30 Eylül 2018 Pazar

Tarihsel Tecrübe Olarak Merhamet ve Şiddet Açısından İslâm

Prof. Dr. Âdem APAK

GİRİŞ

İslâm’ın rahmet veya şiddet dini oluşu ile ilgili değerlendirmeler geçmişte olduğu gibi zamanımızda da tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Bu mesele daha ziyade dini ve ideolojik bakış açılarıyla tenkit etme veya buna karşı savunma konusu olarak ele alınmaktadır. Buna göre bilhassa Batı dünyası ve fanatik İslâm karşıtları İslâm’ın savaş dini olduğu, onun peygamberinin de kan dökücü, dinini kılıçla yayan bir din önderi olduğunu iddia ederlerken; buna karşılık Müslümanlar da İslâm’ın bizzat adından da anlaşılacağı gibi bir barış dini olduğunu, bu dinin peygamberinin ise bir merhamet elçisi olarak bütün insanlığa gönderildiğini ispatlamaya çalışmışlardır. Her iki tarafın da gerek İslâm dininin temel kaynakları olan Kur’an ve hadis, gerekse tarih kitaplarından yola çıkmak suretiyle kendilerini destekleyen deliller ileri sürdükleri görülür. Bu çalışmada biz daha ziyade akademik bir anlayış çerçevesinde İslâm muhaliflerinin iddialarına cevap mahiyetinde bir savunma faaliyeti ortaya koymaktan ziyade, İslâm’ın hazır bulduğu ortamdaki şiddet-rahmet ilişkisi, İslâm’ın yayılması esnasındaki şiddet ilişkisi, ardından da İslâmi fetihlerle birlikte Müslümanların hakim duruma geldikleri dönemlerdeki şiddet-rahmet ilişkisi konularını özet mahiyette tasviri ve karşılaştırmalı bir şekilde ele almak niyetindeyiz. Belki bu değerlendirmeler sonucunda İslam dininin şiddet veya rahmet dini olduğuna dair bir kanaate ulaşmak mümkün olur. Konumuzla ilgili olarak sağlıklı, rasyonel ve tutarlı sonuçlara ulaşabilmek için gerek İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an, hadis ve peygamber uygulamalarını, gerekse Müslümanların tarih boyunca rahmet-şiddet boyutunda siyasî ve sosyal alanlarda gerçekleştirdikleri faaliyetleri dikkate alınacaktır. Netice olarak da başlangıçtan Emevîler devletinin sonuna kadar geçen tarihi süreç dikkate alınmak suretiyle İslâm tarihinde zaman zaman şahit olunan şiddet tezahürlerinin bizzat İslâmî öğretiden mi, yoksa bu öğretiyi yanlış yorumlayan ya da dikkate almayan Müslüman idarecilerin uygulamalarından mı kaynaklandığı hususu tebellür ettirilmeye çalışılacaktır.  

A.              İslâm’ın Hazır Bulduğu Sosyo-Kültürel Ortamın Şiddetle İlişkisi

İslâm tarihi boyunca meydana gelen hadiselerin gerek şiddet, gerekse rahmet açısından değerlendirilebilmesi için öncelikli olarak, İslâm’ın nasıl bir ortama geldiği hususunun ortaya koyulması gerekmektedir. Hz. Peygamber’in (sav) gönderilmiş olduğu toplum yapısının yakından tanınması, aynı şekilde onun zamanla meydana getirdiği dönüşümün tespitine ve İslâm öncesiyle sonrasının mukayesesine de imkan sağlayacak, sonuçta Evrensel mesajın toplumu dönüştürücü gücünün açıkça ortaya konması mümkün olacaktır.   
Hz. Muhammed’in (sav) peygamber olarak gönderildiği İslâm öncesi Arap toplumu, çöl hayatının ortaya çıkardığı bir sosyal model olan kabile sistemi üzerine kurulmuştur. Arabistan bozkırlarında bir erkek, bir kadın ve bir kaç çocuktan müteşekkil basit bir aile hayatı sürdürmek mümkün olmadığı için, küçük aileler bir araya gelmek zorunda kalmışlar, bunu da ancak kan bağına dayalı kabile veya aşiret denilebilecek birlikler meydana getirerek sağlayabilmişlerdir.[1]Araplar bu sistemi uzun asırlar devam ettirmişlerdir. Daha sonra İslâm’ın din kardeşliğini temel alarak kabileleri birleştirmesi ve onları bir devlet altında toplamasına rağmen, kabile istiklâllerini yeni şartlar altında da sürdürmüşlerdir. Kabile zamanla etkinliğinde güç kaybına uğramışsa da, bilhassa çöl şartlarının geçerli olduğu bölgelerde asrımıza kadar tesirini devam ettirmiştir. Nitekim bugün Şam, Irak, Hicaz ve Yukarı Mısır’ın çöllerinde yaşayan bedevî topluluklardan bir kısmı Şemmâr, Anze, Cüheyne, Belî gibi kadim Arap kabile isimlerini taşımaktadırlar.[2]
Çöl şartlarında yaşayan Arapların geçim zorlukları, çoğunlukla onları civar kabilelere saldırıya zorlar. Gerçekten de savaş Araplar için bir geçim vasıtası ve tabiat şartlarının sevk ettiği hayatî bir zorunluluktur.[3]Bu nedenle Arap cahiliye hayatında en önemli sosyal olaylar kabile savaşlarıdır.[4]Zorlu hayat şartlarının zorlaması sebebiyle Araplar arasındaki öncelikli bağlantı şiddet ve düşmanlık ilişkisidir. Öyle ki, onlar,  yakınlarında yaşayan ve aralarında herhangi bir anlaşma olmayan kabilelere sürekli olarak baskın düzenlemişler, rakip kabileler de bunun intikamını almak için her zaman fırsat beklemişlerdir. Dolayısıyla kabileler arasındaki şiddet ortamı ve düşmanlık sebepleri hiç eksik olmamıştır. O kadar ki, şiddet ortamında yaşamayı hayat düsturu olarak belirlemiş kabileler, hedef aldıkları düşmanlarını bulamadıkları zamanda dost, hatta akraba kabilelere saldırma konusunda da tereddüt etmemişlerdir.[5]Bu sebeple İslâm öncesi Arap hayatında gerek ferdî gerekse toplumsal şiddetin en önemli kaynağı olarak kan davaları sebebiyle gerçekleştirilen kabile savaşları görülür. Kabileleri savaşa götüren temel amil ise kısacası kabile ruhu ve kabile dayanışması olarak tanımlanan asabiyettir. Asabiyet, en basit tanımıyla ister haklı, isterse haksız olunsun kabile mensubunun her şartta kabilesiyle birlikte hareket etmesi demektir.[6]Bu genel asabiyet anlayışı, Arap şiirinde  Cündeb b. Anber et-Temîmî’nin dilinden şu şekilde anlamanı bulur: “İster zalim, ister mazlum olsun kardeşine yardım et”.[7]
Arap toplumunda tek etkin bağ, kan bağıdır ve bundan doğan asabiyet, aynı atadan gelen insanların gerek saldırı gerekse savunma için bir araya getirilmesini emreder. Bu iki uygulama (saldırı ve savunma) kan gütme, yani intikam yasasını gündeme getirmiştir. Dolayısıyla kan bağından kaynaklanan asabiyetin en önemli tezahürü kan davalarıdır. Buna göre herhangi bir kabileye mensup kişi, başka kabile ferdini öldürdüğü zaman, öldürülenin yakınları, ölenin intikamını almak için katilin kendilerine teslimini istemekle yükümlüdürler. Aynı şekilde bir kabile mensubu başka kabileden birini öldürürse katilin kabilesi de maktulün diyetini ödemek başta olmak üzere hadisenin diğer bütün sonuçlarına katlanmak zorundadır. Zira asabiyet düşüncesi, diğer kabilelerle ilişkilerdeki hukukî ihtilâflarda ferdî ceza ve mükafat uygulamasını kabul etmeyip, kolektif sorumluluğu esas almaktadır. Öldürme olayının intikamını almak, öldürülenin kabilesinin, özellikle de onun en yakın mirasçısının birinci görevi olduğu için, maktulün yakınları katilin ailesinden suçluyu öldürmek için kendilerine teslim edilmesini isterler. Suçlunun rakip kabileye verilmesi, kabilenin zayıflığının bütün rakip kabilelere ilânı anlamına geleceği için, katilin düşman kabileye nadiren gerçekleşir. Zira katilin kabilesi cinayet işleyen evladını himaye hissiyle ve kabilenin itibarının zedeleneceği düşüncesiyle onu düşmanlarına teslimden kaçınır, çok mecbur kalırsa da teslim etmek yerine katili bizzat kendisi öldürmeyi tercih eder.[8]Karşılıklı olarak himaye gerçekleşince genel teamül, katilin kabilesinin maktulün kabilesine diyet teklif etmesidir. Diyete olumlu cevap verilirse muhtemel bir muharebe önlenebilir. Suçlu tarafın öldürülenin kabilesine göre güçlü olması durumunda diyet, istemeyerek razı olunan zorunlu bir çözüm olur.[9]Ancak öç alma yönündeki kuvvetli eğilim ve toplumsal baskı, diyetin tercih edilmesini zorlaştırmıştır. Diyetin gerçekleşmemesi durumunda intikamın alınması için şiddete başvurmaktan yani savaştan başka çare kalmaz. Gerçekten de bu sebeple Cahiliye dönemi Arap tarihinde intikam sebebiyle Eyyâmü’l-Arab denilen birçok kanlı hadise meydana gelmiş, bu olaylarda her kabile ya ölen, ya da öldürülenler tarafında yer almış, bazen cinayetle hiç ilgileri bulunmadığı halde sırf anlaşmalı (halîf) olmaları sebebiyle başka kabileler de muharebelere iştirak etmek zorunda kalmışlardır. Çatışmalar, intikam almak için kabileler yahut bir kabile içindeki ayrı batınlar arasında uzun süren karşılıklı saldırılara sebep olmuş, öldürülenlerin arkasından yeni düşmanlıklar gündeme gelmiş, Arap toplumu tam anlamıyla şiddet sarmalına düşmüş, üstelik pek çok cana mal olan intikam hisleri miras olarak sonraki nesillere aktarılmıştır.[10]
Arap toplumu için intikam almak kabile mensubu için zorunlu bir görevidir. Bununla yükümlü olan kişi, hedefini gerçekleştirinceye kadar zarurî ihtiyaçlar dışında içki içmek, et yemek, elini suya sürmek gibi faaliyetleri kendisine yasaklamakta ve hayatını şiddetli bir mahrumiyet içinde sürdürmeye çalışmaktadır.[11]İntikam almakla yükümlü olan şahıs ve kabile sadece yakın asabiyetinin telkiniyle değil, aynı zamanda sosyal baskı ile de karşı karşıyadır. Zira Arap sosyal hayatında intikamını al(a)mayan kabile veya şahıs şiddetle kınanmakta, toplum içinde alay konusu yapılmaktadır.[12]
Kabile intikamının alınmasında Arap sosyal hayatının gündemini ve siyasetini belirleyen şairlerin önemli görev ve sorumlulukları vardır. Eğer bir kabile başka kabileden intikam almakta yavaş davranırsa, kabile şairinin derhal devreye girerek soyunu ayıplamaya, öldürülenlerin intikamının alınması için kardeşlerini tahrik ve teşvik etmeye başlaması gerekir.  Onlar, ailelerini ölünün kanını almaya sevk edinceye kadar bu faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Kabile şayet ölüleri için diyete razı olursa, o zaman da şairler, kanı (savaş) değil, sütü (diyet) tercih etmeleri sebebiyle kabile ileri gelenlerini tenkit etmişler, onları intikam alma konusunda korkaklıkla suçlayarak tekrar savaşa döndürmeye çalışmışlardır.[13]
Arapların İslâm’ın zuhuru evvelinde sergiledikleri başta kabile asabiyeti olmak üzere sayılabilecek câhiliyye davranışları arasında kibir, gasp, içki, fuhuş, kumar, kan davası, riba, hırsızlık, yetim malı yeme gibi kötü alışkanlıkları da burada zikretmek gerekir ki, bunlar “Mesâlibü’l-Arab” (Arapların ayıpları) olarak isimlendirilmiştir.[14]Bu adetler toplumda yaygın olarak sergilenmekle birlikte, Arapların tamamı bu davranışları benimsemiş değildir. Genel anlamda câhiliyye kültürü içinde hayatlarını sürdüren insanların da takdire şayan davranışlarına da şahit olunmuştur. “Fedâilü’l-Arab” (Arapların faziletleri) olarak bilinen güzel hasletlerin başta gelenleri bağımsızlık ve özgürlüğe düşkünlük, yiğitlik, cesaret, sabır, zayıfı korumak, güçlüye karşı koymak, cömertlik, ahde vefa, misafirperverlik, kendisine sığınanı himaye etmek, kanaatkârlık vb. hasletlerdir.[15]Ancak genel anlamda ifade etmek gerekirse İslâm öncesi Arap toplumunda rahmet-şiddet açılarından bakıldığında şiddet tarafının her zaman için ağır bastığı olduğu açıkça görülür.

B.               İslâmî Öğreti ve Hz. Peygamber’in (sav) Şiddete Bakışı

İslâmi öğreti, toplumda çatışma ve şiddeti önleme adına birtakım önlemler almış, ancak bununla birlikte şiddeti tamamen ortadan kaldırmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Hz. Peygamber’in (sav) Müslümanların liderliğini yaptığı dönemlerde de bilhassa düşman tarafının saldırısı sebebiyle karşılıklı savaşlar gerçekleşmiştir. Bundan dolayı İslâm karşıtları meydana gelen savaşları örnek göstermek suretiyle İslâm’ı şiddet dini, Hz. Muhammed’i(sav) de savaşçı peygamber olarak nitelemişler, ardından da İslâm dininin barış yoluyla değil, kılıç zoruyla yayıldığını ileri sürmüşlerdir. Bu ve benzeri iddialarla ilgili olarak Hz. Peygamber’in (sav) ve ilk Müslümanların savaşla, dolayısıyla şiddetle ilişkisi hususunun bütün yönleriyle ortaya konulması gerekmektedir. 
Hz. Peygamber (sav) Medine vatandaşlığı merkezinde şehirde yaşayan insanları hukukî bir zeminde birleştirdikten sonra, Medine dışındaki farklı din ve ırka mensup insanlarla dinî, iktisadî ve siyasî münasebetler geliştirmeye karar verdi. Onun ilişki kurmak istediği grupların tamamına yakını Müslümanlara karşı düşmanca tavır besleyen, en azından onlarla dostane ilişkiye soğuk bakan topluluklardı. Dolayısıyla yakın zamanda bu gruplarla ya anlaşmanın gerçekleştirilmesi veya kaçınılmaz olarak savaşın meydana gelmesi muhtemeldi. Ancak İslâm öncesi Arap sosyal hayatında savaş, barışa, şiddet de sükunete tercih edildiği için Müslümanların savaşla karşı karşıya kalma ihtimalleri daha kuvvetliydi. Onlara karşı saldırı gerçekleştirecek düşman unsurların başında da Mekke müşrikleri geliyordu. Zira Müşrik Mekkeliler, tebliğin Mekke dönemi boyunca başta Allah Rasûlü (sav) olmak üzere bütün Müslümanlara sistematik baskı ve şiddet uygulamışlardı. Mekke’de müşrik ileri gelenleri Müslümanlardan bir kısmının yakınını öldürmüşler (Ammâr b. Yâsir’in anne ve babası gibi), bir kısmını öldürmeye teşebbüs etmişler, (bizzat Hz. Peygamber (sav) gibi), yine hepsinin şehirde sahipsiz kalan mallarını gasp etmişlerdi. Bu sebeple Medine’ye göç eden Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında fiilî savaş durumu, şiddet ortamı vardı. Üstelik müşrikler Medine ileri gelenlerine Müslümanları himaye etmemeleri konusunda uyarı mektupları yazmışlar, aksi takdirde Medine’ye saldıracakları tehdidinde bulunmuşlardı.[16]Dolayısıyla Hz. Peygamber (sav) ile Mekkeliler arasındaki ilk münasebetlerin şiddet içerikli olacağı açıkça görülmektedir.
Medine’de yeni bir toplum oluşturan Müslümanların tek hasımları Mekke müşrikleri değildi. Mekke ve Medine dışında yaşayan başka müşrik Araplar da onların muhtemel ve potansiyel düşmanlarıydılar. Bu kabileler gerek Mekke, gerekse Medine civarında yaşamakta olup, bilhassa Kureyş müşriklerinin telkin ve destekleriyle Medine’ye saldırmak için fırsat kollamışlardır. Müslümanlar için tehdit olabilecek diğer bir düşman grubu ise Yahûdîlerdir. Hz. Peygamber (sav) her ne kadar Medine’de yerleşik bulunan Kaynuka, Nadîr ve Kureyza kabileleri ile anlaşma yapmışsa da, onlar hiçbir zaman Müslümanlara güven vermemişlerdir. Nitekim bu Yahûdîlerin tamamı, kabul ettikleri sözleşmeleri daha sonra ihlâl ederek sırasıyla Medine’den uzaklaştırılmışlar, ya da cezalandırılmışlardır. Müslümanları tehdit eden diğer bir topluluk ise Hayber Yahûdîleridir ki, onlar gerek Medine topraklarına taciz saldırılarını organize ederek doğrudan, gerekse Medine’de bulunan Yahûdîleri Müslümanlar aleyhine kışkırtmak ve Medine üzerine düzenlenecek saldırılarda Mekke müşrikleri ile ittifak yaparak dolaylı bir şekilde Müslümanlara karşı düşmanca faaliyetler gerçekleştirmişlerdir.
Müslümanlar için hemen olmasa da orta vadede tehdit unsuru olabilecek diğer bir düşman grubu ise Kuzey Arabistan’da meskûn bulunan Hıristiyan Araplar ile onları himaye eden Doğu Roma’dır. Medine’deki Müslüman toplumu yukarıda sayılan düşmanlar kadar tehdit eden, ancak gizlice faaliyet gösterdikleri için daha tehlikeli olan düşmanlar ise Medine‘deki münafıklardır. Bunları diğer düşmanlardan ayıran husus, onların Müslümanlarla bir arada bulunmaları ve zahiren Müslüman gibi görünmeleridir. Medine’deki Müslüman bütünlüğünü parçalamaları ihtimalinden dolayı Medine için en yakın ve en tehlikeli olarak bunları göstermek mümkündür. Münafıklar bir taraftan Müslümanların iç bütünlüğünü parçalamaya çalışırken, diğer taraftan da Medine’ye düşman olan bütün dahilî ve haricî unsurlarla işbirliği yapmak suretiyle onları Medine üzerine saldırmaya teşvik etmişlerdir. Görüldüğü gibi Medine’deki Müslümanlar her tarafı düşmanla çevrili bir şekilde kalmışlardır. Bu şartlarda saldırı ve savaşlardan kaçınmak mümkün görünmemektedir. 
Peygamberliğini ilân etmesinden itibaren Rasûlüllah'ın (sav) davetine cephe alan, İslâm'ın yayılmasını engellemek için her türlü teşebbüsü gerçekleştiren nihayet uyguladıkları şiddetin boyutunu Hz. Peygamber'i (sav) öldürmeye kadar götüren Mekke müşrikleri, Allah Rasûlü'nün (sav) ve Müslümanların peşlerini Medine’de de bırakmamışlar, Hicretten hemen sonra Medine'deki Müslümanlar lehine gelişmeler onları rahatsız ettiği için şehir üzerine taarruz planları yapmaya başlamışlardır. Nitekim sonraki süreçte Medine’ye karşı düzenlenecek siyasî ve askerî faaliyetleri plânlayan ve uygulamasını sağlayan Mekke reislerinden Ebû Süfyan ile Ubey b. Halef Ensâr'a bir mektup yazarak, onlardan Hz. Peygamber'i (sav) himaye etmekten vazgeçmelerini, aksi takdirde Medine ile bir savaşın çıkabileceğinin söyleyerek onları tehdit etmişlerdir[17]
Bu sözler açıkça Müşrik Mekkelilerin Medine üzerine savaş ilanından başka bir şey değildir. Dolayısıyla Müslümanlar düşmanlarının muhtemel saldırıları konusunda hazırlık yapmaya ve yakın zamanda çıkması muhtemel bir savaşı beklemeye başladılar. İşte bu sıralarda Hicretin 2. yılında (M.624) Müslümanlar için cihad izni anlamına gelen âyetler nâzil olmuştur: 
“Şüphesiz, Allah inananları savunur. Doğrusu Allah hiçbir haini, nankörü sevmez. Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir”.[18]“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır”.[19]
Zikredilen son âyet-i kerimlerde gayet açık bir şekilde Müslümanların hangi şartlarda savaşmalarına izin verildiği açıkça ortaya koyulmuştur. Öncelikli olarak bir durum tespiti yapılmıştır ki, bu da Müminlerin haksız yere yurtlarından çıkarılmış olmasıdır. Öyleyse bu haksızlığa karşı mücadele edebilmek için artık Müslümanlar gerekirse savaşabileceklerdir. Daha sonra ibadet yerlerinin ve korunması ve dinin zorbalar karşısında serbest bir şekilde yaşanabilmesi için savaşın gerekebileceği hususudur. Dolayısıyla inkârın tahribatının engellenmesi için müminlere savaş izni verilmiştir. Bu izin, savaşarak ve kılıç kullanarak şiddet yoluyla dini yayma izni veya emri değil, tam aksine sahip olunan inanç değerlerini yok edilmesine karşı onları koruma haklarının kullanmalarına verilen bir imkândır.[20]  Çağdaş İslâm hukuk âlimlerinden Muhammed Ebû Zehra İslâm’da Savaş Kavramı kitabında bu hususu şu şekilde açıklar: “Müslüman değildir diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı ve kâfirliği sebebiyle hiç kimsenin canına kıyılamaz. Bir insan, yalnız ve yalnız Müslümanlara saldırması sebebiyle öldürülür. Âlimlerin büyük ekseriyeti bu görüştedir. Küfrün savaş sebebi olacağı görüşündeki kimi Şâfii âlimlerin görüşleri kabul görmemiş ve nasslara aykırılığı sebebiyle reddedilmiştir”.[21]Buna göre Müslümanlar için herhangi bir savaş durumu olabilmesi için düşman saldırısı, aşırı gitme ve yapılan fiilî bir zulmün olması gerekmektedir. Görüldüğü gibi İslâm’da savaşın sebebi saldırıyı önlemektir. Herhangi bir inancı dayatmak değildir. Esasında barış, Müslümanlar ile diğer insanlar arasındaki ilişkinin temelidir. Ancak Müslümanlar, herhangi bir saldırı ile karşı karşıya kalırlarsa şüphesiz bu durumda savaş kaçınılmaz olur.[22]
Cihad ile ilgili âyetlerin nâzil olmasıyla birlikte Hz. Peygamber (sav) Medine dışına seriyye adı verilen küçük askerî birlikler göndermeye başladı. Bunların devletin varlığını duyurmak, haber toplamak, dine davet, Medine’yi müdafaa, müşrik kervanlarını takip, anlaşmalar çiğnendiğinde karşı tarafı cezalandırmak, vb. görev ve yetkileri vardı. Mekke–Şam ticaret yolunu kontrol altına almak da seriyyelerin önemli vazifeleri arasında yer alıyordu. Zira Kureyş ticaretinin can damarı olan bu güzergâhı kontrol altına almak ve Mekke müşriklerinin kervanlarını engellemek Müslümanlara Kureyş’le mücadelelerinde büyük avantaj sağlayacaktı.[23]Hz. Peygamber (sav) Veddân, Buvât, Aşîr, Sefvân gazveleri gibi bu tür askerî faaliyetlere bizzat komuta ederken-ki onun katıldığı seriyyelere gazve denilmiştir- bazılarına da Ubeyde b. Hâris, Hz. Hamza ve Sa’d b. Ebû Vakkâs gibi Müslümanları komutan olarak görevlendirmiştir.[24]
Hz. Peygamber’in (sav) keşif niyetiyle gönderdiği seriy­yelerden birisi de Abdullah b. Cahş komutasında Medine‘den hareket etmiştir. Seriyyelerin öncelikli görevleri, istihbarat toplayıp gözcülük vazifesi yapmak, herhangi bir saldırı düzenlememek olduğu halde Abdullah b. Cahş yetkilerini aşarak Kureyş ticaret kervanına saldırmış, kafilede bulunan Amr b. el-Hadramî’yi öldürüp iki kişiyi esir aldıktan sonra ellerindeki malları da ganimet alarak Medine’ye dönmüştür. Hz. Peygamber (sav) askerlerin yaptıklarından son derece rahatsız oldu ve kendisinin savaşmayı emretmediğini hatırlatarak olaya sebebiyet verenleri kınadı. Diğer taraftan da Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in (sav) haram ayları dikkate almayarak kan döktüğünü söylemek suretiyle Müslümanlar aleyhine propaganda yapmaya başladılar. Allah Rasûlü (sav) ve Müslümanlar için büyük sıkıntıya neden olan bu durum, nâzil olan âyetlerle açıklığa kavuşmuştur:
“Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, Âhirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır”.[25]“Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O halde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir”.[26]
Bu âyetlerin nazil olması üzerine Allah Rasûlü (sav) söz konusu seriyye neticesinde kendisine düşen ganimeti teslim aldı. Ele geçirilen esirleri de fidye karşılığında serbest bıraktı. Buna rağmen Abdullah b. Cahş seriyyesi neticesinde olanlar, Mekke müşriklerinin Müslümanlar üzerine Bedir’de gerçekleştirdikleri saldırının mühim gerekçelerinden biri olmuştur.[27]Bedir’den sonra Müslümanlar başta Mekke müşrikleri olmak üzere pek çok düşmanla karşı karşıya kalmışlar ve onlarla savaşmışlardır. Hakikaten siyer kaynakları incelendiğinde Medine dönemi bahislerinin büyük oranda meğâzî haberleriyle dolu olduğu görülecektir. Buradan yola çıkarak Hz. Peygamber’in (sav) Hicret sonrası döneminin tamamını savaşla geçirdiği sonucuna ulaşıldığı gibi, seriyye ve gazvelerin sadece savaş süreleri dikkate alınarak bunların Medine dönemi içinde çok az bir zaman devam ettiği, dolayısıyla savaşların ve savaş ortamının Medine’de uzun süre geçerli olmadığı da ileri sürülmektedir. Öncelikli olarak şunu ifade etmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in (sav) savaşlarıyla ilgili olarak, üzerinde durulması gereken husus, savaşların azlığı veya çokluğu değil, savaşların niçin ve nasıl gerçekleştiği, Allah Rasûlü’nün (sav) savaşın başlangıç, gelişme ve sonucu esnasında düşmanlarına karşı nasıl bir tavır aldığıdır. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber’i (sav) savaş veya rahmet peygamberi şeklinde kategorik olarak tanımlanıp ona göre tarihten deliller bulup argümanlar geliştirmek yerine, onun niçin savaştığı, savaş esnasında ve sonunda düşmanlarına nasıl davrandığı hususunun ortaya konulması yanlış algılamaları ortadan kaldıracak ve tarafgir kanaatlerin izalesine imkan verecektir. 
Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, Hz. Peygamber (sav) düşmanlarına karşı gerçekleştirdiği askerî faaliyetlerde daima hukukî meşruiyeti aramıştır. Medine’deki Yahudilere karşı Medine Sözleşme’sinin kendisine verdiği yetkilere dayanmak suretiyle harekat düzenlemiştir. Mekke’nin fethi girişiminin en mühim hukuki gerekçesi, müşriklerin Hudeybiye Barış Antlaşması’ı çiğnemiş olmalarıdır. Allah Rasûlü’nün (sav) hücum savaşı olarak gerçekleştirdiği Mustalikoğulları Gazvesi ile Huneyn savaşının gerekçeleri ise her iki düşmanın Müslümanlar üzerine saldırı düzenlemek amacıyla ordu topladıkları bilgisinin alınmış olmasıdır.  Bu sebeple Hz. Peygamber’in (sav) savaş uygulamalarında aralarında anlaşma olmasa da muhtemel düşmanlara karşı saldırı düzenleme, onları potansiyel halde ortadan kaldırma gibi bir uygulamasına şahit olunmamıştır. Üstelik o, kendisine düşmanlık yapan insanlardan intikam alma fırsatı eline geçmiş olmasına rağmen, kesinlikle intikam girişiminde bulunmamış, kendi ordusu içinde düşmandan intikam almak isteyenlere de fırsat vermemiştir. Nitekim Mekke’nin fethi esnasında bu günün müşriklerden intikam günü olduğunu ifade eden komutanlarından Sa’d b. Ubâde’yi birlik komutanlığından azledip, onun vazifesini Hz. Ali’ye devretmiştir.[28]Zira Allah Rasulü’nün (sav) savaşla ilgili temel prensibi her daim, düşmanı yok etmek suretiyle düşman kazanmak değil, düşmana merhamet etmek suretiyle düşmanı kazanmak olmuştur.
Rasûlüllah (sav) meşruiyet gerekçesi bulunmayan bir savaşa rıza göstermediği gibi, savaşın keyfîlikten uzak tutulması ve te­mel hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamıştır. Bu anlamda İslâm’ın getirdiği savaş hukukunun ilk ve eşsiz örneklerini Allah Rasûlü’nün (sav) savaş pratiğinde görmek mümkündür. Kendisi bu şekilde davrandığı gibi, komutanlarına da aynı esasları talimat olarak bildirmiş vermiş, savaşlarda fiilen çatışmaya katılmayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasaklamış onlardan yetkisini aşanlar olduğunda yaptıklarını onaylamamış üstelik kendilerini en ağır bir şekilde kınamıştır.[29]Nitekim Allah Rasûlü’ün (sav) verdiği yetkileri aşan ve keyfî davranışlar sergileyen Abdullah b. Cahş, Hâlid b. Velid ve Üsame b. Zeyd gibi seriyye komutanlarını ashabın huzurunda açıkça azarlamış, onların davranışlarını kesinlikle onaylamadığını ifade etmiştir.[30]Allah Rasûlü (sav) İslâm öncesi Arap toplumunda yaygın olarak görülen savaş esnasında öldürülmüş bulunan düşman askerlerinin hakaret amacıyla organlarının kesilmesi  demek olan müsleyi kesinlikle yasaklamış, ayrıca savaşların tabiî neticesi olarak ele geçirilen esirlere iyi davranılmasını em­retmiş, diğer milletlerin uyguladığı işken­ce vb. uygulamaları yasaklamış, özetle hukuka aykırı uygulamalara tolerans göstermemiştir. Bunun sonucunda İslâm Peygamberi’nin (sav) birçok savaştan sonra esir edilen insanlara yeme-içme vb. temel ihtiyaçlarını karşılama hususunda gösterdiği insanî muamele onlardan pek çoğunun İslâm’ı kabul etmelerine vesile olmuştur. Sümâme b. Usal’ın Müslüman olması buna örnek olarak gösterilebilir.[31]
Hz. Peygamber (sav) bütün savaş taktiklerinin yanı sıra disiplinli ve başa­rılı bir haber alma teşkilâtına da sahipti. Bir sefere çıkıldığında veya dönüşte gerek düşman hakkında bilgi edinmek, gerekse yol güvenliğini sağlamak amacıyla ke­şif kolları çıkarır, ayrıca bununla iktifa etmeyip kılavuz ve casuslar kul­lanırdı. Allah Rasûlü’nün (sav) düşmanın casuslarını etkisiz hale getirebilmek için de tedbirler aldığı anlaşılmaktadır. Nitekim, Benî Mustalik kabilesinin Medine’nin saldırıya açık kısımlarını keşif amacıyla gönderdiği casus, şehrin varoşlarını kontrol amaçlı görevlendirilen Müslüman devriyeler tarafından yakalanıp alıkonulmuştur.[32]  Benzer şekilde Hâtib b. Ebû Beltea isimli bir müslümanın Mekke’de müşrikler arasında kalan yakınlarını tehlikeden korumak amacıyla Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’yi fetih hazırlıklarını bildiren bir mektubunu götüren müşrik bir kadın Hz. Ali, Zübeyr b. el-Avvâm ve Mikdâd b. el-Esved tarafından takip edilip yakalanmış, bu şekilde Mekkelilerin Müslümanların faaliyetlerinden haberdar olmalarının önüne geçilmiştir.[33]Allah Rasûlü’nün (sav) istihbarata önem vermesinin en mühim sebebi kuşkusuz mümkün olduğunca çatışmaların en az kan dökülmekle ve insan kaybıyla sonlandırılmasıdır. Hz. Peygamber (sav) her şeyden önce ashabına savaş konusunda istekli olmamalarını, düşmanla karşılaşmayı temenni etmemelerini tavsiye etmiş, öncelikli olarak barışa ulaşma yollarının aranmasını, kılıca müracaatı en son seçenek olarak kullanmalarını istemiştir.[34]Bu amaçla Allah Rasûlü (sav) silâhlı kuvvetlerin kullanılmasından ziyade psikolojik, özellikle de ekonomik savaşı tercih etmiştir. Örnek vermek gerekirse Mekke müşrikleriyle mücadelesini onların ticarî faaliyetlerini engellemek suretiyle başlatmıştır. Onun Mekke’ye karşı uyguladığı bu ekonomik baskının başka maksat ve nedenleri de vardı: Yüzlerce Müslüman aile Mekke’den göç etmek zorunda bırakılmış ve Mekkeli hemşehrileri bu muhacirlerin geride bıraktığı taşınır ve taşınmaz bütün mallarına haksız yere el koymuşlardı. Uluslararası savaş hukuku kurallarının yanı sıra, Rasûlüllah’ın (sav) elinde Mekkeli kervanları durdurup mallarına el koymak için başka imkânlar da bulunmaktaydı. Ayrıca yine unutulmamalıdır ki, Mekke’nin bu kervan ticaretinden elde ettiği kazanç, İslâm’ın ortadan kaldırılması için kullanılıyordu. Bu durumda Mekke ekonomisinin bu şekilde kullanımını engellemek, Müslümanlar için önemli bir hak ve hatta imkân olmuştur. 
Savaşların sadece harp meydanında mücadele ile kazanılamayacağı tecrübelerle sabittir. Bunun için başlangıçtan itibaren planlı bir strateji tespit etmek, her şarta göre yeni taktikler belirlemek, bunun yanı sıra fizikî güçlerin yanına psikolojik savaş tekniklerini de devreye sokmak şarttır. Medine dönemi askerî faaliyetlere bir bütün olarak bakıldığında savaş için hayati ehemmiyet arz eden organizasyon, moral, güvenlik, hareketlilik, sürat, merkezî kontrol, bölge coğrafyasından etkin bir şekilde istifade etme, faaliyet esnasında gizliliğin muhafazası, sağ­lam ve sistemli istihbarat gibi temel yön­tem ve harp prensiplerinin Hz. Peygamber (sav) tarafından büyük bir maharetle ve başarıyla uygulandığı görülür. Bu sayededir ki, Müslümanlar büyük askerî harekâtların tamamında düşmanlarını hazırlıksız yakalamışlar, neticede her iki taraf için de çok az insan ve mal zayiatı verdirerek savaşları kazanmışlardır. Nitekim Müslümanların müdahil oldukları ancak çok az karşılaşmada küçük çaplı da olsa çatışmalar meydana gelmiştir. Bunda Allah Rasûlü’nün (sav) askerî harekâtlarda silâhlı çatışma olmaması için özel tedbirler almasının mutlaka büyük payı vardır. Gerçekten de o, ilk adım olarak meselenin savaş yapılmadan sulh yoluyla halli için büyük gayret göstermiş, çatışma kaçınılmaz hale geldiğinde ise düşman için dahi insan kaybını en alt düzeye indirmeye gayret etmiştir. Böyle olduğu içindir ki, 10 yıl süren Medine döneminde Rasûl-i Ekrem'in (sav) iştirak ettiği do­kuz savaşta Müslümanların kaybı 147, düşman grupların insan zayiatı ise 288 kişide kalmıştır.[35]  
Hz. Peygamber’in (sav), risalet vazifesi boyunca Müslümanlar arasında şiddetin önlenmesi adına attığı en önemli adımlardan biri de Cahiliyye döneminde Arap sosyal hayatında şiddetin en önemli kaynağı olan kabile asabiyetiyle mücadele etmek olmuştur. Çünkü kabilecilik anlayışı cahiliye döneminde Arap kabilelerinin dağılmasına sebep olmuş, kabileler arasında devamlı düşmanlık üretmiş, intikam hislerini körüklemiş ve neticede toplumu adeta şiddet sarmalına alarak sosyal hayatı yaşanmaz hale getirmişti. Hâlbuki İslâm, insanlık için barış ve kardeşliği hedefliyordu. İslâmî öğreti, toplumsal şiddetin kaynağı asabiyetle mücadelenin ilk adımı olarak bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmiş[36]ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını kesin bir şekilde reddetmiştir.[37]Bu hususu açıklamak üzere Kur’ân-ı Kerîm’de insanların doğuşta kazanılan, soylarından gelen bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek olan takvada ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği ifade edilmiştir.[38]Hz. Peygamber (sav) de Mekke’nin fethi hutbesinde İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler, Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”.[39]sözleriyle ortaya koymuştur.
Allah Rasûlü (sav) veda hutbesinde bu gerçeği daha şümullü bir şekilde şöyle dile getirmiştir: 
“Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir arabın arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır”.[40]
Burada örnek olarak zikredilen âyet ve hadislerin ortaya koyduğu bu prensipler, sadece ahlakî davranışlarla  sınırlı kalmamış, hukukî sonuçlara da yansımıştır. Nitekim İslâm hukukuna göre insanların temel hak ve sorumlulukları belirlenirken herhangi bir soya mensubiyet bir kişi için avantaj veya dezavantaj olarak görülmemiş, ırkî kökeni ne olursa olsun herkes hukuk karşısında eşit sayılmıştır.[41]Bütün bunlara rağmen İslâm öncesi dönemden beri devam eden ve pek çok kabile çatışmasını tetikleyen soya dayalı övünme ve ırkın üstünlüğüne inanma anlayışının ortadan kaldırılması kolay gerçekleşmemiştir. Çünkü Araplar neseplerine son derece düşkün bir milletti ve nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber (sav) soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir:
“Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”.[42]“Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür”.[43]
Allah Rasûlü (sav) açıkça şiddet çağrısı anlamına gelen asabiyet uğruna gayreti de cahiliye davası olarak nitelemiştir: “Cahiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir”[44]. “Şu cahiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”.[45]Gerçekten İslâm dini kabile taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların şiddeti çağrıştıran kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, cahiliye davasına çağırmayı da, buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır.[46]
İslâm’ın, toplumsal şiddetin engellenmesi amacıyla kabile övünmesinden sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezahürü intikam düşüncesi, yani kan davalarıdır. Hz. Peygamber (sav) Arap kabileleri arasında husumet ve düşmanlık davalarını ilga hususunda cahiliye intikamının/kanının iptal edilmesi için özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi[47], gerekse veda hutbesinde[48]bu hususu özellikle dile getirmiştir. Allah Rasûlü (sav), çevre kabilelerle ilişkilerinde de bu konuya dikkat çekmiş, meselâ Has‘am kabilesiyle yaptığı ahitnamede onlara sosyal şiddetin en belirgin tezahürü olan kan davasını yasaklamıştır.[49]
İslâm dini Müslüman toplumu tehdit eden kan davalarının kötülüğünü vurgulayarak ahlâkî-vicdanî tedbirler almanın yanında bu hususu ayrıca hukukun konusu içine dahil etmek suretiyle çözmeye çalışmıştır. “Ey iman edenler!  Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür”âyeti[50]buna işaret eder. İslâm hukukuna göre şiddeti besleyen ve şiddetle beslenen intikam ve kan davası uygulamalarının ortadan kaldırılabilmesi için öldürme cezasının infazı (kısas), maktulün yakınına veya kabilesine değil, devlet otoritesine devredilmiştir.[51]Yeni uygulamada suçluyu takip ve ceza sorumluluğu fertlerden ya da  kabilelerden toplum adına devlete intikal ettirilmiş, intikam hissi de, sosyal düzeni bozmadan meşru sınırlar, yani hukuk içinde tatmin edilmeye çalışılmıştır.[52]Kısasın infazı hukukî yolla ve devlet tarafından gerçekleştirdiği için, yeni kan davaları, dolayısıyla sonu gelmez kabile savaşlarının sebebi ortadan kalkmıştır. İslâm dini ayrıca kasten öldürme vuku bulduğunda kısas hükmü yanında, buna alternatif olarak diyet sistemini de kabul etmiş, kısas ile diyet arasındaki tercihi ise öldürülenin yakınlarına bir hak olarak vermiştir.[53]Bununla birlikte diyete razı olunması özellikle tavsiye edilmiştir.[54]Cahiliye dönemi intikam savaşları göz önüne alındığında yeni hukukî uygulamaların intikam hislerini önlediği, ve Müslüman toplumda şiddet hareketlerini büyük oranda engellediği görülür.

C.              Hulefâ-i Râşidîn Döneminde Şiddet Tezahürleri

Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Müslümanların idaresini üstlenen Hz. Ebû Bekir’in iki yıllık halîfeliği süreci, Müslümanlar için peygamber idaresinden hilâfet yönetime geçiş tecrübesi olarak kabul edilebilir. Kısa, ancak çok zor geçen bu dönem, Hz. Ebû Bekir’e çok büyük sorumluluklar yüklemiştir. Hz. Âişe bu nazik durumu ve babasının misyonunu şu sözleriyle tasvir eder:
“Araplar irtidat ettiler. Yahudiler ve hıristiyanlar baş kaldırdı; nifak ortaya çıktı. Peygamberlerini kaybeden Müslümanlar, bir kış gecesinin yağmuru altında kalmış koyun sürüsüne döndüler. Nihayet Allah, onları tekrar Ebû Bekir’in etrafında topladı”.[55]“Rasûlüllah (sav) vefat edince babamın karşılaştığı zorluklar, sağlam dağlara yüklenseydi, onları paramparça ederdi. Medine’de nifak hakimdi. Allah’a yemin ederim ki babam, insanların ihtilâfa düştükleri her konuyu, İslâmiyet’teki değer ve ilgisine göre en süratli bir şekilde çözdü.”[56]
Hz. Âişe’nin de işaret ettiği gibi Hz. Ebû Bekir, Allah Rasû­lü’nün (sav) vefatından sonra vahiy kültürüyle yönetilmeye alışmış insanları, peygambersiz bir idareye adapte etmek için büyük çaba harcadı. Onun bu amaçla attığı ilk adım, başta en yakın arkadaşı Hz. Ömer olmak üzere peygamberin kaybından dolayı büyük şok yaşayan Müslümanlara Hz. Muhammed’in (sav) ilahî görevini tamamlayan bir beşer olduğunu, ancak Allah’ın ve gönderdiği dininin bakî kalacağını hatırlatmak ve onları gerçekle yüz yüze getirmek olmuştur.[57]
Hz. Ebû Bekir’in idare politikasında siyasî anlamda selefi olan Hz. Peygamber’in (sav) yönetim prensiplerinin belirgin yansımaları gö­rülür. Gerçekten de, İslâm tarihinin Hz. Muhammed (sav) dönemi dikkate alındığında, yapılan uygulamalarda Allah Rasûlü’ne (sav) en yakın görüşlerin Hz. Ebû Bekir tarafından serdedildiği, başka bir ifadeyle ashâb içinde en fazla onun yer aldığı grubun görüşlerine itibar edildiğine şahit olunur. Nitekim Kayser, Kisrâ ve Necâşî gibi devlet hükümdarlarını tanımış bulunan Araplar, bu özelliği sebebiyle Hz. Ebû Bekir’i “Peygamber'in veziri"olarak vasıflandırmışlardır.[58]İbn Kayyim el-Cevziyye de onun idaresinin Hz. Peygamber’in (sav) yönetimine uyduğunu zikreder.[59]
Hz. Ebû Bekir’in yönetimi esnasında üzerinde hassasiyetle durduğu konuların başında insan haklarına saygı gelir. Onun kumandanlarına ve valilerine verdiği emirler, Kur’ân’ın evrensel esaslarına dayanmaktadır. Halîfenin Üsâme ordusuna verdiği talimat, şu esasları dile getirir:
“Size on şey tavsiye edeceğim ki, bunlara uyunuz: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları, kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Koyun, inek ve deve gibi hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rastlayacaksınız, onları kendi hallerine bırakınız.”[60]
Hz. Ebû Bekir’in burada dile getirdiği tavsiyeler, zamanımıza kadar korunmaya çalışılan, ancak günümüz savaşlarında da sık sık şahit olduğumuz gibi ihmâl, hatta ihlâl edilen savaş hukukunun temel umdelerini yansıtır. Talimatın ihtiva ettiği hususlar, İslâm’ın ilk halîfesinin genelde insana saygısını, özelde ise diğer din mensuplarına (öteki) hoşgörüsünü ve şiddeti önlemeye dönük kararlılığını açık bir şekilde gündeme getirir mahiyettedir. Şüphesiz bu talimat ve uygulamalar Allah Rasûlü’nün (sav) öğretisi ve icraatının Hz. Ebû Bekir dönemindeki pratik tezahürlerinden başka bir şey değildir.[61]
Hz. Ebu Bekir, idaresi altında bulunan Müslüman, gayr-i Müslim bütün insanların barış içinde yaşayabilmeleri için Hz. Peygamber’i (sav) kendisine örnek almak suretiyle her türlü tedbiri almıştır. Bu anlamda onun üzerinde hassasiyetle durduğu konuların başında toplumda her türlü şiddet hareketine kaynaklık eden kabilecilik anlayışıyla mücadele gelir. Bu amaçla halife kabile rekabetine sebep teşkil edecek girişimlerden özellikle uzak durmuş, toplum içerisinde kabileciliği çağrıştıran uygulamalara kesinlikle müsaade etmemiştir. Asabiyetle mücadele konusunda Hz. Ömer’i  ilk halife ile birlikte değerlendirmek gerekir. Zira onlar ilk halife seçiminin ardından devletin yönetim sorumluluğunu birlikte üstlenmişlerdir. Zaten Hz. Ebû Bekir’in halife seçiminde Hz. Ömer etkin bir rol oynamış, Hz. Ebû Bekir ise Müslümanların görüşlerini de alarak Hz. Ömer’i yerine halef bırakmıştır. Dolayısıyla bu iki devlet yöneticisinin uygulamalarında birçok ortak nokta bulmak mümkündür. 
Gerek Mekke, gerekse Medine döneminde asabiyetin şiddet ve çatışmayı gündemde tutan menfî tesirlerine bizzat şahit olan Hz. Ebû Bekir ile halefi Hz. Ömer, yönetim sorumluluğunu üstlendikleri andan itibaren bu tesiri azaltmak için kendi kabilelerine yönetim kapılarını kapatmışlar, bu sayede idarenin bir aile saltanatı haline dönüşmesi ihtimalini ortadan kaldırmak istemişlerdir. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti döneminde hem ridde hadiselerini bastırmak üzere gönderilen, hem Irak hem de Şam topraklarına sefere çıkan komutanlar arasında Teym kabilesine mensup hiçbir şahıs yer almamıştır. Bu faaliyetin önde gelen komutanları olan Hâlid b. Velid (Mahzum), Amr b. el-Âs (Sehm), Şurahbil b. Hasene (Kinde-Yemen), İkrime b. Ebû Cehil (Mahzum) hep başka kabilelere mensupturlar. Halife ilk Müslümanlar’dan hatta aşere-i mübeşşereden olan kabiledaşı Talha b. Ubeydullah’ı bile bu faaliyetlerde görevlendirmemiştir.[62]
Kendi aile mensuplarını idarî makamlardan uzak tutma konusunda en titiz uygulamalara imza atan devlet yöneticisi kuşkusuz Hz. Ömer’dir. Yaklaşık 10 yıl 13-23 (634-643) süren hilâfeti boyunca Hz. Ömer ordu komutanlığı ve eyalet valiliği gibi üst düzey makamlara Adî kabilesine mensup hiçbir kimseyi şahsı tayin etmemiştir.[63]Halife kendi soyundan sadece Numan b. Adî ve Kudâme b. Mazûn’a devlet memuriyeti vermiş, ancak her ikisini de şaraptan bahseden şiirler yazdıkları gerekçesiyle kısa süre sonra azletmiştir.[64]
İlk iki halife bir taraftan Araplar arasındaki yaygın kabile savaşlarını engellemeye çalışırken diğer taraftan da toplumsal barışı temin gayreti içerisinde olmuşlardır. İç barışın en önemli adımı ise toplum içindeki gerek Müslüman gerekse gayr-i Müslim olsun farklı inanç ve etnik gruplara hakkaniyetle muamele gösterilmesidir. Nitekim halife Müslümanlardan toplanmış zekat hayvanları arasında semiz bir koyun gördüğü zaman “sahipleri bunu gönül rızasıyla vermemiştir. İnsanların mallarını gasp etmeyiniz. Onların üzerlerine titredikleri malların ve hayvanların en iyilerini almayınız”sözleriyle memurlarını uyarmıştır.[65]Hz. Ömer’in toplumda huzur ve barışın temin edilmesi konusundaki hassasiyeti sadece Müslüman halkla sınırlı kalmamıştır. Halife, Sevâd arazisinde yaşayan halka fazla harac yüklememek amacıyla, kendilerine geçmişteki idarecilerine ne kadar vergi ödediklerini sormuş, aldığı bilgiye göre onları daha az miktarda haracla sorumlu tutmuştur.[66]Yine kaynakların aktardığına göre Hz. Ömer, fakirlikten dolayı dilenen bir Yahudiye bir miktar yardım yapmış, Beytülmâl görevlisine de gençliğinde cizyesini aldıkları bu insanları yaşlılıklarında perişan vaziyette bırakmalarının doğru olmadığını söyleyerek ondan verginin kaldırılmasını istemiştir.[67]Horasan topraklarındaki zimmîlerin Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları sürekli olarak bozmalarından şüphelenen halîfe, bu hadiselerin onlara haksızlık yapılmış olmasından kaynaklanabileceği düşüncesiyle bölgedeki komutanları bu hususta hesaba çekmiştir.[68]Şam ordusu tarafından ekinlerine zarar verilen gayr-i müslim bir köylünün zararı halîfe tarafından derhal tazmin edilmiştir.[69]Hz. Ömer, vefatı esnasında kendisinden sonraki halîfeye zim­mîleri emanet olarak bıraktığını söylemiş[70], onların haklarının korunmasını istemiş, ayrıca onların can ve mallarının emniyeti uğrunda gerekirse savaşılmasını, onlara güçlerinin üstünde borç yüklenmemesini tavsiye etmiş, cizyelerini ödeyemeyenlerden bunun zorla alınmasını, ödeyemedikleri takdirde de cezalandırılmalarını yasaklamıştır.[71]Zimmîler halîfenin kendilerine karşı gösterdiği bu vefakârlık ve iyi muamele karşısında Müslüman askerlerin düşman ordularına karşı üstün gelmesi için yardımcı olmuşlardır. Onlar ayrıca daha fethedilmemiş bulunan Rum beldelerine casuslar göndererek oralardaki düşman birlikleri hakkında Müslüman komutanlara bilgi sağlamışlardır.[72]Dolayısıyla Müslüman fetihlerin hızlı ve başarılı neticelenmesinde zimmîlerin doğrudan veya dolaylı katkılarını unutmamak gerekir. Zimmîleri Müslümanlar için adeta yardımcı kuvvet haline getiren amillerin başında Hz. Ömer’in onlara karşı sergilediği insanca muameleyi göstermek mümkündür.
Halka karşı son derece şefkatle davranan halîfe, aynı konuda yöneticilerini de uyarmıştır:
“Ey idareciler, biliniz ki Allah katında idarecinin yumuşaklık ve şefkatinden daha sevgili ve faydası daha fazla olan bir özelliği yoktur. Biliniz ki, her kim emri altında bulunanları iyilik ve afiyet ile tutarsa ondan daha fazlası kendine verilir.[73]Ben sizi cabbarlar ve zalimler olmanız için değil, ancak kendilerine tabi olunan kişiler olmanız için gönderiyorum. Müslümanlar’ı dövmeyiniz. Aksi halde onları zillete düşürürsünüz. Onları lüzumundan fazla da övmeyiniz, bu durumda onları şımartmış olursunuz. Haklarına mani olmayınız, böyle davranırsanız onlara zulmetmiş olursunuz. Müslümanlar’ın haklarını kendilerine zamanında veriniz.”[74]
Hz. Ömer, valisi Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’ye de “Allah katında idarecilerin en mesudu, varlığı ile idare ettikleri saadete eren kimsedir. İdarecilerin en kötüsü ise yönettiklerinin şikayetine sebep olan kimsedir. Kötülük etmekten ve dalâlete düşmekten son derece sakın”[75]tavsiyeleriyle halka karşı benimsemesi gereken yolu göstermiştir. Ebû Yûsuf’un rivayetine göre Hz. Ömer, halkı gözetmeyen, hastaları ziyaret etmeyen, zayıf ve kimsesizleri huzuruna kabul etmeyen valilerini görevinden azletmiştir.[76]
Hz. Ömer’in şehit edilmesinden sonra halife olan Hz. Osman, göreve gelmesinden yaklaşık iki yıl sonra 26 (647) yönetim kademelerinin hemen tamamına kendi akrabasını getirmeye başladı. Gerçekleşen bu tayinler neticesinde devletin bütün idarî kademeleri aynı soya, Ümeyyeoğulları’na geçmiş oldu. İktidarın zamanla bir kabilenin kontrolüne girmesiyle birlikte, fiilen saltanat uygulaması başlamıştır. Hz. Osman dönemi idaresinde sadece bir kabileye dayanan yönetim sistemine geçilmesi, Hz. Peygamber’in (sav) büyük ölçüde sindirdiği, ardından ilk iki halifenin etkisiz hale getirmeye çalıştıkları asabiyetin yeniden ortaya çıkmasına ve hadiseleri yönlendirecek güce ulaşmasına sebep olmuş, bu durum da her şeyden önce Kureyş içinde Emevî-Hâşimî rekabetini yeniden canlandırmıştır. Hz. Osman’ın halife olması ve Emevîler lehine/adına siyasî kararlar alması, rakipleri Hâşimîleri tabiî olarak muhalefete sevk etmiş, ayrıca idareden şu veya bu sebeple memnun olmayanlar da Emevîlere karşı muhalefet merkezi konumuna gelen Hâşimîlerin yanında toplanmışlardır. Sonuçta Müslümanlar Emevî taraftarları ve Hâşimî taraftarları şeklinde ikiye bölünmüş, iki aile arasında geçmişe dayanan rekabet, alanını genişleterek bütün toplumu etkiler hale gelmiştir.
Hz. Osman’ın Emevî soyu merkezli politik tercihleri sadece Kureyş içinde Emevî-Hâşimî şeklindeki bir siyasî bölünmeye sebep olmakla kalmamış, diğer Arap kabilelerinin de idare aleyhine birleşmelerine, asabiyetlerini açığa vurmalarına ve hilâfetin genelde Kureyş’in, özelde de Ümeyyeoğulları’nın tekelinde olmaması gerektiğini dile getirmelerine neden olmuştur. Bunun sonucu olarak, o dönemde yeniden canlanan Emevî-Hâşimî asabiyeti mücadelesine Kureyşli ve Kureyşli olmayan Araplar şeklindeki (irtidat hadiselerinde ilk kez görülen) rekabet de eklenmiştir.[77]Sonuçta Kureyş dışındaki Araplar Hz. Osman'ın şahsında Emevî idaresine karşı -aslında Kureyş’in siyasî hâkimiyetine karşı- ülkenin her yerinde tavır almaya başlamışlardır. Bunun en bâriz örnekleri Kûfe’de meydana gelmiştir. Hz. Osman’ın Velid b. Ukbe’nin yerine tayin ettiği Saîd b. el-Âs’ın şehir eşrafıyla konutunda yaptığı sohbet esnasında Kûfe arazisinin Kureyş’in bahçesi olduğunu söylemesi, Mâlik b. el-Hâris (Eşter) başta olmak üzere Kûfeliler’in büyük tepkisini çekmiş, bu konuşma valinin konağında kabilelerarası kavgaya sebep olmuştur. Saîd’in sözleri Kûfe’deki yönetim muhaliflerinin idareye karşı fiilî olarak harekete geçmelerinin miladı olmuştur.[78]Hz. Osman bu hareketi bastırmak için muhalefetin elebaşlarını önce Şam’a ardından da Humus’a sürgüne göndermişse de hareketin önü alınamamıştır.[79]Şam sürgünüyle de davalarından vazgeçmeyen muhalif Kûfeliler 34 (654) yılında Medine’de gerçekleştirilen valiler toplantısından dönen Kûfe valisini Cerâ denilen mevkide karşılayarak, onun Kûfe’ye girmesine engel olmuşlardı. Kûfeliler valiyi geri göndermekle iktifa etmeyip kendi seçtikleri Ebû Mûsâ’yı yeni vali olarak halifeye tasdik ettirmişlerdir ki[80], bu hadise Hz. Osman yönetiminin siyasî anlamda iflasının ilk işareti olmuştur.
Hz. Osman döneminde meydana gelen siyasî, içtimaî ve dinî sâikler halife aleyhine faaliyetleri harekete geçirmiş, bunun üzerine Basra, Kûfe ve Mısır’dan gelen asiler yaklaşık 40 gün süren kuşatmanın ardından Hz. Osman’ı şehit etmişlerdir.[81]Halifeye karşı gerçekleştirilen bu hareket, İslâm tarihinin önemli hadiselerinden ve dönüm noktalarından biri olmuştur. Her şeyden önce Müslümanların halifesi yine Müslümanlar tarafından katledilmiştir. Zira bundan sonra İslâm toplumu uzun süre iç kargaşa ve şiddet hareketine şahit olmuştur. 
Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar Hz. Ali’yi halife seçtiler.[82]Hz. Ali’nin halîfe olduktan sonra Medinelilerin tamamından biat alamamış olması, onun iktidarını daha başlangıç aşamasında meşruiyet kriziyle karşı karşıya getirmiştir. Zira bazı şahıs ve gruplar biatleriyle “Hz. Osman’ın kanı”arasında bağlantı kurmaları, yani biatlerini Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması şartına bağlamışlardır. Bu gruplardan ilki Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr üçlüsünün önderlik ettikleri Cemel ashâbı, diğeri de Muaviye’nin bayrağı altında toplanan Şamlılardı. Hz. Ali’nin siyasî otoritesi sağlamak için öncelikli olarak bu iki siyasî topluluğu kendi emri altına alması gerekiyordu. Hz. Ali vali tayinlerini gerçekleştirdikten sonra kendisine karşı aktif siyasî faaliyete girişen mezkur grupları itaat altına almaya karar verdi. 
Hz. Âişe ile birlikte Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in yer aldığı, Umeyyeoğullar’ının da maddî destek verdiği Cemel topluluğu, Hz. Osman'ın kanını talep konusunda karar birliğine vardıktan sonra Basra’ya gitmeye karar verdiler.[83]Bu grup daha sonra Basra üzerine yürümek suretiyle şehrin kontrolünü ele geçirdi.[84]Bu gelişme bilhassa Irak topraklarında şiddet hareketlerini tetikledi. Öyle ki,bir isyan neticesinde katledilen Hz Osman’ın kanını dava etmek üzere toplandıklarını söyleyen Cemel ashâbı, halîfenin valisini şehirden çıkarmak suretiyle esasında yeni bir isyan girişimi başlatmış oldular. Yeni gelişme onların halife ordularıyla karşı karşıya gelmelerine sebep oldu ki bu hadise Müslümanların o döneme kadar kendi aralarında gerçekleşen en büyük savaş ve şiddet hareketi olan Cemel vak’asıdır. Hicretin 36. yılı 14-15 Cemâziyelâhir’de (8-9 Aralık 656) Perşembe günü cereyan eden Cemel savaşında her iki taraftan binlerce kayıp verildiği rivayet edilmiştir.[85]Cemel savaşı sadece toplumsal şiddeti tetikleyen siyasî bir hadise olmayıp, daha sonra ortaya çıkacak siyasî ve itikadî mezheplerin tartıştıkları en önemli meseleler sayılan amelin imandan bir cüz olup olmadığı, büyük günah işleyenin akıbeti gibi tartışmalara ve ihtilâflara zemin oluşturmuştur.[86]
Cemel Savaşı’ndan sonra Müslüman toplumun şahit olduğu ve sonuçları daha yıkıcı olarak devam eden ikinci büyük şiddet hareketi ise Sıffin savaşıdır. Savaşın gerçekleşmiş olması Müslüman toplum vicdanında büyük bir tahribat meydana getirdi. Zira her iki taraftan toplam 70 bin kişi çarpışmalar esnasında hayatını kaybetti.[87]İslâm toplumu için büyük bir felâket olarak tarihe geçen bu hadise, İslâm tarihinin en talihsiz hatıralarından biri olmasının yanında, sonuçları itibarıyla da asırlardır Müslümanların zihnini ve gündemini meş­gul etmiştir.

D.              Emevîler Dönemi’nde Şiddet Tezahürleri

Emevîler döneminde meydana gelen şiddet hareketlerinin en mühim etkenlerinden olan asabiyet, İslâm tarihinin başka hiçbir devrinde olmadığı kadar sosyal ve siyasî hadiseler üzerinde tesir icra etmiştir. Bilhassa Şam, Irak, Horasan başta olmak üzere, eyaletlerdeki dahilî problemlerde asabiyetin baş rol oynadığı açıkça görülür. 
Emevîler döneminde etkisini artıran kabile asabiyeti, Müslümanların muhtelif beldelerde yayılmasıyla birlikte dinî-siyasî mezhepler, kavmiyetçilik şuuru ve coğrafî ortaklık (hemşehrilik) gibi rakiplerle de karşı karşıya gelmiştir. Bu unsurlar, nadir de olsa Arabın zihninde bir araya gelebilmişlerdir. Örnek vermek gerekirse Kûfe’de Hemdan, Basra’da da Abdülkays kabilelerinin tamamı Şiiliği benimsemişlerdir.[88]Bu sayede kabile asabiyeti ile mezhep görüşü bir araya gelmiş, soy-akide ittifakı adı geçen kabileleri güçlendirmiş, onların maddî ve manevî dayanışmalarını artırmıştır. Ancak bu durum genelde gerçekleşmemiş, hatta Emevî asrının başlangıcından itibaren muhtelif dinî fırkalar (mezhep) karşısında kabile bütünlüğü dağılma ve parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış, soya dayalı kabile ile inanç esaslı cemaat arasında uzun süren yıpratıcı mücadeleler meydana gelmiştir. 
Araplarla, gayr-i Arap unsuru teşkil eden mevâlî arasında gerçekleşen çekişmeler ve buna bağlı olarak ortaya çıkan şiddet hareketleri Emevîler döneminde ortaya çıkan kabilecilik kaynaklı başka bir mücadele çeşidi olarak karşımıza çıkar. Emevî siyaseti genelde Arap asabiyetine dayandığı için, Araplar dışında kalan unsurlar –özellikle İranlılar ve Türkler- ülkede ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüşler ve bu uygulamanın sıkıntısını yaşamışlardır.[89]Gayr-ı Arap unsurların bu muamele sebebiyle Araplara karşı gösterdikleri reaksiyon, tabiî olarak Arapları da başka milletlere karşı ortak tavır almaya sevk etmiş, bu da en geniş çerçeveli asabiyet boyutu olan Arap asabiyetini, yani Arap kavmiyetçiliğini ortaya çıkarmıştır. Ancak bu tür asabiyet, Arapların diğer milletlerle mücadeleye başladığı, başka bir ifadeyle gayr-ı Arap unsurların Arap hâkimiyetine karşı güç kazandıkları Emevî asrının sonlarında, bilhassa Horasan’da mevâlî destekli bir organizasyon olan Ebû Müslim hareketi esnasında gerçekleşmiştir.[90]Araplar ile Acemler/Mevâlî arasında kavmiyetçilik boyutundaki gerçek mücadele Abbasîler döneminin ilk asrında yaşanacaktır.[91]Bu sebeple Emevîler devletinin ilk döneminde Arap-Mevâlî asabiyet mücadelesinin varlığını belirgin bir şekilde ortaya koymak ve etkinliğini açık olarak tespit etmek pek kolay değildir. Meselâ ilk dönemde Mevâlî ayaklanması olarak da nitelenebilecek[92]Muhtar es-Sekafî hadisesinde, mevâlî unsurunun olaylardaki etkinliği kadar[93], Şam iktidarına karşı Irak muhalefeti fikri ve Hz. Hüseyin’in intikamı eksenli Şia propagandası da önemli derecede rol oynamıştır. Aynı şekilde mevâlî isyanı olarak zikredilen Mağrib merkezli Berberî isyanlarında, onların mevâlîlikleri kadar Hâricî oluşlarının da tesirinin olduğu muhakkaktır.[94]Ancak her ne sebep ve temelli olursa olsun, bu mücadelelerin ortak yönü toplumda her kesimi derinden etkileyen şiddet dalgası meydana getirmesidir.
Emevîler dönemi dikkate alındığında en belirgin asabiyet mücadelesi ve kabileler arası şiddet kaynağı kuşkusuz Adnânî-Kahtânî Arap soy temeline dayanan Rebia-Mudar, Mudar-Yemen, Kays-Kelb, Kays-Bekr, Kays-Ezd şekillerinde gerçekleşen büyük Arap soyları veya Arap menşeli kabile federasyonları arasındaki siyasî rekabettir. Üstelik bu dönemde siyasî hadiselerinde geçmişe dayanan kabile düşmanlıklarına ve intikam hislerine atıf yapıldığına da şahit olmak mümkündür. Örnek vermek gerekirse, bir çok Medineli’nin Emevî ordusu tarafından öldürüldüğü Harre Vak‘ası’nda (63/683)[95]meydana gelen olaylar, Kureyş’in Bedir’de öldürülenlerin intikamını Medinelilerden alması olarak kabul edilmiştir.[96]Benzer şekilde Kerbelâ hadisesinde Hz. Hüseyin ile birlikte bir çok Hâşimî’nin şehit edilmesi, Bedir’de[97]öldürülen Ümeyye mensuplarının ve Hz. Osman’ın[98]intikamı olarak anlaşılmıştır.
Emevî asrında siyasî, içtimaî ve iktisadî sebeplerle eski kabile düşmanlıklarına yeni düşmanlıklar eklenmiş, bunun sonucu olarak Şam, Irak, Cezire ve Horasan başta olmak üzere pek çok eyalet şiddetli kabile savaşlarına sahne olmuştur. Savaşların meydana gelmesinde, eyaletlerdeki kabile gruplaşmalarının (Mudar, Rebia, Yemen) ve Emevî halifelerinden bir kısmının bu gruplardan herhangi birinin lehine veya aleyhine politika takip etmelerinin önemli derecede etkisi vardır. Bu dönemde kabile savaşları ve intikam mücadeleleri hem katılım, hem de şiddet boyutunda en ileri dereceye ulaşmıştır. Öyle ki, artık savaşlar cahiliye devrinde olduğu gibi deve ve koyun sürüsü gasp etmek veya su/mera kavgaları sebebiyle değil, iktidara ulaşmak, geniş ve verimli topraklar kazanmak ve bol ganimet elde etmek hedefiyle gerçekleştirilmiştir. Bu savaşlarda cahiliye çağındaki kabile savaşlarıyla mukayese edilemez derecede insan kaybı verilmiştir. Hatta bu dönemdeki kanlı savaşlarda esirleri öldürmek ve kadınların karnını deşmek gibi savaş hukukunu hiçe sayan vahşî uygulamalara da imza atılmıştır.[99]
Emevîler dönemindeki şiddet hareketleri şeklinde tezahür eden kabile savaşları Irak, Şam, ve Horasan gibi bölgelerde gerçekleşmiştir. Farklı merkezlerdeki savaşlar, bazen diğer bölgeleri de etkilemiştir. Binaenaleyh adı geçen eyaletlerdeki savaşların birbirinden bağımsız ele alınması mümkün değildir. Meselâ Irak’taki bir kabile savaşı doğrudan Horasan’ı da tesiri altına almıştır. Bu gerçeği ifade etmekle birlikte konunun daha rahat takdimi amacıyla eyaletler müstakil olarak ele alıp, buralardaki kabile savaşları aktarılacaktır. 

a. Irak

Irak’ın Basra ve Kûfe olmak üzere iki önemli merkezi bulunmaktadır. Emevîler döneminde bunlardan ilkindeki kabile mücadelesi diğerine göre daha fazla olmuştur. Bunun sebebi Basra’ya Mudar, Rebia ve Ezd kabilelerin her birinden eşit miktarda insanın göç etmiş olmalarıdır. Dolayısıyla şehre hâkim olmak için bu kabileler arasında sık sık çatışma meydana gelmiştir. Kûfeliler ise Basra'ya nazaran çok farklı menşeli kabileyi içinde barındırmalarına rağmen, onlar Emevî iktidarına muhalif kalma ortak paydasında birleşebildikleri için, Basra’ya göre kendi içlerinde daha az sayıda çekişme yaşamışlardır.[100]
Emevîler dönemi Irak’ında Basra’da meydana gelen ilk çatışma Ubeydullah b. Ziyad’ın valiliğinin son zamanlarında gerçekleşmiştir. Emevî devleti, Yezid’in halifeliği esnasında Basra’da kontrolü kaybedince vali Ubeydullah b. Ziyad şehirdeki Ezdliler’e sığınmış, Rebia da onlara destek vermişti.[101]İki müttefik kabilenin desteğine rağmen Kaysîler’in ağırlığı sebebiyle şehirde tutunamayacağını anlayan Ziyad, görevini Yemenli Mes‘ûd b. Amr’a bırakarak Şam’a çekildi. Ezdli bir vali tarafından yönetilmeyi hazmedemeyen Basralı Mudarîler, Ahnef b. Kays liderliğinde ayaklanarak Mes‘ûd‘u öldürdüler.[102]Onun yerine Ezdliler’in reisliğine geçen Ziyad b. Amr, intikam almak için Mudar’a saldırmak amacıyla Rebialılar’la anlaştı. Bunun sonucunda iki taraf arasında karşılıklı çatışmalar meydana geldi. Saldırılar ancak Kayslı Temîm kabilesi reisi Ahnef b. Kays’ın gayretleriye, öldürülen Mes‘ûd’un yerine on diyet ödenmesi şartıyla durdurulabildi.[103]Irak’ta Hâricî tehlikesinin ciddileşmesi de, onların barışa ulaşmalarını kolaylaştırmıştır.[104]
Basra’da ikinci kabile çekişmesi Kûfe'de gerçekleşen Muhtar es-Sekafî’nin isyanı ile bağlantılı olarak meydana gelmiştir. Hicretin 66. (M.685) yılında Rebialı Müsennâ b. Muharrebe kendisine katılan Rebialılar’la birlikte Muhtar adına şehirde propaganda yapmış, şehrin idarecisi Hâris b. Abdullah onun üzerine asker gönderince de Abdülkays’a sığınmıştı. Vali onu teslim alabilmek için Basra’daki Mudarlılar’ın reisi Ahnef b. Kays’tan yardım istedi. Buna karşılık Rebialı Bekrîler ve Yemenli Ezdliler Müsannâ’ya destek olduklarını ilân ettiler. İki taraf arasındaki çatışmalar ancak Müsennâ’nın şehirden uzaklaştırılmasıyla sona erdirildi.[105]
Basra’da Mudar ile Ezd-Rebia ittifakı arasındaki bir başka çatışma Abdülmelik b. Mervan’ın hilâfeti döneminde meydana geldi. Abdülmelik Hicretin 70. (M.689) yılında Hâlid b. Abdullah’ı Emevîler adına biat almak üzere Basra’ya göndermişti. Şehirdeki Rebialı Bekrîler’in reisi Mâlik b. Misma‘ ile onun Yemenli müttefiki Ezdliler’in reisi Ziyad b. Amr, Abdülmelik’in elçisine tabi oldular. Mudarlılar ise Mekke’de halifeliğini ilân etmiş olan Abdullah b. Zübeyr’i desteklediklerini açıkladılar.  Bunun üzerine gruplar arasında ihtilâf, ardından çatışma çıktı. Yaklaşık bir ay süren çatışmalar Abdülmelik’in elçisinin şehri terk etmesiyle sona erdi.[106]Daha sonra Mudarîlerin yardımıyla Basra’yı ele geçiren Mus‘ab b. Zübeyr, Emevîler’in elçisine destek veren Ezd ve Rebialılara baskı yaparak şiddet uygulamış; bir kısmının evini yakmış, bazılarını ise öldürmüştür.  Bekrîler’in reisi Mâlik b. Misma‘ ise canını ancak Basra’yı terk ederek kurtarabilmiştir.[107]
Irak bölgesindeki siyasî hadiselerde toplumsal şiddetin en üst noktaya ulaştığı gelişmelerin ilk akla gelenleri şüphesiz Muhtar es-Sekafî ve Abdurrahman b. Eş‘as isyanlarıdır: 
Muhtar’ın Kûfe’deki ayaklanması sırasında, Şia ile mevâlî onu desteklerken[108]Araplar’ın büyük çoğunluğu bu harekete muhalif kalmış, hatta Rebia, Mudar ve Yemenliler, ortak düşman kabul ettikleri Muhtar’a karşı bir Arap bloğu oluşturmuşlardır. Ancak onlar, geçmişteki iç mücadele ve düşmanlıklar sebebiyle organize bir bütünlük sağlayamamışlar, bir reisin başkanlığında birleşemeyip ayrı ayrı yerlerde toplandıkları için Muhtar karşısında başarısız olmuşlardır.[109]
Haccâc b. Yûsuf es-Sekafî’nin Irak bölgesindeki şiddet politikası Emevîlere karşı büyük bir husumet meydana gelmesine sebep olmuştur. Bunun en büyük delili Hicretin 81. (M.700) yılında Irak’ta Emevîler’e karşı gerçekleştirilen Abdurrahman b. Muhammed b. Eş‘as isyanına Yemenli, Mudarlı ve Rebialılar’ın tamamının destek vermiş olmalarıdır. İktidarı Yemenlilere bırakma konusunda çok hasis davranan Mudarlılar dahi, Haccâc ve dolayısıyla Emevîlere karşı kinleri sebebiyle Yemenli Abdurrahman’ın bayrağı altında savaşmakta tereddüt etmemişlerdir. Irak’ta sürekli birbiriyle savaşan kabilelerin bu hadisede bir araya gelmeleri, aynı zamanda Şamlılar ile Iraklılar arasındaki siyasî rekabetin bir tezahürü olarak görülmelidir. Nitekim Emevîler bu isyanı ancak Şam’dan getirdikleri askerlerle bastırabilmişlerdir. Gerek bu isyanın başlaması, gerekse bastırılması esnasında bilhassa Irak toprakları şiddetle çatışmalara sahne olmuş, binlerce insan bu ortamda hayatını kaybetmiştir. [110]
Abdullah b. Zübeyr’in ölümü ve Emevîler’in ülkenin doğu bölgelerinde tam hâkimiyet sağlamalarının ardından Irak’taki kabile çekişmeleri nispeten hız kaybetmiştir. Zira hem Kûfeliler hem de Basralılar bu süreçte ortak düşman kabul ettikleri Hâricîlerle meşgul olmuşlar[111]; Basralılar Ezârika, Kûfeliler ise Süfriyye fırkalarıyla mücadele ettikleri için birbirleriyle savaşmaya fırsat bulamamışlardır. Bu defa da bölgede Hâricîlerden kaynaklanan toplumsal şiddet hareketlerine şahit olunmuştur.[112]
Emevîler döneminde Irak’ta en son şiddet dalgası devletin yıkılış senesinde meydana gelmiştir. Mervan’ın takip ettiği Kaysî politikaya düşmanlıkları sebebiyle Kûfe ve Basra’daki Yemenîler, klâsik müttefikleri Rebialılar’la birlikte Abbasî ihtilâline destek vermişlerdir. Basra’da Mudarîler Selm b. Kuteybe el-Bahilî, rakipleri ise Süfyan b. Muaviye b. Yezid b. Mühelleb komutasında karşılıklı şiddetli çatışmalara girmişlerdir. Savaş, Mudarîler’in galibiyetiyle tamamlanınca Mühelleb ailesinin bütün mülkleri yağmalanmıştır. Benzer çatışmalar Irak’ın diğer önemli merkezi Kûfe’de de meydana gelmiş, burada çatışma Mervan’ın Irak valisi Yezid b. Ömer b. Hübeyre ile Ezd-Rebia ittifakına liderlik yapan Muhammed b. Hâlid b. Abdullah el-Kasrî arasında gerçekleşmiştir. Kûfe’deki kabile savaşları da ancak Abbasî ihtilâliyle son bulmuştur.[113]

b. Horasan

Arap kabileleri Irak’tan Horasan’a göç ederken geçmişe dayanan kabile kinlerini de yanlarında götürmüşlerdi. Bir başka ifadeyle, Arapların asabiyet mücadeleleri doğudaki fetihler ve arkasından gerçekleşen büyük göç hareketleriyle Horasan ve Maverâünnehr bölgesine taşınmıştır. Bunun sonucunda bölgede iktidar savaşı burada da şiddetli bir şekilde devam etmiş, Emevîlerin ilk döneminden itibaren Horasan toprakları özellikle Mudar ile Rebia-Yemen ittifakı arasında asabiyet kavgalarına sahne olmuştur. 
Horasan’da idareye karşı ilk çıkış Yezid b. Muaviye’nin ölümünden sonra gerçekleşti. Hicretin 64. (M.684) yılında Sicistanlılar valileri Yezid b. Ziyad’ı öldürüp kardeşi Ebû Ubeyde b. Ziyad’ı esir ettiler.[114]Horasan valisi Selm b. Ziyad, isyanı kontrol edemeyeceğini anlayınca eyaleti terk etme kararı aldı.  Görevden ayrılırken de yerine Ezdli Mühelleb b. Ebî Sufra’yı bıraktı. Ancak Horasan’da bulunan Rebialılar, vekil valiye baskı yaparak Horasan’ın bir kısım topraklarının idaresinin Bekr b. Vâil’den Süleyman b. Mersed’e verilmesini, yine aynı kabileden Evs b. Sa‘lebe’nin de Herat’a vali tayin edilmesini sağladılar.[115]Abdullah b. Zübeyr adına Mudarîler’in desteğini alan Abdullah b. Hâzim es-Sülemî, Emevîler’in Horasan valisi Selm’e baskı yaparak kendisini Horasan valisi ilân ettirdi. Bu dönemde Horasan’da Ezdliler azınlıkta olduğu için Mühelleb b. Ebî Sufra yönetimden çekilmek zorunda kaldı. Böylece eyalette hâkimiyet mücadelesi Rebialılar ile Mudarlılar arasında gerçekleşti. Savaşlarda Mudar’ın desteğiyle Rebialılar’ı mağlup eden İbn Hâzim bir çok Rebialı’yı öldürmek suretiyle bölgede yaşayan iki kabile arasındaki siyasî rekabetin derin düşmanlığa dönüşmesine sebep oldu.[116]
Horasan’da en büyük rakipleri Rebia’yı etkisiz hale getiren Mudarîler, bu defa ganimet paylaşımı sebebiyle kendi içlerinde ihtilâfa düştüler. Mudar’ın Kays koluna mensup İbn Hâzim’in kendi kabilesine ganimetten daha çok pay ayırması, diğer Mudar kolu Temîmliler’i rahatsız etti. Mudar asabiyeti yerine dar Kaysî asabiyetini temsil eden İbn Hâzim’e karşı ayaklanan Temîmliler, Herat’ı ele geçirerek şehrin valisi, aynı zamanda İbn Hâzim’in oğlu Muhammed’i öldürdüler. Bunun üzerine Mudar içinde yaklaşık iki yıl süren ve pek çok şiddet hareketine sahne olan Kays-Temîm dahilî çatışması meydana geldi. İbn Hâzim bu sefer daha önce Rebialılar’a yaptığı gibi Temîm’den de pek çok kişiyi öldürdü.[117]
Emevî asrının sonlarına doğru Horasan’da Mudarîler ile Yemenî-Rebia ittifakı arasında çetin iç savaşlar ve şiddet hareketleri meydana geldi. Bu dönemde iki grup arasındaki ilk çatışma (H.106/M.724) yılında Belh şehrinde Vak‘atü Burukan adıyla gerçekleşti: Hişam b. Abdülmelik’in, Irak valisi Ömer b. Hübeyre’yi azledip yerine Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’yi tayin etmesinden sonra Horasan’daki Yemenîler ve Rebialılar, başlarında bulunan Horasan valisi Müslim b. Said el-Kilabî’ye karşı itaatsizlik yapmaya başladılar. Bu davranışlarında kendilerinden kabul ettikleri Hâlid b. Abdullah’ın Irak valiliğine getirilmesinin etkisi vardır. Yemenî-Rebia ittifakı, valilerinin Maverâünnehr seferine katılmak istemeyip Burukan denilen yerde toplandılar. Bunu üzerine Müslim b. Said, onların üzerine Nasr b. Seyyar’ı gönderdi. Çıkan çatışmada asilerin ileri gelenlerinin tamamı öldürüldü.[118]
Horasan’da diğer bir kabile kavgası son Emevî valisi Nasr b. Seyyar ile eyaletteki Yemenîler’in lideri Cüdey‘ b. Ali el-Ezdî’nin (Kirmanî) liderliğindeki topluluklar arasında gerçekleşti. Bu hadiselerde Rebialılar da Ezdliler ile birlikte hareket ettiler.[119]Şam’da Velid b. Yezid (II. Velid) ile Yezid b. Velid b. Abdülmelik (III. Yezid) arasındaki siyasî mücadele neticesinde Yemenîlerin desteklediği Yezid’in hilâfete geçmesi üzerine, bundan cesaret alan Kirmanî liderliğindeki Yemen-Rebia ittifakı ayaklandı. Bunun üzerine Nasr b. Seyyar da Mudarîlere sığınınca iki taraf arasında şiddetli çatışma meydana geldi.[120]
Emevîler dönemi Horasan’ında son iç savaş Haris b. Süreyc’in  isyanı sırasında gerçekleşti. Daha önceki isyana Mudarîler destek vermişlerdi. Ancak onun yeniden harekete geçmesi Mudarî birliğini bozdu. Çünkü Haris b. Süreyc ve destekçileri daha önce Nasr-Kirmanî kavgasında Kirmanî’nin yanında yer almışlardı. Mudarîler’in bölünmesi sebebiyle durumun aleyhine dönmeye başladığını gören Nasr b. Seyyar, geri plâna çekilerek Haris ile Kirmanî arasında muhtemel bir çatışmayı bekledi. Hadiseler onun tahmini doğrultusunda gelişti ve İbn Süreyc’in Kirmanî tarafından öldürülmesiyle neticelendi.[121]Zafer kazanmış Yemenîler, Haris b. Süreyc’e destek veren Mudarîler üzerine saldırıp onların evlerini tahrip ettiler.[122]Ardından Nasr ve Kirmanî liderliklerinde Mudar ile Ezd-Rebia ittifakı savaşı başladı. Uzun süren yıpratıcı çatışmalar her iki tarafı perişan etti.[123]Bu arada Horasan’daki kabile savaşlarından istifade eden Ebû Müslim, Horasan illerinde rahatlıkla propaganda yapabildiği gibi, iki düşman birliği arasında karargâh kurma cesaretini gösterdi.[124]Karşılıklı çarpışan gruplar, asabiyet ateşinin kendi kuvvetlerini yok ettiğini geç de olsa anladılar ve destekçilerinin çoğu mevâlî olan Ebû Müslim’e karşı güçlerini birleştirme kararı aldılar. Horasan’da çarpışan Arap grupların kendisine karşı birleşme kararı aldıklarını haber alan Ebû Müslim, idareye muhalif olan Yemenîleri kendisine çekebilmek amacıyla Kirmanî’ye birleşme çağrısı yaptı. Ancak Nasr b. Seyyar, Kirmanî’yi kendisiyle ittifak yapmaya ikna etti. Fakat bu mutabakat gerçekleşmedi. Zira Nasr, kendisiyle birleşmek üzere gelen Kirmanî’yi yakalayıp öldürdü. Bunun üzerine Kirmanî’nin taraftarları Ebû Müslim’e iltihak ettiler. Böylece Horasan’da gönülsüz olarak birleşen kabile grupları tekrar ayrı cephelere dağıldılar. Kısa süre sonra da bölge Abbasîler’in ihtilâl merkezi haline geldi.[125]

c. Şam ve Cezire

Muaviye’nin başarılı siyaseti sebebiyle onun hilâfeti döneminde Şam ve Cezire bölgesinde herhangi bir kabile çekişmesi ve buna bağlı şiddet hareketleri meydana gelmemişti. Ancak onun ölümünün ardından Irak ve Horasan’da olduğu gibi iç karışıklıklar ve kabile savaşları Şam topraklarında da görülmüştür.
Muaviye’den sonra Şam’da ilk kabile savaşı Yemenli Kelbîler ile Kuzey Arabistan menşeli Kaysîler arasında meydana gelmiştir. Kelbîler Şam’ın en büyük kabilesi olup iktidardaki Süfyanîler ile gerçekleştirdikleri akrabalık sebebiyle sürekli olarak Emevîler’in yanında saf tutmuşlardı. Dolayısıyla Mervan-Abdullah b. Zübeyr siyasî gruplaşmasında onlar ilkinin yanında yer aldılar. Zira Mervan’dan sonra kızlarının oğlu olan Hâlid b. Yezid ilk veliahd tayin edilmişti. Şam’daki Kaysîler ise, Kelbî tabana dayanması sebebiyle (Özellikle Yezid b. Muaviye döneminde) kerhen destekledikleri Emevîleri ilk fırsatta terk ederek, Kaysîler’i etrafında toplayan Abdullah b. Zübeyr’e katıldılar. Bu şekilde Şam’da Muaviye döneminden beri devam eden birlik dağılmış, Ümeyyelileri destekleyen Yemenîler ve Abdullah b. Zübeyr’in tarafında yer alan Kaysîler şeklinde siyasî bölünme meydana gelmiştir.[126]
Merc-i Râhıt savaşında Kinde ve Gassan’la birlikte Kelbîler, Kaysîler’e ağır bir mağlubiyet tattırarak bir çok kabile önderini öldürmüşlerdir.[127]Bu savaş iki köklü kabile olan Adnânî ve Kahtânî soylarının rekabetlerinin kanlı savaşlara dönüşmesinin miladı olmuştur. Zira hem katılımın çokluğu, hem de ölü sayısının fazlalığı dikkate alındığında o güne kadar böyle bir kabile savaşı meydana gelmemiştir.[128]Şam’da siyasî birliği sağlayan Abdülmelik, bu esnada doğuda Abdullah b. Zübeyr ile meşguliyeti sebebiyle Merc-i Râhıt’ta başlayan iç savaşa müdahil olamadığı için kabileler arasında karşılıklı saldırılar ve şiddet hareketleri gerçekleşmiştir. Neticede çatışmalardan bunalan Kelbîler Şam’ın daha güney kısımlarına göç etmek zorunda kalmışlardır.[129]Bu hadiseden başka Şam topraklarında Kaysî ile Kelbîler arasında başka çatışmalar da meydana gelmiş, sonuçta her iki taraftan pek çok insan ölmüştür.[130]
Şam’da diğer bir kabile savaşı, Mudarlı Kays ile Rebialı Tağlib boyları arasında gerçekleşmiştir. Tağlibliler ortak Nizarî soydan gelmeleri sebebiyle daha önce Kelbîler’e karşı düzenlenen bazı akınlarda Kayslılar’a yardımcı olmuşlardı. Ancak Kayslılar, Tağlibliler’e müttefik gibi davranmayıp onları kendilerine itaate zorlamak ve onları sahip oldukları verimli topraklarından çıkarmak istemişler, bunu gerçekleştirmek için de Tağlibliler üzerine yürümek suretiyle reisleri Şuays (Şaiys) başta olmak üzere pek çok kabile mensubunu öldürmüşlerdir.[131]Bu olay iki kabile arasındaki ittifakın düşmanlığa dönüşmesinin sebebi olmuştur. Daha sonra taraflar arasında çoğunlukla Kaysîler’in üstünlüğüyle neticelenen kanlı savaşlar meydana gelmiş, çarpışmalar ancak halife Abdülmelik’in araya girmesiyle durdurulabilmiştir.[132]
Emevî asrının sonlarına doğru Velid b. Yezid’in saltanata geçmesiyle birlikte hem hanedan içinde, hem de Şam’da bulunan kabileler arasında bölünme yaşanmıştır. Annesi Kayslı olan ve Yemenlilere düşmanlığı ile tanınan Velid döneminde Güney Arapları’nın çok sevdikleri Irak valisi Hâlid b. Abdullah el-Kasrî’nin fanatik Mudarî vali Yûsuf b. Ömer tarafından katledilmesi, Şam’da bulunan Yemenîler’in idareye karşı isyanına sebep olmuş, onların hissiyatından istifadeyle kendisine iktidar yolu bulan Yezid b. Velid b. Abdülmelik, halife Velid b. Yezid’i öldürerek halifeliğini ilân etmiştir.[133]Velid’in, Yemenîler’in desteğiyle başka bir Emevî mensubu tarafından tahttan indirilip öldürülmesi, Emevî devletinin yıkılmasına kadar devam edecek zincirleme iç karışıklık ve ihtilâllerin kapısını açmıştır. İlk ihtilâle misilleme olarak Mervan b. Muhammed, Yemenî desteğiyle halife olan Yezid b. Velid’e karşı Kaysîler’in yardımını almak suretiyle halifeliği zorla ele geçirmiştir.[134]Mevan, özellikle Şam-Cezire bölgesinde kısmî kontrol sağlayıp Yezid’in selefi İbrahim’den biat aldıktan sonra, Yemenliler’in Mudarlılar’a karşı Süleyman b. Hişam liderliğinde gerçekleştirdikleri mukabil isyanla karşılaşmıştır.[135]Emevîler’in iç mücadelesi gibi görünen, ancak aslında Yemenî-Mudarî kabile çekişmesinden başka bir şey olmayan bu isyan ve akabinde gerçekleşen savaşlar, her iki tarafı da yıpratmış ve onların güçlerinin zayıflamasına sebep olmuştur. Bununla eş zamanlı olarak Irak ve özellikle Horasan’da gerçekleşen kabile savaşları, Emevî otoritesinin zayıflamasında ve devletin içten içe çökmesinde, ardından da yıkılmasında etkin rol oynamıştır.

 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

İslâm ve Müslümanların şiddetle ilişkisi konusu sadece Hz. Peygamber’in (sav) risalet görevini almasından itibaren gerçekleşen hadiseler çerçevesinde ele alınmamalıdır. Öncelikli olarak vahyin nasıl bir sosyo-kültürel ortama geldiği, İslâm öncesindeki toplumsal ilişkilerin nasıl gerçekleştiği hususu mutlaka dikkate alınmalıdır. Bu anlayışla İslâm öncesi Arap toplumuna bakıldığı takdirde sosyal hayata şiddet kültürünün hakim olduğu açıkça görülür. Gerçekten de kabile savaşları anlamına gelen “Eyyâmü’l-Arab”, cahiliye dönemi Arap tarihinin en önemli hadiselerini teşkil eder. Şiddetle bu kadar iç içe ve şiddete bu kadar yatkın olan bir topluma elçi olarak gönderilen Hz. Peygamber (sav), şiddetin yerini barışı toplumda hakim kılmak için büyük gayret sarf etmiş, bir taraftan merhamet dini İslâm’ı diğer taraftan da toplumsal barışı da yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Gerek Kur’an âyetleri, gerek sünnet uygulamaları Müslüman toplumu barışa çağıran ve götüren esas ve emirleri açıkça ortaya koymuş, Hz. Peygamber (sav) uygulamalarıyla bunu göstermiştir. Allah Rasûlü’nün (sav) siyasî misyonunu üstlenen ilk halifeler de onun yolundan gitmek suretiyle gerek ferdi, gerekse toplumsal şiddeti engellemeye, toplumsal barış ve huzuru temine çalışmışlardır. Bu amaçla bilhassa ilk iki halife, Müslüman toplumda şiddetin en büyük kaynağı ve tetikleyicisi olan kabile asabiyetiyle mücadele etmeye, kabilecilik anlayışının topluma etkilerini en alt düzeye indirmeyi hedeflemişlerdir. Üçüncü halife döneminde meydana gelen toplumsal değişim ve dönüşümler, halifenin bazı siyasî kararlarıyla da bir araya gelince kabilecilik düşüncesi yeniden sosyal ve politik hayata yön vermeye başlamış, bunun da tesiriyle memnuniyetsizlikten iç isyana evrilen şiddet hareketleri halifenin katledilmesiyle neticelenmiştir. Kendisini kargaşa ve şiddet ortamında halifelik makamında bulan Hz. Ali, durumu kontrol altında almak bir yana; toplumsal şiddetin daha da artmasına ve bütün Müslüman toplumu içine almasına, hatta Müslümanların varlık ve birliğini tehlikeye düşürmesine engel olamamıştır. Bu şartlarda Müslümanlar kendi aralarında Cemel ve Sıffin savaşı gibi büyük toplumsal travmaya sebep olan iki büyük iç savaş yaşamışlardır ki, aynı zamanda bu hadiseler o döneme kadar Müslümanların karşı karşıya kaldıkları en büyük şiddet hareketleri kabul edilebilir.  
Hulefâ-i Râşidîn döneminden sonra Müslümanların yönetimini üstlenen ve ardından saltanat sistemini başlatan Emevîler dönemi, İslâm tarihinde en yoğun iç çatışma ve tedhiş hareketlerinin yaşandığı bir sürece karşılık gelir. Öyle ki, bu dönemde İslâmi öğretinin ortaya koyduğu ana prensipler yerine İslâm öncesi kabile anlayışı ve kuralları işlerlik kazanmaya başlamıştır. Bunun neticesi olarak, kabilecilik düşüncesi asabiyet siyasete ve toplumsal hayata yeniden hakim olmuş, aynen İslâm öncesi dönem gibi “Eyyâmü’l-Arab” günlerini yakıcı kabile savaşlarına dönülmüştür. Bu dönemde meydana gelen kabile savaşları Emevîlerden sonra başta Abbâsîler ve Endülüs Emevîleri olmak üzere başka Müslüman toplumlarda görülecek şiddet hareketlerinin de bir öncüsü ve habercisi kabul edilebilir.
Gerek Hulefâ-i Râşidîn, gerek Emevîler, gerekse devamında kurulan ve bir zaman sonra yıkılan Müslüman devletlerde ve toplumlarda meydana gelen şiddet hareketleri tarih kaynaklarında sabittir. Bunların inkar edilmesi mümkün değildir. Ancak bu hadiseleri doğrudan İslâm ile ve onun peygamberi ile ilişkilendirmek ne kadar mümkün olur? İslâm ile ilişkilendirilmesi gerekenler, doğrudan Kur’ân’ın bu hususta ortaya koydukları ile Hz. Peygamber’in (sav) söz ve özellikle de uygulamalarıdır. Bu iki kaynağa müracaat edildiğinde İslâm dininin ve elçisinin şiddetle irtibatını kurmak hiçbir şekilde mümkün olmaz. Hz. Peygamber’in (sav) ardından bir kısım Müslüman idarecilerin dinin öğretisine aykırı tavır ve davranışlar içine girmiş olmaları ise İslâm’ı, bu dinin elçisini bağlamaz. Görülen şiddet hareketleri olsa olsa, Müslüman devlet idarecilerinin bir takım şahsî, siyasî gayelerle İslâm dininin bu husustaki temel prensiplerini ihmal ettikleri veya bu prensiplere riayet etmedikleri hususunu gündeme getirir. Nitekim Allah Rasûlü (sav) düşman kabilelere karşı aşırı güç kullanan Hâlid b. Velid, Üsâme b. Zeyd gibi komutanlarının yaptıklarını onaylamamış, onların icraatlarında beri olduğunu beyan etmiştir. İslâm şiddet-ilişkisi söz konusu olduğunda referans alınması veya gösterilmesi gereken ve Müslümanlık için bağlayıcı olan Hâlid veya Üsâme’nin ya da başka Müslüman idarecilerin münferit uygulamaları değil, bizzat Hz. Peygamber’in (sav) tavrı ve uygulamalarıdır. Bütün bunlar sebebiyle hiçbir şekilde İslâm dinini ve o dinin peygamberini şiddet ile ilişkilendirmek mümkün olmaz. Müslümanların tarihsel tecrübesinde zaman zaman şiddet tezahürlerine şahit olunmakla birlikte, ana prensipler ve bütün bir İslâm tarihi süreci sağduyuyla incelendiğinde son tahlilde İslâm dini, kelime anlamından da çıkarılabileceği gibi şiddet değil, bir barış ve merhamet dinidir. O dinin peygamberi de şiddet peygamberi olarak nitelendirilemez. Bilakis o peygamber, sadece yaşadığı topluma ve döneme değil “Alemlere rahmet” olarak gönderilmiş nihai ilahi elçi ve rehberdir. Yine son olarak ifade etmek gerekir ki, İslâm’ı neredeyse şiddetle eş anlamlı olarak niteleyen bilhassa batılı araştırmacı ve siyaset adamlarının kendi tarihlerinde görülen şiddetin boyutu, bütün bir İslâm tarihi sürecinde şahit olunan şiddet tezahürleri ve tahripkârlığı ile karşılaştırıldığında, gerçekten İslâm-şiddet ilişkisi oranının çok düşük düzeyde kaldığı görülecektir.              



KAYNAKLAR
AFZALURRAHMAN,Sîret Ansiklopdedisi,(çev. Heyet), I-VI, İstanbul 1996.
AĞIRMAN,Mustafa, “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm,IV, 21-113.
AKBULUT,Ahmet, Sahâbe Devri Siyasî Hadiselernin Kelamî Problemlere Etkileri, İstanbul 1992.
ALİ MAZHARel-Asabiyye ‘Inde’l-Arab, Mısır 1923.
ÂLÛSÎ,Mahmud Şükrü, Ukûbâtü’l-Arab fî Câhiliyyetihâ ve Hudûdi’l-Meâsıli’l-letî Yertekıbü Ba‘duhum” Mecelletü Mecmai‘l-İlmiyyi’l-Irakî,(nşr. Muhammed Behcet el-Eserî), I-II, ? 1984.
ASELÎ,Bessam, Amr b. el-Âs,Beyrut 1991.
BARDAKOĞLU,Ali, “Diyet”,DİA, IX, 473.
BELÂZÜRÎ,Ebû'l-Abbas Ahmed b. Yahya b. Câbir (279/892), Ensâbu’l-Eşrâf,I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963; V, (thk. Goitein, SDF), Jerusalem 1936; Futûhu’l-Buldân,(thk. Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer Enis et-Tübbâ), Beyrut 1987.
BOZKURT,Nahide, Oluşum Sürecinde Abbasî İhtilâli, Ankara 2000.
CÂBİRÎ,Muhammed Âbid, Fikru İbn Haldun el-Asabiyye ve’d-Devle,? 1984, (Dâru’l-Beyzâ); İslâm’da Siyasal Akıl,(çev. Vecdi Akyüz), İstanbul 1997.
CEVAD ALİ,el-Mufassa fî Tarihi’-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993.
ÇAĞATAY,Neşet, İslâm Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1957.
DEMİRCAN,Adnânİslâm Tarihinin İlk Asrında Arap-Mevâlî İlişkileri,İstanbul 1996; İslâm Tarihinin İlk Asrında İktidar Mücadelesi,İstanbul 1996.
DİNEVERÎ,Ebû Hanîfe Ahmed b. Dâvûd (282/895), el-Ahbâru’t-Tıvâl,(nşr. Ömer Faruk 
Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam).
EBÛ UBEYD, Kâsım b. Sellâm, Kitâbu’l-Emvâl,(thk. Muhabbed Amâre), Kahire 1989.
EBÛ YÛSUF,Ya‘kûb b. İbrahim b. Habîb el-Ensârî el-Kûfî (182/798), Kitâbu’l-Harâc,(thk. Kusay Muhibbuddîn el-Hatîb), Kahire 1396.
EBÛ ZEHRA,Muhammed, İslâm’da Savaş Kavramı, (çev. Cemal Karaağaç), İstanbul 1985.
Eyyâmü’l-Arab Fi’l-Cahiliyye,(hz. Muhammed Ahmed Câdü’l-Mevlâ Bek-Ali Muhammed el-Becâvî-Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), ? ts., (el-Mektebetü’l-İslâmiyye).
FAYDA,Mustafa, “Cahiliye”, DİA, VII, 18.
HAMİDULLAH,Muhammed, İslâm Peygamberi,(çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1990-1991.
İBN ABDİLBERR,İbn Ömer Yûsuf b. Abdullah b. Muhammed (463/1071), el-İstîâb fî Ma’rifeti’l-Ashâb,I-VI, Kahire ts, (Dâru Nehdati Mısr).
İBN ABDİRABBİH,Ebû Ömer b. Ahmed b. Muhammed (327/939), KitabuIkdi’l-Ferîd,I-VII, Kâhire 1965.
İBN HABÎB,Ebû Ca’fer Muhammed (245/859), Kitabu’l-Muhabber,(thk. Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde).
İBN HİŞAM,Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye,(thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.
İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE,İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘Âlemîn,(nşr. M. Muhyiddin Abdülhamid), I-VI, Kahire 1955
İBN KESÎR,Ebû’l-Fidâ İsmail (774/1372), el-Bidâye ve’n-Nihâye,I-XIV, Beyrut-Riyad ts. 
(Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr).
İBN SA’D,Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).
İBNÜ'L-ESÎR,İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed (630-1232), el-Kâmil fi’t-Tarih,I-IX, Beyrut 1986.
İSFAHÂNÎ,Ebu’l-Ferec Ali b. Huseyn b. Muhammed el-Kuraşî (357/ 967), Kitabü’l-Eğânî,(thk. İbrahim el-Ebyârî), I-XXXI, Kahire 1970.
KELEŞ,Ahmet, “Cihad-Kılıç-Tebliğ Bağlamında İslâm’ın Yayılışı”, Câhiliyye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed Sempozyumu Bildiri Kitabı,Ankara 2007, s. 260-261
KETTÂNÎ,Muhammed Abdülhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye,(çev. Ahmet Özel), I-III, İstanbul 1990-1993.
KILIÇLI,Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye,İstanbul 1992.
MAŞALI,Münteha, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası ve İslâm Hukuku Açısından Değerlendirilmesi, (Basılmamış  Doktora Tezi), İstanbul 2002.
MES‘ÛDÎ,Takiyyüddin Ahmed b. Ali (345/957), Mürûcü'z-Zeheb,(thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), I-IV, Mısır 1964.
MEYDÂNÎ,Mecmaü’l-Emsâl, (nşr. Muhyiddin Abdülhamid), I-II, Dimaşk 1972.
NASS,İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi‘ri’l-Emevîyye,Beyrut 1964.
ÖZDEMİR,Serdar, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri,İstanbul 2001.
ÖZEL,Ahmet, “Muhammed”, DİA,431-438.
ÖZKUYUMCU,Nadir, Fetihten Emevîler’in Sonuna Kadar Mısır ve Kuzey Afrika,(Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1993.
SARICIK,Murat, İslâm Öncesi Dönem Cahiliye Kültürü,Isparta 2002.
SARIÇAM,İbrahim, Emevî-Hâşimi İlişkileri,Ankara 1997.
SEYF B. ÖMER,Seyf b. Amr ed-Dabbî el-Esedî (202/805), el-Fitne ve Vak‘atü Cemel, (thk. Ahmed Ratib Armus), Beyrut 1993.
ŞENTÜRK, Recep, İnsan Hakları ve İslâm,İstanbul 2007; Şentürk, Recep-Kadir Canatan, “Irkçılık, DİA, XIX, 126.
TABERÎ,Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk,(thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân).
VÂKIDÎ,Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer (207/823), Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984; Kitabu’r-Ridde,(thk. Yahya el-Cebûrî), Beyrut 1990.
WATT,W. M.Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, (çev.Ünal Çağlar), İstanbul 2001.
WELLHAUSEN,J.,  Arap Devleti ve Sukutu,(çev. Fikret Işıltan) Ankara 1963; İslamiyetin İlk Devrinde Dinî-Siyasî Muhalefet Partileri,(çev.          Fikret Işıltan),             Ankara 1989
YA‘KÛBÎ,Ahmed b. Ebî Ya‘kûb el-Abbâsî, (284/897), Tarih,I-II, Beyrut 1960.





[1]     Watt, W. M.,Peygamber ve Devlet Adamı Hz. Muhammed, s. 54, 58.
[2]     Nass, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ fi’ş-Şi‘ri’l-Emevîyye,s. 53-54. 
[3]     CâbirîFikru İbn Haldun,s. 408.
[4]     Aselî, Bessam, Amr b. el-Âs,s. 123.
[5]     Kılıçlı, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye,s. 18.
[6]     Nass, İhsan, el-Asabiyye, s. 108.
[7]     Meydânî, Mecmaü’l-Emsâl, (nşr. Muhyiddin Abdülhamid), II, 384.
[8]     Çağatay, Neş’et, İslâm Öncesi Arap Tarihi,s. 89. 
[9]     Bardakoğlu, Ali, “Diyet”,DİA, IX, 473.
[10]   Bu savaşlar hakkında bk. Eyyâmü’l-Arab Fi’l-Cahiliyye,(hz. Muhammed Ahmed Câdü’l-Mevlâ Bek-Ali Muhammed el-Becâvî-Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), ? ts., (el-Mektebetü’l-İslâmiyye). 
[11]   Meselâ Bedir yenilgisinin ardından intikam yemini eden Ebû Süfyan, yukarıda saydığımız dünya nimetlerini intikamı alıncaya kadar kendisine haram kılmıştır. (İbn Hişam, es-Sîre,III, 47). 
[12]   Nass, el-Asabiyye,s. 128.  
[13]   Bu konuda örnekler için bk. Âlûsî, Ukûbât,II, s. 39-58.
[14]   Sarıcık, Murat, İslâm Öncesi Dönem Cahiliye Kültürü,s. 11-130, 224-303.
[15]   Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 572-589. 
[16]   Ebû Dâvûd, Harâc23.
[17]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber,s. 271.
[18]   Hacc, 22/38-41.
[19]   Bakara, 2/190-193.
[20]   Keleş, Ahmet, “Cihad-Kılıç-Tebliğ Bağlamında İslâm’ın Yayılışı”, Câhiliyye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed Sempozyumu Bildiri Kitabı,s. 260-261.
[21]   Ebû Zehra, Muhammed, İslâm’da Savaş Kavramı, İstanbul 1985, s. 40-41. Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için ayrıca bk. Şentürk, Recep, İnsan Hakları ve İslâm,s. 21-25, 35.
[22]   Ebû Zehra, İslâm’da Savaş Kavramı,s. 47.
[23]   İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber,s. 116-124. Bu konuda geniş bilgi için bk. Özdemir, Serdar, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri,s. 15-87.
[24]   Vâkıdî, Meğâzî, I, 9-19; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 241-252; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 5-10; Belâzürî, Ensâb, I, 287, 371. 
[25]   Bakara, 2/ 217.
[26]   Bakara, 2/194.
[27]   Vâkıdî, Meğâzî, I, 19; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 252-256; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 10-11; Belâzürî, Ensâb, I, 371-372.
[28]   İbn Hişam, es-Sîre, IV, 49.
[29]   Müslim, Cihad ve’s-Siyer, 24-25
[30]   Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer,148; İbn Hişam, es-Sîre, IV, 271, 272-274.
[31]   İbn Abdilberr,el-İstîâb, I, 213-214.
[32]   Buhârî, Menâkıbü'l-Ensâr,45
[33]   Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer,141
[34]   Müslim, Cihâd ve’s-Siyer, 19-20.
[35]   Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi,II, 993-1005; Afzalurrahman, Sîret Ansiklopdedisi,I, 420-438, 491-500, 506-613, 620-640; Ağırman, Mustafa, “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm,IV, 21-113; Özel, Ahmet, “Muhammed”, DİA,431-438.
[36]   Hucurât, 49/10.
[37]   Tekâsür, 102/1-8.  
[38]   Hucurât, 49/9-13.
[39]   İbn İshakSîre, s. 94. 
[40]   Ahmed b. Hanbel, Müsned,VI, 11; İbn Abdirabbih, Kitabu Ikdi’l-Ferîd,IV, 57.
[41]    Şentürk, Recep-Kadir Canatan, “Irkçılık, DİA, XIX, 126.
[42]   Ahmed b. Hanbel, Müsned,IV, 107, 160; Ebû Davud, Edeb, 112.
[43]   Müslim, İmâre,57; Nesaî, Tahrim,28; İbn Mâce, Fiten, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,II, 306, 488.
[44]   Buhârî, Cenâiz, 39.
[45]   Buhârî, Menâkıb, 8.
[46]   Fayda, Mustafa, “Cahiliye”, DİA, VII, 18.
[47]   İbn Hişam, es-Sîre,  II, 412; Belâzürî,Ensâb,I, 364.
[48]   İbn Hişam, es-Sîre, II, 603.
[49]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 286.
[50]   Bakara, 2/178.
[51]    Wellhausen, J. Arap Devleti ve Sukutu,s.7. 
[52]   Bu konuda değerlendirmeler için bk. Maşalı, Münteha, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası ve İslâm Hukuku Açısından Değerlendirilmesi, s. 225-226. 
[53]   Nass, el-Asabiyye,s. 176.
[54]   Bakara, 2/78.
[55]   İbn Hişam, es-Sîre, IV, 316.
[56]   Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 132.
[57]   Âl-i İmrân, 3/144; Buhârî Fedâilu’l-Ashâb5, Cenâiz3, Meğâzî83; Nesâî Cenâiz11; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 305-306, 316.
[58]   Kettânî, Muhammed Abdülhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye,I, 98.
[59]   İbn Kayyım el-Cevziyye, İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘Âlemîn,IV, 119-120.
[60]   Vâkıdî, Ridde, s. 70-71; Taberî, Tarih, III, 226-227.
[61]   Ebû Ubeyd Kâsım b. Sellâm, Kitabu’l-Emvâl,s. 95-96.
[62]   Ya‘kûbîTarih, II, 127-137, 138.
[63]   Ya‘kûbîTarih, II, 161.
[64]   İbn Abdilberr, el-İstî‘âb,III, 1277-1279, IV, 1503-1504.
[65]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s.89.
[66]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s.41.
[67]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 136.
[68]   Taberî, Tarih,IV, 78, 89; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,II, 385.
[69]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 129.
[70]   Buhârî Ahkâm51, Cizye ve’l-Muvâdea3; Müslim İmâret12; Tirmizî Fiten48; Ebû Dâvûd Harâc8.  
[71]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 135-136.
[72]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 149.
[73]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 13.
[74]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 124-125; Taberî, Tarih,IV, 203-204.
[75]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 16.
[76]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc,s. 126.
[77]   Câbirî, Abid, İslâm’da Siyasal Akıl, s. 317-318.
[78]   Taberî, Tarih, IV, 317-318; Mes‘ûdîMürûcü'z-Zeheb,II, 364; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 69-70.
[79]   Taberî, Tarih, IV, 319, 321-326; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 70-72.
[80]   Taberî, Tarih, IV, 332-336; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 74.
[81]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 73-73; Ya‘kûbîTarih, II, 176; Taberî, Tarih, IV, 391-394.
[82]   Taberî, Tarih, IV, 428-429; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,III, 98-99.
[83]   İbn Sad, et-Tabakât,III, 31; Taberî, Tarih,IV, 450-452; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 366.
[84]   Seyf b. Ömer, el-Fitne,s. 129-130; İbn Sa‘d, et-Tabakât,III, 31; Taberî, Tarih,IV, 468-470, 475; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,II, 367; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,III, 111-112.
[85]   Seyf b. Ömer, el-Fitne,s. 179; Taberî, Tarih, IV, 534, 539, 545; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 360; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,III, 131.
[86]   Bu konuda değerlendirmeler için bk. Akbulut, Ahmet, Sahâbe Devri Siyasî Hadiselernin Kelamî Problemlere Etkileri, s. 252-279.
[87]   Mesûdî, Mürûcü’z-Zeheb,II, 384; İbn Kesîr, el-Bidâye,VIII, 275.
[88]   Nass, İhsan, el-Asabiyye, s. 553-554.
[89]   Örnekler için bk. Demircan, Adnânİslâm Tarihinin İlk Asrında Arap-Mevâlî İlişkileri,s. 80-90.
[90]   Bozkurt, Nahide, Abbasî İhtilâli,s. 63-67.     
[91]   Demircan, Arap-Mevâlî İlişkisi,s. 191.
[92]   Ali Mazhar, el-Asabiyye, s. 26; Wellhausen, Muhalefet Partileri,s. 129.
[93]   Demircan, Arap-Mevâlî İlişkisi,s. 160-163.
[94]   Bu konuda bk. Özkuyumcu, Nadir, Fetihten Emevîler’in Sonuna Kadar Mısır ve Kuzey Afrika,İstanbul 1993, s. 197-202.
[95]   İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 310-315.
[96]   Dineverî,el-Ahbâru’t-Tıvâl,s. 244-245. İbn Sa‘d da, Harre vakasının, muhasara edilmesi esnasında Hz. Osman'a yardımcı olmayan Medineliler'in cezaya uğraması olarak görüldüğüne dair bir rivayet bulunmaktadır.et-Tabakât, III, 68.
[97]   Demircan, Adnan, İktidar Mücadelesi, s. 301.
[98]   Sarıçam, İbrahim, Emevî-Hâşimî İlişkileri, s. 329.
[99]   BelâzürîEnsâb,V, 319; İsfahânîEğânî,XXVIII, 9480. 
[100]  Nass, İhsan, el-Asabiyye, s. 307.
[101]  Taberî, Tarih, V, 516-517, 528; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 322. 
[102]  İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 323.
[103]  Taberî, Tarih, V, 518-522, 525-528; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 322-325. 
[104]  Taberî, Tarih, V, 525.
[105]  Taberî, Tarih, V, 66-70; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 372.
[106]  Taberî, Tarih, VI, 152-153, 165.
[107]  Taberî, Tarih, V, 154-157.
[108]  Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 264. Ayrıca bk. Wellhasuen, Muhalefet Partileri, s. 129.
[109]  Ya‘kûbîTarih, II, 258-264; Taberî, Tarih, V, 47-66; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 377-340.
[110]  Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 289-295; Ya‘kûbîTarih, II, 277-279; Taberî, Tarih, VI, 334-350, 357-383, 389-393.
[111]  Taberî, Tarih, VI, 327-333, 337-354.
[112]  Taberî, Tarih, V, 613-622.
[113]  Taberî, Tarih, VII, 417-421.
[114]  Taberî, Tarih, V, 544; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 305.
[115]  Taberî, Tarih, V, 546.
[116]  BelâzürîFutûh, s. 582-583; Taberî, Tarih, V, 545-551; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 330-332.
[117]  Belâzürî, s. 584-585; Taberî, Tarih, V, 623-626, VI, 77-80; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 355.
[118]  Taberî, Tarih, VII, 30-32; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 193-194.
[119]  Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 323.
[120]  Taberî, Tarih, VII, 285-293; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 274-276.
[121]  Taberî, Tarih, VII, 330-340; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 292-294.
[122]  Taberî, Tarih, VII, 331-332.
[123]  Taberî, Tarih, VII, 335-344.
[124]  Taberî, Tarih, VII, 369.
[125]  Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 323-329, 331-335; Taberî, Tarih, VII, 360-371; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 302-304.
[126]  Taberî, Tarih, V, 531-533, 534-535.
[127]  Taberî, Tarih, V, 534-535, 537.
[128]  Taberî, Tarih, V, 537.
[129]  İsfahânîEğânî,XXVIII, s. 9470. 
[130]  İsfahânî,Eğânî,XXVIII, 9462-9470.
[131]  İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, IV, 4. Kays-Tağlib savaşları hakkında geniş bilgi için bk. İsfahânîEğânî,XXVIII, 9474-9481.
[132]  İbnü'l-Esîr,el-Kâmil, IV, 4-8.
[133]  Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl,  s. 321-322; Taberî, Tarih, VII, 231-254.
[134]  Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl,  s. 322; Taberî, Tarih, VII, 300-309, 311-312.
[135]  Taberî, Tarih, VII, 323-327.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar