FELSEFİ VE BİLİMSEL YANILGILAR
|
Celil Çelik
FELSEFİ YANILGILAR
|
Doğuştan sonsuzluk duygu ve düşüncesine sahip olan insanoğlu “Ben nereden geldim, görevim nedir, sonum ne olacaktır?” diye sormuştur. Akıl yoluyla gerçeği ve mutluluğu bulmaya çalıştığını iddia eden filozoflar da, tarih boyunca ortaya koydukları sistemleriyle bu sorulara cevap vermeye çalışmışlar, ancak tatminkar, açık, tutarlı ve kalıcı çözüm şekilleri bulamamışlardır. Felsefenin sunduğu açıklamalara rağmen insanoğlu yine aynı soruları sormaya devam etmiştir.
Milattan önce 4. yüzyılda Yunanistan’da yaşamış olan Aristo, hocası Eflatun ve onun da hocası Sokrates ilahiyatçı filozof sayılırlar. Gazali’nin deyimiyle zındık (ateist) filozoflara verdikleri cevaplar bizim cevap vermemize gerek bırakmamıştır. Aristo’nun başını çektiği bu akım dünyada baskın olarak 17. yüzyıla dek devam etmiştir.
Aristo’nun başını çektiği akım içinde yer alan filozoflar, genel olarak maddenin (şekilsiz madde sayılan heyulanın) ezeli olduğunu, Tanrı’nın maddeyi sadece ilk başta şekillendirdiğini, Tanrı’nın evreni şekillendirdikten sonra kendi haline bıraktığını, evrenin ilk aldığı şekilden itibaren sistemi içinde kendi kendine işlediğini iddia etmişlerdir. Bazılarına göre kâinata müdahale etmeyen Tanrı, kulluğun ne şekil yapılacağını da göstermemiştir ve dolayısıyla peygamber de göndermemiştir. Bazıları ise, peygamberliği önemli bir kurum olarak görmezler ve fazladan faydalı bir kurum olarak görürler.
Farabi, İbni Sina, İbi Rüşt vs. gibi İslam felsefecisi olarak bilinen kişilerin birçoğu da aslında Aristo’nun başını çektiği akım içinde yunan felsefesini İslamileştirmeye çalışmışlardır. Örneğin evrenin yaratılmış olduğunu kabul etmekle birlikte ezeli olduğunu iddia etmişler, yaratılan bir şeyin sonradan var olması gerektiğine göre ezeli saymanın çelişki olduğunu görmezden gelmişlerdir. Bazıları ise Tanrının hür idareye sahip bir varlık olmadığını iddia etmişlerdir. Bazıları ise mutlak ve mücerret olan Tanrının kendisinden başka hiçbir şey bilmediğini, ancak en önce yaratmış olduğu külli aklın hem kendini ve hem kendinden türeyen kâinatı bildiğini iddia etmişlerdir. Bazıları ise, “Tanrı külliyatı (genel olayları) bilir ancak cüziyatı (özel olayları) bilmez” demişler, Tanrıya bilgisizlik ve acziyet isnat etmelerine rağmen ne tuhaftır ki güya Tanrıyı yücelttiklerini (cüzi olaylardan âli ve beri kıldıklarını) iddia etmişlerdir. Bazıları da filozofları peygamberlerden üstün görmüşlerdir.
Kuran’ın birçok yerinde gecen “hikmet” kelimesi, sadece felsefeyi değil tüm tabiat bilimlerini ifade eder. Vahiy Yüce Allah (c.c.)'ın eseri olduğu gibi, kâinat da Yüce Allah'ın eseridir. Yüce Allah yolunda olmak şartıyla, vahyi öğrenmeye çalışan kişi ile kâinatı öğrenmeye çalışan kişi, ayni faziletli işi yapmış sayılır. Ayrıca kâinat da vahiy de doyumsuz ufuk ve doyumsuz haz sunar. Kâinatı öğrenmek için nasıl titiz çalışma gerekiyor ve bilim geliştikçe nasıl öğrenilenler artıyor ise, vahyi inceleme sonucu ulaşılan bilgiler de aynı şekilde artar.
Felsefe de bizatihi kötü bir şey değildir. Zira İslam fikri dondurmamış ve tefekkürü tavsiye etmiştir. Ancak üretilen fikrin İslam’a aykırı olmaması ve tefekküre yönelik olması gerekir. Yüce Allah, kâinatın sahibi olduğuna göre ve ayrıca (hesap vermek için) O’na döndürüleceğimize göre, tek doğruluk ölçüsü sayılmalıdır. Kişi, aklının erebildiği her alanda Yüce Allah’ın rızasını gözetmelidir. Yüce Allah'tan kendisine ulasan kesin delile rağmen “benim görüşüm budur” demeyi kimileri felsefe sayıyor ise, buna itiraz söz konusu olacaktır. Burada felsefenin kendisine değil tarzına itiraz söz konusudur.
İslam’a aykırı olmayan ve tefekküre yönelik olan felsefe, içtihadi alandan sayılır ve bu durumda hata mazur görülebilir. İslam akaidine aykırı olan felsefe ise, velev İslam felsefecilerini sahiplenme ve felsefe dünyasında karizma yapma adına olsa bile, mazur görülemez. Gerçekte izzet ve şeref sadece Yüce Allah’a aittir.
İslam bir bütündür ve tek bir küfür düşünce dahi kişiyi müslüman olmaktan çıkarır. Küfür düşünceleri benimseyen kişiler, İslam’ın çoğu öğretisine inanıyor ve müslümanım diyor diye müslüman sayılamazlar. Bu kişileri rehber edinmek, Yüce Allah’ın bu kişilere olan gazabını önemsememek sayılır.
İslam kelamcıları da, aynı felsefeciler gibi felsefe yapmışlar, ancak onlardan farklı olarak küfre girme korkusu taşımışlar, dolayısıyla İslam akaidine aykırı görüş ileri sürmemişlerdir.
Yüce Allah yolunda tefekkür mahiyetinde olmayan felsefeye yönelik eleştirileri kısaca özetlemeye çalışacağız.
Felsefe Genele Hitap Etmemektedir
Felsefe genel olmaktan öte toplumun entelektüel ve aydın bir kesimini ilgilendirmektedir. Bırakın halkı aydınların bile hepsi felsefi konulardan bir şey anlayamamaktadır. Toplumun bir kesiminin meşgul olduğu felsefe ile geneli ilgilendiren ihtiyaçlar karşılanamamaktadır. Din ise toplumun her kesimine hitap etmekte ve herkesin anlayabileceği konuları ve ifadeleri içermektedir.
Felsefe Karmaşıktır
Felsefe kompleks ve zordur. Filozofların ilahiyat bahsindeki fikirlerinin anlaşılması çok zordur. Bu bahisler öğrenilse bile karışık ve zor olduğundan dolayı hatırda kalmamakta ve unutulup gitmektedir. Öyleyse bunları bilmek ile bilmemek arasında hiçbir fark yoktur. Dinin sunmuş olduğu konular ise basittir.
Felsefe Açık Değildir
Felsefe kapalı ve müphemdir. Filozofların ilahiyat bahsindeki düşünceleri açık, seçik ve her türlü tereddüdü giderir mahiyette değildir. Fikirleri olduğundan başka türlü anlaşılmaya da müsaittir. Örneğin Aristo’nun akıl bahsinde ileri sürmüş olduğu görüşler o kadar müphemdir ki en usta Aristocu filozoflar bile bu hususta Aristo’nun neyi kastettiğini kestirememiştir. Dinin tebliğ ettiği konular ise çok açık olup müphem olmaktan uzaktırlar.
Felsefede Kesinlik Yoktur
Felsefe tahmin, zan ve vehimden ibarettir. Felsefede yakîn, itminan ve kesinlik yoktur. Din ise yakîn ve kesinlilik içermektedir. Dinde zanna, şüpheye ve tereddüde yer yoktur.
Felsefede İtminan Yoktur
Felsefede bunalım ve istikrarsızlık söz konusudur. İnsanın gönlünü, içini ve ruhunu tatmin edememekte, huzur ve refaha ulaştıramamakta, bilakis düşünce ve inanç bunalımlarına ve fikri keşmekeşliğe sebep olmaktadır.
Filozoflar durmadan fikir ve kanaat değiştirirler. Örneğin Eflatun ilk önce gençlik diyaloglarını yazmış, sonradan kanaatini değiştirerek olgunluk diyaloglarını yazmış, bunların da doğru olmadığını görerek en son ihtiyarlık diyaloglarını yazmıştır. Sonra talebesi Aristo ise bunların hepsini ret ve inkar etmiştir.
Filozoflar ortaya koydukları fikir ve kanaatleri ile başkasını tatmin etmek şöyle dursun kendilerini bile tatmin edememişlerdir. Bir filozofun ileri sürmüş olduğu düşüncelerden vazgeçip yeni görüşler ortaya koyması çok sık görülmüştür. Bu kadar değişken ve buhranlı bir yolun doğru olması mümkün değildir. Çünkü bu yol önce kendi mensuplarını dahi fikri buhranlardan kurtaramamıştır.
Dinin öğrettiği gerçekler ise sabit olup ezeli ve ebedidirler. Bu yolda buhran, ıstırap ve ruhi huzursuzluklardan eser görülmez. Din yolunda itminan, gönül huzuru ve iç ferahlığı mevcuttur. His, akıl ve ruh, muhtaç oldukları gıdalarla doymuşlardır.
Felsefe Yolu Tenkitler Ve Tekzipler Yoludur
Felsefede her filozof kendisinden önceki filozofların görüşlerini tenkit etmekle işe başlar ve onların yanlış yönlerini tespit etmeye çalışır. Şu ana kadar filozoflar arasında ortak bir fikir ve kanaat görülmemiştir. Bu durum, hiçbir filozofun diğer bir filozofu tatmin ve ikna edecek sağlam bir bilgiye sahip olmadığını göstermektedir.
Felsefi bir sistem, ne kadar doğru gözükürse gözüksün daha sonra başka bir felsefi sistem tarafından yıkılmaktadır. Aristo hocası Eflatunun metafiziğini, Dekart Aristo’nunkini, Kant da Dekart’ınkini yıkmıştır. Felsefi görüşlerin ve fikirlerin batıl olduğunu anlamak için aslında harici bir delile de gerek yoktur. Felsefi görüşlerin batıl olduğunu anlamak için yine felsefi görüşlere bakmak yeterlidir. Kant’ın metafiziği Dekart’ınkini, Dekart’ınki Aristo’nunkini, Aristo’nunki Eflatun’unkini yalanlamakta, yanlış ve batıl olduğunu ortaya koymaktadır. Kindi, Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşt’ün metafizikleri için de durum aynıdır.
Felsefi sistemlerde bir çatışma olmasına karşılık peygamberler yolunda bir dayanışma ve ahengin varlığı söz konusudur. Dinin ve peygamberlerin yolu daima birbirini doğrulamakta ve birbirine hürmet göstermektedir. Bu ise tek kaynaktan gelen vahiy sonucu olan bir durumdur.
Felsefe Yavandır
İnsan, sadece düşünen değil aynı zamanda estetik duygulara sahip olan bir varlıktır. Felsefede akla büyük önem verilir iken insanın kalbi, ruhu ve hisleri ihmal edilmektedir. Filozofların kullandıkları ifadeler kuru ve yavandırlar. Üslupları ise usandırıcı ve bıktırıcıdır. İnsan zekasını tatmine çalışan felsefe, ne aklı ne de ruhu tatmin edememektedir. Peygamberlerin yolu ise, akıl ve zeka ile birlikte gönül ve ruhu da aynı oranda tatmin etmeye önem vermektedir.
Felsefe Sığdır
Çevremize baktığımızda canlıların akıl seviyelerinin farklı derecelerde olduğunu görürüz. Örneğin hayvanlar 1’den 10’a kadar sayamazlar ve 2*2=4 ettiğini bilemezler. Hayvanların aklının eremediği bu gerçeklere insanın aklı erebilmektedir. İnsanların akıl ve zeka seviyelerinin de farklı derecelerde olduğunu görürüz. Nitekim aklı az olan bir kişinin aklının eremeyeceği bir gerçeğe ondan daha akıllı olan bir kişinin aklı erebilmektedir. Bu derecelenmeyi gördüğümüze göre “En akıllı kişinin bile aklının eremeyeceği gerçekler var olamaz mı?” diye sorulacak olsa, onun da aklının eremeyeceği gerçeklerin elbette olabileceği şeklinde cevap veririz. Kimse tüm gerçeklerin kendi aklının erebildikleri ile sınırlı olduğunu iddia edemez.
Felsefi sistemler de, ne kadar genel sentezler yaparlarsa yapsınlar sınırlı ve belirli bir alanda kalmaya mahkûmdurlar. Zira felsefe aklın ürünüdür. Gerçekler ise aklın erebildiği ile sınırlı değillerdir. Tek başına akıl ile tüm gerçeklerin kavranması ve bu sayede mutluluğun elde edilmesi mümkün değildir.
Din ise, aklın erebildiklerine şartlanmayı tasvip etmez, aklın eremeyeceği bazı gerçeklere inanmayı da ister. Vahyin ve peygamberlerin yolunda aklın sahası sevgi ve ilahi bilgiler ile aşılmakta, akla ve hayale sığmayan bir aleme (sonsuzluk alemine) ulaşılmaktadır. Kişi, bu sayede evrensel gerçekler ile irtibat kurup ruhunu bu gerçeklere yükseltebilmekte ve neticede sonsuz mutluluğu yakalayabilmektedir.
Filozoflar Duygu Yüklüdürler
Temel konularda herkes aynı akla ve aynı vicdana sahiptir. Aynı akla ve aynı vicdana sahip kişiler normalde temel akli konularda aynı düşünürler. Ancak akıl ve vicdanını ikinci plana itip duygu ve önyargılarını birinci plana çıkartan kişilerin duygu ve önyargıya dayalı düşünceleri farklı olabilmektedir.
Akılla gerçeği bulmaya çalıştıklarını iddia eden felsefeciler de, temel konularda bile birbirleri ile çatışmakta ve birinin ak dediğine diğeri kara demektedir. Felsefecilerin farklı düşünmesinin sebebi, farklı çalışan akla sahip olmalarından değil, bilakis bazılarının kusur sayılacak bir davranış içerisinde olmasından kaynaklanmaktadır. Bu tür felsefeciler, duygu ve önyargıya dayalı düşüncelerini de felsefi düşünce olarak takdim etmektedirler. Herkesin duygu ve önyargısı aynı olamayacağına göre, temel akli konularda bile farklı görüşler ortaya çıkabilmektedir.
Felsefeciler mantık ilmi ile de ilgilenmişlerdir. Filozofun mantık ilmi ile uğraştığını ve bazı konularda mantıklı düşündüğünü gören bazıları, filozofun her konuda mantıklı düşündüğünü zannediyor. Gerçekte ise filozof, bazı konularda duygu ve önyargılı düşünmekte ve duyguya dayalı düşüncelerinin de mantıklı zannedilmesini istemektedir.
Felsefecilerin kendi aralarında yapmış oldukları tartışmalara baktığınızda da, mantığı gerçeği bulmak için değil karşıtını alt etmek için kullandıklarını, anlamsız ve gereksiz konulara ve tariflere girdiklerini, tanımlamalara dayalı dil ve mantık oyunları yaptıklarını, adeta mantığı mantık adına katlettiklerini görürsünüz.
Bazı filozoflar, derin bilgin olarak tanınmayı istediklerinden dolayı düşüncelerinin herkes tarafından kolay bir şekilde anlaşılmasını istemezler ve müphem konuşurlar. Ayrıca bazı filozoflar, kibirli olup halka tepeden bakarlar, halkı cahil, beyinsiz ve aptal olarak görürler. Bu denli duygu yüklü olan bu tür filozofların gerçeği ve mutluluğu bulmada doğru yolda oldukları söylenemez.
BİLİMSEL YANILGILAR
Tabiatı incelemekle meşgul olan pozitif bilimler, insana ne geçmişi, ne geleceği, hatta ne de dünyadaki görevi hakkında bir şey söyleme yetkisine sahip değillerdir. Bu bilimler, ona sadece içinde yaşamakta olduğu tabiatı tanıtmakta ve ondan faydalanma yollarını göstermektedir. Tabiat kuvvetlerinden somut netice çıkarma işi olan teknoloji de bir düşünceyle ilişkilendirilemez.
Bilim adamları da duygulu ve önyargılı hareket edebilmektedirler. Bilimin halk nezdindeki saygınlığından yararlanmak isteyen bazı bilim adamları, bazı konularda duygu ve önyargıya dayalı düşüncelerini bilim diye sunabilmektedirler. Bu tür bilim adamlarının çoğu konuda mantıklı ve bilimsel konuştuğunu gören bazıları da, bunların her konuda mantıklı ve bilimsel düşündüğünü zannederler.
Bazı kişiler, bilim adamının ağzından çıkan her sözün 2*2=4 gibi kesin bir gerçek olduğunu zannederler. Gerçekte ise her bilimsel düşünce mutlak bir şekilde kesinlik ifade etmez. Bilimde kesin neticeye ulaşmak için akla dayalı bazı metotlar geliştirilmiştir. Bilim ilk önce bir hipotezle başlar. Bilim adamı, ilgili konuda gerçek olabileceğini düşündüğü bilimsel bir düşünce ve varsayım üretir, sonra bunu deney ve gözleme tabi tutar. Deney veya gözlemden olumlu netice almış olursa üretmiş olduğu varsayım bilim adamlarınca kabul görmeye başlar ve teori halini alır. Ancak teori de bütün bilim adamlarınca kabul edilmeyebilir. Zira deney veya gözlemin hazırlık çalışmalarından tutun laboratuar şartlarının oluşturulması ve neticenin alınmasına kadar her aşamada bilim adamının öznel ve kişisel yaklaşımı alınan neticeyi etkileyebilmektedir. Bütün bilim adamlarınca kabul edilen ve üzerinde yanılma payı bulunmayan bilimsel verilere ise “Kanun” denir. Örneğin yer çekimi kanunu gibi.
Binlerce sene önce yaşamış olan Babil, Hind, Mısır, Yunan vs. gibi uygarlıkların da bilimi var idi. Ancak o zamana göre bilimsel sayılan düşüncelerin çağımızda yanlış olduğu anlaşılmıştır. Örneğin antik çağ Yunanistan’da ördek ve koyun gibi bazı hayvanların ilk zamanlar meyve gibi ağaçlardan bittiğine bilimsel bir gerçek gibi inanılmış, hatta bazı filozofların “Biz gözlerimizle gördük” demeleri halkta bu yönde kesin bir kanaatin oluşmasına sebep olmuştur.
Günümüzde bile bilimsel bir hipotezin yeni keşif ve hipotezlerle çürütüldüğünü görmek her zaman mümkündür. Bazı bilim adamları, binlerce sene önceki bilimler için “efsane” dendiği gibi, binlerce sene sonraki insanların da yirmi birinci yüzyılda kabul edilen bilimsel düşünceler için “yirmi birinci yüzyıl efsanesi” diyebilecekleri ihtimalini dile getirmişlerdir.
Bilim ve teknoloji hayatı kolaylaştırabilir ancak tek başına huzuru sağlayamaz. Yüce Yaratıcıya yine O’nun razı olduğu şekilde kulluk etmeye yanaşmayan bir toplumda her türlü anarşi mümkündür. Zira gerçek iman nuruna sahip olmayan kişiler, hesap verecek kimse olmadığında her türlü kötülüğü yapabilmeye meyilli durumdadırlar. Yüce Yaratıcıya karşı sorumluluğunu bilen kişiler ise, bir karıncayı dahi incitmekten sakınacak ve bütün herkese sevgi ile yaklaşacaktır. Bilim ve teknoloji Yüce Allah’ın razı olduğu şekilde kullanılmadığı takdirde insanlığa büyük felaketler getirebilir. Toplumsal huzur açısından bakıldığında bile bilimin tek başına yeterli olamayacağı ve dinin gerekliliği açıktır.
MATERYALİZM
Materyalizm, sadece maddeye inanıp maddenin ötesinde tabiatüstü hiçbir güce inanmayan felsefi bir düşüncedir. Eski çağlara kadar uzanan materyalizm, ortaçağ kilise hâkimiyeti dönemi batıda etkisini kaybetmiş, yeniçağa girerken kilisenin baskısından kurtulma uğruna yaygın bir düşünce halini almıştır.
Materyalistlere göre madde ve fizik yasaları hiçbir düzenleyici aklın müdahalesine muhtaç olmaksızın evreni kendi kendine ve tesadüfen meydana getirmiştir.Akıl ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığından rahatsız olan materyalistler maddeyi ve tesadüfü tanrı haline getirmişlerdir.
Dincileri hayalcilikle ayıplayan materyalistler çok daha hayalci yaklaşımlar sergilerler. Matematikteki ihtimaller hesabı ve çevresel koşullar dikkate alındığında bir protein molekülü dahi tesadüfle açıklanamaz iken, matematiksel ahenk içerisinde işleyen ve mükemmel bir düzen içeren tüm evreni tesadüfle açıklama gibi çok daha büyük bir yanılgıyı tercih ederler.
Yüce Yaratıcının duyu organı ile doğrudan doğruya idrak edilmesi mümkün değildir. Yüce Yaratıcı, kâinatın her hangi bir yerinde duyu organı ile idrak edilebilen bir varlık olarak düşünülemez. Ancak bu durum, O’nun varlığını kabul etmenin akla aykırı olmasını gerektirmez. Zira O’nun varlığı ve kudreti yarattıklarına bakarak anlaşılabilmektedir. Yüce Yaratıcının duyular ile doğrudan doğruya idrak edilemeyişi, O’nun varlığı için bir eksiklikdeğil, bilakis sonsuz ve sınırsız bir üstünlük ifade eder. Duyu organlarımızla algılayabileceğimiz her şey yine bizim gibi bir yaratık olacaktır.
Serbest ortamda görmezden gelinmeye müsait gerçekler karşısında takınılan tavırlar kişinin dürüstlüğünü belirler. Yüce Yaratıcının varlığı gerçeği de, kulluk konusunda imtihan halinde olan kullar için, akıldan ihtiyariliği almayacak şekilde görmezden gelinmeye müsait hale getirilmiştir. Bu gerçek, dünyada vicdanen dürüst olan kişilerce kabul edilen, vicdanen dürüst olmayan kişiler için ise inkâr edilmeye müsait olan bir gerçek kılınmıştır.
Materyalistler, Yüce Yaratıcının varlığı gerçeğinin görmezden gelinmeye müsait bir gerçek olmasını bahane ederek art niyet göstermişler, vicdanlarının sesine kulak tıkayarak inkâr etme yolunu tercih etmişlerdir.
Yaratıcının varlığına inanan bir kişi, fıtratı gereği O’na karşı kulluk borcu hisseder. Kulluğu itici bulan materyalistler ise, keyfi bozacak gerçeklere kapı açmaktansa işi temelden halledip yaratıcının varlığını inkâr etmeyi tek çözüm olarak görmüşlerdir. Materyalizm temelde bu nefsanî duyguya dayanır. Materyalistler, yaratılış ve din konusunda nefsanî duygulara dayanmalarına rağmen yanlış yolda olduklarını görmezden gelmişlerdir.
Materyalistler, Yaratıcıyı inkâr etmek ve yaratıcıyı inkâr eden toplum ve nesil yetiştirmekle gerçekten yaratıcının yok olmasını sağladıklarını ve bundan dolayı kendilerini de O’na karşı sorumlu olmaktan kurtardıklarını zannederler, birbirlerini bu zan ile avutmaya çalışırlar.
Materyalistler, bilimi kendilerine destekçi yapmak için de yoğun çaba göstermişlerdir. Materyalistlere göre bilim adamı maddeyi incelediğinden dolayı materyalist olmak zorundadır. Dinsiz olmadan bilim yapılamayacağı şeklinde şartlandırılan ve körü körüne kendini materyalist felsefeye kaptıran bu tür bilim adamları, vicdanen bilebilecek durumda olmalarına rağmen Yaratıcıya karşı inkâr gibi büyük bir kusurun içine girmişlerdir. Vicdanen dürüst olan bilim adamaları ise Yüce Yaratıcının varlığını kabul etmekte zorlanmazlar.
Materyalist bilim adamları, yaratıcıya inanmakla dinlerin saçma doktrinlerine saplanacaklarını ve fikir hürriyetlerinin kısıtlanacağını zannetmişlerdir. Bilimsel mantığa sahip bir kişinin bozuk dinlerin saçma doktrinleriyle bilim yapamayacağı bir gerçektir, ancak bu durum kişinin dinsiz olmasını haklı kılmaz. Kişiye lazım olan, Yüce Yaratıcıya inandıktan sonra O’nun razı olduğu şekilde O’na kulluk etmesidir. Bozulmuş veya uydurulmuş dinlere saplanacağım korkusuyla yaratıcıyı inkar etmek daha büyük yanılgıdır.
Din-bilim çatışması, ilahi kaynakların içine hurafeler katılmış olan bazı dinler için söz konusu olabilir, ancak Yüce Yaratıcıdan hiçbir değişime uğramadan bize kadar ulaşmış olan dinde (yani İslam dininde) din-bilim çatışması bulunmamaktadır. Zira ikisinin de sahibi Yüce Yaratıcıdır. Eğer bir aykırılık örneği ortaya konmuş ise, ya din olduğu gibi anlaşılamamıştır veya dini veriler âhâd rivayetlere (zanna) dayanmaktadır, ya da bilimsel veriler kesin ispatlanmış olmayıp varsayımdan veya aldatmacadan ibarettir.
İslam dini, bilimi özellikle teşvik etmekte ve kâinatın araştırılmasını Yüce Yaratıcının yaratma sanatının bir incelemesi olarak tanımlamaktadır. Materyalistler, İslam’dan başka diğer dinlerin bozuk ve yanlış olduğunu görebilmişler, ancak İslam’ı da bu dinler gibi zannederek İslam’ın gerçek din olduğunu görmezden gelmişlerdir.
Dünya üzerinde gerçekleşen ve bir hiç uğruna milyonlarca kişinin ölmesine sebep olan anarşinin temelinde de materyalizm bulunmaktadır. Yakın tarihte materyalizme dayalı ideolojiler yüzünden 300 milyon civarı insan ölmüştür, zulümlerin ise haddi hesabı yoktur. Darwinist materyalistler, insanı gelişmiş bir hayvan türü olarak görmeleri ve ayakta kalabilmek için güçlülerin zayıfları yok etmesi gerektiğine inanmaları dolayısıyla, savaşları ve katliamları mubah görmüşlerdir.
Materyalistler, ortaçağda din yüzünden yaşanan savaşları ileri sürerek dini kötülemeye çalışmışlar, ancak komünizm veya faşizm yüzünden ölenlerin sayısının ortaçağda din yüzünden ölenlerin sayısından kat be kat daha fazla olduğunu görmezden gelmişlerdir. Örnekteki gibi pek çok konuda önyargılı ve tutarsız olmalarına rağmen doğru yolda olduklarını zannetmişlerdir.
Ezeli evren düşüncesi ateizmle daima iç içe olmuştur. Zira bir şeyin sonradan var olması demek, bu şeyin akıllı ve şuurlu bir varlık tarafından icat edilmesi demektir. Evrenin bir başlangıcının var olması da, evrenin bir yaratıcı tarafından yaratıldığı anlamına gelmektedir. Materyalistler, yaratılış düşüncesine mahal vermemek için madde ve evrenin ezelden beri var olduğunu iddia etmişlerdir.
Bilim daima materyalizmin aleyhine gelişmiştir. Antik dönemde yaşayan materyalistler, insanlığın bir başlangıcının olmadığını ve ezelden beri nesilden nesle gelmiş olduğunu ve bu şekil ebedi devam edeceğini iddia etmişlerdir.
Gelişen bilimin insanlığın bir başlangıcının var olduğunu apaçık ortaya koyması üzerine daha sonraki materyalistler, insanlığın bir başlangıcının var olduğunu zoraki kabullenmişler, ancak dünyanın ezeli ve ebedi olduğunu iddia etmeye devam etmişlerdir.
Daha sonra gelişen bilim, dünyanın da bir başlangıcının var olduğunu ve belirli bir süre sonra yok olacağını apaçık ortaya koydu. Materyalistler, bu gelişmeler karşısında dünyanın ve diğer gök cisimlerinin başının ve sonunun var olduğunu zoraki kabullenmişler, ancak gök cisimlerinin oluşturduğu evrenin ezeli ve ebedi olduğunu iddia etmeye devam etmişlerdir.
20. yüzyılda gerçekleşen bilimsel keşifler,inkâr etmeye bahane bırakmayacak oranda evrenin de bir başlangıcının var olduğunu apaçık ortaya koymuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vurmuş olan materyalizm, 1920’li yıllardan sonra gerçekleşen bilimsel keşiflerle çöküntü sürecine girmiştir. Hatta ünlü Newsweek dergisi, 27 Temmuz 1998 sayısında bu konuyu “Bilim Tanrıyı buluyor” başlığıyla kapak yapmıştır.
Materyalizmin bilimsel gelişmeler karşısındaki bu zaafına rağmen bazı kişilerin daha hala bilimin materyalizmi destekleyeceğini zannetmesi, tamamen dinsizlik büyüsünün etkisine kendilerini kaptırmış olmasından kaynaklıdır. Kafalarının yıkandığı ve heveslerinin okşandığı şeklinde hareket etmeyi tercih eden bu tip kişiler, bu etki içerisinde davranmakta hiçbir sakınca görmezler. Zira bunlar için gerçekler değil duygu ve önyargılar daha önemlidirler.
Tarihte ve günümüzde bilime büyük katkıları olan ve sahasında bilimin öncüsü sayılan bilim adamlarının büyük çoğunluğu da Yaratıcıya inanan kişilerdir. Tarihte en büyük fizikçiler arasında yer alan İsac Newton, Faraday, Kelvin, Einstein ve Maxwell söz konusu bilim adamlarına bir örnektir.
(Fiziksel astronominin kurucusu ve inançlı bilim adamlarının parolası olan “Tanrı yarattığı her şeyde kendini gösterir” fikrini ortaya atan ilk bilim adamı olan Johannes Keppler inançlı bir bilim adamı idi. Termodinamiği kuran büyük fizikçi William Thompson (Lord Kelvin), Yüce Yaratıcıya inanan bir hıristiyan idi, Darwin’in evrim teorisine şiddetle karşı çıkmış idi. Isı akışı üzerinde sayısız çalışmalar yaparak ödüller alan ve mekanik ısı denklemini ve termodinamiğin birinci kanununu bulan James Joule de inançlı bir bilim adamı idi. Bilime öncülük etmiş diğer inançlı bilim adamları ise şunlardır; Bilimsel metodun kurulmasında önemli rolü olan Francis Bacon, modern kimyanın babası Robert Boyle, istatistik ve modern ekonomi çalışmalarıyla tanınan Iona William Petty, bütün zamanların en büyük fizikçilerinden biri sayılan Michael Faraday, genetiğin babası sayılan ve genetik bilimindeki buluşlarıyla Darwinizmin geçersizliğini ortaya koyan Gregory Mendel, bakteriyolojinin akla gelen en büyük ismi olup evrimi reddederek adeta Darwinizme karşı savaş açmış olan Louis Pasteur, atom kuramının babası John Dalton, en önemli matematikçilerden Blaise Pascal, İngiliz doğa tarihinin en önemli ismi John Ray, yer katmanlarını inceleyen ünlü stratigraf Nicolaus Steno, biyolojik sınıflandırmanın babası olan ve evrimi şiddetle reddeden Carolus Linnaeus, karşılaştırmalı anatomi biliminin kurucusu Georges Cuvier, oşinografinin bulucusu Matthew Maury, organik kimya alanında çalışmalar yapan ilk kişilerden Thomas Anderson, beynin ve sinir sisteminin haritasını ilk defa çizen Charles Bell, modern entomolojinin kurucusu Jean Henry Fabre, modern elektriğin kurucusu John Ambrose Fleming, ışığın elektromanyetik teorisini formülize eden James Clerk Maxwell.)
POZİTİVİZM
Pozitivizm, bilimi din edinen ve bu noktada hem dini ve hem materyalizmi reddeden felsefi bir akımdır.
Pozitivizme göre pozitif bilim çağına giren bir insan tüm tabiat olaylarını deney ve gözlem yoluyla anlayabilmekte ve açıklayabilmektedir. Pozitivistlere göre beş duyu ile idrak edilen tabiatın dışında insanın kavrayabileceği herhangi bir gerçeğin varlığı söz konusu olamaz. “Ben nereden geldim ve nereye gideceğim?” tarzında düzenlenen ilk sebebi (yaratıcı) ve son gayeyi vurgulayan soru, pozitif bilim devresindeki insanın sorusu değildir. Bu problem tabiat olayları hakkında doğru ve yeterli bilgisi olmayan bundan önceki insanların problemiydi. Problemin çözümünde materyalistlerin de teologların da ortaya koydukları fikirler doğru değildir.
Pozitivizmin ortaya çıkması ile, materyalizmin düşünce tembelliğine dayalı olan fikirlerinin yerini pozitivizmin kibir ve kendini beğenmişliğe dayalı olan fikirleri almıştır.
Hem dini ve hem felsefeyi (materyalist felsefeyi) reddeden pozitivizmin aslında kendi açıklamaları da felsefeden başka bir şey değildir. Pozitivistlerin düşünce tarzı “Görmediğim şeye inanmam” cümlesinde ifadesini bulan kaba anlayışın ötesine geçmemektedir. Bunlara göre deney ve gözlem ile ispatlanmış olan gerçeklerden başka gerçeklerin varlığı söz konusu olamaz.
Aklın eremeyeceği gerçeklerin var olduğu iddiası ve ayrıca beş duyu organımızla hissedemeyeceğimiz âlem ve varlıkların var olduğu iddiası, hiç olmayacak iddialar olmayıp olması mümkün iddialardır. Zira kimse bu iddianın mümkün olamayacağını kesin olarak ispat edemez. Mümkün olgular eğer ispatlanmış iseler benimsenmelidirler.
Bilindiği gibi beş duyu organımızın algılayabileceği saha sınırlıdır. Günümüze değin bilimsel keşifler sayesinde kâinatla ilgili bilgilerimiz arttığına göre gelecekte de teknik gelişmeler sayesinde tabiatla ilgili bilgiler daha da artacaktır. Bu süreç öngörüldüğüne duyu organlarının tespiti dışında başka gerçeklerin var olmadığı iddia edilemez.
Aklın erebilme gücü de sınırsız değildir. Çevremize baktığımızda canlıların farklı akıl seviyesiyle yaratıldığını görmekteyiz. İnsanlar da akıl ve zeka açısından tek tip olmayıp derece derecedirler. Kimse tüm gerçeklerin kendi aklının erebildiği ile sınırlı olduğunu iddia edemez.
Beş duyumuzla idrak ettiğimiz madde dünyasının dışında bir gerçek, bir realite ve bir varlığın bulunmadığını söylemek, pozitif bilimler açısından da mümkün değildir. Çünkü konu pozitif bilimlerin inceleme alanı dışındadır. Bilim, sahası dışında kalan bir konuda olumlu veya olumsuz bir şey söyleme yetkisine sahip değildir. Tabiat ve varlığa ilişkin kesin ispatlanmış gerçekler ise, gerçek dinin (yani İslam’ın) verilerine zaten aykırı değillerdir. Zira ikisinin de sahibi Yüce Yaratıcı’dır.
Beş duyu organıyla hissedilebilen algı dünyasına ve aklın erebildikleri gerçeklere şartlanmak ve bunların ötesinde hiçbir şeyin var olamayacağını zannetmek dar görüşlülüktür. Duyu ve akıl sahamızın ötesinde gerçeklerin olamayacağı akılcı ve bilimsel düşünceye sahip bir kişi tarafından ileriye sürülemez. Akıl ve duyu sahasının dışındaki gerçekleri (yani gaybı) kabul etmemek cehaleti bilim yerine koymak sayılır.
Pozitivizmin kurucusu olarak bilinen Auguste Comte da, hayatının sonlarına doğru insanlığın dinsiz olamayacağı kanaatine varmış, bir “insanlık dini” icat etmeyi düşünmüş, kendisine göre bazı prensipler koymuş, ancak bu teşebbüsünü ciddiye alan olmamıştır.
Doğruluğunu en iyi şekilde ispatlamış olan kişilerin vermiş olduğu mümkün haberlere inanmayı akıl ve vicdan zorunlu görür. Örneğin uzman olduğunu ve yeterli araçlara da sahip olduğunu ispatlamış olan bir astronom, 5 milyar ışık yılı uzakta bir galaksinin var olduğunu haber vermiş ise, galaksiyi bizzat gözetlemeyen kişinin buna inanması akla ve vicdana aykırı görülmez. Galaksiyi gözetleyen kişi ile bizzat muhatap olunmasa da, (basın, yayın, piyasaya çıkmış kitaplar, eğitimciler vs.) yalan üzerinde anlaşması mümkün görülmeyen kalabalık kitlenin astronomlardan yapmış olduğu mütevatir rivayet gereği inanmak da böyledir.
Doğruluğunu (mucizeleriyle, ahlakıyla, yaşayışıyla, getirmiş oldukları ilahi kitapla vs.) en iyi şekilde ispatlamış olan peygamberlerin duyu ve akıl sahamızın ötesinde olan gerçeklerden verdikleri haberler de, olması mümkün haberlerdir. Örneğin öldükten sonra ebedi hayatın olduğu, Yüce Yaratıcı huzurunda hesap verileceği, Cennet ve Cehennem’in olduğu iddiaları, 2*2=5 gibi hiç olmayacak absürt iddialar olmayıp olması mümkün iddialardır. Zira kimse bu iddiaların aksini kesin olarak ispat edemez. Doğruluğunu en iyi şekilde ispatlamış olan peygamberler, olması mümkün bu bilgileri haber verdiğine göre, akıl ve vicdan gereği bunlara inanmak zorunludur.
Pozitivizmin ortaya çıkışından bu güne kadar geçen zaman içersinde bilim çok ilerlemiş ve bilim ilerledikçe bilinmeyen gerçeklerin çok daha fazla olduğu anlaşılmıştır. Artık bilim adamlarında 19. yüzyıldaki gibi her şeyi bildiğini zannetme yanılgısı bulunmamaktadır. Bu noktada pek çok bilim adamı gelişen bilimin inancı kuvvetlendireceğini ve dinin değerinin anlaşılmasına sebep olacağını belirtmiştir.
21. yüzyılın bilim adamları büyük bir çoğunlukla pozitivizmin aksine Yaratıcının varlığına inanmaktadırlar. Gerçi bunlar kâinatın yaratıcısı, geliştiricisi ve yöneticisi olarak deney ve gözlemlerle ispat edilmiş bir varlık bulmuş değillerdir. Yüce Yaratıcı, madde, enerji veya sınırlı herhangi bir varlık değildir ki deney ve gözlem ile ispat edilebilsin. Ancak bilim adamı da düşünen ve vicdan sahibi bir insan olması hasebiyle büyük bir hayranlıkla incelemekte olduğu tabiat olaylarının ardında kudretli ve düzenleyici bir varlığın bulunup bulunmadığını düşünmektedir. Ona göre böyle bir varlığın varlığını kabul etmek, onu inkâr etmekten çok daha akılcı, bilimsel zihniyete ve vicdanın sesine çok daha yakındır. Yaratıcıyı inkar eden bilim adamı ise, bu düşüncesine deney veya gözlem yaparak ulaşmış değildir, bilakis akıl ve vicdanı ile hareket etmemesinden dolayı inkara sapmıştır.
Günümüzde inanç konusunda dünyaca meşhur bilim adamları arasında yapılan çeşitli anketler de, bilim adamlarının çoğunun Yaratıcıya inandığını göstermektedir.Bu anketlerin neticesinde, yaklaşık bir hesapla, bilginlerin % 83’ünün tam inançlı, % 10’unun din konusu ile ilgilenmediği, % 7’sinin de bir inanca ulaşamadığı anlaşılmıştır.
FREUDİZM
Freudizm, Viyanalı doktor Sigmund Freud (1856-1939) tarafından ileri sürülen bir görüştür. Freudizme göre insanın gerçek yapısında Tanrı inancı ve din duygusu diye bir şey yoktur. İnsana hakim olup onu idare eden ve ona yön veren iki önemli güç vardır: Korku ve cinsiyet duygusu. İnsanın davranışlarına, ondaki anne-baba sevgisi, vatan sevgisi, Tanrı sevgisi gibi yüksek duygulara kaynaklık eden bu iki duygudur, özellikle cinsiyet içgüdüsü. İnsan bir taraftan korkunun diğer yönden çeşitli engeller karşısında tatmin edilemeyen cinsi duyguların baskısı altındadır. Şuur altında var olan bu rahatsızlık şekil değiştirerek vatan sevgisi, insanlık sevgisi ve Tanrı sevgisi şeklinde kendini göstermektedir.
Ruh hastalıkları alanında çalışmalar yapan Freud, bilimin sınırlarını aşarak felsefe yapmış ve cinsiyetle ilgili ahlak kurallarından tamamen uzaklaşmıştır. Bu düşünüş, gözlem ve deneye dayalı bilimsel bir kanaatten değil, sadece vehim, kuruntu ve art niyetten kaynaklanmaktadır. Tarih boyunca insanoğlunun kaydetmiş olduğu fikir ve duygu yükselişini, dini inanç ve ahlaki davranış örneklerini, yüksek insani duygularını, aile bağlarını, sanat hareketlerini ve sanat ürünlerini seks duygularına bağlamak, bütün bunların sebep ve neticelerini seksin sebep ve neticeleri içinde değerlendirmek, büyük bir yanılgıdır. Hastalar üzerinde hastalık halleri ve psikolojik nevrozları inceleyen Freud, bu özel durumları bütün insanlığa yaymakla en büyük hatayı işlemiş ve temelsiz bir felsefeye saplanmıştır.
DARWİNİZM
Evrim (tekamül) teorisi olarak da bilinen darwinizm materyalizmin bilimdeki en büyük dayanağı olarak kabul edilmektedir. Darwinizme göre canlı türleri basit canlılardan karmaşık canlılara doğru tekâmül (olgunluk) göstermiştir. Her canlı türü diğer türlerden ayrı ve bağımsız olarak tabiatüstü bir müdahale ile aniden yaratılmamış, aksine her canlı türü kendisinden önceki bir canlı türünden milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat şartları içerisinde tedrici olarak oluşmuştur.
Evrimcilere göre kuşlar sürüngenlerden, sürüngenler ise balıklardan, balıklar ise bir ana balıktan, bu balık da bir ilk canlı organizmadan oluşmuştur. Bu ilk canlı organizma ise, hücrelerin suda tesadüfen birleşmesi ile oluşmuştur. Hücreler ise, tesadüfen oluşan bir ilk hücrenin bölünerek çoğalması ile meydana gelmiştir veya her bir hücre diğerinden ayrı olarak tesadüfen oluşmuştur. İlk canlı hücre ise, farklı özelliklere sahip milyonlarca protein molekülünün tesadüfen bir araya gelmiş olması ile oluşmuştur. Hücreyi oluşturan her bir protein molekülü ise, amino asit adı verilen daha küçük moleküllerin tesadüfen bir araya gelmesi ve bir zincir oluşturması ile meydana gelmiştir. Amino asitler ise yıldırımlar sayesinde çok farklı atomların kimyasal reaksiyonla bir araya gelmesiyle oluşmuştur.
Evrim teorisi, bir yaratıcının varlığından rahatsızlık duyan ateistlerin din gibi inandıkları bir düşünce halini almıştır. Bununla birlikte teistlerden de darwinizmi savunanlar bulunmaktadır. Kimileri ise, bazı üniversiteler evrim savunması içermeyen akademik tezleri kabul etmediğinden evrimi zoraki savunmak zorunda kalmaktadır.
Tahmin ve varsayım olmaktan öte ispatlanmış hiçbir veri içermeyen evrim teorisi, bilimsel bir gerçek olduğundan değil bilimsel gerçek olması istendiğinden dolayı savunulmaktadır. Evrim teorisi, sanki 2*2=4 gibi ispatlanmış bir gerçekmiş gibi dünya üzerinde basınıyla, yayınıyla, okul kitapları ile yoğun propaganda edilmektedir. Propagandalarda hayali çizilen yarı insan yarı maymun resimleri uydurulmuş latince isimlerle evrimin gelişme aşamaları olarak gösterilmektedir. Propagandalarda beyaz önlüklü ve kalın gözlüklü bilim adamı imajı da kullanılmaktadır. Bunu gören kimileri bilimsel bir gerçekle karşılaştığını zannetmektedir. Aşırı yoğun telkin de inandırmada etkili olmaktadır. Aşırı yoğun telkin kişinin bilinçaltını etkilemekte ve biriken bu telkinler zamanla bilince taşmakta ve kişi artık bilinci dâhilinde yani bilerek evrime inanmaya başlamaktadır.
Darwin’e kadar biyoloji bilimine Yüce Yaratıcının yaratma sanatını gösteren bilim olarak bakılmakta idi. Gelişen bilimin yaratılışı çağrıştırmasından rahatsızlık duyan derin devletlerin yoğun gayretiyle biyoloji bilimi materyalizme uyarlanmaya çalışılmıştır. Evrim teorisi ile biyoloji bilimini aynı şey gibi göstermeye çalışmak ve evrimin biyolojinin temeli olduğunu iddia etmek büyük bir aldatmacadır. Bugün çağdaş bilimi evrime bağlı kılmaya zorlayan hiçbir neden yoktur. Bilim gözlem ve deneye dayanmaktadır, evrim ise gözlenemeyen geçmiş hakkında ortaya atılmış bir varsayımdan ibarettir. Darwinizme yapılan tüm göndermeler ortadan kaldırılsa biyoloji biliminde hiçbir değişiklik olmayacaktır.
Yaratılış Teorisi
Evrim teorisine karşılık dünya üzerinde “Yaratılış Teorisi” veya diğer adları ile “Bilinçli Dizayn” ve “Bilinçli Tasarım” teorileri yaygınlık kazanmıştır. Yaratılış teorisine göre canlılığın yapısı tesadüfle açıklanamayacak oranda çok karmaşık olup bütün bilimsel veriler tesadüfü yalanlamaktadır. Canlılık ancak akıllı ve kudretli bir varlık tarafından yaratılmış olmalıdır. Bir türün diğer bir türden evrimi söz konusu olmayıp tüm canlı türleri birbirlerinden ayrı olarak yaratılmışlardır.
Yaratılışı savunan bilim adamları, bilimsel olarak tek açıklamanın yaratılış olduğunu gördüklerinden ve bu konuda vicdanen dürüst davrandıklarından dolayı yaratılışı savunmaktadırlar. Bu bilim adamları, canlılığın tesadüflerle değil bilinçli bir müdahale ile açıklanabileceğini ortaya koymaktadırlar.
Tedrici Tekâmül Yanılgısı
Evrimciler, bir canlı türün diğer bir canlı türden oluştuğunu iddia ederken bu işin bir saniye gibi aniden olduğunu iddia etmemektedirler. Zira dönüşümün aniden olduğunu iddia etmek de bilinçli bir müdahaleyi çağrıştırmaktadır. Evrimciler, yaratılış fikrine meydan vermemek için bir türün bir önceki türden milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat şartları içerisinde tedrici olarak oluştuğunu iddia ederler.
Evrimciler, evrimsel dönüşüm sürecini açıklarken hayali senaryolara yer verirler. Örneğin sürüngenlerin sinek avlamaya çalışırken kuşa dönüştüğünü iddia ederler. Sürüngenler sinek yakalamaya çalışırken ön ayaklarını kullanmışlar ve bu sayede ön ayaklarını tedrici olarak geliştirmeye başlamışlardır. Her sürüngen anne, ön ayaklarındaki bu gelişmeyi doğurduğu yavrusuna aktarmış, yani doğan yavru annesindeki bu organsal değişime sahip olarak doğmuştur. Bu yavru sürüngen de, hayatı boyunca sinek yakalamaya çalışırken ön ayaklarını daha da geliştirmiş ve o da ön ayaklarındaki gelişmeyi kendi nesline aktarmıştır. Bu süreç milyonlarca sene böyle devam etmiş ve sürecin sonunda sürüngenin ön ayakları kanat haline dönüşmüştür.
Gerçekte ise sık kullanma sonucu bir organda meydana gelen gelişmişliğin yeni nesle aktarılacağını öngören bir biyoloji kuralı tespit edilmemiştir. Örneğin bir sporcunun kaslarında meydana gelen gelişmeyi kendi çocuğuna aktardığı görülmemiştir. Sporcunun çocuğu diğer bebekler gibi DNA’daki bilgiler doğrultusunda normal vücut yapısına sahip olarak doğmaktadır.
Evrimcilere göre bir türün diğer bir türe dönüşüm süreci içinde, önceki ve sonraki türe ait özellikleri taşıyan ara geçiş formları yaşamıştır. İnsan türü de maymun türünden milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat şartları içerisinde tedrici olarak oluşmuştur ve dolayısıyla evrim sürecinde yarı maymun ve yarı insan özelliği taşıyan ara geçiş formları tarihte yaşamıştır.
İnsanla maymun arasındaki yüzeysel benzerlikler, hatta bir mimik ve bir bakış bile, çoğu kişilerde ilgi uyandırır. Öyle ki bu ilgi bazılarını evrim hakkındaki aldatmacalara inanmaya kadar götürür. Hâlbuki bu benzerlik hiçbir şey ifade etmez. Zira gergedan böceği ile gergedan da birbirlerine çok benzer, ancak bu benzerliğe dayanarak bu hayvanlar arasında herhangi bir evrimsel ilişki kurulmaz. Aradaki yüzeysel benzerliklerin dışında maymunun insanlara diğer hayvanlardan daha fazla bir yakınlığı da söz konusu değildir. Hatta zeka açısından kıyaslanırsa, bir geometri harikası olan peteği üreten arılar veya bir mühendislik harikası olan ağı üreten örümcekler, insana maymundan çok daha yakındırlar ve hatta bu açıdan insandan çok daha üstündürler.
Hayvanlarda insanlardaki gibi nefis vardır ancak insanlarda hayvanlardan farklı olarak daha üstün bir akıl vardır. Hayvanlar istese de insan gibi davranamazlar. Aklı geri plana iterek duygusal hareket eden insanlar ise hayvanlara benzer davranış sergileyebilirler. Hayvanların bencil davrandığını ve ayrıca nefsi hareket eden insanların da bencil davrandığını gören bazı kişiler, insanın hayvan soyundan geldiği şeklindeki evrimci iddiaları duyduğunda hemen kanabilmektedirler. Gerçekte ise hayvanlardan daha akıllı olarak yaratılmış olan insan, normal şartlarda kendini hayvanlarla eşit görmemekte ve kendine ait daha üst sorumluluklarının olduğunu bilmektedir.
Uzun bir zaman dilimini gerektirecek şekilde önceki türden sonraki türe dönüşüm tarihte yaşanmış olsa idi, ara geçiş formlarına (yani dönüşüm aşamasında olup bir önceki canlı ile bir sonraki canlının özelliklerini taşıyan ara canlılara, örneğin yarı maymun yarı insan canlılara) ait fosillerin günümüzde kütlelerce bulunması gerekir idi. Günümüzde yüz milyonlarca fosil bulunmuş olmasına rağmen ara geçiş formlarına ilişkin bir tane dahi fosil bulunmuş değildir. Ara geçiş formlarına ilişkin fosillerin bulunamayışı şu an elde olan fosillerin az ve yetersiz olmasına dayandırılamaz. Türler arası boşluk devam etmektedir. Aleyhe işleyen bilime rağmen ileride bulunacağı ümidiyle avunmak bilim sayılmaz.
Bazı evrimcilerin ara geçiş formu iddiasıyla öne sürdükleri fosiller ise, ya kendi ürettikleri uydurma fosillerdir ya da nesli eskiden tükenmiş olan canlı türlerine aittir. Örneğin atın evrimi ile ilgili delil olarak küçük cins atlardan büyük cins atlara doğru fosil örneklerini sıralarlar. Evrimsel dönüşümünü tamamlayıp artık günümüzde olmadığı düşüncesiyle sıraladıkları bu at cinslerinin gerçekte şu anda bile hala dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta olduğu görülür.
Fosil kayıtlarına bakıldığında milyonlarca sene önce yaşamış olan bir canlının fosili ile günümüzdeki aynı canlının yaşayan örneğinin vücut yapılarının aynı olduğu görülmektedir. Evrim süreci vakıada fiilen var olsa idi milyonlarca sene önce yaşamış olan bir türün çoktan başka bir türe dönüşmüş olması ve günümüze dek ortadan kaybolmuş olması gerekir idi.
Ara geçiş formlarına ait fosiller bulunmuş olsa bile bunlar dahi canlılığın tesadüfen oluştuğuna delil olamazlar. Evrimciler, canlılığın basit canlılardan karmaşık canlılara doğru evrimleştiği iddiasındadırlar. Mevcut tabiat kanunlarına ve özellikle entropi kanununa göre, bilinçli bir müdahalenin var olmadığı doğal bir ortama bırakılan düzenli bir yapının zamanla düzensizliğe gitmesi gerekmektedir. Canlılığın oluşumunda bir düzen artışının var olduğu iddia ediliyor ise bu da bilinçli bir müdahaleyi çağrıştıracaktır. Zira tesadüfün düzen artışı sağladığı iddia edilemez. Canlı türlerinin oluşumunda bir düzen artışı iddia ediliyor ise, bunun da ancak bilinçli bir müdahale ile yani yaratılış ile mümkün olabileceğini kabul etmek gerekir. Teist olmakla birlikte evrim teorisini savunan kişiler de, evrim sürecindeki düzen artışının bilinçli müdahaleyi açıkça gösterdiğini ve Yaratıcının madde ve fizik yasaları arkasında yaratılışı kamufle ettiğini irdelemektedirler.
Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde yeryüzünde canlı yaşamın birden bire ortaya çıktığı görülür. Buna kambriyen patlaması denir. Karmaşık yapılı canlılara ait fosillerin bulunduğu en derin yer yüzü tabakası 520-530 milyon yaşında olduğu hesaplanan kambriyen tabakadır. Bu fosiller, salyangoz, solucan, denizanaları vb. omurgasız canlı türlerine ait fosillerdir. Bu fosiller, günümüzdeki örnekleri ile aynıdırlar. Dünyanın her yerine dağılmış geniş bir canlı mozayiği oluştururlar. Kambriyen devrine ait canlılar, hiçbir ataları (evrim atası) olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Bu canlılar, kendilerinden önce yeryüzündeki yegane canlılar sayılan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birden bire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır. Bu olay, evrimcilerin asla açıklayamadıkları bir sorudur.
Evrimciler, canlılığın ilk önce suda başladığını ve balıkların evrimleşerek kara hayvanı haline geldiğini iddia ederler. Halbuki bir balık sudan çıkar çıkmaz bir dakika bile geçmeden hemen ölmektedir. Balığın solungaçları nasıl olurda milyonlarca sene ile ifade edilen uzun bir süre içerisinde hava soluyabilecek çok karmaşık yapılı ciğerlere dönüşebilmiştir?
Bazı evrimciler, hayali senaryolarında evrim sürecini açıklarken “önceki canlının kendisi ile ilgili evrime karar verdiği” şeklinde ifadeler kullanırlar. Halbuki örneğin bir sivrisineğin insan kanından bir örnek aldığı ve laboratuarda tahlil ettiği ve sonra içindeki maddelere göre kanın pıhtılaşmasını önleyecek madde üretmeyi başardığı iddia edilemez. Sivrisinek bir bilim adamı gibi akıllı ve bilgili değildir ki pıhtılaşmayı önleyici maddeyi icât edebilsin.
İnsanın maymundan tedrici olarak evrimi tarihte yaşanmış olsa idi, insanoğlu evrim aşamasındaki yarı maymun yarı insan canlılar ile ilgili görmüş olduğu hatıralarını yeni nesle anlatırdı ve bu önemli bilgi zamanımıza kadar gelir idi. Halbuki insanoğlu var olduğundan beri kendini insan olarak bilmektedir. Bilinen tarih içinde ayrıca bazı insanların evrim geçirdiği ve daha karmaşık ve daha zeki canlılara dönüştüğü de tespit edilememiştir.
Yakın zaman içerisinde de evrimcilerin iddia ettiği şekilde evrim örnekleri gerçekleşmemiştir. Örneğin 200 yılı bulan makineleşme ve şehirleşme süreci içerisinde insanoğlu pek çok sese maruz kalmakta ve bu sesler hayatın bir parçası haline gelmektedir. Canlı organlarının çok kullanma sonucu çevreye uyum sağlayacağını iddia eden evrimciler, bu makineleşme süreci içerisinde kulağın gürültülere karşı daha gelişmiş bir yapıya dönüştüğünü iddia edemezler. On milyarda bir değişimi fark edecek hassas aletlerin yapıldığı günümüzde kulağın evrimi ile ilgili bir tespit yapılmadığı gibi aksine kulağın gürültülerden zarar gördüğü açıklanmakta ve buna ilişkin çareler irdelenmektedir.
Sanayi devriminde gözlenen mavi kelebek türünün kanadındaki noktaların genişlemesi ise, kelebeğin başka bir türe (örneğin kuşa) dönüşmesini sağlayan bir değişiklik değildir, aynı türde (yani kelebek türünde) genetik çeşitlenmeden kaynaklanan bir değişikliktir, zaten var olan gen havuzundan bir tipin ortaya çıkmasıdır. İnsan türünde beyaz, sarı, zenci, malay vs. şeklinde genetik çeşitlenme olduğu gibi kelebek türünde de elbette genetik çeşitlenme bulunmaktadır. Genetik çeşitlenme, bir türü diğer bir türe dönüştürmez, sadece bir türde farklı tipler ortaya çıkarır.
Evrimcilere göre aynı türde erkek de dişi de tesadüfen oluşmuş ve böylece tür neslini devam ettirebilmiştir. Erkek bedenin yanında dişi bedenin de tesadüfen oluşması gibi iki tane tesadüfün, hatta bu erkeklik ve dişiliğin bütün canlılarda söz konusu olduğu dikkate alındığında pek çok tesadüfün aynı anda var olması gerekmektedir. Canlılık bu denli abartılı tesadüfe açıklanamaz. Ayrıca aynı etten oluşmasına rağmen dişilerde cezbeden güzelliğin varlığı da tesadüfle açıklanamaz.
Meyvelere baktığımızda tam insanın yararlanabileceği büyüklükte ve çeşitlikte yaratılmış olduğu görülür. Eğer canlılık tesadüfen ortaya çıkmış olsaydı, insanın yararlanamayacağı oranda çok büyük veya çok küçük meyveler de tesadüfen ortaya çıkabilirlerdi. İnsanın yararlanabileceği büyüklük ve çeşitlikte ortaya çıkan meyveler tasarımın apaçık delilleridirler.
Dünyada yaşam sahnesine ilk önce sürüngenlerin daha sonra ise memelilerin ortaya çıktığı kesindir. Fakat bu durum memelilerin sürüngenlerden tedrici olarak evrimleştiğini tek başına göstermez. Zira yukarıda belirttiğimiz gibi ara geçiş formalarına ilişkin tek bir fosil dahi bulunmuş değildir. Ara geçiş formu yokluğundan dolayı “memeliler sürüngenlerden ani bir şekilde oluşmuştur” denecek ise, bu da olağanüstü müdahaleyi kabullenme sayılacaktır.
Evrim Sahtekârlığı
Bazı evrimciler, evrime ilişkin delil bulamayınca sahte delil üretme yoluna başvurmuşlardır. Bunlardan en meşhuru Piltdown adamıdır. Uzun süren araştırmalar sonucu bulduklarını iddia ettikleri kafatası fosilini, evrimin en büyük delili olarak İngiltere’de British Museum’de tam 40 sene sergilediler. Kafatası, güya maymundan insana evrimsel geçişi ispatlayan (yarı maymun yarı insan) bir canlıya ait idi. Kafatasına 500 bin yıllık tarih biçilmiş idi. 40 sene sonra 1953 yılında yapılan bir incelemede, kafatasının 500 yıllık modern bir insana ait olduğu, çenenin ise yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu, insan dişlerinin çeneye monte edildiği, dişler eski gözüksün diye yıpratıldığı ve kafatası eski gözüksün diye potasyum dikromat ile lekelendirildiği ortaya çıkarıldı. Sahtekarlığın ortaya çıkması üzerine kafatası müzeden hemen atılmıştır. Halbuki bundan önce Piltdown adamı evrimin en kesin delili olarak kabul ediliyor ve inanmayanlar bilim düşmanı ve yobaz olarak ayıplanıyor idi.
Sıçramalı Evrim Yanılgısı
Ara geçiş formlarına ilişkin tek bir fosilin dahi bulunamayışı bazı evrimcileri başka açıdan evrimi açıklamaya götürmüştür. Yavru canlı, anne canlının üreme hücresindeki DNA bilgisi doğrultusunda şekil almaktadır. Üreme hücresine ait DNA’daki bir değişiklik yavru canlının vücut oluşumunu etkileyebilmektedir. Genleri değiştirebilen dış etkilere “mutasyon”denmektedir. Neo-Darwinistler, üreme hücresinde mutasyonlar sonucu meydana gelen değişiklik sonrası gelişmiş bir canlının doğabileceğini ve böylece gelişmiş bir türün ortaya çıkabileceğini iddia etmişlerdir. Örneğin radyasyona maruz kalan canlının üreme hücresindeki genler değişir, radyasyona maruz kalan canlı değişen gene göre gelişmiş bir canlı doğurur, doğan canlı da değişik bir türü oluşturur. Neo-Darwinistler bunu sıçramalı evrim olarak tanımlarlar.
Gerçekte mutasyonlar evrimi açıklamaktan uzaktırlar. Genlerde olumlu yönde değişimi sağlayabilecek ve dolayısıyla bir canlının kendisinden daha gelişmiş bir canlı doğurmasını sağlayabilecek faydalı mutasyonlar yoktur. Bilinen tüm mutasyonlar zararlıdır ve DNA’daki bilgileri bozmaktadır. Mutasyonlar, bir canlıyı daha düzenli ve daha karmaşık hale getirmemekte, aksine daha da sakat olmasına sebep olmaktadır. Örneğin nükleer serpintiye maruz kalan insanlar, genlerinin bozulmuş olmasından dolayı sakat çocuklar doğurmuşlardır. Radyasyona maruz kalan sinekler, bacakları kafalarından çıkmış yavrular dünyaya getirmişlerdir. Neo-Darwinistlerin faydalı mutasyon keşfetmek için laboratuarlarda yapmış olduğu yüzlerce deney de fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Şu ana kadar faydalı hiçbir mutasyon keşfedilmemiştir.
Rastgele bir etkiye maruz kalan bir canlının daha düzenli ve daha karmaşık canlıya dönüştüğü iddiası ayrıca tabiat kanunlarına da aykırıdır. Rastgele bir değişim karmaşık bir yapıyı asla daha düzenli hale getirmez. Örneğin kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini daha da geliştirmez. Deprem bir şehri geliştirmez aksine yıkar.
Termodinamiğin ikinci kanunu olan entropi kanununa göre de, doğal şartlara terk edilmiş düzenli bir yapının (bilinçli bir müdahale olmadığı sürece) daha da düzensiz hale gelmesi ve enerjinin dağılması gerekmektedir. Örneğin doğal şartlara bırakılan bir ev eğer bakım yapılmazsa daha da harabeye döner. Canlılığın ortaya çıkışını tesadüfi tabiat olaylarıyla açıklamaya çalışan evrimciler ise, evrimin basit canlılardan karmaşık canlılara doğru gerçekleştiğini iddia ederken tuhaf bir şekilde evrimin bu fizik kanunu sihirli bir güçle aştığına inanırlar.
İhtimaller Hesabı Tesadüfü Yalanlar
Bilimsel keşifler, hücrelerin ve hücreleri oluşturan protein moleküllerinin tek bir tanesinin dahi tesadüfle açıklanamayacağını ortaya koymuştur.
Evrimciler, evrim sürecinin ilk canlı öğesi olduğunu var saydıkları ilk canlı hücre için “İlk basit canlı” ifadesini kullanırlar. Gerçekte ise ilk basit canlı olarak tanımladıkları hücre bile aslında tesadüflerle açıklanamayacak oranda çok karmaşık bir yapıya sahiptir. Bir canlı hücre, iç organelleri, karmaşık yapısı ve işlevleri ile çok modern bir şehir gibidir. Modern bir şehrin tesadüfen ve kendiliğinden oluşması nasıl mümkün değil ise bir canlı hücrenin de aynı şekilde tesadüfen oluşması mümkün değildir. Evrimciler, ilkel dünya şartlarında doğal çorba ortamında protein moleküllerinin hücre oluşturacak şekilde bir araya gelmesini sağlayan doğal bir yasanın var olduğunu ileri sürerler, ancak bu yasanın ne olduğunu açıklayamazlar, avuntuyla bu yasanın ileride keşfedileceğini iddia ederler.
En basit canlı organizmanın tesadüfen oluşamayacağı konusunda başvurulabilecek çalışmalardan birisi, New York Üniversitesi kimya profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro’nun yaptığı bir hesaptır. Darwinist bir evrimci olan Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. (İnsan vücudunda ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.) Elde edilen rakam, 10 üssü 40.000 ihtimalde 1’dir. Bu, 1 rakamının önüne 40.000 tane sıfır yazılmasıyla oluşan sayıyı ifade eder. 1’in önüne 12 sıfır konduğunda 1 trilyon ve 15 sıfır konduğunda 1 katrilyon eder. 1’in önüne 40.000 sıfır konduğunda ise aklın hayal sınırını aşan bir sayı ortaya çıkar. Bu ihtimalin ise pratikte ve doğal şartlar altında gerçekleşebilmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Matematikte 10 üssü 50 ihtimalde 1’den küçük ihtimaller sıfır ihtimal olarak kabul edilirler.
Ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle de, bir evrimci olmasına rağmen, tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesi ile bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747’nin oluşması arasında bir fark olmadığını belirtir.
Hücreyi oluşturan protein moleküllerinden tek bir tanesinin dahi ilkel atmosfer şartlarında doğal çorba ortamında tesadüfen oluşması mümkün değildir. Protein molekülü, amino asit adı verilen daha küçük moleküllerin belli sayı ve çeşitte özel bir sırayla birbirine bağlı olarak dizilmesinden oluşan dev moleküldür. Protein molekülü yapısında 20 çeşit amino asit vardır. Amino asitler ise, farklı atomların birleşiminden oluşan daha küçük moleküllerdir. Protein moleküllerinde amino asitler farklı sayıda bulunurlar. Protein moleküllerinin 50 civarı amino asitten oluşan türleri yanında binlerce amino asitten oluşan dev türleri de bulunur.
Bir amino asidin 20 çeşit içinden doğru seçilme ihtimali, 20 ihtimalde 1”dir. Birleşiminde örneğin 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünde amino asitler, 10 üssü 300 farklı biçimde dizilebilirler. Bu, 1 rakamının önüne 300 tane sıfır yazılmasıyla oluşan sayıyı ifade eder. Binlerce amino asitten oluşan dev protein moleküllerinin doğru dizilme ihtimali ise bundan çok daha küçüktür. Bu dizilimlerden sadece bir tanesi protein molekülünü oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler ise, hiçbir işe yaramayan ve hatta bazen canlılar için zararlı olabilecek olan anlamsız amino asit zincirleridirler.
Amino asitler, bir baş parmak ve üç normal parmak şeklinde ele benzerler. Bazıları sağ ele benzerler bazıları ise sol ele benzerler. 20 çeşit amino asitten her biri sağ ellisi veya sol ellisi olabilir. Sağ elli amino asitler ile sol elli amino asitler, kimyasal yapı açısından aynıdırlar, ancak simetrik olarak karşılık gelen şekle sahiptirler. Tabiatta doğal şartlar altında sağ elli amino asitler ile sol elli amino asitler birbirlerine her zaman bağlanabilirler. Canlılarda ise, DNA molekülünü oluşturan amino asitler sağ elli, DNA dışında diğer protein moleküllerini oluşturan amino asitler ise sol ellidirler.
İlkel çorba ortamında birbirine bağlanan iki amino asidin sağ elli olma ihtimali 4 ihtimalde 1’dir. Bir protein molekülünü oluşturacak sayıda çok amino asidin tümünün sağ elli olma ihtimali ise, aklın hayal sınırını aşan ölçülerde büyük matematiksel sayıları karşımıza çıkarır. Bu durum, milyarlarca kez havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine ve hiç yazı gelmemesine benzemektedir. Bir para milyarlarca kez havaya atıldığında hep tura geliyorsa bunu tesadüfle açıklamak mantıklı olmaz.
Amino asitler tabiatta farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler. Bir protein molekülünün oluşabilmesi için ise amino asitlerin sadece “peptid bağı” ile birbirlerine bağlanması gerekmektedir. Tabiatta amino asitlerin genelde % 50 oranında birbirleri ile peptid bağı kurdukları, diğer bağların ise proteinlerde bulunmayan bağlar oldukları tespit edilmiştir. Bu durumda iki amino asidin aralarında peptid bağı kurma ihtimalinin 2 ihtimalde 1 olduğu söylenebilir, ancak bu sefer de su içinde peptit bağının oluşamayacağı gerçeği karşımıza çıkmaktadır.
Canlılığın ilk defa suda başladığını iddia eden evrimciler, proteinlerin oluşumu için amino asitlerin birbirleri ile “peptid bağı” kurması konusunda da çıkmazdadırlar. Zira peptit bağı kurulurken bir su molekülü açığa çıkmaktadır. Kimyada “Le Châtelier Prensibi” olarak bilinen kurala göre ise su açığa çıkaran bir reaksiyonun su içeren bir ortamda gerçekleşmesi mümkün değildir. Böyle reaksiyonlar, kimyasal reaksiyonlar içerisinde oluşma ihtimali en düşük olanı olarak nitelendirilirler. Evrimciler teorilerinde diğer bilimlerle koordineli durumda değillerdir.
500 amino asit içeren ortalama büyüklükte bir protein molekülünün ilkel dünya şartlarında doğal çorba ortamında tesadüfen oluşma ihtimali acaba kaçta kaçtır?
Sadece bir amino asidin 20 çeşit içinden doğru seçilme ihtimali, 20 ihtimalde 1”dir. 500 tane amino asitin her birinin bu 20 çeşit içinden doğru seçilme ihtimali ise, 10 üssü 650 ihtimalde 1”dir. Tek bir amino asidin sol elli olma ihtimali, 2 ihtimalde 1”dir. 500 tane amino asidin sol elli olma ihtimali ise, 10 üssü 150 ihtimalde 1’dir. İki amino asidin aralarında peptit bağı kurmaları ihtimali, 2 ihtimalde 1”dir. 500 tane amino asidin birbirleri ile peptit bağı kurmaları ihtimali ise, yine 10 üssü 150 ihtimalde 1’dir. Saydığımız bu üç tür ihtimalin birlikte gerçekleşebilme ihtimali ise, 10 üssü 950 ihtimalde 1’dir.
10 üssü 950 sayısını doğal sayılar şeklinde yazacak olursak 1’in yanına 950 tane sıfır koymamız gerekecektir. Bu, aklın hayal sınırını aşan astronomik bir rakamdır. Bu ihtimalin pratikte ve doğal şartlar altında gerçekleşebilmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Matematikte 10 üssü 50 ihtimalde 1’den küçük ihtimaller sıfır ihtimal olarak kabul edilirler.
Vermiş olduğumuz olasılık hesapları, akıllı ve şuurlu bir kişinin deneme yanılma yolu ile vereceği uğraşıların miktarını göstermek içindir. Tabiatta ise yap-boz mekanizması bulunmamaktadır. Tabiatta ve doğal şartlar altında bir protein molekülünün deneme-yanılma yolu ile tesadüfen oluşabilme süreci dahi başlayamaz.
Saniyede örneğin üç milyon denemenin varlığı farz edilse bile örnekteki 500 amino asitli protein molekülünün oluşumu için 10 üssü 936 yıl gerekecektir. Bu, 1 rakamının önüne 936 tane sıfır yazılmasıyla oluşan yıllık süreyi ifade eder. Bu sürenin 4,5 milyar yaşında olduğu belirtilen dünyanın ömründen kat be kat fazla olduğu açıktır.
Olasılık hesapları ve doğal şartlar dikkate alındığında bir protein molekülünün oluşma ihtimalinden değil teknik imkânsızlığından bahsetmek gerekir. Ancak evrimciler, sırf yaratılışı inkar etmek için gerçekleşmesi mümkün olmayacak ihtimalleri bilimsel mantığa aykırı bir şekilde gerçekleşmiş varsayarlar.
Örneğin Türkiye’nin önde gelen evrim savunucularından biyolog Prof. Ali Demirsoy, Stokrom-C adı verilen özel proteinin tesadüfen oluşma şansının “bir maymunun rast gele tuşlara basarak daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar az (yani imkansız)” olduğunu söyler. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: meteksan Yayınları, 1984, s.64)
Ancak ilginçtir ki sırf yaratılışı inkar etmek için bu imkansızı kabul eder ve şöyle der: “Bir Sitokrom-C’nin dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir, denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O halde birinci varsayımı irdelemek gerekir.”(Ali Demirsoy, Katılım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s.61)
Bilimsel mantığa sahip bir kişi, yüzde yüzlere varan bir ihtimali mi irdelemelidir yoksa sıfır denecek kadar zayıf bir ihtimali mi? Aslında bu konuda ihtimallerden bahsetmek bile son derece bilim dışı bir üsluptur.
Hücre çekirdeğindeki DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilmektedir. Fakat bu enzimlerin sentezi (üretilmesi) de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşmektedir. Birbirlerine bağımlı olduklarından dolayı eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olması ya da ikisinden birinin daha önce “yaratılmış” olması gerekir. Her ikisinin aynı anda tesadüfen var olduğunu iddia etmek bilimsel düşünceye aykırıdır.
Prof. Ali Demirsoy,benzer konuda hücredeki mitokondrilerin kökeninden bahsederken “bilimsel düşünceye oldukça ters gelmesine rağmen” tesadüf açıklamasını kabul ettiğini açıkça belirtir:
“... Sorunun en can alıcı noktası, mitokondrilerin bu özelliği nasıl kazandığıdır. Çünkü tek bir bireyin dahi rastlantı sonucu bu özelliği kazanması aklın alamayacağı kadar aşırı olasılıkların bir araya toplanmasını gerektirir... Solunumu sağlayan ve her kademede değişik şekilde katalizör olarak ödev gören enzimler, mekanizmanın özünü oluşturmaktadır. Bu enzim dizisini bir hücre ya tam içerir ya da bazısını içermesi anlamsızdır.
(Ayrıca oksijenli enerji kazanımı, kademe kademe gelişecek bir sistem olarak da görünmemektedir. Çünkü oksijeni tam olarak kullanamayan, yani ara kademede kalan tüm sistemler, oksijenle temas edince yok olacaktır.)(Ali Demirsoy, Yaşamın Temel Kuralları: Genel Biyoloji, Genel Zooloji, cilt 1, kısım 1, Ankara, 1998, s.578)
Çünkü enzimlerin bazılarının eksik olması herhangi bir sonuca götürmez. Burada bilimsel düşünceye oldukça ters gelmekle beraberdaha dogmatik bir açıklama ve spekülasyon yapmamak için tüm solunum enzimlerinin bir defada hücre içerisinde ve oksijenle temas etmeden önce, eksiksiz bulunduğunu ister istemez kabul etmek zorundayız”. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: meteksan Yayınları, 1984, s.94)
Enzimlerin (yani özel proteinlerin) tek birinin dahi tesadüfen oluşma şansı 10 üssü 950 ihtimalde 1 iken yani imkansız iken çok sayıda enzimin eksiksiz olarak aynı anda aynı ortamda kendiliğinden oluştuğunu varsaymak, görüleceği üzere bilimsel anlayıştan kaynaklanmamaktadır, materyalist doğma zihniyetten kaynaklanmaktadır.
Tesadüfî Bilgi Yanılgısı
Her canlı, doğum hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA molekülündeki şifreli bilgilere göre şekil alır. Vücut yapısıyla ilgili tüm bilgiler, vücut oluştuktan sonra da vücuda ait her bir hücrenin çekirdeğinde bulunan DNA’da aynen bulunur. Bu bilgiler yazıya dökülecek olsa her bireri 500 sayfadan 900 cilt kitap eder. DNA’da bulunan bu karmaşık bilgiler ancak bilinçli bir müdahale sonucu oluşabilecek bilgilerdir. Zira tesadüf bilgi oluşturamaz.
Sibernetiğin en temel yasalarından birine göre, bir sistemi oluşturan kişi her zaman için sistemin kendisinden daha akıllıdır. Bir başka deyişle, programlayan kişi, programladığı sistemden her zaman için daha akıllı olmalıdır. Sistemin “yapma aklının” çok karmaşık olması bu gerçeği değiştirmez. DNA’da bulunan genler de bir programdır ve şu ana kadar insanlığın çözemediği (ve ileride büyük bir bölümü çözülecek olsa da yoğun bir çalışmayı gerektirecek) derecede çok karmaşık bir programdır. Bu programları programlayan akıllı ve şuurlu bir varlık olmalıdır. Kör ve şuursuz tesadüflerin karmaşık programları meydana getirebilmesi mümkün değildir.
Miller Deneyi Yanılgısı
Evrimcilerin hayatın kökenini tesadüfe dayalı açıklamak için laboratuar ortamında yaptıkları deneyler her seferinde sonuçsuz kalmıştır. Bu deneylerin en ünlüsü Stanley Miller tarafından yapılan deneydir. Gerçekleri yansıtmayan ve bilinçli müdahale ile gerçekleşen bu deney uzun süre evrimci propagandaya malzeme olmuştur.
Stanley Miller, ilkel dünya atmosferinde bulunduğunu varsaydığı (ki daha sonraları bulunmadığı anlaşılacak olan) amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan biz gaz karışımını bir hafta boyunca 100 derece ısıda kaynattı. Bu gazlar, kendi kendine birbirleri ile reaksiyona giremeyeceklerine göre dışarıdan enerji takviyesi gerekecekti. Enerji olarak ilkel dünya atmosferindeki yıldırımlardan kaynaklandığını varsaydığı elektriği kullandı. Bir hafta sonra kavanozun dibindeki kimyasalları ölçtüğünde, proteinlerin yapı taşlarını oluşturan 20 çeşit amino asitten üçünün sentezlendiğini gördü.
Bu olay evrimciler üzerinde büyük bir sevinç etkisi yapmış, hatta kimileri “Miller hayatı yarattı” şeklinde gazetelere manşet atacak kadar kendinden geçmişti. Bu deneyi canlıların en küçük yapı taşları olan amino asitlerin doğal şartlar altında tesadüfen oluşabileceğine ilişkin delil olarak ileri sürdüler. Amino asitlerin oluşumundan sonraki aşamalar ise hemen kurgulandı. Amino asitler tesadüfen birbirleri ile birleşerek proteinler oluşmuş ve proteinlerin tesadüfen birleşmesi ile de ilk canlı hücre oluşmuş idi. Hücreler de zamanla yan yana gelerek ya da bölünerek organizmaları meydana getirmişti. Halbuki bu senaryonun en büyük dayanağı olan Miller deneyinin geçersizliği kanıtlanmıştır.
Birden fazla atomun kimyasal reaksiyonla bir molekül oluşturduğu bilinen bir durumdur. Örneğin hidrojen ve oksijen atomları kimyasal reaksiyonla su molekülüne dönüşür. Kimyada buna ilişkin sayısız örnekler bulunmaktadır. Kimyasal reaksiyonla amino asit üretme işi de aynen kimyasal reaksiyonla bir molekül elde etme işidir. Miller, gerçekte bir canlılık oluşturmamış, kimyasal reaksiyonla amino asit adı verilen küçük moleküller elde etmiş idi.
Miller’in ilkel atmosfer şartlarını oluşturmak için kullandığı gazlar da gerçeği yansıtmamakta idi. Bilim adamları, 1980’li yıllarda ilkel dünya atmosferinde metan ve amonyak yerine azot ve karbondioksit bulunması gerektiği görüşünde birleştiler. Nitekim uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. Nitekim bazı bilim adamları, karbondioksit, azot ve su buharından oluşan bir karışım ile aynı deneyi tekrarladılar, ancak tek bir amino asit dahi elde edemediler.
Amino asitlerin oluştuğu iddia edilen dönemde oksijen miktarının evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta olduğu 3,5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileriyle ortaya çıkmıştır. Amino asitlerin oluştuğu iddia edilen dönemde oksijenle birlikte metan ve amonyak gazının da olduğu farz edilse bile bu sefer amonyağın oksijenle reaksiyona girmesi söz konusu olacağından ve reaksiyon sonrası sadece karbondioksit ve su oluşacağından yine amino asitlerin sentezlenmesi mümkün olmayacak idi.
Ayrıca o dönemlerde dünya yüzeyine evrimcilerin tahmininden on bin kat daha fazla ultraviyole ışınının ulaştığı tespit edilmiştir. Bu yoğun ultraviyolenin atmosferdeki su buharı ile karbon dioksiti ayrıştırarak amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta oksijen açığa çıkarması kaçınılmazdır. İlkel atmosfer ortamında oksijenin var olmadığı varsayılsa bile bu takdirde dünyayı ultraviyole ışınlarından koruyan ozon tabakası oluşmayacak ve bu ışınlara maruz kalan amino asitler yine parçalanacak idi. Neticede oksijenin varlığı da yokluğu da amino asitlerin oluşumunu imkansız kılmaktadır.
Canlıların yapısında (DNA hariç) sol elli amino asitler kullanılmakta iken, Miller deneyinde bol miktarda sağ-elli amino asit ortaya çıkmış ancak sol elli amino asit çıkmamış idi.
Miller deneyindeki ortam, ayrıca canlı yaşamı için elverişli olmayan ve hatta amino asitleri dahi imha eden bir ortam idi. Deneyde amino asitlerin oluştuğu anda hemen ortamdan izole olmasını sağlayan “soğuk tuzak” isimli bir mekanizma kullanılmış idi. Bu mekanizma kullanılmadığı takdirde ortamın koşulları bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecek idi. Hâlbuki ilkel dünya koşullarında elbette bu çeşit bilinçli düzenekler yoktu. Amino asitler oluşsa bile yine aynı ortamda hemen parçalanacaklardı.
Ayrıca ilkel dünya yüzeyinde bulunduğu bilinen ve amino asitlerin oluşmasını engelleyecek olan diğer maden ve mineraller de karışıma katılmamış idi.
Miller, ayrıca bu deneyde canlıların yapı ve işlevlerini bozabilecek pek çok organik asit de elde etmiş idi. Amino asitler izole edilmeyip aynı ortamda bırakılacak olsa idi bunlarla reaksiyona girip parçalanacak olması kaçınılmaz idi.
Tesadüfî Bilinç Yanılgısı
Evrimciler her canlıyı tesadüfî elektrik işlevleriyle çalışan robot görürler. Evrimciler, maddesel bedenden ayrı olarak ruhun ve canlılığın varlığını inkar etmek için bir kişinin kendine göre hayalleri, duyguları ve amacı olsa bile bütün bu düşüncelerin kişinin kimyasal yapısı ve fizik kanunları gereği elektriğin beyinde o şekil tesadüfen akmış olmasından kaynaklandığını, hayallerin ve amacın kişinin kimyasal yapısından bağımsız olamayacağını iddia ederler.
Bir kişi “Benim şu an kendime göre düşüncelerim, hayallerim ve amaçlarım olsa bile bütün bu düşüncelerim de mi beynimde o anda tesadüfen gerçekleşen bir elektrik akımı sonucu oluşmuştur?” diye soracak olsa “evet, özgürce düşündüğünü zannetsen de bütün düşünce ve hayallerin kimyasal yapın gereği olması gerektiği şekilde gerçekleşir, bütün düşünce ve hayallerin elektriğin beyninde o şekil tesadüfen akmış olmasından kaynaklıdır, hayallerin ve amaçların kimyasal yapından bağımsız olamazlar” şeklinde cevap verirler.
Madde yığını olarak düşünüldüğünde dahi canlı bedenin tesadüfen oluşması mümkün olmadığı gibi bedendeki hayatın da tesadüfen oluşması mümkün değildir. Organları hareket ettiren sinirsel faaliyetlerde elektriğin vasıta olma yönünden bir etkinliği söz konusudur, ancak canlılık, hayat, ruh, şuur, muhakeme ve duygular, canlının kimyasal yapısından ve elektriğin işlevlerinden çok öte fiziksel olarak açıklanamayacak bir boyuttur. Her canlı duygu ve amaç taşımaktadır. Ayrıca her canlı diğer canlılardan ayrı bir şahsiyet taşımaktadır. Bilincin karmaşık işlevlerini tesadüfî elektrik akımlarına dayandırmak açık yanılgıdır. Organları hareket ettiren sinirsel faaliyetleri elektrik vasıtasıyla düzenleyen de yine canlılık ve ruhtur.
Canlılardaki hayat sadece Yüce Yaratıcı tarafından yaratılır. Yüce Yaratıcıdan başka bir varlığın canlılık oluşturması mümkün değildir. Laboratuar ortamında amino asitler ve enzimler faraza hücre oluşturacak şekilde dizilse bile hiçbir kişi bu hücrede canlılık oluşturamaz. Laboratuar ortamında insan gibi düşünen bir canlılık oluşturmak ise zaten hiç mümkün değildir.
Yaratılışa ilişkin sebepleri kullanarak canlılığın oluşmasına vesile olmak ise yaratıcılık sayılmaz. Örneğin toprağa tohum ekerek bir ağacın yetişmesine vesile olan kişi ağacın yaratıcısı sayılamaz. Evlilik ile bir bebeğin doğumuna vesile olan kişi bebeğin yaratıcısı sayılamaz. Üreme hücresinin çekirdeğine (kendi kromozomunu çıkararak) aynı cinsten başka bir canlıya ait kromozomu yerleştiren ve bu sayede kromozomun ait olduğu canlının şeklen benzerinin üremesini sağlayan (kopyalayan) bilim adamı da kopyaladığı canlının yaratıcısı sayılamaz.
Toprağa bir tohum ekmesi ile orada bir ağacın büyümesine sebep olan ve bu ağacı (tanrının değil) kendisinin yarattığını zan eden cahil bir çiftçiyle, bir canlıya ait kromozomu bir üreme hücresine yerleştiren ve bu sayede bu canlının şeklen benzerinin üremesini sağlayan ve bu kopya canlıyı (tanrının değil) kendisinin yarattığını zan eden âlim bir bilim adamı arasında zihniyet bakımından hiçbir fark yoktur. Aynı zihniyeti temsil eden örnekteki iki kişiden cahil olanı da bilgin olanı da aynı yanılgı içerisinde sayılır.
Evrimsel Doğma
Materyalist bilim anlayışı, doğaüstü müdahalenin yani yaratılışın varlığını kabul etmeden hayatı açıklamayı en temel prensip olarak kabul etmiştir. Bu prensip kabul edildikten sonra en imkansız ihtimaller bile kolaylıkla kabul edilmektedir. Bu dogmatik zihniyetin örneklerini hemen hemen her evrimci çalışmada bulmak mümkündür.
“Bilinçli dizayn” teorisinin önde gelen isimlerinden Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe, canlılardaki “dizaynın” yani yaratılışın varlığını kabul etmemekte direnen bilim adamlarını şöyle anlatır:
“Son kırk yıl içinde, modern biyokimya, hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkardı. Bunun için harcanan emek ise gerçekten çok büyüktü. On binlerce insan, bu sırları bulmak için yaşamlarını laboratuardaki uzun çalışmalara adadılar... Hücreyi araştırmak için gerçekleştirilen tüm bu çabalar, çok açık bir biçimde, bağıra bağıra, tek bir sonucu veriyordu: “Dizayn!” Bu sonuç o denli belirgindi ki, bilimin tarihindeki en önemli buluşlardan biri olarak görülmeliydi... Bu zafer, on binlerce insanın sevinç çığlıklarıyla bu büyük buluşu kutlamalarına yol açmalıydı... Ama hiçbir kutlama yaşanmadı, hiçbir sevinç ifade edilmedi. Aksine, hücrede keşfedilen kompleks yapı karşısında, utangaç bir sessizlik hakim oldu. Konu halka açık bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim adamı bundan rahatsız oluyorlar. Kişisel diyaloglarda ise biraz daha rahatlar; çoğu keşfettikleri açık gerçeği kabul ediyor, ama sonra yere bakıp başlarını sallıyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlar. Peki neden? Neden bilim dünyası, keşfettiği büyük gerçeğe sahip çıkmıyor? Çünkü, bilinçli bir dizaynı kabul etmek, ister istemez Allah’ın varlığını kabul ettirmeyi çağrıştırıyor onlara.” (Harun Yahya’dan naklen Michael J. Behe, Darwin’s Black Box, New York: Free Press, 1996, s.232-233)
14.09.2018
0 yorum:
Yorum Gönder