23 Eylül 2018 Pazar

Kitap Tanıtımı: Toplumun Kuruluşu Etik

Toplumun Kuruluşu Etik, İktisat, Siyaset; Ümit AKTAŞ, Mana Yayınları, İstanbul 2016, ISBN:978-605-66665-2-0, 160 sayfa
  Hazırlayan: İsmail TANRIVERDİ
Bu eser toplum veya ferdi hayatın toplumsallaşma veya iktisadileşme, aile/cemaat olma veya devletleşme gibi seçeneklerde tercih hakkı bile kullanma fırsatı bulmadan nasıl sömürüye dönüştüğünü ele alır. Özellikle bu bağlamda kapitalizmi ve onun temel aracı olan faizi/riba ele alır. Kapitalizmin soy kütüğünü dünyanın kuruluşuna Habil-Kabil mücadelesine hatta Âdem’in cennetten ihracına kadar götüren yazar, insanın fıtratından soyutlanıp nasıl iktisadi bir meta haline getirildiğinin kritiğini yapar.
Bir giriş ve yedi ayrı başlık altında konuyu ele alan yazar, bize toplumun kuruluşu, temeli ve etiğin iktisat ve siyaset eliyle çoğu zaman nasıl arka plana itildiğini ve iğdiş edildiğini anlatır.

Yazar giriş kısmında özellikle son üç yüz yıldır iktisadi faaliyetlerin hayatı belirleme oranı neredeyse ahlak ve siyaset denli önem kazandı ve hatta daha da etkinleşti der. Kadim iktisadın sorunlarıyla ve öncelikleri ile sürdürülemeyen bir dünyada sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranmanın bir imkânı kalmadığı halde, içeriği çoktan değişmiş kavramlarla anlaşılmaya çalışmak, bir anlaşma sorununun ötesinde, hayali bir dünyada yaşamak ve bir yanılsamayı devam ettirmek gibi bir sorunla da malûl kılmakta bizleri. Bu durum ise ister istemez her şeyi yeniden ele almak, kavramları içeriklendirmek, yeni kavramları düşünce dünyamızı eklemek, değerleri yeni baştan değerlendirmek, sorunlarımızı anlamak ve çözümlemeye çalışmak gibi zorunlu bir yol haritası çıkarmayı ve hatta yeni bir düşünsel yolculuğa çıkmayı gerektirmektedir.
İslam dünyası, her ne kadar batı dünyasının bin yıllık macerasına dışarıdan da olsa bir şekilde iştirak etmiş olsa da, bu dünyayla aynı ideallere yönelmediği gibi, bu yolculuğa karşı ciddi itirazları bulunan yegâne dünya ve bu itirazların birçoğu da oldukça haklı gerekçelere dayanmakta. Ne var ki İslam dünyasında birçok mesele oldukça derme çatma bir üslupla ele alınmakta. Müslümanlar kendi tefekkürlerini derinleştirmedikleri gibi, bu tefekkürü kendi kaynakları kadar batıdaki Tefekkür ile de zenginleştiren olumlu bir tutumu da ortaya koyamamakta. Günümüzün Müslümanları, olumlu ve etken bir cehd hali içerisinde olmadıkları için, karşılaştıkları sorunlara aklı başında cevaplar üretme yetisini büyük ölçüde kaybetmiş durumdalar.
Yazar; “insan, aile ve mekan” başlığı altında Freud’un psikolojiyi cinsellik kurgulamasına bina ettiği gibi toplum sosyolojisini cinsellik kurgusu üzerinden izah etmeye çalışır. Toplumun dönüştürülmesini eril iktidar, dişil tebaa üzerinden okur. Tüm toplumun iktidar karşısında mahremiyetini yitirdiği, salt bir üretim tüketim ve savaş aygıtı haline geldiği bir cinsiyetsizleşmeye, daha doğrusu eril iktidar ile dişi(leştirilmiş)bir tebaa (toplum)’nın kuruluşuna yönelmektedir. Bu anlamda ensest (mahrem), kardeşlik toplumunun ihlali ve istismarı ve iktidarın onun üzerinde kuruluşu olarak, aile mahremiyetinin ihlali, daha doğrusu iktidarsal hiyerarşi karşısında aileye dayalı bir toplumun reddidir. Burada sadece iktidar/monark ve tebaa vardır; ya da fabrika/patron ve işçi, ordu/komutan ve asker. Aslında aile ya da kardeşlik toplumu, ancak baskıcı/baskılayıcı bir iktidarın (despotluk, kapitalizm vb) olmadığı yerde saf bir biçimde işler.
İnsanın Elbette ki en önemli etkinliği, ona bir insan olma vasfı kazandıran yanı olan düşünmesidir. Beşeri doğamıza ait olan akla karşı düşünmek, en aslî insanî niteliktir. Düşünmek insanı özgürleştirir ve sorumlu kılar. Ancak bu özgürleşme soyut koşullarda gerçekleşmez; yaşanılan somut toplumsal şartlar ve pratiklere bağlıdır. Günümüzde, bu şartlar içerisinde en fazla bağımlılık oluşturan yan ise, iktisadi faaliyetlerdir. Aslında bu, yani iktisadi faaliyetler, kadim toplumlar için günümüzdeki kadar bağımlılık oluşturmakta değildi. Daha doğrusu, günümüz dünyasında, kadim toplumlar için olağan ve sıradan yaşamsal pratikler olan barınma, giyinme, eğitim, savunma ve hatta yeme-içme gibi doğal yaşamsal faaliyetler büyük ölçüde parasallaştığından, ister istemez iktisadileşmiştir. Gündelik hayatın sürdürülebilmesinin ağırlıklı bir biçimde parasallaşmış olması, ister istemez hayatı iktisadi bir faaliyete dönüştürmüş, yani iktisadi değer üretme ekseninde yapılandırılmıştır. Karmaşıklaşan hayat ve refah, muhtaçlığı da arttırmış; bu ise, temelde özgürleşme (belki de refah ve konfor) amacıyla çıkılan bu yolu, özgürlük kaybı ile neticelenen bir bağımlılık ilişkisine dönüştürmüştür. Oysa Avustralyalı yerliler, günde ortalama iki saatlik bir çalışma ile hayatlarını idame ettirmekte, geri kalan zamanlarını ise, farklı toplumsal etkinliklerle geçirmektedir. 
Toplum olma doğal bilincin sonucu olmasına karşın, devlet toplumsal bilincin dışında bir efendi olarak yerleşir ve toplumdaki o doğal yapıyı ele geçirir. Devletsel mantıktan neşet eden kapitalizm üretim araçlarını sermayeleştirerek sayısallaştırır. Yani salt birer üretici ve tüketici haline getirilmiş atomlaştırılmış mekânsal ve toplumsal bağlarını yitirmiş olan robotlar haline getirir. Bunun örneği tıpkı Musa’nın halkının durumu gibidir: Mısır’da yani firavunun ülkesinde kayıtlı ve yerleşik olan halk, Sina’da yersiz-yurtsuz göçebelerdir. Oysa Mısır’da yurtsuzdurlar Burada ise onları mukimleştiren sürdürdükleri yolculuk ve içerisinde yurtlanacakları Tevrat ya da Kitap’tır. Onlar artık ehli kitap olan bir toplumdurlar ve Yahudilerin aslî yurtları, binlerce yıldır, işte bu kitaptır. Daha Habil ile Kabil arasındaki çatışmada, iktidar/güç mantığı ile hak ve adalete dayanan bir toplum (cemaat/aile) mantığının arasındaki çatışmanın ipuçlarını görürüz. Cemaat/aile, dayatması olmayan gönüllü kurallar bütünüdür ve daha fıtridir. Cemaat/aile olan toplum mekânı olmayan daha güçlü bir örgüt/devlettir. Şüphesiz ki cemaat, kuruluşu için devlet gibi bir coğrafyaya ya da mekâna muhtaç değildir.
Geçmiş İslam toplumları açısından doğru olan iktisadın toprak mülkiyeti ekseninde irdelenmesine karşı, toprak mülkiyetinin iktisadi öneminin azaldığı günümüzde dahi Müslüman iktisatçıların hala aynı ezberler üzerinden hareketleri, klişeleri aşamayan bir vukufiyetsizliği göstermekte.
Lenin, kapitalizmin 20. yüzyılın başlarında emperyalizm haline geldiğini ileri sürmektedir. Bookchin de Lenin’in sosyalizmin insanların lehine işleyen bir devlet kapitalizmi olduğu biçimindeki yaklaşımını eleştirir. Fabrika ile hapishane (toplama kampı) gibi bir proleter oluş, üç sistem (kapitalizm, sosyalizm, faşizm)için de aynı gerçekliğe hizmet eder. Kapitalist sistem açısından İrrasyonel olan aile cemaat lonca gibi yapılar parçalanarak atomize edilen (üretici) bireyler rasyonel bilimsel üretim aygıtlarına dönüştürülür. Kapitalist üretkenliğin akışına engel olan tüm sistemsel dokular yeni duruma uyumlu hale getirilir: sanat, din, ahlak, iktisat veya siyaset. Öyle ki bu gidişatın varacağı nihai durum, yapay (proleterleşmiş) insan(ımsı)larla (siborglar) özgür fıtri insanlar arasındaki keskin bölünme olacaktır.
 Toplumu belirtili kılan iktidarın, mekânıdır; onun savaşçıl ya da üretimsel mantığıdır. Bu mekânda ise akrabalık ilişkilerinin çapraz ve karmaşık örüntüsü değil, iktidar karşısındaki düzleştirilmiş bir itaatkârlık ve eşitlik durumu geçerlidir. Toplumsal mekân artık iktidarın üretim mekânıdır; cinsel ve iktisadi üretim, kısacası iktidarın üretimi. Cinsiyet ilişkisi ise artık fertler arasında değil, iktidarla toplum arasında kurulmaktadır: iktidarın eril bedeni ile toplumun dişil bedeni arasında. Toplumsal beden artık sadece üretici (doğurgan) bir bedendir. İktidar ise dölleyici ve egemen beden. Ensest yasağı ise, iktidarın egemenlik alanına, yani mahremiyetine girmemek, iktidarın kendisine verdikleri ile yetinmektir.
Devlet bireye sadece işleyen bir atom olarak bakar. Hatta bu atom bile, kapitalist üretim ilişkileri tarafından parçalanmış olup, artık kelimenin tam anlamıyla bir çekirdek aile hüviyetine dahi sahip değildir. Kur’an’ın aile, akrabalık bağlarını ve kardeşlik toplumunun gözetimini bu kadar sıkça vurgulaması boşuna değildir.
 Kapitalizmin temelini oluşturan atom nazariyesi ki onu da ortaya koyan kişi eski bir Yunanlı Demokritos’tur. Buna göre nasıl ki atom bölünüp ondan enerji çıkarıyorsa aynı şekilde aileyi de bölüp ona üretim yaptırmaktır. Aile bir kez kendi yerinden edilince ve araçsallaştırılınca, çocuk artık ailenin bütünlüğüne ait bir parça olmaktan çıkarak, bu üretimsel sistem için yetiştirilmekle yükümlü tutulan bir angarya ya dönüşür Bu da aslında kapitalizmin öngörmediği bir çıkmaza işaret eder. Ailenin zevk üretimi adına neslin üretiminden vazgeçmesi, yani yerine üretimsel sistemi sürdürecek kadar üretilmiş nüfus bırakmamasıdır.
İslam ise hayatın sürdürülmesi açısından, emeği (sosyalizm) ya da hazzı (kapitalizm) öne almaz; dolayısıyla da temel belirleyenler üretim ya da tüketim değildir. Öne alınan ise cehd/cihad, yani doğrudan insani faaliyet ve bu faaliyetin ortalama tutumu olarak iktisattır. Dolayısıyla hayat bir üretim-tüketim döngüsüne endekslenemez.  Aslolan, insanın aslî konumunu, yani özerkliğini koruyabilmesi; ve hatta özgürleşebilmesidir. Bu da aile ve cemaat gibi tabii ya da bilinç toplumlarında sürdürebilecek bir imkandır. Ancak bunun için de ailenin olsun, cemaatin olsun kapalı toplumsal yapılar haline gelmemesi gerekir. Aksi halde bu kez de insanın özgürlüğü bu yapılar tarafından baskı altına alınarak tehdit edilir.
Aile ile devlet arasındaki gerilim ise, İslam tarihinin daha en başlangıcından ortaya çıkmıştır. Hz. Ebubekir’in Peygamberimize ait Fedek arazisini, “peygamberler miras bırakmaz” sözünden hareketle devletleştirmesi üzerine, Hz Fatıma buna karşı çıkmıştır. Çünkü miras bırakılmayan şey “peygamberlik”tir. Aileye (baba’ya) ait bir hakkın miras bırakılmaması, aile hukukunu askıya alan bir aşırı yorumdur. Bu anlamda Şia’nın gerçek kurucusu Hz. Ali’den ziyade Hz. Fatıma’dır denebilir. Aynı şekilde Hz. Ali’nin akrabalıktan kaynaklanan yöneticilik hakkının da gözetilmesinde olduğu gibi; ki Ali’nin bu konuda bir ayrıcalığa sahip olmadığı savı doğrudur. Tıpkı yönetimin Kureyş’e hasredilemeyeceğinin de doğru olması gibi.
“Temsil ve mübadele” başlığı altında yazar, parayı ve ona atfedilen değerin ve bu mübadele esnasında artı bir değer olarak faizin işletilmesi gibi konuların temeline inmeye çalışır. 
İnsanlık şimdiye kadar İktisadi ve sosyolojik evrelerden geçmiştir bunlar: 1. avcılık toplayıcılık ve göçebe hayatı, 2. tarımsal yerleşik kültür ve şehircilik 3. bir de endüstriyel küresel kapitalist ekonomiler dönemi ve yine bunlara tekabül eden doğal mübadele, temsili mübadele ve sanal mübadele dönemlerinden söz edilebilir. Ekonomik hayat başta olmak üzere birçok konuda dolaysızlıktan dolaylılığa doğru bir geçiş söz konusudur. Bir nesnenin diğeri ile değiştirilmesi aslında her ikisini eşitleyen ya da eşit bir nesnede buluşturan bir işlemdir. Çünkü tam olarak temelde özdeş ya da eşdeğer değişimsel nesnelerin olması imkânsızdır. Her mübadele işlemi bir haksızlığa ya da bir kâra veya zarara ve dolayısıyla da işin özünde bir helalleşmeye veya rızaya dayanan bir ilişki biçimidir. Artık bu yönü unutulmuş olsa bile bu bir tür hediyeleşmedir.
“Allah’ın boyasıyla boyanmak” bu temelde çıplak olan beşeri temsili örüntüler yoluyla giyindirip insanlaştırmadır. Para da nesnelerin özünde olan değeri yani nesnelere atfedilmiş kazandırılmış ya da onlara giydirilmiş olan değeri temsil eder.
İdeoloji günlük hayatın işleyişine eşlik eder ve onu hem meşrulaştırır hem de ona kendisinde olmayan artı bir bilinç katar. Faiz ise olağan iktisadın yerinden edildiği bir toplumsallık da iktisadi işleyişte sermaye ile üretim-tüketim araçları arasında ki itibarî farkı kapatan borçluyu alacaklıya tabii kılan iktisadileştirilmiş olan sisteme kapitalistik bir bilinç katan artı bir değerdir. İdeolojideki bilinç siyasal iken faizdeki bilinç iktisadi/parasal bir bilinçtir.
Önceleri faizciliğin mekanı olan tapınaklar, giderek ticaret evine, ruhbanlar ise sermayedarlara dönüşecektir. Bu anlamda putlar egemenlerin siyasal iktidarlarının/ sermayedarların iktisadi güçlerinin ve ruhbanların dinsel tahakkümlerinin bir temsili veya tecessümüdür. Çok tanrıcılık, oligarşik ve hatta monarşik bir egemenlik biçimidir. Çünkü her panteonun bir baş putu vardır. Maalesef günümüzde bu tür bir dinsel karartma çabası doğrudan Müslümanlık adı altında da sürdürülmektedir. Çünkü tevhide dayanan her nebevî arınma çabası, daha sonra bu maskeyi takılanlar tarafından kendi egemenliklerinin ve sömürülerinin panteonunu inşa etme amacıyla kullanılmaktadır. En kötüsü de bu tür bir mistifikasyon yoluyla bu sömürülerin bir kader olarak içselleştirilmesi ve sömürülmekte olan kitlelerin akıllarını kullanamayacak bir şekle sokulmasıdır. Daha da kötüsü içerisine düşülmüş olgunun benimsenmiş hale gelmesi ki o zaman işte bu fetişist din, gerçekten de bir afyon olur (aşağıların aşağısı).
Para, biriktirilmiş emeğin bir temsilcisi olarak, mevcut dünyada var olan iktisadi değeri ya da gücü simgeler. Para, otomobil, cep telefonu hepsinde kendisinden öte bir anlam atfedilmesi vardır. Otomobil ya da cep telefonu gibi sofistike nesnelerin hiçbir zaman onu üretenler tarafından tam olarak künhüne varılmadığı gibi tüketenler tarafından da tam olarak bir ulaşım ya da iletişim nesnesi olarak algılanmaz, bunlar her şeyden önce büyülü birer itibar nesnesi ve kıstasıdır ve belirli bir yaşam dünyasına olan aidiyetinizi belirler. Tıpkı paranın da bir değişim nesnesi olarak algılanmaktan daha ötesi olması gibi. Paraya atfedilen büyü ya da gizem sadece ona eklenilen bir şey değildir, onda fetişleştirilen gizemin kendisidir. Sonuçta insanlar çıplak gerçeğe tahammül edemedikleri gibi, kendi tahayyülleriyle örüntülenmiş bir dünyada yaşamayı isterler. Para bir ticari temsil olmaktan bir piyasa aktörüne dönüştükçe belli değerlerin de atfedildiği bir şahıslaştırılmaya doğru evrilecektir. Para bir tasarruf ve spekülasyon aracıdır. Geleneksel kullanımıyla değişim aracı olarak tanımlanan para, aslında bir erteleme aracıdır, satış eylemiyle alış eylemini birbirinden ayırma aracıdır.
Yazar kitabın “kapitalizm, değer ve faiz” başlığı altında kapitalizmin kökenini, etkisi ve en önemli unsuru olan faiz üzerinde durur. Şeytanın vesvese verip kişiyi günaha sevk etmesi gibi günümüzde kapitalizmin de en büyük teşvikçisi şüphesiz ki reklamlardır. Reklam kişinin sürekli kulağına fısıldayıp aşırı tüketime yönelmesini sağlar. Sobbart’a göre modern kapitalizmin doğrudan Yahudi tefeciliğine ya da İtalyan şehir devletlerindeki ticari girişimlere dayanır. Weber’e göre ise Protestan kuzeye dayanır. Nietzsche’ye göre paranın başlıca işlevi ticareti kolaylaştırmak değil borç yaratılması yoluyla suça teşviktir.
Hayat yaşamsal somutluluğundan dijital ağlarım soyutluğuna doğru savrulmaktadır. İnsanların somut ilişkileri parçalanarak kentsel hızın içerisinde karşılaşmalara ve hatta çatışmalara dönüşmekte insanlar mekan duygusunu yitirerek hız döngüsü içerisinde devinmektedir. AVM’lerin kapalı mekanına tıkanan hayat, gökyüzünün altındaki kadim dünya yerine yapay ışıkların altındaki daralmaya uğramaktadır. Cennetle cehennemin arasındaki ayrımı belirsizleştiren bu yapay mekan, belli bir ütopik durumun rahatlıkla distopyaya çevrilebilecek.
Toplumsallığın yeni enerjisi artık proleterleşmiş tüketicinin enerjisidir bu yaygın olguyu bilişsel ve duygusal proleterleşme süreci olarak tarif edebiliriz bu süreçte bildiklerimizi kaybediyoruz, becerilerimizi yaşama bilgilerimizi kuramsal düşüncelerimizi kaybediyoruz ki bunlar olmadan hiçbir şeyden tat da alamayız. Kapitalizm sadece üreticileri değil tüketicilerin de dikkatini ve enerjilerini ele geçirmeyi mümkün kılarak sadece pratik becerilerini değil yaşam bilgilerin de imha ederek proleteriştirir.
Teknolojik gelişmeleri doğrudan kapitalizmin ürünü olarak görmek bir yanlış okumadır ama bu buluş ve gelişmelerin kapitalizm tarafından sömürüye dayalı bir biçimde geliştirildiği ve kullanıldığı da açık bir gerçekliktir. Bu bağımlılık ilişkisi bir anlamda tarımsal üretim dönemindeki kölelik uygulamasının yeniden üretilmiş bir biçimidir. Aslında köleliğin kaldırılması somut emek sürecinden soyut emek sürecine bir geçiş ya da tarımsal iktisattan sınai iktisada geçişin bir zaruretiydi. Çünkü kapitalizmin bir üreticiler ordusu kadar bir tüketiciler ordusuna da ihtiyacı bulunmaktadır ve esasında günümüz piyasası da budur. Kapitalizm emekçilerin önüne iki seçenek koyar, genel ve soyut ilkeler yani putlar bir de somut ve yararlı mallar yani fetişler, kapitalizmin insan hakları programı da putlarla fetişler arasında sıkışmış kalmıştır. İnsanlar da pazarlanabilen diğer nesneler gibi paketler halinde eğitilerek okullarda ya da iş yerlerinde ya da eğitimsiz kol gücü olarak köleler işçiler göçmenler sözgelimi Almancılar gibi kapitalist topoloji tarafından emilen emekçiler çalışma pazarlarına servis edilmiştir. Aynı zamanda insanların haz nesnelerine bağımlı tüketici birer asalak haline getirilmeleri ise kapitalizmin tüketimsel açıdan da güvencesini sağlayacaktır. Bununla beraber kapitalizm emeği nesneyi parayı eşyayı hatırayı kutsalı fetişize etmektedir. Kapitalizm paraya bir meta vasfı atfederek ona aslında kendisinde olmayan bizzat bir artı değer kazandırır, bu aynı zamanda fetişist bir tutumdur ve dolayısıyla da para sırf bu nedenle bile olsa kapitalizmin tanrısıdır.
Kapitalizm dünya iktisadi hayatının yegâne hâkimi olarak devam mı edecektir? Şüphesiz ki hayır. Gelir dağılımındaki adaletsizlikler ve dolayısıyla sınıfsal ve küresel uçurumlar da yıkımın sebebi olabilecektir. Bir başka ihtimal ise bir türlü ehlileştirilemeyen (kapitalistleşme anlamında) İslam dünyasının sahici bir alternatif üretime becerisine ulaşabilmesidir.
