MÜSLÜMANLARDA KUDÜS ALGISININ
ARKAPLANI
Prof. Dr. Âdem APAK
Tevhid inancının önderleri olan peygamberlerin Allah’ın dinini en yoğun olarak insanlara tebliğ ettikleri, aynı zamanda üç ilâhî dinde de önemli bir yere sahip olan ve kutsal sayılan şehir olan Kudüs, tarih boyunca birçok devlet ve milletin ilgi odağı hâline gelmiştir. Kudüs diğer taraftan Hz. Âdem’den bu yana gelen tevhidin yeryüzündeki temsilcisi peygamberlerin mirasıdır. Kudüs, ilk inşa edildiği zamandan itibaren Şam diyarının özellikli dinî başkenti olmuştur. Hz. İbrahim ve Hz. Lut’un Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden itibaren bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir:
“Biz onu
(İbrahim’i) ve (yeğeni) Lut’u âlemler için mübarek kıldığımız arza (yere
ulaştırıp) kurtardık.”[1]
Bereketli kılınan bu bölgenin mübarek
olarak kabul edilmesinin nedeni, şüphesiz Cenab-ı Allah’ın hikmetiyle tarih
boyunca buradan pek çok peygamberin gelip geçmesi ve burada vefat edip
defnedilmesidir.
Müslümanlar bu şehre çeşitli isimler vermiş
olup bunların başında “bereket, mübarek olmak” anlamına gelen Kuds yer
almaktadır. Şehrin en yaygın adı olan kuds kelimesi Ârâmîce kudşadan
gelmektedir ve bu kelime şehri değil mâbedi ifade etmektedir. X. yüzyılın
başında Karai bilginler Kudüs şehrini Beytülmakdis, mâbedin bulunduğu alanı da
Kuds diye adlandırmışlardır. Müslümanların kullandığı İliya ismi Romalılar’ın
şehre verdikleri Aelia isminin Arapçalaşmış şeklidir. İslâmî kaynaklarda “İliyâ
medînetü beyti’l-makdis” şeklinde de geçmekte ve kısaca İliyâ veya Beytülmakdis
(Beytülmukaddes) denilmektedir. Aslı Ârâmîce Bethmakdeşa, İbrânîce Bethhamikdaş
olan Beytülmakdis başlangıçta mâbedi ifade ederken zamanla şehrin tamamı için
kullanılmış, mâbedin alanı ise “harem” diye adlandırılmıştır.[2]
Kudüs
ismi Kur’an’da doğrudan geçmemekle birlikte bu şehirden el-Mescidü’l-Aksâ’nın
mübarek kılınan çevresi şeklinde bahsedilmiş[3], ayrıca
bulunduğu bölge “mukaddes toprak”[4], “iyi,
güzel bir yer”[5]
olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde ise Mescid-i Aksâ’nın, Mescid-i Harâm ve
Mescid-i Resûlullah ile ziyaret amacıyla seyahat edilebilecek üç mescidden biri
ve yeryüzünde Mescid-i Harâm’dan sonra inşa edilen ikinci mescid olduğu
belirtilmiştir.[6]
Ayrıca bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in Beytülmakdis’te namaz kılmayı tavsiye
ettiği de aktarılmaktadır.[7] Kütüb-i Sitte dışındaki rivayetlere göre Hz.
Îsâ nüzûlünden sonra ölünce Medine’de Rasûl-i Ekrem’in kabri yanında veya
Kudüs’te defnedilecektir.
MÜSLÜMANLARIN KUDÜS ALGISININ
TEMELLERİ: MİRAC VE KIBLE
A.
MİRAC
Hz.
Peygamber’in, Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya gece
götürülmesi şeklinde gerçekleşin İsrâ ve mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya
gitmiş olması Müslümanlar için bu şehrin önemini arttırmıştır.
“Kendisine
âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece
Mescid-i Harâm’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya götüren
Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir”.[8]
Sözlükte
“yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türeyen mirâc kelimesi
aynı zamanda “yukarı çıkma vasıtası, merdiven” anlamına gelir. Terim olarak ise
Hz. Peygamber’in (s.a.s) göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder.
Bu hâdise Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidiş ve oradan da yükseklere
çıkış şeklinde yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve mirâc” şeklinde
geçer.[9]
İslâmî
kaynaklara göre mirâc hadisesinin isrâ ve mirâc olarak iki safhada meydana
geldiği zikredilir. Buna göre Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bir gece Mescid-i
Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan göklere yükselmesine
mirâc denilmiştir. Geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma anlamındaki seyr
kökünden türeyen isrâ[10] aynı
zamanda Kur’ân’da bir sûreye ad olmuştur. Sûrenin ilk âyetine göre Allah,
kudretinin işaretlerini göstermek için kuluna (Hz. Peygamber) Mescid-i
Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin bir seyahat
yaptırmıştır. Mirâc kelimesi Kur’ân’da geçmemekle birlikte çoğul şekli olan
meâric “yükselme dereceleri” mânasında Allah’a nisbet edilmiştir: “Yükselme
derecelerinin sahibi olan Allah katından…”.[11] Bu
tabirle aynı kökten gelen “merdiven” anlamında meâric bir âyette ve urûc
kökünden türemiş fiiller de çeşitli âyetlerde yer almaktadır.[12]
Gerek
hadis kaynakları gerekse siyer ve delâil kitaplarında isrâ ve mirâcla ilgili
birçok rivayet mevcuttur. Özellikle Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin
ortak noktalarına göre hadisenin şu şekilde cereyan ettiği zikredilir: Bir gece
Allah Rasûlü (s.a.s), Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı
rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde-
Cebrâil gelip göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet
doldurup kapattı. Ardından onu Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e
götürdü. Allah Rasûlü (s.a.s) Mescid-i Aksâ’da iki rek‘at namaz kılıp dışarı
çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Rasûlüllah süt
dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp
dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf,
İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamberlerle görüştü; nihayet Beytülma‘mûr’un bulunduğu
yedinci semada Hz. İbrâhim’le buluştu, ardından Allah’ın huzuruna çıktı. Burada
Cenâb-ı Hak ona elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit
namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini
istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in
huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyaloğu devam etti.[13] Başka
bir rivayete göre ise Allah Rasûlü’ne (s.a.s) mirâcda Bakara sûresinin son
âyetleri indirilmiş ve Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi
verilmiştir.[14]
B.
KIBLE
İslam’ın Mekke’de ilk tebliğ edildiği günlerde bu
dinin en önemli ibadetlerinden biri olan namazın Mescid-i Aksa’ya yönelerek
kılınması İslam’ın ilk kıblesinin bulunduğu Kudüs şehrinin önemini açıkça
gösterir. Hz. Peygamber (sav) gerek Mekke döneminde, gerekse hicretten
sonra geçen 1,5 yıl boyunca namazlarını Kudüs’e doğru kılıyordu. Mekke’de iken Kâbe’yi arkasına almamak ve iki kutsal mabede de aynı anda dönmüş olmak
amacıyla Kâbe’yi kendisi ile Kudüs’ün arasına alarak ibadet ediyordu. Allah
Rasûlü (sav) Hicretten sonra bir gün ashâbıyla birlikte Benî Selîme’ye
ait mescidde öğle namazının ilk iki rekatını tamamladığında kıblenin
değişmesiyle ilgili âyetler nâzil oldu:
“Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip
durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut
olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne
çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne
dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir
gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz
değildir. Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi
getirsen de onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak
değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen
bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen
de mutlaka zalimlerden olursun”.[15]
Hicretten sonra 17. ayın başlarında Recep ayında pazartesi öğle
namazında nâzil olan âyetten sonra Hz. Peygamber (sav) yönünü Kudüs’den
Mekke’ye doğru çevirdi. Allah Rasûlü’nün (sav) aynı namazda iki ayrı kıbleye
dönerek namaz kılmış olması sebebiyle bu mescid “İki Kıbleli Mescid” adıyla
tanınmıştır.[16]
Kıblenin değişmesiyle Medine’deki Müslümanlar siyasî bağımsızlıklarının
ardından Kâbe’ye yönelmek suretiyle Yahûdî ve Hıristiyanlara karşı kıble
bağımsızlığını da kazanmışlardır. Müslümanlar için tespit edilen yeni kıble
aynı zamanda Mekke’nin onlar tarafından fethedileceğinin ve Kâbe’nin putlardan
temizleneceğinin ilk işareti olarak kabul edilmiştir.
Yeni
kıblenin artık Kâbe olmasının ardından
Müslümanlar namaza ezan ile davet
olunmaya başlamışlardır. Bundan sonra Ramazan orucu, zekât ve bayram namazı
farz kılınmış, bunlara kurban emri de eklenmiştir.[17] Bu
şekilde Medine‘de toplumun oluşumu ile dinî gelişme birlikte gerçekleşmiştir. Müslümanlar bu ilk kıblenin kutsiyetini
idrak ederek tarih boyunca buraya sahip çıkılması gerektiğinin bilinciyle
hareket etmiş ve bu mukaddes beldeyi her zaman koruyarak tevhit inancının
bayrağı altında bulunması gerektiğine inanmışlardır.
Müslümanların inancı gereği Hz.
Peygamber’in (sav) ilk kıblesi olan, aynı zamanda İsrâ ve Miraç mekânı olan bu
yere büyük bir önem izafe edip buranın kutsiyetine inanmışlardır. İslâm
fetihlerinin ve İslam’ı bütün insanlığa tebliğ maksadıyla Hicaz bölgesinden
çıkarak dünyaya açılmanın ilk günlerinde, ulaşılması ve fethedilmesi gereken
bir mekân olarak görülen Filistin ve özellikle Beytu’l-Makdis (Kudüs), fetih
hareketlerinin başlangıcında İslam toprağı hâline getirilen ilk yerlerden
olmuştur. Bu mirasa sahip çıkmak maksadıyla Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer
tarafından Bizanslıların elinden alınarak Müslümanların devletinin topraklarına
dâhil edilmiştir.
Yermük savaşından sonra
Müslümanlar için İliyâ’nın yolu açılmış oldu. Burası Kudüs’ün de içinde yer aldığı kutsal bir bölgedir. Hz. Ebû Bekir zamanından beri
Filistin ve çevresinin
fethine memur edilen Amr b. el-Âs, son olarak Kudüs’ü muhasara altına aldı. Suriye orduları başkomutanı Ebû Ubeyde de emrindeki
birliklerle bölgeye gelerek kuşatmaya iştirak etti. Müttefik orduya karşı
direnemeyeceklerini anlayan şehir ileri gelenleri, kan dökülmeksizin teslim
olmaya karar verdiler. Bu amaçla kuşatmayı idare eden komutanlara gelerek diğer
Şam şehirleriyle yapılan anlaşmalara benzer şekilde cizye ve harac mukabilinde
sulha razı olacaklarını, ancak şehirlerini bizzat halîfeye teslim etmek
istediklerini bildirdiler. Durum Medine’ye haber verilince Hz. Ömer kendisinin de
Şam’a gelmek niyetinde olduğu cevabını verdi. Câbiye’de komutanlarla buluşan halîfe yanına gelen Kudüs elçileriyle görüşüp şehrin
teslim anlaşmasını imzaladı. (H.16/M.637).[18]
Hz. Ömer’in Kudüs halkıyla yaptığı antlaşmada şu hususlar yer
almıştır:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Bu sözleşme,
müminlerin emîri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından, Eyle halkına verilen
bir emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, hastalarına
ve bütün fertlerine verilen bir teminattır. Onların kiliseleri mesken
yapılmayacak ve yıkılmayacaktır. İçindeki kutsal eşyaya dokunulmayacaktır.
Kimse dinî inanışından dolayı zorlanmayacak, kimseye asla zarar
verilmeyecektir. Buna karşılık, Eyle halkı da diğer şehirlerin halkı gibi cizye
verecektir. Orada bulunan Rumlar çıkarılacak, fakat gidecekleri yere kadar
onların güvenlikleri sağlanacaktır. Çıkmak istemeyenler ise Eyle halkı gibi
cizye verecektir. Burada kalıp hasadını almak isteyen de hasadını alacak,
malını satmak isteyene gerekli kolaylık gösterilecektir.”[19]
Antlaşmanın yapılmasından sonra Kudüs’e giren halîfe Hz. Ömer, burada bir mescid yapılmasını emrettikten sonra
Medine’ye döndü.[20] Bu hadisede
Müslümanların, mağlup duruma düşen düşmanlarına nasıl insanî bir şekilde
muamelede bulundukları görülür. Hal böyleyken, daha sonra Haçlıların Kudüs’ü geri aldıkları zaman Müslümanlara ve onlarla yaşayan
Yahudilere reva gördükleri dikkate alınırsa, aradaki uygulama
farkı daha açık bir şekilde ortaya çıkar.
Yahudi,
Hristiyan ve Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Kudüs’ün fethinin
ardından birçok sahâbî ve tâbiîn şehri ziyaret etmiş, bir kısmı buraya
yerleşmiştir. Bazı sahâbîlerin Kudüs’te medfun olduğu bilinmektedir. Ubâde b.
Sâmit bunlar arasındadır.[21]
Emevîler
döneminde Muâviye b. Ebû Süfyân’ın devletin merkezini Dımaşk’a nakletmesi
Suriye bölgesi gibi Kudüs’ün de önem kazanmasına sebep olmuştur. Abdülmelik b.
Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik de biat almak için Kudüs’ü özellikle tercih etmişlerdir.
Emevî halifeleri Velîd b. Abdülmelik, Ömer b. Abdülazîz ve Yezîd b. Abdülmelik
Kudüs’ü sık sık ziyaret eden halifeler arasındadır. Ayrıca bu dönemde Kudüs’ü
de içine alan Filistin bölgesi valiliğine tayin edilmek büyük şeref pâyesi
olarak görülmüş, bu göreve Abdülmelik b. Mervân ve Süleyman b. Abdülmelik
örneklerinde olduğu gibi Emevî prensleri veya diğer önemli kişiler
getirilmiştir.
Emevîler
devrinde Kudüs’te yapılan en önemli imar faaliyeti Kubbetü’s-sahre ve Mescid-i
Aksâ’nın inşası olmuştur. Abdülmelik tarafından yaptırılan Kubbetü’s-sahre İslâm
mimarisinin en güzel eserlerinden biri olarak kabul edilir.
Kudüs’teki
diğer önemli mimari eserlerden Mescid-i Aksâ, Abdülmelik veya oğlu Velîd
tarafından inşa edilmiştir. Emevîler döneminde gerçekleştirilen imar ve iskân
faaliyetleri neticesinde şehrin Arap nüfusu giderek artmıştır.
Abbâsîler’in
iktidara gelmesi ve Bağdat’ın başşehir olmasıyla Suriye ve Filistin bölgeleri nispeten
geri planda kaldıysa da özellikle Kudüs, İslâm dünyasında Mekke ve Medine’den
sonra üçüncü kutsal şehir olma özelliğini sürdürmüştür. Nitekim Abbâsî Halifesi
Ebû Ca‘fer el-Mansûr, Kudüs’ü 140 (758) ve 154 (771) yıllarında iki defa
ziyaret etmiş, ilk ziyaretinde 130 (747-48) yılındaki, ikinci ziyaretinde de o
yıl meydana gelen depremden zarar görmüş olan Mescid-i Aksâ’nın yeniden
inşasını emretmiştir. Onun oğlu Halife Mehdî-Billâh şehri 163’te (780) ziyaret
etmiş, 158 (774) yılındaki bir depremde zarar görmüş olan camiyi tamir
ettirmiştir. Diğer taraftan şehirde yaşayan veya ziyarete gelen Hristiyanlar da
Müslüman idarecilerin ve Hristiyan imparatorların kutsal şehir olarak Kudüs’e
verdikleri önemden istifade etmişlerdir. Nitekim Hârûnürreşîd döneminde halife
ile Charlemagne arasında kurulan hususi dostluk neticesinde imparator şehri
ziyarete gelenlerin kalacakları yerler yaptırmış ve bir kütüphane kurdurmuştur.
Charlemagne’ın yerine geçen oğlu Louis de Kudüs’teki Hristiyanların cizyelerini
ödemelerine yardımcı olmak için maddî destek vermiştir.[22] Kudüs’e
büyük önem veren Me’mûn Harem-i Şerif’in doğu ve kuzey kapılarını yaptırmış
(216/831), daha sonra Muktedir-Billâh’ın annesi Kubbetü’s-sahre’ye dört güzel
kapı hediye etmiştir.
Kudüs
Müslümanların hakimiyetinde bir dinî merkez hüviyetini sürdürdüğü gibi, aynı
zamanda II. (VIII.) yüzyılda önemli bir ilim ve öğretim merkezi haline
gelmiştir. Nitekim Evzâî, Süfyân
es-Sevrî, Leys b. Sa‘d ve Muhammed b. İdrîs eş-Şâfiî gibi ulema şehri ziyaret
ederek dersler vermişlerdir. Aynı yüzyılda Râbia el-Adeviyye, Bişr el-Hâfî ve
Serî es-Sakatî gibi sûfîlerin Kudüs’te bulunması şehri sûfîler için de cazip
hale getirmiştir. Hâsılı yaklaşık altı asır hüküm süren Abbâsîler döneminde
Kudüs hem dinî ve ilmî gaye ile hem ziyaret ve ticaret amacıyla gelen birçok
kişinin güven içinde uğradığı bir şehir haline gelmiştir.[23]
Hz. Peygamberin 23 yıllık peygamberlik süresinde
14 yıl boyunca namazlarını Mescid-i Aksa’ya yönelerek kıldığı bu mukaddes
mekânın -etrafı mübarek kılınmış mescit ve kutsal şehir Kudüs’ün- işgal altında
olması bütün Müslümanlar için onur kırıcı bir durumdur. Bununla birlikte şehir,
tarihte zaman zaman işgal edilmişse de Müslümanlar bir şekilde bu beldeyi
kurtarmışlardır. Haçlılar büyük ordular hâlinde Filistin’e saldırıp büyük bir
katliam gerçekleştirdikten sonra bir asra yakın bir müddet burayı işgal etmişlerdir.
İlk fethedildiği yıl 638’den 1099 yılına kadar İslam beldesi olarak kalan bu
mübarek şehir, 1099 yılına gelindiğinde Haçlı ordularınca işgal edilmiş ve 88
yıl gibi tarihte hiç önemi olmayacak kadar kısa bir süre işgal altında
kalmıştır.
Selahaddin el-Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü
kuşattığında Beytü’l-Makdis’e beslediği sevgi sebebiyle bu mübarek beldeyi
savaş felaketinden korumak istemiş, bunun için de birkaç kez çok elverişli
şartlarla Haçlıları teslim olmaya davet etmiş ancak netice alamamıştır. Hıristiyanlar şehri savaşsız teslim
etmeyeceklerini söyleyince Selâhaddîn-i Eyyûbî 20 Eylül 1187’de Kudüs önünde
karargâh kurmuştur. Önce kuzeybatı sur kesimine hücum edilmiş, üç gün sonra
surda büyük bir gedik açılmıştır. Savunmayı yöneten Balian d’Ibelin, 30
Eylül’de Selâhaddin’in karargâhına gelip teslim şartlarını konuşmuş, Selâhaddin
çok az bir fidye ödemek şartıyla halkın şehri terk etmesine izin vermiştir.
Buna göre Haçlılar kırk gün içinde erkek başına 10, kadın başına 5, çocuk
başına 2 dinar fidye ödeyeceklerdi. Ayrıca para bulamayan binlerce kişi de
serbest bırakılmıştır. Patrik de sadece kendisi için 10 dinar ödemiş, sahip
olduğu altın ve gümüş, ayrıca arabalar dolusu servetiyle Kudüs’ten çıkıp gitmiştir.
Selâhaddin’in bu insanca davranışı Kudüs’ü zapt eden Haçlılar’ın vahşetiyle tam
bir tezat teşkil etmekteydi. 27 Receb 583 (2 Ekim 1187) Cuma günü Selâhaddin
Kudüs’e girmiş, Haçlılar’ın seksen sekiz yıl önce kana buladıkları şehirde
hiçbir taşkınlık yapılmamıştır. Haçlılar Kudüs’ten çıkıp giderken Ortodoks ve
Ya‘kūbî Hristiyanlar şehirde kalmışlar, Mûsevîler’in de şehre yerleşmesine izin
verilmiş, ayrıca Hıristiyanlara ait kutsal yerlerin idaresi Ortodoks kilisesine
teslim edilmiştir.[24]
Yahudilik’te ve Hıristiyanlık’ta da kutsal
sayılması, Hz. Peygamber’in mi‘rac için Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya
götürülmesi (isrâ), Müslümanların ilk kıblesi olması ve Kur’an’da atıflarda
bulunulmuş olması gibi sebeplerle Kudüs’ün İslâm toplumlarında her zaman önemli
bir yeri olmuştur. Unutmamak
gerekir ki, kutsal mekânlar, salih kulların sahipliğinde kutsallıklarına
paralel olarak korunurlar. İslam dünyasındaki uyanış ve birlik ruhu güç
kazanırsa başta Kudüs olmak üzere kutsal mekânların tekrar Allah’ın kendilerinden
razı olduğu salih kulların eline geçecek, buralar kaos ve kargaşanın değil,
yeniden huzur ve sükunetin merkezi haline gelecektir.
[1] Enbiyâ,
21/ 71.
[2] Harman, Ömer Faruk, “Kudüs”, DİA, XXVI,
324.
[3] İsrâ 17/1
[4] Mâide 5/21
[5] Yûnus 10/93.
[6] Buhârî, “Fażlü’ś-śalât fî mescidi Mekke
ve’l-Medîne”, 6, “Ĥac”, 26, “Enbiyâ”, 8, 40; Müslim, “Ĥac”, 288, “Mesâcid”, 2;
Nesâî, “Mesâcid”, 3
[7] Ebû Dâvûd, “Salât”, 14
[8] İsrâ, 17/1.
[9] Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, İstanbul
1986, s. 493; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab,
I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), II, 220-222.
[10] Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât,
s.338-339; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 382.
[11] Meâric,70/3.
[12] Abdülbâkî, M.F., el-Mucemu’l-Müfehres,
Beyrut ts. (Dâru İhyâi’d-Türâsi’l-Arabî), s. 456.
[13] Buhârî, “Salât”, 1, “Tevhîd”, 37;
Müslim, “Îmân”, 259, 262-263, “Fezâil”, 164.
[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 422;
Müslim, “Îmân”, 279.
[15] Bakara, 2/144-145.
[16] Buhârî, “Tefsîru’l-Kur’ân” 14, 15; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim
el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 198-199,
256; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I,
241-244; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I,
271.
[17] İbn Sa’d, et-Tabakât,
I, 246-249; Belâzürî, Ensâb, I,
271-274.
[18] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk.
Abdullah Enîs et-Tabbâ-Ömer Enîs et-Tabbâ), Beyrut 1987, s.188-189;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, II, 3347-350.
[19] Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts.
(Dâru’s-Süveydân), III, 609-610.
[20] Taberî, Tarih, III, 609-611.
[21] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, (thk. Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşûr), I-VII,?
1970 (Kitabü’ş-Şi’b), III, 160-161.
[22] EI² [İng.], V, 326
[23] Avcı, Casim, “Kudüs”, DİA, XXVI,
327-328.
[24] Demirkent, Işın, “Kudüs”, DİA, XXVI,
331.
0 yorum:
Yorum Gönder