OSMANLI
DEVLETİNDE CEMALÎLER OKULU: CEMAL HALVETÎ VE ZENBİLLİ ALİ CEMALÎ EFENDİ
Dr. Öğr. Üyesi Ramazan Ata
Özet
XV-XVI. asırlarda Osmanlı Devleti’nde her alanda
olduğu gibi ilim, fikir ve tasavvuf alanında da zirve dönemi yaşanmıştır. Biz
bu çalışmamızda dönemin iki köşetaşı diyebileceğimiz, Halvetîliğin Cemalî
kolunun kurucusu ve Anadolu’yu Şiileşmekten kurtaran en önemli şahsiyetlerden
olan Cemal Halvetî’nin Tefsir Risalesi ile yeğeni olan dönemin şeyhülislamı ve
Kanunî dönemi kanunnamelerinin düzenleyicisi Zenbilli Ali Cemalî Efendi’nin
Nasihat Risalesi’nin bir karşılaştırmasını yapmaya çalışacağız. Böylece bu
zirve dönemde ilimle tasavvufun elele vererek ideal insanı nasıl yetiştirdiğini
ortaya koymak için gayret göstereceğiz. Osmanlı Devleti yükselme ve zirve döneminde,
pek az istisnalar hariç insanların maddi ve manevi yönden eğitimi için medrese
ile tekkeler arasında uyumlu bir birliktelik kurmuştu. İnsan-ı Kamil olmanın
yollarını ortaya koymaya çalışan her iki âlim de farklı yöntemlerle aynı sonuca
varmışlardır. Değerler eğitimi bakımından baktığımızda, medrese-tekke-zaviye
bağlantısı koptuğu andan itibaren Osmanlı Devleti gerilemeye başlamıştır.
Anahtar
Kelimeler: Cemalîler, Cemal Halvetî, Zenbilli Ali Efendi, Halvetîlik.
SCHOOL OF CEMALÎ IN OTTOMAN
EMPIRE: CEMAL HALVETÎ AND ZENBILLI ALI CEMALI
Abstract
In 15th and 16th centuries
Ottoman Empire reached the top in the fields of science, thought and tasawwuf
like many other fields. This study is about the comparison of two masterpieces
of the period, one of the masterpiece is Kur’an Commentary Booklet of Cemal
Halveti who was the founder of Cemalî School of Halvetisim and one of the most
important figures saved Anatolia from Shiite and the other masterpiece is
Advice Booklet of Zenbilli Ali Cemalî Effendi who was the Sheikh ul Islam of
the period and the arranger of statute laws of Suleiman the Magnificent. Thus,
in this study it will be discussed that how ideal individual could be grown up
by science’s and tasawwuf’s cooperation in the period. During its growth and
peak period Ottoman Empire managed to build a union between madrasa and Islamic
monetary in order to provide an education for the citizen both materially and
morally. Both of the scholars who tried to define the way that would take the
individual to the degree of perfect human being reached to same point even they
used different methods. It is seen that in terms of value education Ottoman
Empire started to decline stage when they abandon the connection between
madrasa, Islamic monetary and small Islamic monetary.
Key Words: Cemalis, Cemal Halvetî, Zenbilli Ali Effendi,
Halvetîsm.
GİRİŞ
Osmanlı Devleti
kuruluşundan sonra devletleşme sürecine girdiği I. Murad döneminden Fatih
dönemine kadar Çandarlılar ailesinin siyaset felsefesinin yörüngesinde
ilerlemiştir. İstanbul’un fethinden hemen sonra Çandarlı Halil Paşa’nın değişik
iftiralarla idam edilmesiyle yönetim büyük oranda devşirmelerin eline
geçmiştir. II. Bayezid döneminden itibaren Cemalîler ailesinin etkisi
hissedilmeye başlanmıştır. Anadolu’da kapsamlı bir değerler eğitimi ve buna
dayanan siyaset felsefesi alan ismini zikrettiğimiz bu ailenin fertleri
işbirliği içinde hareket ederek Osmanlı Devleti’nin zirveye çıkmasında önemli
görevler yerine getirmişlerdir. Aksaray daha sonra sadrazam da olacak olan
İshak Paşa tarafından 1470 yılında yapılan Karaman seferi sonrasında Osmanlı
Devleti sınırlarına kalıcı olarak katılmış ve Cemalîler ailesinin önemli bir
kısmı İstanbul’a götürülmüştür.
Cemalîler ailesi,
Osmanlı Devleti’nin zirveye çıktığı dönemde ilmî, idarî ve dinî alanlarda
önemli hizmetlerde bulunmuştur. Nasıl Bermekîler ailesi dönemi Abbasilerin,
Nizamülmülk ailesi dönemi Selçukluların zirve dönemleri ise, Cemalîler ailesi
dönemi de Osmanlıların zirve dönemidir. Cemalîler dediğimiz aile Hz. Ebubekir
ve Fahreddin Razî neslinden gelerek, 1389 yılında Aksaray’da vefat edip Ervah
kabristanında medfun bulunan Cemaleddin Muhammed Aksarayî hazretlerine
dayanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin zirve döneminde, Cemal Halvetî (ö. 1494)
tasavvuf alanında, oğlu Pîrî Mehmed Paşa (ö. 1532) idare alanında, yeğeni
Zenbilli Ali Efendi (ö. 1526) ise ilmiye alanında Osmanlı Devleti’ne ve padişahlarına
yön vermişlerdir. Bu ailenin fertleri, II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî
dönemlerinde toplum ve devlet adamına önemli bir canlılık getirmişlerdir.[1] Hoşgörü medeniyeti
diyebileceğimiz bu düşüncenin temel taşlarını dinî, tasavvufî ve siyasî alanda
çizenlerin en etkililerinden birisi II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde
yaşayan Cemalîler ailesi olmuştur.
Bildiğimiz
gibi Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’nin külleri üzerinde ve
Moğolların her yönden gerilettiği insanların omuzlarında doğmuş ve
yükselmiştir. Her yönüyle Selçuklu Devleti’nin devamı olan Osmanlı Devleti’nin
kısa sürede beylikler arasından sıyrılıp sivrilmesinin nedeni askeri başarısı
kadar üstün dehası ile kurup geliştirdiği devlet teşkilatına da dayanır. Osmanlı Devleti’nin yükselme dönemi için
Çandarlılar ailesi ne mana ifade ediyorsa, zirve dönemi için Cemalîler ailesi
de o manayı ifade etmektedir. Bu ailenin genetiğini çözmek Osmanlı klasik
döneminin yönetim şifrelerini de çözmemizi sağlayacaktır.
Açıklanması
gereken önemli bir mesele de, Aksaray orijinli olan Cemalîler ailesinin
neredeyse hepsinin yolunun Amasya’dan geçmesidir. Cemalîler ailesi için Amasya
şehrinin önemli hâle gelmesi Cemaleddin Aksarayî döneminde olmuştur. Cemaleddin
Aksarayî samimi arkadaşı Şadgeldi Paşa’nın daveti ile oraya gitmiş ve onun
bağımsızlığını ilan etmesinden vefatına kadar yaklaşık 20 yıl (1361-1381) orada
kalmış ve önemli görevlerde bulunmuştur. Burada Amasya ve Tokat civarının
dikkat çekici bir özelliğini hatırlamakta yarar vardır. Bildiğimiz gibi bu
şehirler Türklerin Anadolu’daki ilk yerleşme bölgelerinden olmuştur. Tokat ve
Amasya o dönmede Danişmend ili olarak bilinip Türkmen ağırlıklıydı. Daha doğu
taraflar ise başta Malatya olmak üzere kozmopolit bir yapıda ve Farisi
özellikler taşıyordu.[2] Bunun yansımasını
1240’larda bu bölgede çıkan Babailik isyanında daha iyi görüyoruz.
Amasya
şehri dedelerinden dolayı daha sonraki dönemde de Cemalîler ailesi için bilinir
olmuştu. Cemaleddin Aksarayî döndükten sonra da burada bazı akrabaları
kalmıştır. Bunun yanı sıra Amasya şehrini tekrar Cemalîler ailesi için çekici
hâle getiren bu şehrin Osmanlı Devleti’nin şehzadeler şehri olmasıdır. Bazıları
tarafından söylendiği gibi bu durum, Aksaray, Osmanlı Devleti sınırlarına
katıldıktan sonra zorla nakil ve iskânla olabileceği gibi, özellikle II.
Bâyezid döneminde, onun ilme ve âlime değer veren şahsiyetinden dolayı
Amasya’nın bilgi ile uğraşanlar için cazibe merkezi olmasından dolayı olabilir.[3] Bu durumu Pîrî Mehmed
Paşa’nın babası Cemal Halvetî’nin şeyhi tarafından bu şehre gönderilmesi
desteklemiştir. Bundan dolayı bu ailenin okumuşlarından bazıları 1470 yılından
sonra Amasya şehrine gitmiş olmalıdır. Amasya’da mühim görevlere getirilmeleri
de bu durumu desteklemiştir.
II.
Bâyezid’in padişah olmasıyla durum değişmiş, aile üyeleri Aksaray, Karaman ve
Konya’nın eski önemini kaybetmesinden dolayı İstanbul’a gitmişlerdir. Şehzade
Ahmed’in valiliği sırasında Şiiliğin etkisinin artması hatta Cemalîler
ailesinden ve Zenbilli Ali Efendi’nin kardeşi Muhyiddin Mehmed Çelebi’nin 1509
yılında bir karışıklık sırasında Şiilik karşıtı vaazları nedeniyle öldürülmesi
İstanbul’a göçü iyice hızlandırmıştır.[4] Bu kısa girişten sonra
Cemal Halvetî’nin “Tefsir Risalesi” ve Zenbilli Ali Efendi’nin “Nasihat
Risalesi” isimli eserlerinin açıklamasına ve Klasik dönem Osmanlı medeniyeti
açısından önemine geçebiliriz.
I. CEMAL HALVETÎ VE TEFSİR RİSALESİ
Cemal Halvetî, II. Bâyezid döneminde yaşamış çok
yönlü mutasavvıflardan birisidir. Fatih, İstanbul’u fethedince şehri
maddi-manevi yönden imar etmek için birçok gayretlerde bulunmuş, bu çalışmalar
Fatih’in oğlu II. Bâyezid döneminde de devam etmiştir. II. Bâyezid kendisi de
tasavvufa meyilli olduğu için özellikle mutasavvıf şeyh ve müritlerinin
İstanbul’a getirilmesine özel bir gayret göstermiştir. Mutasavvıfların
yerleşmesi için padişah ve ileri gelen devlet adamları gerekli dergâh, zaviye
ve tekkeleri kurmuşlar, aslen Aksaraylı olan Cemal Halvetî de bu imkândan
faydalanan tarikat ileri gelenlerinden birisi olmuştur.
Cemal Halvetî çoğunluk tarafından kabul edilen görüşe
göre Aksaray’da doğmuştur. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. XV. asrın
ikinci yarısında yaşamıştır ve Halvetiyye tarikatının Cemaliyye kolunun
kurucusudur. Asıl ismi Ebu’l Fuyûzat Muhammed b Hamidûddin b. Mahmud b.
Muhammed b. Cemaleddin Aksarayî olup ilk eğitimini Aksaray’da aldıktan sonra
manevi ilimlerde daha ilerlemek için Karaman’a gitmiştir. Burada Karamanlı
Karabaş Veli’den maddi ve manevi ilimlerde eğitim alıp derinleşmiştir. Karaman’dan
sonra bir süre Konya’da da eğitim görmüş ve buradan İstanbul’a gitmiştir.[5]
Burada medreselerde eğitimini almış ve
müderris dercesine ulaşmıştır. Fakat bütün bunlar onu tatmin etmemiş, manevi
ilimlerde derinleşmek için müderrisliği ve İstanbul’u terk etmiştir. Bir rüya
üzerine, manevi ilimlerde derinleşmek için dönemin önemli Halvetî şeyhlerinden
Yahya Şirvanî’nin bulunduğu Bakü’ye gitmek üzere yola çıkmıştır. Bakü’ye
vardığı zaman Yahya Şirvanî’nin öldüğünü görmüş ve onun cenazesine katıldıktan
sonra yine onun manevi işareti ile ileri gelen halifelerinden Muhammed
Erzincanî’den ders almak üzere Erzincan’a gitmiştir. Bir süre Muhammed
Erzincanî’den manevi ilimlerde ders aldıktan sonra irşad faaliyetlerinde
bulunmak üzere Tokat-Amasya bölgesinde görevlendirilmiş, bir süre Tokat’ta
bulunduktan sonra Amasya’ya gitmiştir.
Cemal Halvetî’nin asıl tanındığı ve Osmanlı manevi
hayatında etkisinin hissedildiği dönem, daha sonra Osmanlı padişahı olacak olan
II. Bâyezid ile tanıştığı Amasya ve sonrası dönem olmuştur. Amasya’da vaktiyle
Pir İlyas’ın bulunduğu zaviyeye yerleşmiş, Gümüşoğlu tekkesinde kısa süre durup
buradan Hoca Sultan tekkesine geçmiştir. Hoca Sultan tekkesinde iken Şehzade Bâyezid
ve onun kapıcıbaşısı Koca Mustafa Paşa ile tanışmıştır. Şehzade Bâyezid’in en
fazla itibar ettiği yakın çevresi içinde yer almış, II. Bâyezid padişah
olduktan bir süre sonra kendisini irşad faaliyetlerinde bulunmak üzere
İstanbul’a çağırmıştır. Bunun üzerine Cemal Halvetî 1485 yılında İstanbul’a
gelmiştir.[6]
İstanbul’da
1486 yılında Koca Mustafa Paşa tarafından kendisi için yaptırılan dergâha
yerleşmiş, daha sonra bu dergâh II. Bâyezid’in de uğradığı önemli manevi eğitim
merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Cemal Halvetî iyi bir muhaddis ve
müfessir olduğu kadar aynı zamanda iyi bir şairdir. Mutasavvıflar arasında onun
kadar eser yazana çok az rastlanmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazdığı
tasavvufî içerikli tefsir ve hadis eserleri ile dikkat çekmektedir.[7] 40 hadis şerhleri ve bazı
sûre tefsirleri vardır. Ayrıca tasavvuf ve sûfilikle ilgili önemli eserleri
vardır. ”Risale-i Sûfiyye” isimli eserinde sûfi adabından bahseder.
1485 yılında II. Bayezid’in daveti üzerine İstanbul’a
gelen Cemal Halvetî, Halvetîlik tarikatının bu şehirdeki ilk önemli temsilcisidir.
Ehl-i Sünnet akaidi üzerinde önemle durmuştur. Hz. Ebubekir ve Hz. Ali hakkında
100 söz isimli eserleri vardır. İstanbul’da birçok talebe yetiştirmiştir.
Bunların en önemlileri Sünbül Sinan ve Hayreddin Tokadî hazretleridir. Ömrünün
sonlarında İstanbul’da ardı ardına deprem ve veba afetleri olması nedeniyle
kırk müridiyle beraber dua etmek üzere Hicaz’a gönderilmiştir. Şam yakınlarında
hac yolu üzerinde bulunan Tebük’te 1497 yılında vefat etmiştir. Vasiyeti
üzerine hac yolunda olan bu mekâna defnedilmiştir. Halifelerinden Sünbül Sinan
kızıyla evlenerek dergâhının başına geçmiştir. Halvetîlik onun vefatından sonra
da Anadolu’da Şiiliğin önündeki en önemli engel olmuştur.
Cemal Halvetî, “Tefsir Risalesi”
isimli eserinde ayetlerin ayetle ve hadisle tefsir edilmesine önem vermiştir.[8] Bu da
onun dönemin diğer hetorodoks tarikatlarından ne kadar farklılaştığını
göstermektedir. Mesela Beyyine suresi 6. Ayetteki “Kitap ehlinden ve (Allah’a) ortak koşanlardan kafir olanlar cehennem
ateşindedirler. Orada ebedi kalacaklardır. Onlar, halkın en şerlileridir.”[9] İfadesini
ayet ve hadislerle şöyle açıklamaktadır: “Sonra
kalpleriniz yine katılaştı, taş gibi hatta daha da katı oldu.” (Bakara,
2/74.) “İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta
daha sapıktırlar.” (A’raf, 7/179) “İnsanlar
yaşadıkları hâl üzere ölürler ve öldükleri hâl üzere toplanırlar.” (Taberanî,
El-Mu’cemü’l-evsât, IX/162; Hâkim, El-Müstedrek,III,7284) Burada dikkat çeken
husus Cemal Halvetî’nin ayeti yorumunda yaşamaya vurgu yapan ayet ve hadisleri
seçmesi ve onlarla tefsir yapmasıdır. Özellikle hadis-i şerif ışığında
yaşadığımız gibi öleceğimiz ve öldüğümüz gibi dirileceğimizin vurgulanması
değerler eğitimi bakımından çok önemlidir. Anadolu’da yazılmış kısa
işari tefsirlerin önemli örneklerinden olan bu eser dönemin bakış açısını
göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Ayrıca Şiiliğin Anadolu’daki en önemli
muhaliflerinden olan Cemal Halvetî’nin Hz. Ali’den örnek verirken kullandığı
ifadeler bakımından yol göstericidir.
Cemal
Halvetî eserin girişinde günlük hayatımızda en çok kullandığımız Euzü
besmelenin başındaki istiaze ifadesinin işari bakımdan tefsirini yapmaktadır.
Halk nazarında ezberlenen ifadeler genelde işari tefsirlerin yorumları
olmuştur. Yazarımız buradaki işari yorumunda istiazede geçen Allah lafzıyla
kâmil insanın kastedildiğini belirtmekte ve bunun açıklamasını yapmaya
çalışmaktadır. Kulun, şeytanın tuzaklarından korunarak Allah’a sığınmasında ve
yönelmesinde kâmil insan olmanın önemini ortaya koymaktadır. İstiazenin işari
yorumunu yaparken burada geçen kelimelerin kökenleri hakkında da bilgiler vermektedir.[10]
Besmelenin tefsirini yaparken Allah’a yaklaşmanın yolları üzerinde durarak
besmele ile Allah’a yaklaşma arasındaki ilişkiyi ele almaktadır.[11]
Fatiha sûresinin tefsirini yaparken,
Fatiha sûresinde birçok sırlara işaret edildiğini, kendisinin bunların sadece
birkaçının üzerinde durduğunu belirtir. Fatiha kelimesinin beş harften
oluştuğunu söyleyerek her birinin delalet ettiği anlamları üzerinde durur.
Fatiha sûresinin diğer sûreler arasında çok yüce bir yeri olduğunu, Kur’an ve
daha önce indirilen ilahi kitapların ve sahifelerin hakikatlerini kendinde
topladığını ifade eder. Bu sûrenin hak ve bâtılı ayırdığını söyler. Burada
mevcudâtın çokluğuna işaretler olduğunu belirtir. “Ey kardeşlerim” ifadesini kullanarak bu tefsirin sıkça müridlere anlatıldığını
belirtmektedir. “Elhamdülillah”
ifadesi ile kastedilenin Allah’ın farzlarına ve nafilelere yakın durmanın önemi
olduğunu söyler. “İyyake nabüdü”
ibadetlerimizle ve tevhidle yalnız Allah’ı birleriz demektir. “Enamte aleyhim” yani Allah’ın nimet
verdiklerinden kasıt peygamberler,evliya ve salihlerdir. Fatihanın sonunda “Amin” diyerek duamıza icabet et yani
seni fiili, sıfati ve zati olarak tanımamız için yardım ederek istediğimizi ver
demek istiyoruz.[12]
Burada Fatiha suresinin sonunda “Amin”
denmesi ile ilgili hadisin hasen olduğunu belirtip, Peygamberimizin sesini
uzatarak söylediği bu ifadenin Allah’ın Fatiha sûresini okuyan kullarını koruyacağına
bir delil olduğunu eklemektedir.
Cemal Halvetî, Fatiha sûresinden
sonra Duha sûresinin tefsirine geçer. Burada Duha’dan kastın güneş yani Hz.
Muhammed’in ruhu olduğunu ifade eder. Burada klasik anlayışta kuşluk vakti
olarak çevrilen duha kelimesini güneş vakti şeklinde yorumlayarak ilginç
tefsirlere kapı açar. Seni hakiki babandan ayırarak ruhunu temizleyip kendi
zati ve sıfati eğitimine aldı diyor. Sen tevhidi zatiden ve ilahi hakikatleri tanımaktan uzak iken Allah
bu eksiklerini tamamladı ve elçisi yaptı. Allah sana bu nimetleri verdiğine
göre tevhid ilmini gizleme, insanlara anlat. Bu açıklamayı bitirdikten sonra “Ey aşıklar bir başka yorumu dinleyin”,
diyerek “duha” kelimesini cemalullah
olarak manalandırır, insanlara yansımasının kalb nuru olduğunu belirtir ve
diğer ayetleri bunun ışığında açıklar. Ayrıca Allah sevgisinden doğan “duha” aydınlığının dünya ve ahiret
sevgisinden dogan “seca” karanlığını
aydınlattığını ifade eder. Burada yine bizim klasik dünya sevgisi eleştirimizin
yanına, ahiret sevgisini de ekler. Ayrıca “duha”
kelimesini kalb aydınlığı olarak, “seca”
kelimesini ise nefis karanlığı olarak yorumlar. Bütün yorumlarında maddi
sahiplikleri eksiklik, manevi sahiplikleri ise gerçek zenginlik olarak
görmektedir. Hidayete erdirmede mutlak velayetin Allah’ta, hususi velayetin Hz.
Muhammed’de olduğunu belirtir. Bu velayetin Muhyiddin Arabî’de olduğu gibi
Allah’ın sevgili kullarına da geçebileceğini söyler. Böylece Muhyiddin Arabî’yi
mutasavvıflar arasında birinci sıraya yerleştirir.[13]
Cemal
Halvetî’nin İnşirah sûresinde bazı ayetlerin işari yorumlarını birkaç değişik
şekilde yaptığı görülür. Kalbi açmaktan kastın onu nübüvvet, velayet ve onlara
taalluk eden nurlarla süslemek olduğunu ifade eder. Bütün bu yorumlarda öne
çıkan zati ve subuti sıfatlar konusu onun vahdet-i vucud düşüncesine bağlı
olduğunu göstermektedir. Bu da bize Muhyiddin Arabî’nin Anadolu Selçuklu ve
Osmanlı âlimlerini ve mutasavvuflarını derinden etkilediğini ispat etmektedir.
“Senin ismini yüceltmedik mi” deki “zikr” kelimesinden kastın ismi azam
olduğunu belirtir. Bu sûrede açık ve gizli zikir üzerinde durarak, insanın kötü
huylardan ancak sesli zikirle kurtulabileceğini belirtmektedir.[14] Zorluk
ve kolaylığı idealar alemi ve gölgeler alemi olarak yorumlamaktadır. Bu yorum
bize Eflatun felsefesinden etkilendiğini göstermektedir. Bu da Fahreddin Razî
çizgisini takip ettiğini ispat eder.[15] Ayrıca
çeşitli tasavvufî makamlardan bahsederek İnşirah sûresinin ayetlerinin her
birinin işaret ettiği makamları söylemektedir.[16] “Fergab”
kelimesini, çokluğun içindeki biri gör ve insanlara onu anlatmaya çalış
şeklinde yorumlar. Sûrenin sonunda Allah’ın isimlerine ve Kur’an hakikatlerine
mazhar olabilmek için kâmil bir şeyhin kapısında hizmet etmenin ve onun
sohbetine katılmanın önemi üzerinde durur.
Bütün bu yorumları yaptıktan sonra
tarikat sâliklerine özel “Ey aşıklar”
diyerek sûrenin bir başka tefsirini daha yapar. Buradaki yorumda insanlara
dinin emirlerini anlatarak yorulduğun zaman, seni yaratana dönerek namazla
dinlen ifadesini kullanır. Namaz ibadetinin dünyanın boş işlerinden insanı
kurtarıp rabbine yönelterek dinlendirici bir etkisi olduğundan bahseder. Bir
üçüncü yorum daha yaparak, “Vizrak”
kelimesini peygamberin terbiyesine engel olan ve zorlaştıran kötü huyların
ondan uzaklaştırılması şeklinde açıklar. “Fensab”
emrini ise bedenî işleri bitirdiğin zaman nefsini kalbî, ruhî ve sırrî olan
manevi uğraşlara yönelt şeklinde yorumlar. Son bir yorum olarak, ”Ve ila rabbike fergab” ayetini birliğin
zatiyetine karışarak Fena fillaha ulaşmak şeklinde yorumlar. Bunun kâmil bir
şeyhin hizmetinde ve sohbetinde mümkün olabileceğini söyler.[17]
Tîn
sûresinde, incirin ve zeytinin birçok özellikler taşıması, insanlara çeşitli
faydaları olması ve tadının çok lezzetli olması yönleriyle Kur’an’ın da incir
ve zeytin gibi olduğunu belirterek, sûredeki incir ve zeytin kelimeleri ile
Kur’an’ın kastedildiği yorumunu yapmaktadır. Sûrede geçen Sina dağı ile
Kur’an’ın kastedildiğini belirterek, Kur’an’ın Sina dağı gibi dünyanın düzenini
sağlayan bir direk olduğunu söyler. Aynı şekilde sûrede zikredilen “güvenli şehir” ifadesinden kastın Kur’an
olduğu açıklamasını yaparak, nasıl şehir ihtiyaç duyulan birçok şeyi içinde
barındırıyorsa, Kur’an da insanların ihtiyaç duyduğu her şeyi içinde barındırmaktadır
yorumunu yapar. Ancak bu durumun çokluktan kurtulup vahdete ulaşanlar için mümkün
olduğu ifade eder.[18] Tîn
sûresinin bir başka tefsirinde ise; incir, zeytin, Sina dağı ve güvenli şehirle
Hz. Muhammed’in kastedildiği ifade edilmektedir.[19] 8/b
sayfasındaki son yorumda insanın aydınlıktan ve karanlıktan yaratıldığının
ifade edilmesi Fars düşüncesindeki dualiteyi hatırlatmaktadır.
Müfessirimiz
Alâk sûresinin tefsirinde, bu sûrenin inen ilk sûre olduğunu ifade eder. Bu
sûrenin ilk olarak Tavus adlı melek aracılığı ile indirildiğini söyler. Bu
sûrede bazı harfi cerlerin işari manalarını açıklamaya çalışır. Burada “Oku” emriyle kastedilen önce Kur’an’ı
okumak sonra ezberlemek sonra da öğrenmek ve öğretmektir. Burada “Halega” kelimesinin iki defa
tekrarlanması iki yaratılmaya delalet eder. Bunlar ruhların yaratılması yani
manevi yaratılma ve sureten yaratılmadır. “İnsana
bilmediklerini öğretti” ayeti ile gayb haberlerinin ve eşyaların
kastedildiğini ve Hz. Adem’e bu haberler öğretilerek meleklerden üstün
kılındığını belirtir. “İnsan bütün
bunlara rağmen azar” ayetiyle insan nefsinin sapkınlığa müsait olduğunu ve
ona güvenmenin firavuna benzemek olacağını ifade eder. “vescüd” emrinden kastın mevcudiyetini Allah’ın varlığında yok et
demektir diyor. “vegterib” emrinden
kastın ise bütün varlığını ona yaklaştırarak o’nda yokulup fenaya ulaşmaktır
diye yorumluyor.[20]
Kadir
sûresinde yaptığı işari yorumlara göre birinci ayetin manası; “Kur’anî hakikatlari vuslat gecesinde Hz.
Muhammed’in kalbine manevi olarak indirdik” şeklindedir. Bu yorum klasik
yorumlara göre oldukça farklı manalar içermekte ve eğitimde kalbin önemini
vurgulamaktadır. Tasavvuf sâlikleri bu manevi hakikatleri kavramak için
gölgeler aleminden kurtulup fena mertebesine ulaşmalıdır. Sûre ile ilgili
dikkat çeken bir başka yorum ise “bin ay”
ifadesinin mertebe veya makam olarak tefsir edilmesidir. Bu mertebelere
ulaşabilmek için tabiiki kalbin temizlenmesi ön şarttır. Allah’a ulaşmanın yolu
ancak O’nun dışındaki bütün varlıklardan uzaklaşmakla mümkündür. Burada fena
fillah makamımını öneminden bahsedilir. Burada “Kadir gecesini ihya edenlerin geçmiş günahlarının bağışlanacağı”
hadisi hatırlatılır. İnen meleklerden kastın ruhani hakikatlere bu gecede daha
kolay ulaşmak manasına geldiğini ifade eder. Gerçek hakkı isteyen, şeyhinin
ölümünden sonra bile onun sulükünü tamamlayıp fiillerin ve sıfatların birliğine
götürülmesini isteyendir.[21]
Beyyine
sûresinin tefsirinde, Hz. Muhammed’in kainatın ruhu ve temeli olduğundan
bahsedilmektedir. Yahudilik, hıristiyanlık, müşriklik nefsi levvamenin
mertebeleri olarak yorumlanmaktadır. “Nefsi
levvame” ise büyük put şeklinde ifade edilmektedir. “münfekkin” kelimesinden kastedilen sapıklık ve sapkınlık içinde
batıl yolda olanlardır. Bu duruma zamanını örnek gösterek daha fazla izaha
gerek olmadığını belirtir. Bu sûrede geçen “Allah’tan
bir elçi” ifadesiyle rabbâni ilhamlara işaret edilmesinin gayet mümkün
olduğu söylenir. Şayet bu kastedilmişse nefsin rabbânî ilhamlar vasıtasıyla
nefsani ve şeytani tehlikelerden emin olabileceği yorumu yapılmaktadır. Dinin
yalnız Allah’a mahsus kılınmasından kastın tevhid vasıtasıyla diğer her şeyi
yok sayıp fena makamına ulaşmak olduğunu belirtir. Haniflerden kastın ise
ibadetlerindeki samimiyetlerinden dolayı tevhid ilminde uzman olanlar olduğunu
söyler. Namazı ikame edenlerden kasıt Alaha bağlı olanlar, zekatı verenlerden
kasıt nefislerini temizleyenler ve ilmi isteyenlere kazandıranlardır diyor. Cennete
girme ise daha ölmeden önce ölüm zorluklarının kolaylaştırılması ve şeyh-i
kâmil vasıtasıyla manevi mertebelerin verilmesi şeklinde dünyada başlar
şeklinde yorumluyor. Allah cennetliklerin kendisinden başkasına
meyletmemelerinden dolayı onlardan razıdır. Allahın kulları ise kendilerine
zati tevhidi verip fena makamına ulaştırdığından dolayı Allah’a müteşekkirdir.
Korkanlardan kasıt ise Allah’ın celali hakkı için mevcudiyetlerini onun nurunda
eritenlerdir.[22]
Zilzâl
sûresinin tefsirinde, zelzeleden kastın ölüm sıkıntısı anında beden yerindeki
insanî ruhun Allah’ın izzetine kavuşmanın şiddetiyle harekete geçip sarsılması
olduğunu belirtiyor. O anda ilahi gerçeklerden habersiz olanların ölümden hemen
önce Allah’a şahid olunca ne oluyor şeklinde şaşkınlığa düşeceklerini ifade
ediyor. Öldükten sonra yaptıkları haber verilmek üzere insanlar tek tek
Allah’ın karşılıkları gösterilmek üzere getirilirler. Burada zerre miktarı
hayırdan kastın kalbî sayfalar olduğu, zerre mikdarı şerden kastın ise nefsî
sayfalar olduğu ifade edilir. Bilin ki nefsî sayfalardan birinci orta ve büyük
kıyametler kastedilmektedir diyor.[23]
Cemal
Halvetî’ye göre Âdiyat sûresinde hakka ve hakikate yönelmiş nefislerden
bahsedilmektedir. “Kadha”
kelimesinden kasıt aşıkların nefisleri, “subha”
kelimesinden kasıt vâkıfların nefisleri, ”neka”
dan kasıt âriflerin nefisleri, “cem’a”
dan kasıt ise bütün evliyanın, seçkinlerinin nefisleridir diyerek tasavvuftaki
mertebeleri işaret ediyor. Âdiyât sûresinin tefsirinde, sûrede geçen “Nankör insan” dan kastın şeriat, tarikat
ve hakikatta farklı olduğu yorumunu yapmaktadır. Cemal Halvetî, “Nankör insan” ifadesini; şeriatta farzları terkeden, tarikatta
faziletleri terkeden, hakikatta ise Allah’ın iradesine aykırı bir iradede
bulunan şeklinde yorumlamaktadır. Ayrıca
evladlarının, mallarının çokluğundan dolayı ilahi akidlerini
unutmalarından dolayı da nankördürler. Bedeni amellerin bir neticesi olarak
kalpte ortaya çıkanları da Allah bilir ve gizli ve açık olan bütün amellerin
karşılğını verir.[24]
Kâriâ
sûresinin tefsirinde, bu kelimenin yorumu dahilinde yine fena makamının
derecelerinden bahseder. Bu kelimenin üç manası vardır. Bu yorumları artık
tamamen tasavvufî yorumlardır. Birincis, sâlikin fiillerinin Allah’ın
fiillerinin nurunda fani olmasıdır (Fena
fi-efalillah). İkincis, sâlikin sıfatlarının Allah’ın sıfatlarının nurunda
fani olmasıdır (Fena fi-sıfatillah).
Üçüncüsü ve en büyüğü, sâlikin varlığının Allah’ın zatının zuhuruyla fani
olmasıdır (Fena fi-zatillah). Sûrenin
devamında da bu üç makam çerçevesinde diğer ayetleri yorumlar.[25]
Tekasür sûresinin tefsirinde, fani ve geçici lezzetler
sizi Allah’ı tanımaktan, sevmekten ve bundan hâsıl olacak mutlak zata
ulaşmaktan alıkoyuyor diyor. Ama bunlara ne kadar dalarsanız dalın nihayetinde
varacağınız yer mezardır. Ruhlarınız bedenlerinizden ayrıldığında gerçeği
anlayacaksınız. Kıyamet gününde gerçeği daha iyi anlayacaksınız. Orada dünyada
lezzetlere dalmanızdan dolayı ateşi göreceksiniz ve ona gireceksiniz ve size
verilen görülen ve görülmeyen nimetlerden hesaba çekileceksiniz.[26]
Yazarımız Asr sûresinin tefsirinde, “Asr” kelimesinden kastın çokluktan ayrılıp Allah’ın nuruna muttasıl
olunan zaman olduğunu ifade ediyor. Allah’ı her şeyde görmeyi unutanların başta
ve sonda zararda olacaklarını belirterek birçok yerde işaret ettiği “yaşadığınız gibi ölürsünüz, öldüğünüz gibi
dirilirsiniz” hadisini burada da kaydediyor ve “burada kör olan ahirette de kör olur” ayetini ekliyor. İman
edenlerden kastın görüyormuş gibi inanalar, Salih amel işleyenlerden kastın ise
temiz amellerle Allah’ı sıfatlarıyla tanıma kabiliyeti kazananlar olduğunu
ifade ediyor. Hakkı tavsiye edenlerden kastın, Kur’anî hakikatleri ve furkani esrarları
görenler, sabrı tavsiye edenlerden kastın ise ilahi celalin tecellisine sabır
yani sâlikin ölmeden önce kalbî namaza yetenek kazanması olduğunu belirtiyor.[27]
Hümeze
sûresinin tefsirinde, dünya sevgisinin her türlü hatanın kaynağı olduğu
belirtilerek, dünya sevgisinden kurtulmanın önemi ayet ve hadislerle
vurgulanmaktadır. Ayrıca başka insanlar hakkında iyi düşünmenin önemi üzerinde
durulmaktadır. İnsandaki hayvani özellikler olan şehvet, gazap ve dünya sevgisi,
peygamberimizin dediği gibi, “bütün kötülüklerin
başıdır.” Bundan kurtulun ki yaratıklar dilinizden emin olsun siz de
kurtuluşa erin. Kalplere işleyen ateşi
tasavvufî kabiliyetleri olanlar için aşk ateşi olarak yorumluyor. [28]
Fil
suresinde müfessirimiz, ilk ayetleri rabbani vahyin nefsanî kuvvetleri nasıl
yok ettiğinden haberiniz yok mu şeklinde yorumluyor. Allah kahhar sıfatı ile
onların fena fikirlerini başlarına geçirdi diyor. Burada “Bir saat tefekkürün bin yıl ibadetten hayırlı olduğu” hadisini
örnek veriyor.[29]
Kureyş
sûresinin tefsirinde, nefsanî kuvvetin nefsanî ve ruhani menzillerde
yolculuğundan bahsetmektedir. “Kulluk
edin” demekten kastın Allah’ı birleyin manasına olduğunu söylüyor. “Bu beytin sahibinden” kastın, insani
kalbin, rabbinin nuru olduğunu ifade ediyor. Rabbani ilhamlarla kalbinizi
mutmain kıldı ve nefsanî kuvvetlerinizi yok ederek size güven verdi şeklinde
yorumluyor.[30]
Halvetî,
Maun sûresinin tefsirinde, ilk ayeti, “Cahilin
hesap gününü cehaletiyle yalanlamasını tanıdın mı?” şeklinde yorumluyor ve
çok karmaşık manevi yorumlar yapıyor. “Zerre
miktarı iyilik yapan…” ayetini örnek getiriyor. “Yetimi iter kalkar” ayetinden kastın, manevi ilminden ve
sevgisinden olmayanlara vermez ve hizmete gelenleri kabul etmez şeklinde açıklıyor.
Kur’ani ve rabbani hakikatlere ulaşmaya vesile olmaz. Namazı insanlara
göstermek için kılar ve nefsini ayıplanan davranışlardan temizlemez.[31]
Müfessirimiz,
Kevser sûresinin tefsirinde, “Kevser
verilmesinden” kastın Allah’ın zatının bilgisinin verilmesi ve marifetü-zatullah
olduğunu ifade etmektedir. “Namaz kıl”
ifadesinden kastın ise görünen uzuvlarını emrolunan namazın nuruyla süsle ve
ona yaklaş olduğunu belirtiyor. ”Venhar”
dan kastın nefsini işlerinden, sıfatlarından ve zatından tecrit et olduğunu
söylüyor. “Ebter” ifadesinden kastın
ise, Sana buğzeden, Allah’ı görmekten ve ona ulaşmaktan uzak olacaktır demek
olduğunu ifade ediyor.[32]
Müfessirimiz, Kâfirun sûresinin tefsirinde, “Kâfirler” ifadesinden kastın ezeli
fıtratın nurunu gizleyenler, “Din”
ifadesinden kastın ise, “sizin tevhidiniz
üzerini örterek, bizimki ise ortaya çıkarmak şeklinde olacaktır” diye
yorumlamaktadır.[33]
Nasr sûresinin tefsirinde, zaferden kastın Allah’ın ilahi
isimlerinin ve rabbani sıfatlarının tecellisi olduğunu ifade etmektedir. Bu
tecelli gerçekleştiği zaman insanlar rahmete gark olurlar ve hepsi tevhid
nurunun denizine dalarak mutluluğa ererler demektedir. Bu durum gerçekleştiği
zaman sen de mağfiret ve fenaya ulaşmayı iste ki derecelerin en yücesi budur
diye yorumlamaktadır.[34]
Tebbet sûresinin tefsirinde, fayda vermeyen maldan kastın
faydasız ilim, kullanılmayan fıtri yetenekler ve bunlarla kazanılan dünyevi
ilim olduğunu ifade ediyor. Böyle ilim sahipleri ve bağlıları cehenneme
girecektir diyor.[35]
İhlâs sûresinin tefsirinde, Alâk sûresinde olduğu gibi
kelimelerin sarf ve nahiv yönü üzerinde durulmaktadır. Burada Halvetî’nin
Arapçaya ne kadar hâkim olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu sûrenin tefsirinde ilk
olarak sûreye İhlâs isminin verilmesini işari yönden izah etmeye çalışır. Daha
sonra ihlâs kelimesinin tanımını yapıp ve ihlâs kavramı üzerinde durur. Bu
sûrede geçen ”Ehad” yani tek
kelimesini ele alarak “Vâhid”
kelimesinden farklı bir mana taşıdığını izah etmeye çalışıyor. “Ehad” kelimesinin, sıfatlarını dikkate
almaksızın Allah’ın zatını ifade ettiğini belirtir. “Vâhid” ise, tüm sıfatları ile beraber Allahın zatını ifade eder
şeklinde açıklamada bulunur.[36] Bu sûrenin tefsirinde,
Allah isminin her şeyin başı ve zatının aynısı olduğu bu nedenle bu sûreye
samimiyet manasına gelen ihlâs isminin verildiğini belirtiyor. İhlâs hakiki
öğüt demektir. Bu süre Halvetî’ye göre Allah’ı çoklukla ilgili her türlü zati
ve sıfati ortaktan ve çokluktan beri kıldığı için bu ismi almıştır.[37]
Felak sûresinin tefsirinde, “Gasıkın” den kastın insanın aklıyla elde ettiği insani ilminden
dolayı ortaya çıkan nefsanî karanlıklar ve nefsin karanlığında kaybolan kalb
olduğunu ifade etmektedir. Hasedin insanı fena derecesine ulaştıracak temkine
engel olduğunu ve her şeyi boşa çıkardığını belirtmektedir.[38]
Yazarımız, Nâs sûresinin tefsirinde yine işari tefsire
başvurarak üç kutuptan bahsetmektedir. Bunlar; Rabb’in kulu, Melik’in kulu ve
Allah’ın kuludur. Buna göre sûrede geçen sığınmanın manası bu üç mertebeye göre
izafi bir ruha sığınmadır. Çünkü o, fiiller makamında; isim, rabb ve ruhtur.
Sıfatlar makamında; isim, melik ve ruhtur. Zat makamında ise, isim, ilah ve
ruhtur. Şeytan, Allah ve Rahman’ın mukabilidir. Şeytan bu ikisinin görüntüsünde
olamaz. Ancak Allah’ın diğer isimlerinin görüntüsüne bürünebilir. Bu nedenle
şeytan, tevhidin sırlarını bilmeyen bir şeyhe bağlı mürid için tehlikeli bir
durum olur. Şeytanın tuzaklarından kurtulabilmek için Allah ve Rahman adını çok
iyi bilen bir ârifin olması gerekir.[39]
Cemal Halvetî’nin bu kısa tefsiri incelendiği zaman çok
az yerde sarf ve nahiv açıklaması yapıldığı görülür. Bu kısa açıklamalar bile
Arapça dil bilgisi alanında çok iyi olduğunu göstermektedir. Bu alana çok az
girmesinin nedeni tefsirdeki asıl amacının tasavvuf ehline ayetlerin işari
yorumunu yapmak istemesinden dolayıdır. Bu durum, müridlerin dinî alanda çok
cahil olmasından dolayı bu alandaki eksikliği hissetmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Tefsirde önce kelimelerin işari manaları verilmekte, sonra
ayetlerden çıkarılan işari yorumlar ortaya konulmaktadır. Bazı sûrelerde ise
ayrıca sûrenin bir bütün olarak ifade ettiği işari yorum üzerinde
durulmaktadır.[40]
Eserde işari tefsirlerde çokça görülen ve sıhhati
tartışmalı olan hadislerden fazlaca görülmektedir.[41] Sahabelerden adı geçenler
özellikle Hz. Ali, annesi Fatıma binti Esed ve Ebu Hureyre’dir.[42] Adı geçen mutasavvıflar
ise; Bâyezd-i Bistamî, Şiblî, Hasan
el-Harakanî, Seyyid Yahya ve Muhyiddin Arabî’dir.[43]
İşari bir tefsir olmasından dolayı eserde birçok
tasavvufî terimler geçmektedir. Bu tasavvufî terimlerden bazıları şunlardır;
Fena fillah, feyz, hakikat, hikmet, insan-ı kâmil, ism-i azam, kalb, kutb,
makam, marifet, meczub, mertebe, müşahede, nefs-i levvâme, ruh, sâlik, sır,
şeriat, şeyh, tarikat, telvin, tevbe, velayet, zikr-i cehrî, zikr-i hafî.[44]
II. ZENBİLLİ ALİ
CEMALÎ EFENDİ VE NASİHAT RİSALESİ
Cemalîler ailesinden
gelen ve asıl adı Ali Cemalî olan Zenbilli Ali Efendi’nin ne zaman doğduğu
bilinmemekle beraber 1445 yılında Aksaray’da doğduğu bazı kaynaklarda ifade
edilmektedir.[45]
Aksaray’ın köklü ailelerinden olan Cemalîler ailesinden Ahmed b. Mehmed
Çelebi’nin oğludur. İlk tahsilini Karaman’da gördükten sonra eğitim hayatına
Konya, İstanbul ve Bursa’da devam etmiştir. Tedrise beşikte başladığı ve keskin
bir zekâya sahip olduğu rivayet edilir. Karaman ve Konya’daki âlimler bilgi
seviyelerinin kendisini yetiştirmeye yetmediğini belirterek bir referansla
İstanbul’a Molla Hüsrev’e ders almak üzere göndermişlerdir. Molla Hüsrev kısa
sürede seviyesinin çok yükseldiğini görerek kendini manevi ilimlerde de
ilerletmesi için Bursa’ya Mevlana Muslihiddin’e göndermiştir. Bu sırada
Ebulvefa hazretlerinden de ders alarak manevi alanda iyice derinleşmiştir.
II. Bâyezid onun ilmi basamaklardaki bu ilerlemesini
sürekli izlemiş ve ona güvendiği için önemli görevlere getirmiştir. Muhtemeldir
ki bu durumda, Ali Cemalî’nin kabiliyeti kadar II. Bâyezid’in yakın çevresinde
bulunan Cemalîler ailesinin telkinlerinin de etkisi olmuştur. II. Bâyezid bu
çerçevede onun Edirne, Bursa, İznik ve ileri gelen bazı medreselerde ders
vermesini sağlamıştır. Bu aşamalardan sonra Zenbilli Ali Efendi şehzadeler
şehri Amasya’ya müftü olarak atanmıştır. Ancak bu görevi sırasında gördüğü rüya
ve bazı çekemeyenlerin iftiraları üzerine bu görevi terk ederek önce kendini
geliştirmek üzere Mısır’a ve orada yaklaşık bir yıl kaldıktan sonra Hicaz’a
gitmiştir. Yaklaşık iki yıl süren bu dönemde Mısır kütüphanelerini ve eğitim
sistemini inceleyerek bunu Osmanlı tedrisat sistemi ile mukayese etmiştir.
Mekke ve Medine’de yıllardır hasretini çektiği peygamber ve sahabe hasretini
gidermiş aynı zamanda buralarda yapılması gereken imar faaliyetlerini tespit
ederek daha sonraki şeyhülislamlık döneminde bunların takipçisi olmuştur.
Böylece Yavuz’un buraları Osmanlı topraklarına katarak kutsal hizmetleri
yüklenmesinin en önemli teşvikçisi olmuştur.
II. Bâyezid onu Hicaz’dan çağırarak 1503 yılında
şeyhülislam yapmış, ölümüne kadar yaklaşık 23 yıl bu görevde bulunup,
şeyhülislamlık makamına en büyük saygınlığını bu dönemde kazandırmıştır.
Osmanlı Devleti’nin zirvesini teşkil eden II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî
dönemlerinin en etkili şahsiyetlerinden birisi olup Osmanlı hukukunun ve
kanunnamelerinin en önemli mimarlarından olmuştur. Cesur olarak doğruları
söylemekten çekinmemiş ve bu duruma Yavuz Sultan Selim ile farklı düşündükleri
birçok ilginç olay yaşanmıştır. Maliye memurlarının ve tüccarların haksız yere
cezalandırılmalarını engellemesiyle, Müslüman olmayanların zorla
Müslümanlaştırılmasına karşı çıkması olayları bunun örneklerindendir. Hukukun
üstünlüğünü korumada aynı aileden Pîrî Mehmed Paşa ile birlikte Osmanlı
tarihinin en ideal ikilisini oluşturmuşlardır. Padişahların sınırsız
sayılabilecek yetkilerini, dinin adalet anlayışı ile sınırlandırmıştır.[46]
Zenbilli Ali Efendi zekâ ve kabiliyetinin yanı sıra son
derece zühd ve takva sahibiydi. Beş vakit namazı cemaatle eda etmek için özel
gayret gösterirdi. Soru soranların etkisi altında kalmamak ve vaktinde cevap
vermek için soruları zenbille alır ve cevapları zenbille gönderirdi. Yavuz
Sultan Selim bütün sertliğine rağmen onun bu özelliklerinden dolayı genellikle
kararlarına uyardı. Birgün yüzüne çok kararlı bir şekilde şöyle demişti: “Eğer şeriata aykırı kararlar verirsen, ben
de senin haline fetva veririm.” Yine bir gün Kanunî, saray bahçesindeki
ağaçlara zarar veren karıncalarla ilgili olarak manzum şekilde şu soruyu
sormuştu: “Dırahtı sarmış olsa eğer
karınca, Zarar var mı karıncayı kırınca.” Zenbilli Ali Efendi bu soruya
verdiği müthiş cevapta şiirdeki yeteneğini de ortaya koymuştu: “Yarın divanına hakkın varınca, Süleyman’dan
hakkın alır karınca.”
Aslen Aksaraylı olan Cemalîler ailesine mensup olan
Zenbilli Ali Efendi 23 yıl şeyhülislamlık yaptıktan sonra seksenli yaşlarında
1526 tarihinde vefat etti. Mezarı kendi yaptırdığı medresenin avlusunda Zeyrek’tedir.
Sekizinci Osmanlı şeyhülislamıdır ve bu makama gerçek değerini o
kazandırmıştır. Zenbilli Ali Efendi;
II. Bâyezid, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde yaklaşık 25 yıl şeyhülislamlık yapan
çok önemli bir şahsiyettir. Kısaca yorumlamaya çalışacağımız “Nasihat Risalesi” isimli eserinde, imanî
hakikatlerden, nefis ve şeytanın tuzaklarından, nefsi kötü sıfatlardan temizlemek
gerektiğinden, Allah rızasını elde etmenin yollarından vb. konulardan bahseder.
Böylece ideal insanın özelliklerini ve bunun nasıl elde edileceğini ortaya
koyar. Eserine “Nasihat Risalesi”
ismini vermesinin nedeni büyük ihtimalle Peygamberimizin, “Eddînü nasihatün” hadisi olmalıdır. Ayrıca o dönemde yazılan
risaleler kısa ve özlü olmaları hasebiyle halkı dinî konularda aydınlatmanın en
önemli vasıtalarından birisi olmuştur.
Risalenin ilk bölümünde yazarımız hamdele ve salveleden
sonra, Müslümanların yanlışlardan kurtulup sahih imana ulaşmasını sağlayan
müctehid imamlara minnet ifade etmektedir. Bunun ardından nefis ve ruh konusuna
girip kime mümin kime münafık, kime kafir denileceği üzerinde durmaktadır. Ruh ve
nefsin bir olduğunu ama sıfatlarının farklı olduğunu ifade etmektedir. Mesela kâfirin
nefsinin fuzuli olup makbul olmadığını söylemektedir. Çünkü o Allah’ın
varlığını kabul edip birliğini etmese kâfir olur. Allah’ın birliğini kabul eder
ama Hz. Muhammed’i kabul etmese yine kâfir olur. Bu ikisini kabul edip emri bil
maruf nehyi anil münkeri kabul etmese o zaman da kâfir olur. Burada iyiliği
yaymak için cihadın önemini vurguluyor. Namaz kılmayan ise münafık olur.
Özellikle nifak kavramı üzerinde ısrarla durmakta ve bundan korunmanın yollarından
bahsetmektedir. Namaz kılarken diğer meşgaleleri terk etmenin ve sadece Allah’a
yönelmenin bu konuda çok önemli olduğunu söylemektedir. Namazı kılarken aklı ve
gönlü dünya işlerinde olan münafıklıktan kurtulamaz diyerek önemli bir uyarıda
bulunmaktadır.[47]
Zenbilli Ali Efendi, İslam âleminde özellikle
Mutezilî âlimlerin ön plana çıkardığı “maruf” konusundaki düşüncesi ve bunu
kanunnamelere uyarlamasıyla, Osmanlı Devleti’nin temel felsefesi olan Nizamı Âlem
düşüncesinin en önemli teorisyenlerinden birisi olmaktadır. Bu gelenek bu
aileye büyük ihtimalle aile şecerelerinin kendisine götürüldüğü büyük
felsefeci, kelamcı ve müfessir Fahreddin Razî’den genetik olarak miras
kalmıştır.[48]
Bakara sûresi 260. Ayeti yorumlarken, Hz. İbrahim’in bile
mutmain olmak için Allah’ı görmek istemesinden bahseder. İnsan dünya
sevgisinden uzaklaşarak ilahi aşka ulaşabilir. Bu dereceye ulaştığı zaman hırs,
düşmanlık, hased, dünyaya düşkünlük, suizan, vb. boş işlerle uğraşmaz. Bu durum
hâl ile olur kâl ve hırka, şal ile olmaz. Buna karşılık zamane insanların
okumak veya işitmekle kalbinin tatmin olması mümkün değildir. Eğer insan
işitmekle kalbim tatmin oldu, nefsim kemale erdi diyorsa bu ancak kibirdir.[49] Yazarımız “Benim mürebbim olmasaydı, Rabbimi tanıyamazdım” hadisini
yorumlarken, herkesin kâmil bir mürşide ihtiyacı olduğunu söylüyor. Göz, yüzde
olmasına rağmen yüzü bilemez, bunun gibi nefis kendini tanıyamaz tanımak için
aynaya ihtiyaç vardır. Bunun gibi sen eğer ayıbın ve kusurunu bilmek istersen
bir insanı kâmil bul elini tut, hizmetini yap ve gönlüne gir böylece onun
vasıtasıyla bu eksiklerini giderebilirsin. Yoksa nefsi emmare sana da zarar
verir. Yazarımız “Yaşadığınız gibi ölür,
öldüğünüz gibi dirilirsiniz” hadisini burada örnek getiriyor.[50]
Zenbilli Ali Efendi, “Allah
sizin suretlerinize ve amellerinize değil kalplerinize ve niyetlerinize bakar”
hadisini yorumlarken, düşmana esir olan birinin onların dinine geçip onlar gibi
giyinmesinin imanına zararı olmayacağını söylemektedir. Çünkü insan kâli ile
Müslüman olur, taatleri ile cennete girer ve hâli ile Allah’a yakın olur.[51] Mümin olan kişi diğer
müminlere karşı düşmanlık ve kin tutmamalıdır çünkü muhabbet rahmanidir, adavet
şeytanidir. Allah, düşmanlık edin rahmet bulun demedi, düşmanlığı aranızdan
kaldırıp Allah’tan korkun ki rahmet bulun dedi.[52] Bundan sonra yazarımız
diğer tefsirde de üzerinde durulan “Bütün
iyiliklerin başı dünyayı terk etmek, bütün kötülüklerin başı ise dünya
sevgisidir” hadisini yorumlamaktadır. Dervişin bütün dünyevi dereceleri sevmeyi
terk ederek manevi makamlara yükselebileceğini ifade eder. “Ölmeden önce öl” hadisi ışığında
kendinle hesaplaşıp nefsini yen yoksa nefsi emmareden kurtulup nefsi marziyye
makamına yükselerek kazananlardan olman mümkün olmayacaktır. Bu duruma “Bir kabın içinde içki dolu iken dışını
yıkamakla temizlenmez” diyerek çok güzel bir örnek vermektedir. Kişi
savaşırken bazen kovalar, bazen kaçar bazen de döner. Sen de içindeki düşman
nefs-i emmare ile savaşırken dönsen, kalksan, otursan caizdir diyerek bir nevi
tarikatlardaki sema gibi bazı ritüellere cevaz veriyor. “Hz. İsa’nın Deccal’ı öldürdüğü gibi içindeki Deccal olan nefsini
öldürmek için İsa nefesli bir kişiye ihtiyacın vardır” diyerek nefsin
hastalıklarına tedavi yolu gösteriyor. Hatta bu nefsi teskin için bir kişiye
dört hanım almanın caiz kılındığını ekliyor.[53]
Zenbilli Ali Efendi nefis terbiyesi için dili döndüğünce
ayet ve hadislerle bütün açıklamayı yaptıktan sonra işin sonunu Allah’a
bırakmak gerektiğini söylüyor. Burada “Şeriat
sözler, tarikat fiiller, hakikat haller, marifet de servetin başıdır”
hadisini kaydederek konuyu özetliyor. Her kimse kendi haline güvenerek
velayetim, kerametim, yakınlığım var derse yanlış yapar. Zira iyilik kişinin
kendi hali değil Allah’ın fazlı ve hidayetidir. Kula gereken ise ümit ve korku
arasında olmasıdır. Bir de müminin kalbini kırmamak gerekir. “Müminin kalbi Allah’ın evidir, arşıdır,
hazinesidir.” hadisi bu konuda bizi uyarmaktadır. “Her müminin yüzüne rûşen bakıp, gökcek söz söylemek gerekir”
diyerek konuyu çok güzel özetlemektedir. Bu konuda zımmilere de aynı şekilde
davranmak gerekir zira Hz. Peygamber: “Zımmiye
eziyet eden bana eziyet etmiş olur.” buyurmuştur diyerek, Osmanlı hoşgörüsünün
kaynağını açıklamaktadır. Son olarak “Sen
de Hz. Peygamber ne amel ettiyse öyle amel et ki onun şefaatine nail olasın”
diyerek risalesini bitirmektedir.[54]
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Aynı okuldan gelen ve büyük ihtimalle amcazâde olan iki
âlimi karşılaştırdığımız zaman, düşünceleriyle birbirine çok benzedikleri
görülüyor. Her iki eser de başta
dervişler olmak üzere insanlara nasihat etmek için yazılmış ve konular ayet,
hadis ve özlü sözlerle açıklanmaya çalışılmıştır. Sanki biri diğerinden özetlenmiş
gibi Zenbilli Ali Efendi, amcasının “Tefsir Risalesi” isimli eserini okumuş ve
onunla diğer okuduğu eserler ışığında kendi düşüncelerini de ekleyerek
insanlara yol göstermek için bu risaleyi yazmış gibi geliyor insana. Cemal Halvetî
tarikat şeyhi, Zenbilli Ali Efendi ise şeyhülislam olmasına rağmen her ikisi de
ayet ve hadisleri işari metodla tefsir etmek konusunda birleşiyorlar. Bu da her
iki âlimin aynı kaynaktan beslendiğini kesinlikle ortaya koyuyor. Böylece
dönemin en önemli tarikat önderi ile ilmiye sınıfının lideri ortak medeniyet
düşüncesini paylaşmış oluyor. Burada Fahreddin Razi düşüncesinin açık etkisi
görülüyor.
Özellikle
iki eserde de bütün işari tefsirlerin ana iddiası olan, Allah’ın Hz.
Muhammed’in mürşidi olduğunun aynen söylenmesi çok ilginç. “Allah rızasını kazanmak için ehlullah
eteğinden tutmalı, her haline itaat etmeli ve kapısının eşiğinde nefsini kurban
etmelisin” diyerek tarikata bağlılığı gerekli görüyorlar. Nefis terbiyesi
her ikisinin de ortak problemidir. Nefsin Deccal’a benzetilmesi her iki eserde
de var. Açık zikrin nefsin gururunu gizli zikirden daha fazla kıracağının
söylenmesi ve en önemli zikrin ise “la
ilahe illallah” olduğunu söylemeleri ikisinin de aynı okula mensup
olduklarını açık biçimde gösteriyor. Nefis terbiyesinin her ikisinin de ortak
önceliği olması değerler eğitimi bakımından hangi konuya daha fazla önem
verilmesi gerektiğini gösteriyor.
Her
iki yazarımız da “Yaşadığınız gibi ölür,
öldüğünüz gibi diriltilirsiniz” hadisi üzerinde çok duruyorlar. Osmanlı
Devleti’nin üç kıtada asırlarca mücadele etmesinin temel dayanaklarından birisi
bu yaşama ve yaşatma idealidir. Zenbilli Ali Efendi bu konuda “Allah sizin suretlerinize ve amellerinize
değil, kalplerinize ve niyetlerinize bakar” hadisini yorumlarken, düşmana
esir olan birinin şeklen onların dinine geçip onlar gibi giyinmesin imanına
zararı olmayacağını söylemektedir. Çünkü insan sözü ile Müslüman olur, taatleri
ile cennete girer ve hâli ile Allah’a yakın olur. Bu düşünce her iki âlimi de
cihadın önemi üzerinde müttefik kılıyor. Her ikisine göre de Müslüman inancını
yaymak için sürekli çalışmalıdır. Osmanlı Devleti asırlar boyunca Alpler ve
dervişler vasıtasıyla bu misyonun bayraktarlığını yapmıştır. Günümüzde
Balkanlara baktığımız zaman bunun kalıntılarını görebiliyoruz.
Her iki âlim de günümüz hadisçilerinin uydurma diyerek
yüz çevirdiği hadislere fazlasıyla yer veriyorlar. Örneğin kıyamete yakın
geleceği ve Hz. İsa tarafından öldürüleceği söylenen Deccal olayı gibi.
Zenbilli Ali Efendi bu hadisten şöyle bahsediyor: “Nitekim âhir zamanda Deccal huruç idicek Hz. İsa emr-i hakla gökyüzünde
nüzul idüp Deccal’ı katl itdükten sonra oğlan yılan ile oynaya. Ve deve arslan
ile ve koyun kurd ile yürüyüp birbirine zarar irişdirmeye…” Yine Cemal Halvetî “Şeyhi olmayanın dini yoktur” hadisini rivayet etmekte ve bunu kâmil
bir şeyhe bağlanmaya delil göstermektedir. Her iki âlim de günümüzde uydurma
oldukları belirtilen bunlara benzer birçok hadis kullanmaktadırlar.
İncelediğimiz iki risaleden anlaşıldığı kadarıyla İslam dünyasında bazı âlimler
bu hadislerin sahih olup olmadıklarını tartışırken, Osmanlı Devleti bunun
üzerine altı asır yaşayan bir medeniyet inşa etmiştir.
Zenbilli Ali Efendi mutmain bir kalbe sahip olmak için
kâmil bir mürşide bağlanmanın önemi üzerinde durur. Ayette belirtildiği gibi, “Hz. İbrahim dahi kalbinin mutmain olması
için Allah’ı görmek istemişti” diyerek bu konuda her türlü tedbirin
alınması gerektiğini belirtmiştir. Cemal Halvetî ise şeytanın kâmil mürşidin
kalbine giremeyeceğini bundan dolayı bir mürşide bağlanmanın önemli olduğunu
söylemiştir. Zenbilli Ali Efendi şeyhülislamlığı döneminde, tarikatlar ve
şeyhlerle bu alandaki uygulamalara genelde olumlu bakmıştır. Belki de bu
gerçekleşmeden devletin uzun süre ayakta kalamayacağını düşünmüştür. Bu durum
bozulmaya başladığı andan itibaren Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başlaması
onun ferasetini göstermiştir. Tarikat ve ilmiye sınıfı arasındaki bu uyum
Osmanlı hoşgörüsünün oluşmasında ve yayılmasında olumlu sonuçlar vermiştir.
Bunda her iki kurumun da insanların yetişmesinde dirsek teması içinde olmasının
etkisi vardır. Kâmil mürşidin iyi insanın yetişmesi için ayna mesabesinde
olduğu konusunda ittifak ederler. Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nin dört bir
tarafı medrese, tekke ve zaviyelerle donatılmıştır. Cemalîler ailesi bu konuda
en önde gelen ailelerden olmuştur.[55]
Her iki âlimimiz de kötülüklerin ve iyiliklerin kaynağı
konusunda ittifak etmişlerdir. Burada kullandıkları hadis, ”Bütün kötülüklerin başı dünyaya meyil, bütün
iyiliklerin başı ise dünyayı terktir.” Burada “dünyanın oyun ve eğlenceden ibaret olduğu gerçek yurdun ise ahiret”
olduğu konusundaki ayeti ifade ederler. Nefsin insanı dünyevileşmeye
sürüklediğini bundan kaçınmak gerektiğini belirterek, gelecekte Müslümanlar
için gerçekleşecek en büyük tehlikeyi önceden görmüşlerdir.
Allah’a ve peygambere imandan sonra ibadetlerin önemi
üzerinde dururlar. İbadetler sürekli olarak kulu Allah’a bağlayan bir bağdır
özürsüz terk edildiği zaman bu bağ kopmuş olur. İbadet bağını koparanlar ise
münafık olurlar. Kulun nifaktan şiddetle kaçınması gerekir yoksa nifak sıfatına
sahip olan sonunda küfre düşer. İbadetleri gönülden gelerek gösterişsiz şekilde
yapmak gerekir. Mesela Zenbilli Ali Efendi bir sözünde, “Namaz gönülden ve muhabbetullah ile kılınmalıdır. Namazı kılarken aklı
ve gönlü dünya işlerinde olan yine münafıklıktan kurtulamaz Muhabbeti
İlahiyye’yi kalbinde duyanın aşkı ise maşukun tecellisidir ki o kişiye ne gam
vardır ne de keder. Bu makamları ve halleri bilmek, ehl-i süluk ve ehl-i hâl
olmayı gerektirir.” der. Her iki âlim de sürekli kendini hesaba çekmenin
üzerinde dururlar. Cemal Halvetî, “Ölmeden
önce ölünüz” hadisini zikrederek sürekli kendimizi hesaba çekmemiz gerektiği
üzerinde durmaktadır.
Her iki âlim de derviş olmanın şartları ve evliyalıktan
bahsederek, cehri yani açık zikrin önemi üzerinde dururlar. Zenbilli Ali
Efendi, bu konuda şunları söyler: “Kişi
içinden ne kadar zikrederse etsin yine de dünya işleri onun nefsinden yok
olmaz. Ancak açıktan yüksek sesle zikir, dua ve ibadet etmek dünya
meşguliyetini bir mertebe daha yok eder, nefsanî heva ve hevesler yok olur,
şevk-i ilahi zuhur eder. Açıktan söylenen zikirlerin en faziletlisi La ilahe
illallahtır… Hakiki derviş her ibadetini ihlâsla yapar, işine riya karıştırmaz.
Malını hak yolunda harcar. Yoksa sureten derviş olup sireten kalbi yaralı,
hastalıklı olan bu hallerden gafildir.”
İbadetlerin yanı sıra dile sahip olmak her iki âlimimiz
tarafından da şiddetle tavsiye edilmiştir. Onlara göre dilin yalan, gıybet ve
boş sözlerden temizlenmesi gerekir. Çünkü iman da küfür de dil ile olur. Dil
zahirdir. Zahirimizi temizlersek batınımız da Allah sevgisi ile
temizlenecektir. Gece gündüz ibadet ve zikirle meşgul olursak hak güneşi
üzerimize ve içimize doğacak, batıl karanlığı batacaktır. Burada her ikisi de
kap örneği vermektedir. Bir kabın içerisinde içki doluysa sadece dışını
yıkayarak onu temizleyemeyiz. Kabın içindeki şarabı dökerek döndürerek iyice
yıkamalıyız ki murdarlık izi kalmamalı. İnsan da içindeki şeytani sıfatları
dışarıya atmayınca Allah sevgisi tecelli etmez.
Müminin kalbi Allah’ın makamıdır, arşıdır. Bundan dolayı
kalp kırmamaya çok dikkat edilmelidir. Peygamberimiz, “Zımmiye eziyet eden bana eziyet etmiş olur” buyuruyor. Mümin
olmayana bu kadar önem verildiğine göre müminlerin hakkına daha fazla dikkat
etmek gerekir. Bu hadisin bir şeyhülislam tarafından hatırlatılarak dile
getirilmesi Osmanlıların yönetimleri altındaki Müslüman olmayanlara niçin bu
kadar hoşgörülü davrandıklarını göstermektedir.
Ahir zamanda insanları doğru yoldan saptırmak için
gelecek Deccal’ın insandaki temsilcisi nefistir. Nefis sürekli heva ve heveste
olup insanı hakikatten uzaklaştırmakta ve helak etmektedir. O halde Hz. İsa
gelip nasıl onu helak edecekse, biz de İsa nefesli birini yani kâmil mürşidi
bulup nefsimizi engellemeliyiz. O zaman kişi âlemi nefsaniyetten âlemi
ruhaniyete yükselir. Bu dereceye ulaştığımız zaman her işimiz ibadet, her
sözümüz zikrullah ve her bakışımız hakkani olur. Nice insan bu dereceye sema ve
devr, nicesi ilim ve terbiye, nicesi evrad ve zikir, nicesi hayır ve hasenat,
nicesi de cömertlik ve alçak gönlülük sayesinde ulaşır.
Her İki âlim de risalelerini Hz. Muhammed’in yoluna
bağlılıktan bahsederek bitirmektedir. Bu anlayış çağlar devam eden bir
gelenektir. Hakka giden yollar çoktur ama asıl olan Hz. Muhammed’in yolunu
takip etmektir. O nasıl amel ettiyse öyle amel edilmelidir. Peygamberimizin
şefaatine nail olup rahmete ulaşmak için böyle yapılmalıdır. Osmanlı Devleti’nin
sağlam olsun zayıf olsun hadislere bu samimi bağlılıkları onlara ilahi yardımın
kapılarını açmıştır.
KAYNAKLAR
BAYRAM, Mikail, “Alâeddin
Keykubad’ın İlmî Şahsiyeti”, I. Alâeddin Keykubad ve Dönemi Sempozyumu
Bildirileri, 6-7 Kasım 2008, Konya, 2008.
HÜSAMEDDİN,
Hüseyin, Amasya Tarihi, İstanbul, 1927.
KAPLAN,
Mahmut, YILDIZ, Sümeyye, “Zenbilli Ali Cemalî Efendi’nin Risale-i Nasihat’i”,
Uluslar arası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 6, S. 27, Yaz, 2013.
KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa, Konya, 1994.
KÜÇÜKDAĞ, Yusuf, II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî Devirlerinde
Cemalî Ailesi, İst., 1995.
ÖZER, Süleyman, Cemaleddin Aksarayî ve Tefsir Risalesi,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Ünv. Sos. Bil. Enst., İstanbul, 2008.
TAYŞİ, M. Serhan, “Çelebi Halife”, Türk Dünyası
Araştırmaları, Sayı 103, Ağustos, 1996.
ULUDAĞ, Süleyman, Fahreddin Razî, Ankara, 1991.
NOT: Makaleyi
Yazan: Dr. Öğr. Üyesi Ramazan Ata/ Aksaray Ünv. İslami İlimler Fakültesi/ İslam
Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı.
[1] Yusuf
Küçükdağ, II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî Devirlerinde Cemalî Ailesi, İstanbul,
1995, s. 166.
[2] Mikail
Bayram, “Alâeddin Keykubad’ın İlmî Şahsiyeti”, I. Alâeddin Keykubad ve Dönemi
Sempozyumu Bildirileri, 6-7 Kasım 2008, Konya, Konya Valiliği İl Kültür ve
Turizm Müdürlüğü, s. 3.
[3] Hüseyin
Hüsameddin, Amasya Tarihi, İstanbul, 1927, c. III, s. 227.
[4] Yusuf
Küçükdağ, Veziriazam Pîrî Mehmed Paşa, Konya, 1994, s. 4.
[5] M.
Serhan Tayşi, “Çelebi Halife”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 103, Ağustos,
1996, s. 132-133.
[6] Cemalî
Ailesi, s. 28.
[7] Cemalî
Ailesi, s. 43.
[8] Süleyman
Özer, Cemaleddin Aksarayî ve Tefsir Risalesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
İstanbul, 2008. Bundan sonra kısaca “Aksarayî” olarak zikredilecektir.
[9] Beyyine
Suresi, 6. Ayet.
[10]
Aksarayî, a.g.e., 1-a/2-b.
[11]
Aksarayî, a.g.e., 2/b.
[12]
Aksarayî, a.g.e., 2/b, 3/a, b, 4/a.
[13] Aksarayî,
a.g.e., 4/b, 5/a, 5/b.
[14]
Aksarayî, a.g.e., 7/a.
[15]
Süleyman Uludağ, Fahreddin Razî, Ankara, 1991, s. 92-105.
[16]
Aksarayî, a.g.e., 7/a-7/b.
[17]
Aksarayî, a.g.e., 7/a, 7/b.
[18]
Aksarayî, a.g.e., 7/b-8/a.
[19]
Aksarayî, a.g.e., 8/b.
[20]
Aksarayî, a.g.e., 9/b-10/a,b- 11/a,b- 12/a.
[21]
Aksarayî, a.g.e., 11/b-13/a. Fena makamı. Arapça fani olmak, yok olmak
manalarına gelir. Dünyevî nesnelerin sûfînin gözünden silinip yok olmasına fena
denilir. Fena hâli, kulun benliğinin yok olması ile tevhidin gerçekleşmesi
demektir. Bu hâl tevhidin en yüksek derecesidir. (bkz. Ethem Cebecioğlu,
Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1997, s. 267-268.
[22]
Aksarayî, a.g.e., 13/b-14/a,b-15/a.
[23]
Aksarayî, a.g.e., 15/a,b.
[24]
Aksarayî, a.g.e., 15/b-16/a.
[25] Aksarayî,
a.g.e., 16/b-17/b.
[26]
Aksarayî, a.g.e.,s. 17/b-18/a.
[27]
Aksarayî, a.g.e., s. 18/a,b.
[28]
Aksarayî, a.g.e., 18/b-19/a.
[29]
Aksarayî, a.g.e., s. 19/a,b.
[30]
Aksarayî, a.g.e., s. 19/a,b.
[31]
Aksarayî, a.g.e., s. 19/b.
[32]
Aksarayî, a.g.e., s.20/a.
[33]
Aksarayî, a.g.e., s. 20/a,b.
[34]
Aksarayî, a.g.e., s. 20/b.
[35]
Aksarayî, a.g.e.,21/a,b.
[36]
Aksarayî, a.g.e., 21/b.
[37]
Aksarayî, a.g.e., s. 21/b-22/a,b.
[38]
Aksarayî, 22/b-23/a.
[39]
Aksarayî, a.g.e., 23/a-23/b.
[40]
Aksarayî, a.g.e., 22/a-23/b.
[41]
Aksarayî, 4/a, 15/a, 16/b, 18/b.
[42]
Aksarayî, a.g.e., 8/a, 21/b, 4/a.
[43]
Aksarayî, a.g.e., 9/a, 14/b, 22/b, 5/b.
[44]
Aksarayî, a.g.e., 16/a, 2/b, 4/b, 5/a,b, 8/a, 10/b, 12/a, 16/a, 19/b, 21/b,
23/a, b.
[45] Cemalî
Ailesi, s. 52.
[46]
Küçükdağ, Pîrî Mehmed Paşa, s. 190-201.
[47] Mahmut
Kaplan, Sümeyye Yıldız, “Zenbilli Ali
Cemalî Efendi’nin Risale-i Nasihat’i”, Uluslar arası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, c. 6, S. 27, Yaz, 2013, s. 53/a. Bundan sonra kısaca “Zenbilli” olarak
zikredilecektir.
[48] Uludağ,
Razî, s. 92-105.
[49]
Zenbilli, a.g.e., s. 55/a.
[50]
Zenbilli, a.g.e., s.56/a.
[51]
Zenbilli, a.g.e., s. 56/b.
[52]
Zenbilli, a.g.e., s. 57/a.
[53]
Zenbilli, a.g.e., s. 59/a,b-60/a,b-61/a,b.
[54]
Zenbilli, a.g.e., s. 61/b-62/a.
[55]
Küçükdağ, Pîrî Mehmed Paşa, 196-197.
0 yorum:
Yorum Gönder