Faizin ekonomik açıdan geçerli olabilecek yegâne gerekçesi para tarafından temsil edilmekte olan biriktirilmiş emek-zamanının toplumsal zenginliğin kiralanması ya da satılmasıdır. Toplumsal zenginlik toplam mal ve hizmetlerin bütünüdür, para ise buna tekabül eden değerdir, ama faiz buna bir fazlalık olarak girer ve toplam zenginlik içerisinde bir karşılığı olmayan bir niceliği bu bütünlüğe ekler. Bu ise toplumsal zenginlik ile onu temsil eden değer arasında bir asimetri yaratır. Faiz oranının ise (psikolojik açıdan) elde tutulan paranın harcanması yerine bunun geleceği ertelenmesi arasındaki geleceğin şimdiye tercihi tarafından belirlendiği ya da borç verilen paranın riskine dair bir bedel olduğu da söylenir ya da doğrudan bir kazanma biçimidir; sermayenin ya da ölü emeğin bir kazanımı. Parayı kendinde bir kıymet haline getiren emek-zamanın parada biriktirilmiş olması ise başlı başına bir sorundur. Çünkü zaman geri dönüşsüz bir sistemdir ve anında kullanılmak zorunda olan yegâne şeydir. Onun dışındaki her şeyi bir şekilde biriktirmek veya saklamak mümkündür ama zamanı saklayamazsınız.
Geçmişten gelen servet otomatik olarak hızlı büyür çalışma gerektirmez. Çalışma ile elde edilen, tasarruf edilen servet ise ona kıyasla daha yavaş büyür. Bu da kaçınılmaz olarak geçmişte yaratılmış eşitsizliklere dolayısıyla da mirasa ölçüsüz ve süreklilik arz eden bir önem kazandırır. Kapitalizme imkân sağlayan da budur yani toplumun alt katmanlarıyla paylaşılmaksızın biriktirilen ve yatırıma ya da ranta dönüştürülen sermayedir. Dolayısıyla bu sermayede yoksulların hakkı vardır. Aslında zekât bunun en doğal ve İslami çözümüdür. Ama bu çözümü günümüzde Müslümanlar bile uygulamamaktadır. Oysa Fazlur Rahman’a göre zekat, sadece biriktirilmiş servetten değil sahip olunan tüm mal varlığından alınmalıdır ve zekattan da öte yoksulluğun giderilmesi devlet kadar toplumun da görevidir. Dolayısıyla yoksulların gözetimi ve yoksulluğun bertarafı ile ilgili ayetler birer tavsiye değil emirdir.
Keynes’e göre paranın önemi, şimdi ile gelecek arasında bir bağ olmasından kaynaklanır. Bu yani geleceğin şimdileştirilmesi ve şimdide kullanılabilir bir hale getirilmesi, bir anlamda itibaren ya da krediye dayanan bir kullanım olarak, toplumsal tahayyüllerin çalınması veya istismarıdır. Bu yolla kapitalizm ölü soyuculuğundan tahayyüllerin ve ceninlerin de soyuculuğuna geçmektedir. Yani çocukların geleceğini çalmaktadır.
Faizi biriktirilmiş emeğin bir karşılığı olarak düşündüğümüzde ise sorun buna sabit ve standart bir getiri uygulanmasıdır. Bu ise bankacılık sisteminin zorunluluğudur. Ortak havuza toplanan sermaye belli bir ücretle kiraya verilmekte bundan bankacılık da kazanmaktadır. Buna alternatif katılım biçimi olmalıdır. Bunun dışında küçük sermayeler içinde ortak ve ayrı bir havuz oluşturulabilir ve buna da bir tür güvenilir kuruluşlar aracılık yapabilir.
Eğer günümüzde, kitle toplumlarının tüketicileri mutsuzlarsa, bunun asıl nedeni tüketicilerin bu nesneleri dünyevileştiremeyecek hale gelmiş olmaları, bu açıdan aciz olmalarıdır. Kullanım imkânsızlığının yeri müzedir bu anlamda dünyanın müzeleştirilmesi günümüzde tamamlanmış bir eylemdir. Müzede kapitalizm ile din arasındaki benzerlik daha da belirgin bir hale gelir. Tapınaktaki insanlara bu güne denk düşen figür, müzede yabancılaşmış bir dünyada huzur bulmadan seyahat edip duran turist figürüdür. Bu nedenle kapitalist dinin merkezi ve mihrabını ve kültürünü temsil ediyor olduğundan turizm günümüz dünyasının en önemli endüstrisidir. Benzer bir müzeleştirme biçimini günümüz tapınaklarında da görebiliriz. Kilise cami ya da Budist tapınaklarının ihtişamı buraları ister istemez turistik şehir nesnelerine yani birer müzeye dönüştürmekte ve hatta bizzat bu mekânların ihtişamı altında ezilen ibadet, bu mekânları ister istemez birer seyirlik nesneye dönüştürmektedir. Oysa Allah’a yapılan en içtenlikli ibadetler Allah ile insan arasındaki nesnelerin en geçirimli olduğu mekânlardır; peygamber mescidi gibi. Bu bağlamda insanlar küçüldükçe kubbeler yükselecek, dolayısıyla ibadethaneler Tanrının değil de insanın ihtişamını yansıtan suretlere dönüşecektir.
“Üretim ve bölüşüm modelleri” başlığı altında yazar, gelir adaletsizliğinin oluşturduğu toplumsal kırılmalara ve bunun temel nedenlerine inmeye çalışır. Ve yine çözüm önerisi olarak İslam’ın evrensel bölüşüm ve yardımlaşma modelleri üzerinde durur. Egemenler oldukça geniş alanları ele geçirip, mustazafları ve mahkumları giderek daha da dar yerlere kapatarak, özgürlükleri kadar yaratıcılıklarını da ellerinden alırlar. Yaratılan bu eşitsizlikçilik, giderek büyüyerek belli sınıfsallaşmalara yol açar. Öyle ki neredeyse aynı toplumsal şartlar içerisinde farklı toplumsal uzaylar (topolojiler) ortaya çıkar. En zengin yüzde bir, servetin beşte ikisine; en zengin yüzde yirmi ise yüzde seksen beşine sahip…  Eşitsizlikler arttıkça ise, bu güçlüler grubu güçlerini bu toplumsal eşitsizliği arttırma yönünde kullanmaktadır. Eşitsizlik arttıkça ise toplumsal adaletsizlik kadar verim de azalmakta ama toplumsal çatışmalar artmaktadır.En zengin yüzde onluk kesimin sahip olduğu sermaye ve mülkiyet toplumsal zenginliğin yarısı civarındadır ve bu oran giderek daha da artmaktadır. ABD’de biraz daha fazla, Avrupa’da biraz daha az olmak üzere; eşitsizlikler açısından ise en kötü Afrika’yı ABD izlemektedir İran ve Türkiye de ABD’ye yakındır. Avrupa biraz daha iyi, en iyisi ise İskandinav ülkeleridir.
Peki, bu eşitsizlik karşısında ne yapılabilir? Öncelikle servetlerin dayandığı siyasal imtiyazlar ve kayırmacılıklar önlenmeli, insanlığın ortak zenginliğine kişisel el koymaların önüne geçebilmek için tabiatın ve kaynakların istismarına müsaade edilmemelidir. Yine büyük şirketler tabiattan yararlanma ve hâsıl olunan kirliliklerin telafisi için ilave ödemelerle yükümlü tutulmalı ve neden olunan tahribatlar mutlaka telafi ettirilmelidir. Öte yandan servetlerin aşırı birikiminin önüne geçmek için sözgelimi şirketlerin mal varlıklarıyla kişisel mal varlıkları ayrılmalı ve şirketlerin mal varlıkları mirasla devredilmemelidir. Ayrıca ortalama bir gelir ve varsıllık seviyesini aşan servetlere uygulanan vergi miktarları arttırılarak bu kazanımların toplumla paylaşılması sağlanmalıdır.
Kapitalist bir iktisadın temel koşulu sınırsız ve sorumsuz bir üretim hırsı ve tüketim arzusudur. Daha doğrusu bu tür bir hırsın ve arzunun yaratılmasının ve kışkırtılmasının mubahlığı meselesidir. Beri yandan kapitalizm ile olağan ticariliği ayıran, paranın bizzat bir kazanç nesnesi haline getirildiği şu tefeci sermayenin etkinliğidir. Bütün tekeller siyasi temellidirler. Siyasi desteğe sahip olmadan, hiç kimse ekonomiye hakim olmayı onu bastırmayı piyasa kuvvetlerini sınırlandırmayı asla başaramaz. Piyasaya girişin önüne gayr-i iktisadi engeller koymak, aşırı fiyatlar empoze etmek, insanların acilen ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın almalarını sağlamak kuvvet getirir, siyasi bir otoritenin kuvvetini. Bugünkü inşaat sektörü gibi…
“Adalet ve dağıtım” başlığı altında yazar, insan ve toplumun iktisadi değeri üzerinden tanımlanmasının ortaya koyduğu çarpıklığı anlatır. Çünkü insanlar bu haliyle birer kemiyet olmaktan öteye gidemez. Bu anlamda Aristo, insanı iktisadî değil toplumsal bir varlık olarak tanımlar. Düşünen sadece devlet ya da seçkinler olursa, bu toplum ancak devletin, seçkinlerin ya da parasal kazanımlar yoluyla etkinleşen kapitalistlerin bir toplumu olabilir; özerk ve bilinç sahibi şahsiyetlerin oluşturduğu bir toplum ya da bir cemaat değil. İnsanın varoluşunun da kendi antolojisinden koparılıp üretim /tüketim mübadele koşullarına teslim edilmesi anlamına gelmektedir ki bu bir serbest piyasa efsanesinin eşlik ettiği Darwinist rekabetçi sistem, insan ilişkilerinin doğallığının kapitalist bir piyasa tarafından ele geçirilme çabasından başka bir şey değildir. Aslında rekabetçilik bile bir propaganda biçimidir. Oysa piyasaları elinde tutan rekabetçi koşullardan ziyade, çoğu kez devletler tarafından desteklenen ve beslenen tekelci şirketlerdir. Bu piyasa ise sadece sunduğu avantajlar açısından değil, özellikle ürettiği bir serbest piyasa ideolojisi ve reklamların büyüsüne dayanan kışkırtma yöntemleriyle egemenleşir tüketimin kışkırtması ve üretimin ucuzlatılması, piyasaların ele geçirilmesi ve sömürünün temel şartlarıdır. Bu sisteme tabi olan tüm canlılar yeryüzünün birer zenginliği değil birer üretimsel aracıdır artık. Teknolojiye tapınmanın getirdiği daha ileri bir boyut ise kendisine kendisinin Tanrı olacağı bir dünya inşa etmektir.
“İslam iktisadı” ifadesi Mevdudî tarafından icat edilmiş bir tanımlama, ancak bu, İslam dünyasında üretmeye çalışılan taklitçi bir ikame mantığının umutsuz çabalarıdır. Belki öncelikle teknoloji alanında başlayan bu ötekine benzeme ya da düşmanın silahıyla silahlanma çabası, bir süre sonra ister istemez rasyonel temeline oturacak ve bu benzeşme çabası zihniyet dünyasına da yayılacaktır. Ama bu belli bir stratejiye mebni olmayan sıradan bir taklitçiliğin ötesine geçmeyecektir. İslam dünyası tarihinin en başından beri iktisada toplumsal hayatın bir işlevi olarak hak ettiği ölçüde bir yer verdiği gibi, idealize ettiği toplum açısından da olumlu bir değer atfetmiştir.
İslam, iktisadın temellerini şunlara bina eder: başkasını zarara uğratmamak, haksızlık etmemek, sömürmemek ya da kendi emeği ile yaşamak, kazancını bölüşmek, yoksulları gözetmek, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, arzı imar ve nesli ıslah etmek. İslam açısından iktisada atfedilen ehemmiyet elbette ki, öncelikle ahlaki bir toplum oluşturma çabasının bir parçası olması hasebiyledir. Dolayısıyla iktisada yaklaşımı bir kalkınmacılık, iktisadi refah ya da düz anlamdaki bir ekonomik eşitlikten ziyade, dayanışmacı ve paylaşımcı bir toplumun teşekkülü içindir. Temel olarak insanların aç açık ve muhtaç kalmasını engellemek, sömürüyü ve haksız kazancı önlemenin gerekliliğidir. Cebri olarak kurulmayan eşitçilik ise paylaşım ve dayanışma yoluyla gözetilir. Amaç ise, toplumsal uçlar arasındaki mesafenin açılmasının olabildiğince engellenmesidir. Eşitlikçi bir düz mantık özünde mümkün bir adaletin imkânına karşı da safdil bir karşı yaklaşım içindedir. Mutlak anlamdaki bir eşitlik ise ancak aynı tezgahtan çıkmış olan robotlar için söz konusu edilebilecek ütopik bir hayaldir.
İslam’ın esas tuttuğu, herkesin asgari yaşama koşullarının sağlanmasının toplumsal bir yükümlülük olduğudur. Toplumlarda sosyal tabanlar arasında zengin fakir arasında sürekli bir iletişim kanalı olmalı yoksa fay hattı büyür ve sosyal depremlere yol açar. İslam temel de ırkların dillerin ve ekonomik düzeylerin farklılığını birer iletişim vasıtası (zenginlik) sayar. Faizin ortadan kaldırılabilmesi için ise öncelikle toplumun hazır hale getirilmesi gerekir. Bu da kardeşliğin yayılması ve kapitalist mantığın ortadan kaldırılmasıyla olur. Toplum iktisadi olmaktan çıkarılıp, ahlaki toplum haline getirilmelidir. Faizsiz bankacılık sadece bir kelime oyunudur tefeciliğin farklı bir versiyonudur. İslam’a uygun olan ise (Eminevim gibi) ortak sermaye havuzlarının oluşturulup adaletli bir finans kaynağı olarak kullanılmasıdır. Şu anda mevcut İslam fıkhı faize karşı gerçek bir çözüm yolu üretememiştir. Osmanlı’da faiz örtülü bir şekilde vardı. İslam toplumunun ekonomik yapısı Kur’an öğretisine göre, zekatın farz oluşu ve faizin haram oluşuna bina edilmiştir. Ancak uygulama konusunda İslam dünyası bazen göz yumma, bazen de daha güçlü ekonomiler karşısında öğrenilmiş bir çaresizlik halinden çıkmamaktadır.
                                                                   

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar