfta bulunduğu eser ve
görüşlerin referansları belirlenecek, dipnotlarda gerekli açıklamalar yapılacaktır.
Yazma haliyle kendinden istifade etmek oldukça zor iken eser böylece günümüz
insanının kolayca kullanım ve ulaşımına sunulacaktır.
Son işlemimiz
olarak dirâse, yani inceleme yazımız bulunmakta. Bu bölümde müellif ve eserleri
hakkında bilgi verilir. Ardından müellifin takip ettiği veya karşı durduğu
ekoller, âlimler tespit edilir. İlgili alandaki diğer çalışmalardan yola
çıkarak eserin literatürdeki yeri ve önemi ortaya konmaya çalışılır.[7]
İnceleme yazısının derinliği ve niteliği her bilimsel çalışmada olduğu gibi muhakkikin
bilgi ve birikimine bağlıdır. Nitekim Abdüsselâm Hârûn (1909-1988), Ahmed
Muhammed Şâkir (1892-1958) ve kardeşi Mahmûd Muhammed Şâkir (1909-1997) gibi âlimler
tahkikini veya neşrini yaptıkları eserlere ilmî değeri yüksek, çok kıymetli mukaddimeler
yazmışlardır.
Kitaplar daha
önce istinsah edilerek yaşatıldı ve bize emanet edildi. Şimdi ise her
satırındaki emeğin kıymetini bilerek yaşatma sırası bizde. Kılı kırk
yararcasına büyük bir titizlik gerektiren bu işi eseri gerçek müellifine nispet
ederek, her cümleyi, kelimeyi, harfi müellifinin kaleminden çıktığı gibi
aktararak yapmak vazifemizdir. Bu işe ve bu emeğe gereken önem ve değer takdir
edilmeli. Aksi takdirde onca emek ve zaman verdiğimiz araştırmalarımızı sırf
para kazanmak için kurulan matbaalarda basılmış nüshalardan yapmak zorunda
kalabiliriz. Böyle bir durumda ise o araştırma verileri, sonuçları ne kadar
sağlıklı, güvenilir olur, bilemem. Ayrıca tahkik çalışması bilim-düşünce tarihi
açısından oldukça kıymeti haizdir. Eserlerin “aktarıcıları” olarak
muhakkiklerin gösterdikleri çaba ve emeğin dilim döndüğünce duyumsanmasını
sağlamaya çalıştım. Bu neşir/tahkik işi bazılarımızca işçilik olarak görülüp
pek aldırış edilmeyebilir. Bendeniz ise ilmin, bilginin, irfanın işçisi
olmaktan gocunmam. “Emanetiniz emanetimizdir.”
Güvenle veya
–artık- değil sayfalarını çevirdiğimiz kitapların hikâyelerinin ben de yeni
yeni farkına varıyorum. Bu eski sayfaların tozunu henüz solumaya başlayan yeni
yetmeyim ve bu yolculuğumun sanırım en heyecanlı çağındayım. Çok yol almış
olmasam da “bilen söylemez” faslına henüz geçmemişken bu heyecanın bende
uyandırdıklarını sizle paylaşmak istedim. Ömrünü kargacık burgacık yazılarla,
sayfaları aman yırtılacak diye öd patlayarak çevrilen eski kitaplarla geçiren
hocalarımıza selam ederim.
Yazar: Elif Gül GÖKHAN
İstanbul Üniversitesi, Temel İslam
Bilimleri Doktora Öğrencisi
[1] Kütüphane kataloglarının maalesef araştırmacının işini
kolaylaştırmaktansa daha da çetrefilli hale getirdiğini bir örnekle anlatan
Sami Arslan’ın “Duru Naci” adlı yazısını okumanızı öneririm. Ömer b. Sâlih
el-Feyzî et-Tokâdî’nin ed-Dürrü’n-Nâcî ‘alâ Metn-i Îsâgocî adlı eserinin
ismi kayıtlarda “Duru Naci”ye dönüşmüşken eserin ismi yirmi farklı şekilde
kaydedilip doğru adıyla hiçbir kaydı bulunmamakta. Bk. Sami Arslan, “Duru Naci”,
Karabatak 21 (Temmuz-Ağustos 2015), 50-51.
[2] İSAM Tahkikli Neşir Esasları’nda “tahkik” şu şekilde
tarif edilmektedir: “Yazma bir metnin, mevcut tek nüshasına veya nüshalarına
dayanılarak müellifin kaleminden çıkmış haline ulaşmaya çalışılması ve neşre
hazır hale getirilmesine tahkik denir.” Bk. Okan Kadir Yılmaz, İSAM Tahkikli
Neşir Kılavuzu (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2018), 19.
[3] Yılmaz, Tahkikli Neşir Kılavuzu, 31-34.
[4] Müellif nüshalarını tespit edebilmenin inceliği hususunda şu
anekdotu zikretmek isterim: Süheyl Ünver (1898-1986), İsmail Saib Sencer’e
(1873-1940) İbn Sînâ’nın (ö. 428/1037) müellif hattı eserinin Paris’teki Milli
Kütüphanede bulunarak neşredildiğini nakleder. Bunun üzerine İsmail Saib Efendi
o yazının fotoğrafını ister. Yazıyı görünce gülümser ve “Bu, İbn Sînâ’nın
kaleminden çıkma değildir. Zira onun yaşadığı hicrî beşinci yüzyılda ta‘lik
yazısı yoktu. Ta‘lik bundan birkaç asır sonra ortaya çıkan bir yazıdır.” der.
Bk. Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphâneler (İstanbul: Kubbealtı, 2016), 247-48.
[5] Fatih Köksal, “Metin Neşrinin Ana Esasları”, Türklük Bilimi
Araştırmaları 31 (2012), 184.
[6] Tahkikte kullanılacak nüshaların nasıl belirlendiğine dair bk.
Yılmaz, Tahkikli Neşir Kılavuzu, 31-38.
[7] Yılmaz, Tahkikli Neşir Kılavuzu, 113-14.
Sizi her daim takdir etmişimdir sayın hocam.Tebrik eder başarılarınızın devamını dilerim.
YanıtlaSil