13 Ekim 2022 Perşembe

Müslümanlarda Kudüs Algısının Arkaplanı


MÜSLÜMANLARDA KUDÜS ALGISININ ARKAPLANI

Prof. Dr. Âdem APAK

Tevhid inancının önderleri olan peygamberlerin Allah’ın dinini en yoğun olarak insanlara tebliğ ettikleri, aynı zamanda üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehir olan Kudüs, tarih boyunca birçok devlet ve milletin ilgi odağı hâline gelmiştir. Kudüs diğer taraftan Hz. Âdem’den bu yana gelen tevhidin yeryüzündeki temsilcisi peygamberlerin mirasıdır. Kudüs, ilk inşa edildiği zamandan itibaren Şam diyarının özellikli dinî başkenti olmuştur. Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir:

 “Biz onu (İbrahim’i) ve (yeğeni) Lut’u âlemler için mübarek kıldığımız arza (yere ulaştırıp) kurtardık.”[1]  Bereketli kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni, şüphesiz Cenab-ı Allah’ın hikmetiyle tarih boyunca buradan pek çok peygamberin gelip geçmesi ve burada vefat edip defnedilmesidir.

Müslümanlar bu şehre çeşitli isimler vermiş olup bunların başında “bereket, mübarek olmak” anlamına gelen Kuds yer almaktadır. Şehrin en yaygın adı olan kuds kelimesi Ârâmîce kudşadan gelmektedir ve bu kelime şehri değil mâbedi ifade etmektedir. X. yüzyılın başında Karai bilginler Kudüs şehrini Beytülmakdis, mâbedin bulunduğu alanı da Kuds diye adlandırmışlardır. Müslümanların kullandığı İliya ismi Romalılar’ın şehre verdikleri Aelia isminin Arapçalaşmış şeklidir. İslâmî kaynaklarda “İliyâ medînetü beyti’l-makdis” şeklinde de geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis (Beytülmukaddes) denilmektedir. Aslı Ârâmîce Bethmakdeşa, İbrânîce Bethhamikdaş olan Beytülmakdis başlangıçta mâbedi ifade ederken zamanla şehrin tamamı için kullanılmış, mâbedin alanı ise “harem” diye adlandırılmıştır.[2]

Kudüs ismi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte bu şehirden el-Mescidü’l-Aksâ’nın mübarek kılınan çevresi şeklinde bahsedilmiş[3], ayrıca bulunduğu bölge “mukaddes toprak”[4], “iyi, güzel bir yer”[5] olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde ise Mescid-i Aksâ’nın, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Resûlullah ile ziyaret amacıyla seyahat edilebilecek üç mescidden biri ve yeryüzünde Mescid-i Harâm’dan sonra inşa edilen ikinci mescid olduğu belirtilmiştir.[6] Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Beytülmakdis’te namaz kılmayı tavsiye ettiği de aktarılmaktadır.[7]  Kütüb-i Sitte dışındaki rivayetlere göre Hz. Îsâ nüzûlünden sonra ölünce Medine’de Rasûl-i Ekrem’in kabri yanında veya Kudüs’te defnedilecektir.

MÜSLÜMANLARIN KUDÜS ALGISININ TEMELLERİ: MİRAC VE KIBLE

A.   MİRAC

Hz. Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece götürülmesi şeklinde gerçekleşin İsrâ ve mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olması Müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır.

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir”.[8]

Sözlükte “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türeyen mirâc kelimesi aynı zamanda “yukarı çıkma vasıtası, merdiven” anlamına gelir. Terim olarak ise Hz. Peygamber’in (s.a.s) göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder. Bu hâdise Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidiş ve oradan da yükseklere çıkış şeklinde yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve mirâc” şeklinde geçer.[9]

İslâmî kaynaklara göre mirâc hadisesinin isrâ ve mirâc olarak iki safhada meydana geldiği zikredilir. Buna göre Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan göklere yükselmesine mirâc denilmiştir. Geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma anlamındaki seyr kökünden türeyen isrâ[10] aynı zamanda Kur’ân’da bir sûreye ad olmuştur. Sûrenin ilk âyetine göre Allah, kudretinin işaretlerini göstermek için kuluna (Hz. Peygamber) Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin bir seyahat yaptırmıştır. Mirâc kelimesi Kur’ân’da geçmemekle birlikte çoğul şekli olan meâric “yükselme dereceleri” mânasında Allah’a nisbet edilmiştir: “Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından…”.[11] Bu tabirle aynı kökten gelen “merdiven” anlamında meâric bir âyette ve urûc kökünden türemiş fiiller de çeşitli âyetlerde yer almaktadır.[12]

Gerek hadis kaynakları gerekse siyer ve delâil kitaplarında isrâ ve mirâcla ilgili birçok rivayet mevcuttur. Özellikle Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre hadisenin şu şekilde cereyan ettiği zikredilir: Bir gece Allah Rasûlü (s.a.s), Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrâil gelip göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Ardından onu Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e götürdü. Allah Rasûlü (s.a.s) Mescid-i Aksâ’da iki rek‘at namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Rasûlüllah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamberlerle görüştü; nihayet Beytülma‘mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim’le buluştu, ardından Allah’ın huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hak ona elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyaloğu devam etti.[13] Başka bir rivayete göre ise Allah Rasûlü’ne (s.a.s) mirâcda Bakara sûresinin son âyetleri indirilmiş ve Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir.[14]

B.    KIBLE

İslam’ın Mekke’de ilk tebliğ edildiği günlerde bu dinin en önemli ibadetlerinden biri olan namazın Mescid-i Aksa’ya yönelerek kılınması İslam’ın ilk kıblesinin bulunduğu Kudüs şehrinin önemini açıkça gösterir. Hz. Peygamber (sav) gerek Mekke döneminde, gerekse hicretten sonra geçen 1,5 yıl boyunca namazlarını Kudüs’e doğru kılıyordu. Mekke’de iken Kâbe’yi arkasına almamak ve iki kutsal mabede de aynı anda dönmüş olmak amacıyla Kâbe’yi kendisi ile Kudüs’ün arasına alarak ibadet ediyordu. Allah Rasûlü (sav) Hicretten sonra bir gün ashâbıyla birlikte Benî Selîme’ye ait mescidde öğle namazının ilk iki rekatını tamamladığında kıblenin değişmesiyle ilgili âyetler nâzil oldu:

Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun”.[15]

Hicretten sonra 17. ayın başlarında Recep ayında pazartesi öğle namazında nâzil olan âyetten sonra Hz. Peygamber (sav) yönünü Kudüs’den Mekke’ye doğru çevirdi. Allah Rasûlü’nün (sav) aynı namazda iki ayrı kıbleye dönerek namaz kılmış olması sebebiyle bu mescid “İki Kıbleli Mescid” adıyla tanınmıştır.[16] Kıblenin değişmesiyle Medine’deki Müslümanlar siyasî bağımsızlıklarının ardından Kâbe’ye yönelmek suretiyle Yahûdî ve Hıristiyanlara karşı kıble bağımsızlığını da kazanmışlardır. Müslümanlar için tespit edilen yeni kıble aynı zamanda Mekke’nin onlar tarafından fethedileceğinin ve Kâbe’nin putlardan temizleneceğinin ilk işareti olarak kabul edilmiştir.

Yeni kıblenin artık Kâbe olmasının ardından Müslümanlar namaza ezan ile davet olunmaya başlamışlardır. Bundan sonra Ramazan orucu, zekât ve bayram namazı farz kılınmış, bunlara kurban emri de eklenmiştir.[17] Bu şekilde Medine‘de toplumun oluşumu ile dinî gelişme birlikte gerçekleşmiştir. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle hareket etmiş ve bu mukaddes beldeyi her zaman koruyarak tevhit inancının bayrağı altında bulunması gerektiğine inanmışlardır.

Müslümanların inancı gereği Hz. Peygamber’in (sav) ilk kıblesi olan, aynı zamanda İsrâ ve Miraç mekânı olan bu yere büyük bir önem izafe edip buranın kutsiyetine inanmışlardır. İslâm fetihlerinin ve İslam’ı bütün insanlığa tebliğ maksadıyla Hicaz bölgesinden çıkarak dünyaya açılmanın ilk günlerinde, ulaşılması ve fethedilmesi gereken bir mekân olarak görülen Filistin ve özellikle Beytu’l-Makdis (Kudüs), fetih hareketlerinin başlangıcında İslam toprağı hâline getirilen ilk yerlerden olmuştur. Bu mirasa sahip çıkmak maksadıyla Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer tarafından Bizanslıların elinden alınarak Müslümanların devletinin topraklarına dâhil edilmiştir.

Yermük savaşından sonra Müslümanlar için İliyâ’nın yolu açılmış oldu. Burası Kudüs’ün de içinde yer aldığı kutsal bir bölgedir. Hz. Ebû Bekir zamanından beri Filistin ve çevresinin fethine memur edilen Amr b. el-Âs, son olarak Kudüs’ü muhasara altına aldı. Suriye orduları başkomutanı Ebû Ubeyde de emrindeki birliklerle bölgeye gelerek kuşatmaya iştirak etti. Müttefik orduya karşı direnemeyeceklerini anlayan şehir ileri gelenleri, kan dökülmeksizin teslim olmaya karar verdiler. Bu amaçla kuşatmayı idare eden komutanlara gelerek diğer Şam şehirleriyle yapılan anlaşmalara benzer şekilde cizye ve harac mukabilinde sulha razı olacaklarını, ancak şehirlerini bizzat halîfeye teslim etmek istediklerini bildirdiler. Durum Medine’ye haber verilince Hz. Ömer kendisinin de Şam’a gelmek niyetinde olduğu cevabını verdi. Câbiye’de komutanlarla buluşan halîfe yanına gelen Kudüs elçileriyle görüşüp şehrin teslim anlaşmasını imzaladı. (H.16/M.637).[18] Hz. Ömer’in Kudüs halkıyla yaptığı antlaşmada şu hususlar yer almıştır:

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu sözleşme, müminlerin emîri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından, Eyle halkına verilen bir emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, hastalarına ve bütün fertlerine verilen bir teminattır. Onların kiliseleri mesken yapılmayacak ve yıkılmayacaktır. İçindeki kutsal eşyaya dokunulmayacaktır. Kimse dinî inanışından dolayı zorlanmayacak, kimseye asla zarar verilmeyecektir. Buna karşılık, Eyle halkı da diğer şehirlerin halkı gibi cizye verecektir. Orada bulunan Rumlar çıkarılacak, fakat gidecekleri yere kadar onların güvenlikleri sağlanacaktır. Çıkmak istemeyenler ise Eyle halkı gibi cizye verecektir. Burada kalıp hasadını almak isteyen de hasadını alacak, malını satmak isteyene gerekli kolaylık gösterilecektir.”[19]

Antlaşmanın yapılmasından sonra Kudüs’e giren halîfe Hz. Ömer, burada bir mescid yapılmasını emrettikten sonra Medine’ye döndü.[20] Bu hadisede Müslümanların, mağlup duruma düşen düşmanlarına nasıl insanî bir şekilde muamelede bulundukları görülür. Hal böyleyken, daha sonra Haçlıların Kudüs’ü geri aldıkları zaman Müslümanlara ve onlarla yaşayan Yahudilere reva gördükleri dikkate alınırsa, aradaki uygulama farkı daha açık bir şekilde ortaya çıkar.

Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’ün fethinin ardından birçok sahâbî ve tâbiîn şehri ziyaret etmiş, bir kısmı buraya yerleşmiştir. Bazı sahâbîlerin Kudüs’te medfun olduğu bilinmektedir. Ubâde b. Sâmit bunlar arasındadır.[21]

Emevîler döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesi Suriye bölgesi gibi Kudüs’ün de önem kazanmasına sebep olmuştur. Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik de biat almak için Kudüs’ü özellikle tercih etmişlerdir. Emevî halifeleri Velîd b. Abdülmelik, Ömer b. Abdülazîz ve Yezîd b. Abdülmelik Kudüs’ü sık sık ziyaret eden halifeler arasındadır. Ayrıca bu dönemde Kudüs’ü de içine alan Filistin bölgesi valiliğine tayin edilmek büyük şeref pâyesi olarak görülmüş, bu göreve Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik örneklerinde olduğu gibi Emevî prensleri veya diğer önemli kişiler getirilmiştir.

Emevîler devrinde Kudüs’te yapılan en önemli imar faaliyeti Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i Aksâ’nın inşası olmuştur. Abdülmelik tarafından yaptırılan Kubbetü’s-sahre İslâm mimarisinin en güzel eserlerinden biri olarak kabul edilir.

Kudüs’teki diğer önemli mimari eserlerden Mescid-i Aksâ, Abdülmelik veya oğlu Velîd tarafından inşa edilmiştir. Emevîler döneminde gerçekleştirilen imar ve iskân faaliyetleri neticesinde şehrin Arap nüfusu giderek artmıştır.

Abbâsîler’in iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nispeten geri planda kaldıysa da özellikle Kudüs, İslâm dünyasında Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürmüştür. Nitekim Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Kudüs’ü 140 (758) ve 154 (771) yıllarında iki defa ziyaret etmiş, ilk ziyaretinde 130 (747-48) yılındaki, ikinci ziyaretinde de o yıl meydana gelen depremden zarar görmüş olan Mescid-i Aksâ’nın yeniden inşasını emretmiştir. Onun oğlu Halife Mehdî-Billâh şehri 163’te (780) ziyaret etmiş, 158 (774) yılındaki bir depremde zarar görmüş olan camiyi tamir ettirmiştir. Diğer taraftan şehirde yaşayan veya ziyarete gelen Hristiyanlar da Müslüman idarecilerin ve Hristiyan imparatorların kutsal şehir olarak Kudüs’e verdikleri önemden istifade etmişlerdir. Nitekim Hârûnürreşîd döneminde halife ile Charlemagne arasında kurulan hususi dostluk neticesinde imparator şehri ziyarete gelenlerin kalacakları yerler yaptırmış ve bir kütüphane kurdurmuştur. Charlemagne’ın yerine geçen oğlu Louis de Kudüs’teki Hristiyanların cizyelerini ödemelerine yardımcı olmak için maddî destek vermiştir.[22] Kudüs’e büyük önem veren Me’mûn Harem-i Şerif’in doğu ve kuzey kapılarını yaptırmış (216/831), daha sonra Muktedir-Billâh’ın annesi Kubbetü’s-sahre’ye dört güzel kapı hediye etmiştir.

Kudüs Müslümanların hakimiyetinde bir dinî merkez hüviyetini sürdürdüğü gibi, aynı zamanda II. (VIII.) yüzyılda önemli bir ilim ve öğretim merkezi haline gelmiştir.  Nitekim Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Leys b. Sa‘d ve Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî gibi ulema şehri ziyaret ederek dersler vermişlerdir. Aynı yüzyılda Râbia el-Adeviyye, Bişr el-Hâfî ve Serî es-Sakatî gibi sûfîlerin Kudüs’te bulunması şehri sûfîler için de cazip hale getirmiştir. Hâsılı yaklaşık altı asır hüküm süren Abbâsîler döneminde Kudüs hem dinî ve ilmî gaye ile hem ziyaret ve ticaret amacıyla gelen birçok kişinin güven içinde uğradığı bir şehir haline gelmiştir.[23]

Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresinde 14 yıl boyunca namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kıldığı bu mukaddes mekânın -etrafı mübarek kılınmış mescit ve kutsal şehir Kudüs’ün- işgal altında olması bütün Müslümanlar için onur kırıcı bir durumdur. Bununla birlikte şehir, tarihte zaman zaman işgal edilmişse de Müslümanlar bir şekilde bu beldeyi kurtarmışlardır. Haçlılar büyük ordular hâlinde Filistin’e saldırıp büyük bir katliam gerçekleştirdikten sonra bir asra yakın bir müddet burayı işgal etmişlerdir. İlk fethedildiği yıl 638’den 1099 yılına kadar İslam beldesi olarak kalan bu mübarek şehir, 1099 yılına gelindiğinde Haçlı ordularınca işgal edilmiş ve 88 yıl gibi tarihte hiç önemi olmayacak kadar kısa bir süre işgal altında kalmıştır.

Selahaddin el-Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü kuşattığında Beytü’l-Makdis’e beslediği sevgi sebebiyle bu mübarek beldeyi savaş felaketinden korumak istemiş, bunun için de birkaç kez çok elverişli şartlarla Haçlıları teslim olmaya davet etmiş ancak netice alamamıştır. Hıristiyanlar şehri savaşsız teslim etmeyeceklerini söyleyince Selâhaddîn-i Eyyûbî 20 Eylül 1187’de Kudüs önünde karargâh kurmuştur. Önce kuzeybatı sur kesimine hücum edilmiş, üç gün sonra surda büyük bir gedik açılmıştır. Savunmayı yöneten Balian d’Ibelin, 30 Eylül’de Selâhaddin’in karargâhına gelip teslim şartlarını konuşmuş, Selâhaddin çok az bir fidye ödemek şartıyla halkın şehri terk etmesine izin vermiştir. Buna göre Haçlılar kırk gün içinde erkek başına 10, kadın başına 5, çocuk başına 2 dinar fidye ödeyeceklerdi. Ayrıca para bulamayan binlerce kişi de serbest bırakılmıştır. Patrik de sadece kendisi için 10 dinar ödemiş, sahip olduğu altın ve gümüş, ayrıca arabalar dolusu servetiyle Kudüs’ten çıkıp gitmiştir. Selâhaddin’in bu insanca davranışı Kudüs’ü zapt eden Haçlılar’ın vahşetiyle tam bir tezat teşkil etmekteydi. 27 Receb 583 (2 Ekim 1187) Cuma günü Selâhaddin Kudüs’e girmiş, Haçlılar’ın seksen sekiz yıl önce kana buladıkları şehirde hiçbir taşkınlık yapılmamıştır. Haçlılar Kudüs’ten çıkıp giderken Ortodoks ve Ya‘kūbî Hristiyanlar şehirde kalmışlar, Mûsevîler’in de şehre yerleşmesine izin verilmiş, ayrıca Hıristiyanlara ait kutsal yerlerin idaresi Ortodoks kilisesine teslim edilmiştir.[24]

Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da kutsal sayılması, Hz. Peygamber’in mi‘rac için Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi (isrâ), Müslümanların ilk kıblesi olması ve Kur’an’da atıflarda bulunulmuş olması gibi sebeplerle Kudüs’ün İslâm toplumlarında her zaman önemli bir yeri olmuştur.  Unutmamak gerekir ki, kutsal mekânlar, salih kulların sahipliğinde kutsallıklarına paralel olarak korunurlar. İslam dünyasındaki uyanış ve birlik ruhu güç kazanırsa başta Kudüs olmak üzere kutsal mekânların tekrar Allah’ın kendilerinden razı olduğu salih kulların eline geçecek, buralar kaos ve kargaşanın değil, yeniden huzur ve sükunetin merkezi haline gelecektir.





[1]   Enbiyâ, 21/ 71.

[2]   Harman, Ömer Faruk, “Kudüs”, DİA, XXVI, 324.

[3]   İsrâ 17/1

[4]   Mâide 5/21

[5]   Yûnus 10/93.

[6]   Buhârî, “Fażlü’ś-śalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 6, “Ĥac”, 26, “Enbiyâ”, 8, 40; Müslim, “Ĥac”, 288, “Mesâcid”, 2; Nesâî, “Mesâcid”, 3

[7]   Ebû Dâvûd, “Salât”, 14

[8]   İsrâ, 17/1.

[9]   Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 493; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), II, 220-222.

[10]  Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s.338-339; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 382.

[11]  Meâric,70/3.

[12]  Abdülbâkî, M.F., el-Mucemu’l-Müfehres, Beyrut ts. (Dâru İhyâi’d-Türâsi’l-Arabî), s. 456.

[13]  Buhârî, “Salât”, 1, “Tevhîd”, 37; Müslim, “Îmân”, 259, 262-263, “Fezâil”, 164.

[14]  Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 422; Müslim, “Îmân”, 279.

[15]  Bakara, 2/144-145.

[16]  Buhârî, “Tefsîru’l-Kur’ân” 14, 15; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 198-199, 256; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 241-244; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 271.

[17]  İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 246-249; Belâzürî, Ensâb, I, 271-274.

[18]  Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enîs et-Tabbâ-Ömer Enîs et-Tabbâ), Beyrut 1987, s.188-189; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, II, 3347-350.

[19]  Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), III, 609-610.

[20]  Taberî, Tarih, III, 609-611.

[21] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, (thk. Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşûr), I-VII,? 1970 (Kitabü’ş-Şi’b), III, 160-161.

[22] EI² [İng.], V, 326

[23] Avcı, Casim, “Kudüs”, DİA, XXVI, 327-328.

[24] Demirkent, Işın, “Kudüs”, DİA, XXVI, 331.

 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar