11 Ekim 2022 Salı

İslâm Öncesi Arapların Ulûhiyet Anlayışında Kâhinlerin Yeri


İSLÂM ÖNCESİ ARAPLARIN ULÛHİYET ANLAYIŞINDA KÂHİNLERİN YERİ

Prof. Dr. Adem APAK

GİRİŞ

İnsanoğlu, tarihin başlangıcından itibaren görünmeyeni ve bilinme­yeni merak etmiş, geçmişteki bilinmez­leri öğrenmenin yanı sıra, belki daha fazla olarak geleceği bilme arzusu içinde olmuştur. Bu bilme arzusu sebebiyle insanlar, İlâhî vahiy ve bilimsel tahminler dışında, gele­cekten haber vermek ve bilinmeyeni an­lamak için, ya bazı yetenekler vasıtasıyla ve birtakım varlıklarla irtibat kurma yoluyla veya bir kısım eşya ve davranış­ların yorumlanmasıyla bilgi edinmeye çalışmışlardır. Kehânet bu yollardan birisi olup, kısaca bazı gö­rünmez varlıklar yardımıyla ya da kişiye özgü yeteneklerle yapılan geleceğe ait tahminde veya yorumda bulunmak şeklinde açıklanabilir. Öyle ki, kâhin çeşitli riyazet ve meditasyon yollarıyla kendinden ge­çip trans haline gelmekte, onun bu esnada gözle görünmeyen varlıklarla irtibat ku­rup onlardan bilgi aldığı kabul edilmektedir. Kehânetin farklı şekilleri ara­sında bu tür vecd halinde gaipten verilen haberlerle (oracle) birlikte, rüya tabirleri de önemli yer tutar. Bu esnada kâhin tarafından dile getirilenlerin, gerçekte bizzat kendisinden değil, dua edilen ulûhiyyetten kaynaklandığına inanılmaktadır.

İslâm’ın doğuşundan önceki dönemlere ait inanç esaslarının büyük kısmı, evrenin ruhlar ile dolu olduğuna inanmanın bir sonucudur. Animizmin dini merhalesinin ürünü olan bu inanca göre, kâinatta gözlemlenen her hadise, netice olarak iyi veya kötü ruhların etkisinin bir tezahürüdür. Başka bir ifadeyle meydana gelen hadiselerden iyi olanlar iyi ruhlar; kötü olanlar da kötü ruhlar tarafından gerçekleştirilmektedir.[1] Bu sebeple iyi ruhlarla irtibatı bulunan insanlar vasıtasıyla hem geçmişteki hem de gelecekteki hadiseleri anlamak ve ona göre tedbirler almak mümkündür. İşte bu genel inanış karşımıza İslâm öncesi Araplarında çok yaygın olarak bilinen kehâneti çıkarır.[2]

A.  KEHÂNETİN MAHİYETİ

Kehânet, sezgi veya bir tür ilhamla, ya da bazı işaretlerin yorumuyla ileride meydana gelecek olayları önceden görme ya da haber verme, gizli veya esrarengiz bilgiyi ortaya çıkarma faaliyeti, netice itibariyle gaybı bilme iddiasında bulunma; kâ­hin de ise bütün bu faaliyetleri gerçekleştiren kişiye verilen isimdir.[3] Bu yönüyle kâhinlerin gerek birtakım ruhlarla, gerek manevî varlıklarla, gerekse bizzat ilahlarla irtibata geçmek suretiyle diğer insanlara fayda ve zarar verebilme kudretine sahip oldukları kabul edilir.[4] Batı dillerinde Divination olarak tabir edilen kâhinlik faaliyetini gerçekleştirenler arasında ruhlara tahakküm etme imkanına sahip olup, olağanüstü yetenekleri sayesinde bu ruhlara istediğini yaptırabilme derecesine ulaşanlara ise sâhir adı verilir. Onların yaptıkları da sihir olarak isimlendirilmektedir ki, sihrin batı literatüründe karşılığı ise Magic ve Sorcery’dir.[5] Tağût tabiri de zaman zaman kâhin kelimesiyle aynı anlamda kullanılır. Buna delil olarak Bakara suresinde geçen “Kim Allah’ı inkâr edip de tağuta iman ederse” âyeti delil olarak gösterilir. [6]  Tağûtların esas itibariyle şeytan ile irtibatları olduğu, şeytanların onlara gelip birtakım bilgiler aktardıkları kabul edilir.[7] Bir kısım luğat uleması ise, tağut’un insan kılığına girmiş şeytan olduğunu, onların bu suretle insanlar arasında hüküm verdiklerini iddia ederler. Kur’ân-ı Kerîm’de tağûtla benzer anlam taşıyan Cibt kelimesine de tesadüf edilir ki[8], müfessirler bu tabirin Habeş dilinde sâhir, kâhin ve tağut anlamında kullanıldığını ileri sürerler.[9]

Araplar, gaybdan haber verdiklerine inandıkları kâhinlere hâzzî ve hâzzâ adını da verirlerdi.[10] Hazzî ve Hazzâ tabirleri aslen Keldanca olup bakıcı anlamına gelmektedir. Keldanîler bu kavramları daha çok filozof ve peygamberler için kullanmışlardır. Kavranın bilhassa peygamber için kullanılması, ulûhiyetle doğrudan alakasının bulunduğuna işaret eder. İkinci olarak bu kelimenin Keldanca’dan gelmiş olması, Araplar arasında kehânetin gelişmesinde Keldânî Sâbiîlerinin etkisinin olduğunu akla getirir.[11]

Kaynaklarda zaman zaman kehânet kelimesiyle hemen aynı anlamda kullanılan arrâfet tabirine de rastlanılır. Arap luğat alimlerinin geneline göre arrâf, kâhinin eş anlamlısıdır. Bu sebepledir ki, arrâfları da kâhin kategorisinde değerlendirmek mümkündür. Arap dilcilerinin bir kısmı ise bu iki kavram arasında farklılık olduğunu ileri sürerler. Buna göre kâhin gelecek zamanda meydana gelecek hadiseler hakkında haberler verip, kendisinin sırlarla ilgili bilgisi olduğunu iddia ederken[12]; arrâf ise çalınmış, yahut kaybolmuş bir eşyanın yerini söyleyen, ayrıca hadiseleri gözlemleyip sebeplerinden, canlıları gözleyip dış görünümlerinden yola çıkarak, gelecekle ilgili tahmin nevinden bilgiler veren kişidir.[13] Râgıb el-İsfahânî bu iki kelime arasında nüansa işaret ederek geleceğe ait olay­lardan haber verene "arrâf", geçmişte meydana gelip gizli kalan haberleri orta­ya çıkaranlara da kâhin dendiğini belirtir.[14] Başka luğat alimleri ise ister geçmiş, isterse gelecekle ilgili olsun gayb haberleri verenleri mutlak anlamda arrâf tabiriyle isimlendirmişlerdir.[15]  Mes’ûdî, meşhur arrâflar örnek olarak Eblak el-Ezdî, Ecla’ ed-Dehrî, Urve b. Zeyd el-Ezdî, ve Yemâmeli Rebah b. Acle’nin ismini zikreder.[16] Tarihçilerin aktardıklarından yola çıkarak kâhin ile arrâf arasında genel anlamda şu şekilde bir ayrım yapmak mümkündür: Kehânet, bir tâbi (ister cin, ister şeytan olsun aracı) vasıtasıyla gaybî bilgiler aktarırken, arrâf ise şahsî tecrübe ve kabiliyetine istinaden olayları ve eşyayı incelemesi neticesinde gaybla ilgili görüşler ileri sürer.[17] Cahiliye Arapları’nın çocuklarını göstermek suretiyle onların gelecekleri hakkına bilgi talep etmek için arrâflara müracaatını buna örnek olarak göstermek mümkündür. Nitekim özellikle Ukâz panayırında arrâflar, kendilerine getirilen çocukların yüzlerini ve diğer uzuvlarını incelemek suretiyle onların gelecekleriyle ilgili kehânette bulunurlardı.[18] Bu durumda arrâfın faaliyetlerinin kâhinlerin faaliyetlerinden güç ve tesir açısında daha düşük düzeyde kaldığı anlaşılır.[19] Ayrıca arrâfların özel merkezleri, ibadet mekanları yoktu ve onların putlarla da herhangi bir irtibatı bulunmuyordu. Onlar, tâbi veya sâhip adı verilen cin ve şeytanlardan da bilgi almıyorlar, sadece kendi kabiliyetleri, zekâ ve akıl yürütmeleriyle, eşya ve hadiselerin benzer veya farklı yönlerden yola çıkarak gelecekle ilgili şahsî tahminlerde bulunuyorlardı.[20] Dolayısıyla Arap toplumunda kehânet daha ziyade ulûhiyet yönü öne çıkan, yani manevî boyutları olan dinî nitelikli bir faaliyet iken, arrâfet ise dünyevî nitelikli bir bilgi aktarımı ameliyesi olarak görülebilir. Her ne kadar burada iki grup arasında bazı nüanslara işaret edilmiş olmakla birlikte, kaynaklarda ve İslâm öncesi Arap toplumu günlük kullanımda kehânet ile arrâfetin genelde müteradif kavramlar olarak kabul edildiklerini yeniden ifade etmemiz gerekir. [21]

Kâhin kelimesi ayrıca Batı Sâmîleri'nde bir cemaat adına kurban takdimi, ulûhiyyet nezdinde bu cemaati temsil, ayrıca ulûhiyyetin emirlerinin açıklanması ve arzularının önceden bilinmesi gibi görevler üstlenen kişiyi ifade eder.[22] Dolayısıyla kâhin kurban takdimi, mabedin hizmet ve muhafazası görevinin yanı sıra, esas olarak cemaatin ulûhiyyetle irtibatını temin etme, ulûhiyyetin planlarını anlama ve arzularını önceden bilme hususiyetlerini ken­dinde toplamış kabul edilir. Muhtelif dillerde bu kavram din adamları için kullanılırken, Arapça’da genel anlamıyla "gelecekten haber veren" olarak anlaşılmaktadır.[23]

Günümüzde her kültür seviyesinde kehânetin çeşitli türleri (astroloji, bil­lur küre ile fal bakma, el falı, kâğıt falı vb.) belli ölçüde yaşatılan kehânet çok eski dönemlerden beri dünyanın her tarafında yaygın olarak bilinmektedir. İbrânîler'in te­mas kurdukları eski Mısır, Çin, Bâbil ve  Kalde'nin putperest kavimlerinde kehânet  oldukça yaygındı.[24]

Kehânetle ilgili çeşitli teknikler bilhassa Mezopo­tamya kaynaklı olup, özellikle Akadlar dönemin­de daha da yaygınlaşmıştır. Benzer şekilde Hititler'de de gerek tanrı­ların isteklerini öğrenip onları memnun etmek, gerekse savaş kazanmak için çe­şitli kehânet türlerine sıkça başvurulmuştur. Eski Yunan'da mantis adı verilen kâhinlerin yanında kehânet tanrısı Apollon'un Delfi'deki tapınağında da kâhinler bulunurdu. Aynı şekilde Eski Roma, Çin, Hindistan ve Japonya'da, İslâm öncesi Türkler'de kehânetin birçok türü mevcuttu.[25]

Kehânet, putperestlikle çok yakından bağlantılı olduğu için Yahudilik'te yasak­lanmış ve kâhinlerin öldürülmeleri emredil­miştir.[26]  Zira Şeriata göre kâhin sahte­kârdır, ona uyanlar da büyük günah işlemiş­tir. Peygamber Yeremya sahte peygam­berler, falcılar, düşçüler, müneccimler ve efsuncuların dinlenmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.[27] Kitâb-ı Mukaddes sonrası Yahudiliğinde de kehânete iyi gözle bakılmamış, ancak bununla birlikte bilhassa halk Yahudiliğinde kehânetin bazı türleri etkinliğini sürdürmüştür. Hıristiyanlık'ta da kehânet tasvip edilmemiş gerek Ye­ni Ahid'de gerekse Yeni Ahid sonrası dönemde kilise kehânete karşı savaş açmıştır.[28]

B.  CAHİLİYE DÖNEMİNDE KEHÂNET VE KÂHİNLİK

Bütün ilkel kavimler gibi cahiliye Arapları da kehânete son derece düşkündüler. Onlar, genelde kâhinlerin cin ve şeytanlarla irtibatlı olduk­larına inanırlardı.[29] Araplara göre kâhinler bütün hadiselerin gerçek sebebi olan ruhlarla da ilişkileri bulunan insanlardı. Bu sebepleonlar, irtibatlı bulundukları ruhlar yardımıyla gaipten haber vermek, geçmişin ve geleceğin sırlarını keşfedebilmek, aynı zamanda yine ruhlardan yardım almak suretiyle hastalara şifa vermek gücüne sahiptiler.[30]

Câhiliye dönemin­de kâhinlerin gerek fert gerekse toplum hayatında da önemli bir yeri vardı. On­lar hem şahıslar hem de kabileler arasındaki ihtilâfları çözer, rüyaları tabir eder, ka­yıpları bulur, zina olaylarını belirler, hırsız­lık ve adam öldürme gibi cürümleri aydınlatır, hastalıklara şifa bulurlardı. Ayrıca bir kabileye savaş ilân edileceği zaman kâhinlere danışılır, toplumsal ihtilâflarda ve ailevî anlaşmazlıklarda onların hakemlikleri­ne başvurulur, nihayet onlardan ferdin veya kabilenin başına gelebilecek her türlü felâ­keti önceden haber vermeleri istenirdi.[31] Kaynaklarda kâhinlerin kabile savaşlarına bizzat katılmak suretiyle kabile mensuplarını düşmana karşı teşvik ettikleri de zikredilir. Öyle ki, onlardan bir kısmı savaşçılıklarıyla şöhret bulmuşlardır. Züyehr b. Cenâb, Cüzeyme el-Absî, Kâhin Kultuf ile Mezhic kabilesinin kâhini Me’mur savaş kahramanı kâhinlere örnek olarak verilebilir. Bazen kâhinler, kehânet faaliyetinin yanı sıra mensup oldukları kabilelerine reislik de yapmışlardır. Nitekim Züyehr b. Cenâb Kelb kabilesinin hem kâhini hem de reisi olarak görev yürütmüştür.[32]

Kâhinler kabile yönetiminde de önemli rol üstlenmişlerdir. Kabile reisleri gerek savaş gerek barış şartlarında sürekli olarak onlara müracaat ederlerdi. Bu sebeple Arap hükümdarlar ile kabile reisleri mutlaka kendilerine danışmak olarak gördükleri kâhin ve kâhineler istihdam etmişlerdir. Öyle ki kabilelerin birer şairi, hatibi olduğu gibi yetkili kâhini de bulunurdu. Onların verdikleri kararlar ise neredeyse tereddütsüz kabul edilir, hiç kimse tarafından herhangi bir itirazla karşılaşmazdı.[33]

Kâhinler kehânetleri esnasında seçili ve kafiyeli ifade­lerle kısa ve ahenkli cümleler kullanır, bu esnada yer, gök, ay, güneş, gece, gündüz üzerine ye­min ederek kehânete başlarlardı. Onlar, kullandıkları kelimeleri özellikle muğlak ve farklı anlamlara gelebilecek şekilde seçerlerdi. Hatta çoğunlukla birbirine zıt anlam taşıyan kelimeleri de kullanırlardı. Bunun sebebi ise kehânetleri doğru çıkmadığı takdirde sözlerini tevil edebilme, daha sonra kehânet esnasında söylediğinin aksini de ifade edebilme imkânı bulabilmekti.[34]

Kâhinlerin gerek insanlar arasındaki problemleri çözmede gerekse gelecekle ilgili kehânette bulunmada cin, şeytan gibi varlıklarla temas halinde olduklarına, onlardan aldıkları bilgiler yardımıyla konuştuklarına inanılırdı. Kaynaklarda kâhinlerin irtibat halinde olduğu insanüstü varlıklar Tâbi, Sâhib, Mevlâ, Velî, Raî olarak tabir edilirdi. Bu varlıklar aynı zamanda Araplar arasında “Kâhin şeytanı” olarak da isimlendirilir. Zira inanışa göre bu şeytanlar, kâhinlere ne söylemeleri gerektiğini bildirmişlerdir. Araplar benzer şekilde şairlere de şiir öğreten şeytanların olduğunu kabul edip buna da “Şair şeytanı” adını vermişlerdir.[35]

İslâm öncesi Arap tarihinde birçok ünlü erkek ve kadın kâhin arasında en eskilerinden olan tek eli, tek gözü ve tek ayağının bulunduğu ve yarım insan şek­linde olduğu söylenen Şıkk, bir diğeri ise kafatası dışında vücudunda kemik bulun­madığına ve kumaş gibi dürülebildiğine inanılan ve Suriye’de yaşayan Satîh'ti. Diğer meşhur kâhinler arasın­da Semelka, Zevbea, Sedîf b. Hevmâs, Turayfe, İmrân, Cüheyneli Hârise’nin ismi zikredilir.[36]

Arap tarihçilerinin rivayetine göre göre Cahiliye döneminde kâhine müracaat eden kişiler öncelikle onun kehânetinin güvenilirliğini test etmek amacıyla onları imtihana tabi tutarlardı. Bu konuda en fazla yapılan uygulama ise, gelenlerin gizledikleri bir şeyin yerinin kâhin tarafından söylenmesini istemeleri idi. Şayet kâhin bu soruyu doğru cevaplandırabilirse gelen kişi onun kehânetine itibar eder, ardından kâhine asıl geliş gayesini bildirirdi. Kâhinlere müracaatın mutlaka maddî bir karşılığı olurdu. İnanışa göre kehânet, ancak ücret takdimi ile sahih olurdu. Zira kâhine gelen tâbi (cin veya şeytan) vereceği bilginin tadını (halâvet,ücret) almadan kâhine herhangi bir bilgi vermezdi. Dolayısıyla bu ücret kâhinin değil, ona bilgi veren cin veya şeytanın (er-Raî) hizmet bedeliydi. Kâhinin kehâneti karşılığı aldığı ücrete Hulvân veya Hulvânü’l-Kâhin adı verilirdi. Bu ücret standart olmayıp taraflar arasında karşılaştırılırdı. Esasında ücreti belirleyen de kâhin değil, kehânet faaliyetini asıl gerçekleştiren onun irtibatlı olduğu ciniydi. Kâhinin buradaki rolü sadece onun ücret talebini ve ücret karşılığında öğrendiği bilgiyi muhataplarında aktarmaktan ibaretti.[37] 

Cahiliye dönemi Arap toplumunda kehânetin gücü ve şöhreti, kâhinin zekâsı ve kabiliyet kudreti ile de doğrudan ilgiliydi. Ayrıca kâhinlik, puthane gözetimi vazifesi gibi babadan oğula miras yoluyla geçmeyip, kişinin kendi çabaları neticesinde elde ettiği bir statüydü. Buna göre kabileden herhangi bir kişi, şahsında geçmişten haber verme, gelecekle ilgili bilgiler aktarma kabiliyeti görürse kendini kâhin olarak isimlendirip rabbler adına konuşmaya, gaybtan, sırlardan bahsetmeye başlardı. Şayet kehâneti insanlar arasında itibar görürse, o kâhin zamanla kabile sınırlarını aşan bir kâhin mertebesine gelirdi.[38]

İslâm öncesi dönemde kâhinlerin en önemli vazifelerinden biri de gerek şahıslar gerekse kabileler arasında sık sık gündeme gelen ve münâfere adı verilen üstünlük davalarını karara bağlamaktı. Bu tür problemler, genelde kendilerine hâkim denilen kişiler tarafından gerçekleştirilirdi. Hukkâm daha ziyade toplumda saygınlık kazanan tecrübeli ve âkil adamlar olarak nitelendirilebilecek kişiler olurdu. Bu durumda hâkim, daha ziyade hukukî bilgisi ve tecrübesiyle problemleri çözen ve bağımsız kaza faaliyetini gerçekleştiren arabulucudur. Kâhin ise kendisinde ilahi birtakım güçler de bulunduğu inanılan ve insan üstü bazı özellikleri yardımıyla hakemlik vazifesini de yerine getiren kişi olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla kâhinler hakemlik de yapabilirken, hâkimlerin tamamı kâhin sıfatı kazanmamıştır. Bununla birlikte hâkimlerin pek çoğunun aynı zamanda kâhinlik görevini de ifa ettikleri de vakidir.[39] Biz konumuz gereği, bu tebliğde, İslâm öncesi dönemdeki anlaşmazlıkların çözümünde etkin olan hâkimlerden ziyade, hâkimlikleri yanı sıra bilhassa kehânetleriyle de temayüz eden kâhinlerin faaliyetlerine işaret edilecektir. 

İslâm öncesi dönemde kâhin vasfını da taşıyan hâkimin kararına müracaat edilerek sonuca bağlanan münâferet davalarının en meşhuru, Mekke idaresinde kimin daha ehil ve hak sahibi olduğu konusunda Kureyşli Kusay b. Kilâb ile Huzâa reisleri arasındaki siyasî çekişmedir. Kaynaklarda münafere hadisesi şu şekilde zikredilir:

Mekke’yi Huzâa idaresinden kurtaran ve dağınık halde yaşayan Kureyş soyunu bir araya getiren kişi Hz. Peygamber’in (sav) büyük dedesi Kusay b. Kilâb’dı. Kusay, Huzâalıların lideri Hüleyl’in kızı Hubbâ ile evlendi.  Hüleyl hastalanıp vazifelerini yapamaz duruma gelince, Kâbe’nin anahtarını kızı Hubbâ’ya teslim etti. Bu görevi yürütme imkânı olmayan Hubbâ da emaneti eşi Kusay’a devredeceğini açıkladı. Kâbe anahtarının ellerinden çıkmasının, Mekke idaresininin de kaybedilmesi anlamına geleceğini fark eden Huzâalılar, Huleyl’in bu tasarrufuna karşı çıkarak anahtarı kız kardeşleri Hubbâ’dan aldılar.[40] Hem kayınpederinin vasiyetini yerine getirmek hem de Huzâalıları Mekke idaresinden uzaklaştırmak isteyen Kusay, derhal destek arayışına girdi. Önce kabilesi Kureyşliler’le görüşmeler yaptı. Benî Kinâne’den ittifak sözü aldıktan sonra Kuzey Arabistan’daki büyük Kudâ’a kabilesinin başkanı olan Uzreoğulları’ndan ana bir kardeşi Rizâh b. Rabîa’ya haber gönderdi. Sonuçta her iki taraf arasında şiddetli savaş baş gösterdi. Durumun vahametini gören diğer Arap kabileleri harekete geçerek savaşın sona erdirilmesini sağladılar. Neticede her iki taraf, meselenin halli için bir hakeme gitmeye ikna edildi.  Aynı zamanda bir kâhin de olan Ya’mur b. Avf b. Ka’b, huzuruna gelenlere karşı birtakım kapalı ve secili sözler sıraladıktan sonra Kusay’ın Kabe’yi yönetmeye Huzâalılardan daha fazla hak sahibi olduğuna karar verdi. Bunun neticesi olarak Mekke idaresi Kusay’a bırakılırken, Huzâalılar şehirden uzaklaştırıldı.[41]

Kureyş içinde bir kâhinin hakemliğiyle neticelenen diğer bir üstünlük rekabeti de Hz. Peygamber’in (sav) büyük dedesi olan Haşim ile onun yeğeni Ümeyye arasında meydana gelmiştir:

Ümeyye b. Abdüşşems, zenginliği sebebiyle Kureyş’in önde gelenlerinden biri sayılıyor, bu nedenle Kureyş riyaseti konusunda kendisini amcası Hâşim’e denk ve rakip kabul ediyordu. Ümeyye nihayet bu düşüncesini dillendirerek, kimin daha üstün olduğunun belirlenmesi için bir kâhine müracaat edilmesi teklifinde bulundu. Hâşim yaşını ve mevkiini göz önüne alarak bu meydan okumayı başlangıçta kabul etmemekle birlikte, Kureyşlilerin aşırı ısrarları neticesinde kaybedenin elli deve vermesi ve on yıl Mekke‘den sürgün edilmesi şartıyla kâhine gitmeye razı oldu. Kendisine müracaat edilen Kâhinü’l-Huzaî, kullandığı bir takım secili sözlerin ardından üstünlük konusunda Ümeyye’nin Hâşim ile yarışamayacağı hükmünü verince Ümeyye on yıl sürgün olarak Şam’a gitmek zorunda kaldı.[42] Bu hadisenin İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde gerçekleşen Emevî-Hâşimî rekabeti sebebiyle Emevîleri kötülemek amacıyla uydurulduğu düşüncesi akla gelse de, kâhinlerin İslâm öncesi toplum hayatında ve bir takım ihtilâfların çözüme kavuşturmada oynadıkların rolün tespitinde önemli bir örnektir.

İslâm öncesi dönemde kâhine müracaata sebep olan diğer bir çekişme ise Hz. Peygamber’in (sav) dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim ile Mekke reisleri arasında Zemzem kuyusunun yeniden faaliyete geçirilmesi konusundaki anlaşmazlıktır. Mekke’den çekilmeleri esnasında Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusunu tekrar açmak isteyen Abdülmuttalib b. Hâşim ile kutsal suda kendilerinin de hakkı olduğunu söyleyerek kendisine engel olan diğer Kureyşliler arasındaki problemin halli için taraflar Şam bölgesinde yaşayan Sa’dü Hüzeym kabilesinin kâhinine gitmeye karar verdiler. Mekkeliler bu amaçla gerçekleştirdikleri yolculuk esnasında karşı karşıya kaldıkları susuzluk tehlikesinden Abdülmuttalib’in gayretleriyle kurtulunca yaptıklarına pişman oldular, kâhine gitmekten vazgeçip Zemzem’i yeniden ortaya çıkarması hususunda kendisine engel olmayacaklarını bildirdiler.[43]

Zemzem’i yeniden faaliyete geçirmeye niyetlenmesi esnasında Mekkelilerin engellemeleriyle karşı karşıya kalan Abdülmuttalib, muhataplarının kendisini koruyacak kimsesi olmadığı için böyle davrandıklarını düşünerek, Allah’a kendisine on adet erkek çocuk nasip etmesi için dua etmiş, şayet dileği gerçekleşirse çocuklarından birini şükür amacıyla kurban edeceğini adamıştı. Gerçekten de onun on oğlu dünyaya geldi.[44] Abdülmuttalib, Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için çekilen kura en küçük oğlu Abdullah’a isabet etti. Abdullah’ın kurban edilmesine Kureyşliler şiddetle karşı çıktılar. Zira böyle bir davranışın topluma kötü örnek olacağından endişe duyuyorlardı. Bunun için bir kâhine müracaat edilmesini tavsiye ettiler. Sonuçta Hayber’de bulunan ve cin taifesiyle ile irtibatı bulunan Sücah isimli kâhineye gidilmesi kararlaştırıldı. Abdülmuttalib, önce Medine’ye, oradan da Hayber’e giderek durumu kâhineye arzetti. Kadın kendisine gelenleri dinledikten sonra bir süre beklemeleri gerektiğini, zira kendisinin irtibat halinde olduğu (tâbisine) durumu arz edeceğini, ancak ondan aldığı işaret ile bir çözüm yolu bulabileceğini bildirdi. Kısa süre sonra da aldığı bilgi ile huzuruna gelenlere çıkış yolunu gösterdi: O dönemde yaygın olan diyet bedelinin on deve olduğunu öğrendikten sonra develerle Abdullah arasında her seferinde 10 deve artırılmak suretiyle kura çekilmesini tavsiyesinde bulundu. Onun dediği şekilde kura çekildi. Dokuz defa Abdullah’a isabet eden kura, ancak onuncu teşebbüste develerin adına çıkınca Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.[45]

C.  KEHÂNET-NÜBÜVVET İLİŞKİSİ

İslâm öncesi Arap anlayışında kehânet olgusunun gerek cin gerek şeytanla olan irtibatı ve bununla bağlantılı olan “insanın cinle ilişki kurabilmesinin mümkün olduğu” şeklindeki inanç, dinî nitelikli vahiy ve peygamberlik anlayışının da temelini teşkil eder. İslâm öncesi Arap kültürünün bu düşüncelere sahip olmadığını düşünürsek, vahiy fenomenini kültürel açıdan algılamamız imkânsız hale gelir. Bu düşüncenin aklî ve fikrî oluşumunda insan-cin ilişkisine dair söz konusu kanaatin kökleri bulunmadığı taktirde, bir Arabın kendisi gibi bir insana göksen melek indiğini kabul etmesi nasıl mümkün olabilir? İşte bütün bunlar, vahiy fenomeninin olgudan kopuk, olguyu hiçe sayan ve onu aşan bir fenomen değil, aksine kültürel telakkilerin bir parçası olduğunu ve bu kültürün mevcut kanaatlerinden doğduğunu teyit eder. Cinin şaire hitapta bulunup ona şiirini ilham ettiğine, falcı ve kâhinlerin de bilgilerini cinlerden aldıklarına inanan bir Arap, bir insana gökten vahiy getiren meleği tasdik etmeyi anlamsız bulmaz. Bu sebepledir ki, Kur’ân’ın çağdaşı olan Araplardan vahyin bizzat kendisine yönelik bir itiraz söz konusu olmaz. Onların itirazları, daha ziyade ya vahyin muhtevasına veya kendisine vahiy gelen şahsa, yani Hz. Muhammed’e (sav) yönelik olmuştur. [46]

Arap kültüründe yaygın olan ve köklerini İslâm öncesi telakkilerinde bulduğumuz insan-cin ilişkisi anlayışında varlık, bitki olsun, hayvan olsun, insan olsun birbirinden ayrı alemlerden oluşmaz. Tam aksine alemler arasında yukarıdan aşağıya veya aşağıdan yukarıya doğru sürekli bir hareket ilişkisi söz konusudur ki, bu ilişkinin gerçekleştiği alan, alemlerin en sonuncusu ve en mükemmeli olan insana, farklı alemlerin bir kısmıyla bağlantı kurma imkânı veren beşeri faaliyet alanıdır. Bu noktada şekil olarak nebî ile kâhin arasında herhangi bir fark yoktur. Nebi’nin aşkın alemle olan ilişkisi ile, kâhin arasındaki fark şudur ki, Peygamber’in ilişkisi temeli ilahî tercih olan bir çeşit fıtrat ve yaratma üzerinde gerçekleşir. Buna karşın kâhin, maddi alemin engellerinden kısmen sıyrılmak ve onun ötesindeki alemlerle irtibat kurmak için, kendisine destek olacak bir takım yardımcı araçlara ihtiyaç duyar. [47]

“Peygamberler, göz açıp kapayacak kadar bir sürede fiilen melek olmak için, bedensel ve ruhsal olarak tüm insanî özelliklerinden sıyrılarak aşkın aleme geçebilme fıtratına sahiptirler. Bu esnada o, aşkın alemin varlıklarını kendi mertebelerinde görme, ilahî hitabı ve kelâm-ı nefsaniyi işitme imkanı bulur. İşte bunlar nebilerdir. Allah onlar için bir anda beşer tabiatından sıyrılmayı-ki bu vahiy halidir- yaratılıştan gelen özellik kılmış; iç dünyalarına istikamet üzere ve dosdoğru olma eğilimini yerleştirmek suretiyle onları, beşeriyet halinde iken sahip oldukları bedenlerinin engel ve manilerinden ayırmıştır.”[48] Kâhinler ise bunun aksine, beşerî uğraşılara dayanırlar ve maddî engelleri aşabilmek için kendilerine destek olacak şeylerin yardımına başvururlar. Onların yardımcı vasıtaları ise seci (kafiyeli) söz, hayvan kemiği gibi şeyler olmasından ötürü, diğer alemlerle bağlantıları yetersiz ve elde ettikleri bilgiler de doğru veya yanlış olmaya müsaittir. Daha doğru bir ifadeyle, bu bilgilerle doğru-yanlış birbirine karışmış vaziyettedir.[49] “Halbuki peygamberlerin diğer alemlerle iletişim kurmaları hiçbir çaba sarf etmeksizin, zihinsel tasavvurları ve söz ya da hareket türünden herhangi bir bedensel yardım vasıtası olmaksızın gerçekleşir. Buna karşılık kâhinin ilhamı şeytandan geldiği için, o akli olan şeyleri anlama hususunda kemâl derecesine ulaşamaz. Kâhinler sınıfının en yüksek hal ve özellikleri, maddî şeylerle meşgul olmalarına engel olması ve eksik olan bu ittisal (başka alemlerle irtibat kurma) konusunda kendilerine destek olması için vezinli ve kafiyeli sözlerin yardımına baş vurmasıdır. Bunun bir sonucu olarak onların kalplerine bir şeyler doğar. Kâhin yabancı vasıtaların yardımıyla diline geleni söyler. Çünkü o, kendi idraki dışında ve ondan bağımsız olan yabancı vasıtalarla eksikliğini gidermiştir. Bundan dolayıdır ki, verdiği haberler yalan da olur, doğru da”.[50]

Kehânet ile nübüvvet arasındaki ilişki, -Arapların tasavvurunda her ikisi de vahiy kabul edilir- insanın farklı varlık mertebesinde ait başka bir varlıkla iletişim kurmasıdır. Bu iletişim, insanın peygamber olması halinde melekle, kâhin olması halinde ise şeytanla gerçekleşmektedir. Bu iletişimde özel bir şifre kanalıyla iletilen bir mesaj söz konusu olup, bu şifreyi üçüncü şahsın, en azından iletişim esnasında anlama imkânı yoktur. Nebî daha sonra bu mesajı insanlara “tebliğ” eder, kâhin ise şeytandan aldığı şeyin muhtevasını “bildirir”. Bundan dolayıdır ki, vahiy İslâm öncesi kültürünün yabancı olmadığı ve kültüre dışarıdan empoze edilmemiş bir fenomendir.[51]

Gaybdan haber verdiğine inanılması sebebiyle kâhin ile peygamber arasında görünüşte bir benzerlik kurmak mümkündür. Hatta gaybdan bilgi alırken kâhinin kendini kaybedip trans haline geçmesi[52], hadislerde geçen Hz. Peygamber’in (sav) vahyin gelmesi esnasında ağırlaşan durumu da pekala benzetilerek aralarında somut anlamda bir benzerlik de kurulabilir.[53] Ancak bununla birlikte toplum içindeki görüntü ve durumlarından hareket etmekle, yani onların görünen taraflarını ve getirdikleri haberin veya bilginin içeriğini incelemek suretiyle peygamber ile kâhinin aralarındaki temel ayrımı şu şekilde ortaya koymak mümkündür.

1.   Peygamber, Kur’ân’da insanları kötülüklere karşı uyaran (nezîr) ve iyilik yapmalarının karşılığında mükafatlandırılacağını müjdeleyen (beşîr) bir kimse olarak takdim edilir. Başka bir ifadeyle bu dünyanın son hayat alanı olmadığını, yapılan her işin değerlendirileceği bir günün (kıyamet) ve sonucunda bir karşılığın (mükafat veya ceza) verileceği başka bir alemin (ahret) bulunduğunu hatırlatan peygamber, bu gerçeğe göre davranmalarını insanlara öğütlemektedir. Nitekim “Ey Muhammed sen hatırlat. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin ve ne de mecnûn”[54] mealindeki âyet, peygamberin insanlara gerçek ve doğruyu hatırlatması ve öğütte bulunması özelliğine vurgu yapılmakta ve bu özelliği ile kâhinden ayrıldığı belirtilmektedir. Buna karşılık Arap kültüründe bu dünya vurgusu daha ağır basmakta ve ahret alemi fikri neredeyse bulunmamaktadır. Putlara karşı yaptıkları tapınma ve saygının amacı, sağlık ve afiyet içinde olmak, servet elde etmek ve zafere ulaşmak gibi dünyevî menfaatlerdir. Bu durum şu ayette açık bir şekilde ifade edilir: “Dediler ki, hayat ancak bu dünyada yaşadığımız. Ölürüz ve yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor”.[55] Bundan dolayı yapıp-ettiklerinin tekrar önlerine geleceği fikri neredeyse bulunmamaktadır. Bu kültürün baş aktörleri kâhinler olduğuna göre bu bilgi ve anlayışın onlardan gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

2.   Mesleğini bir geçim kaynağı olarak gören kâhin, getirdiği haber ve bilgi karşılığında bir ücret beklentisi içinde iken, peygamber yaptığı iş bir meslek olmadığından hiçbir beklendi içerisinde olmaksızın insanlara sürekli bilgi getirmekte, öğüt vermekte ve yol göstermektedir. Yâsîn sûresinde Allah’ın gönderdiği elçileri kabul etmeyen ve onları uğursuz olmakla suçlayan kavme şehrin uzak bir bölgesinden gelen bir adamın “Ey kavmim elçilere uyun, sizden bir ücret talep etmeyen bu insanlara tabi olun, onlar doğru yoldadır” dediği hatırlatılmaktadır.[56] Buna karşılık kâhinler yaptıkları iş karşılığında insanlardan hulvân adı verilen ücret alırlardı.

3.   Toplum içindeki konum ve duruşları sebebiyle peygamber ile kâhin arasında farklılık söz konusudur. Kendisinden yüz kızartıcı ve şahsiyeti zedeleyici bir davranışın sadır olmaması, yani masumiyeti, özellikle emin (güvenilir) lakabı ile anılması, söylediği ile yaşantısının çelişkisiz oluşu peygamberi kâhinden ayırır.

Burada zikredilenlerden peygamber ile kâhin arasında dünya hayatı itibariyle temel noktalarda farklılıklarının bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bilgilerden hareketle gaybdan haber alma noktasında da onların farklı oldukları sonucuna kolaylıkla ulaşılabilir. Her ne kadar yeni dini kabule yanaşmasalar da Kureyş’in ileri gelenleri de kâhin ile peygamber arasındaki farkı görmüşlerdir. Nitekim Hz. Peygamber’i (sav) toplum içinde küçük düşürmek ve onurunu zedelemek gündemiyle gerçekleştirilen toplantılara katılan Nadr b. Hâris, yanındakilere şu konuşmayı yapmıştır”. “Ey Kureyş topluluğu, Allah’a yenim olsun ki, henüz çaresini bulamadığımız bir iş başınıza geldi. Muhammed sizin hoşnut olduğunuz yeni yetme bir çocuktu. En doğru sözlünüz ve emanete en çok riayet edeninizdi. Şakaklarında kırıklar belirdiğinde ve size bir şey getirdiğinde siz ona sihirbaz dediniz. Kesinlikle sihirbaz değildir, zira biz sihirbazların üflemelerini ve düğümlerini biliriz. Kâhin dediniz. O kesinlikle kâhin de değildir. Çünkü biz onların hallerini gördük ve secilerini dinledik”.[57]

D.     DELÂİLÜ’N-NÜBÜVVE’DE KÂHİNLERİN ROLÜ

Müslümanlar genel anlamda nübüvvetin gelmesiyle birlikte kehânetin ortadan kalktığını kabul ederlerken, İbn Haldun nübüvvetin kehâneti ortadan kaldırmadığını ileri sürer. Bu görüşünü de kehânet ve falcılığın nübüvvetin ispatı için bir kriter, diğer yönüyle de beklenen yeni peygamberi haber verecek bir vasıta olarak kabul edilmiş olmasıyla temellendirir.[58] 

İslâm, gerçekleşen yoğun fetih hareketlerinin bir neticesi olarak Hicri I. Asırda çeşitli din ve inanç sahibi milletlere hâkim olunca, Müslümanlar bu milletlerin kendi inançlarında bulunan peygamber ve azizler hakkın bir çok mucizevi menkıbeler anlattıklarına şahit olmuşlardı. Anlatılan bu hikayelerde başrolü oynayanlar da kâhinler olduğu için, Müslümanlar Hz. Muhammed’in (sav) dünyaya gelişinin mucizelerden yoksun olarak anlatmanın bir eksiklik olduğunu görmüşler, bunun sonucunda Arapların zihninde kâhin hatırasının en önemli figürleri olan Şık ve Satîh’in, Hz. Peygamber’in (sav) gelişini müjdelediklerine dair menkıbeler anlatmışlardır. Bu menkıbelere mucizevî bir mahiyet katmak için de Lahmîler kralı Rebîa b. Nasr ile İran kralı Husrev Nuşirevan’a birer rüya isnat edip, bu rüyaları adı geçen kâhinlere yorumlatmışlar, sonuçta kâhinler de birbirine destekler şekilde Hz. Muhammed’in (sav) geleceğini ve onların mülkünü ele geçireceğini bildirmişlerdir.[59] Bu bilgi en önemli siyer kaynaklarından İbn Hişâm’da da kendisine yer bulmuştur. İbn Hişâm’a göre Satîh Hz. Peygamber (sav) hakkında: “Tertemiz soylu o Nebi’ye vahiy Yüceler Yücesi’nden gelir” demiş; Şık ise “Gönderilmiş bir resûl ile Yemen melikinin mülkü kesilir. Hak ve adalet ile din ve fazl ehlinden gelir. Kıyamete kadar mülk olun kavminde olur” demiştir. İbn Hişâm’a göre onların söyledikleri bu haber, Yemen idarecisi Bâzan’ın Müslüman olmasıyla gerçekleşmiştir.[60]

Delâil türünden benzer mahiyette yine İbn Hişâm’da İbn İshâk’a atfedilen bir rivayette Yahudilerin din adamları olan Ahbâr, Hristiyanlarin din adamları Ruhbân ve Araplardan kâhinlerin Hz. Peygamber’in (sav) geleceğini o gönderilmeden önce konuştukları; ilk iki gruptaki din adamlarının ellerindeki kitaplardan onun geleceğini ve sıfatlarını bulduklarını bildirmişlerdir. Arap kâhinler ise onların irtibat halinde oldukları cinlerden Hz. Peygamber’in (sav) geleceği ve sıfatlarıyla ilgili olarak birtakım bilgiler almışlar, sonra da bu bilgileri halka açıklamışlardır. İbn İshâk’a göre ancak Araplar bu çağrılara hiç kulak asmadılar. Ne zamanki Allah, Hz. Peygamber’i (sav) gönderince kâhinlerin haberlerinin doğru olduğu anlaşıldı.[61]

Kâhinlerin şahitliğinden faydalanarak Hz. Peygamber’in (sav) risaleti için delil gösterme anlayışı onun çocukluğu esnasında başına geldiği ileri sürülen hadiselerle de kendini gösterir. Buna göre Hz. Peygamber (sav), süt annesiyle birlikte Benî Sa’d yurdunda iken Halîme onu Ukâz çarşısına götürüp Hüzeyl kabilesinden bir Arrâfa (kâhin) gösterdi. Zira diğer insanlar da çocuklarını bu şahsa gösterip onların gelecekleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyorlardı. Arrâf Hz. Muhammed’i (sav) gördüğünde yüksek sesle insanlara “Bu çocuğu öldürün” diye seslendi. Ardından da “İlahlara yemin olsun ki, gördüğüm çocuk sizin dininizin önderlerini öldürecek, putlarınızı kıracak ve sizin idarenizi eline geçirecek” dedi. Bunun üzerine çarşıda bulunanlar kâhine hangi çocuğu kastettiğini sormaya başladılar. Ancak bu durumdan endişelenen süt anne onu sakladığı için insanlar bir şey göremediler. Halime de onu evine götürdü ve bir daha ne bir arrâfa, ne de kâhine gösterdi.[62] Başka bir rivayette ise her yıl Ebû Tâlib’e ziyarete gelen bir kâhin Hz. Peygamber’i (sav) henüz 5 yaşında bir çocuk iken görmüş ve Kureyşlilere bu çocuğu öldürmelerini istemiş, onun Kureyşi öldüreceğini ve onları birbirine düşüreceğini ifade etmiştir. Bunun üzerine Ebû Tâlib, aynen Halîme’nin yaptığı gibi yeğenini kâhinin yanından kaçırmıştır.[63]

Delâilü’n-Nübüvve olarak kâhinlerin görüşlerinden istifade uygulaması Hz. Peygamber’in (sav) risaletinden sonra da kendini göstermiştir. Rivayete göre, Benî Neccâr kabilesinden Fâtıma bint. Nu’mân isimli kadın vardı ki, bunun bir cinle irtibatı bulunuyordu. Bu cin Hz. Muhammed’in (sav) Medine’ye hicretinden sonra kadının yanına geldi ve onu zinayı ve içkiyi yasaklayan nebinin geldiğini haber verdi.[64] Aynı şekilde Benî Esed kabilesinden olup bir cinle bağlantısı bulunan başka bir kâhineye de cini gelip Hz. Peygamber’in (sav) risaletini haber vermiştir.[65]

Hz. Peygamber (sav) döneminde de kâhinler faaliyet göstermişlerdir. Mesela Ebû Berze el-Eslemî Medineli meşhur kâhinlerden kabul ediliyordu. Bilhassa Benî Kureyza ve Benî Nadîr Yahudileri aralarındaki dini ihtilaflarında kendisine müracaat ediyorlardı.[66] Aynı şekilde Devs kabilesinin Sevâd b. Kârib isimli kâhini vardı. Bu şahıs Elçiler yılında kabilesiyle birlikte Hz. Peygamber’in (sav) huzurunda Müslüman oldu.[67] Yemen bölgesi kâhinlerinden Hunâfir b. Tev’em el-Himyerî de bölge idarecisi Muaz b. Cebel’in telkinleri neticesinde kâhinliği terk edip Müslüman olmuştur.[68]

E.  KUR’ÂN VE HADİSLERDE KEHÂNET VE KÂHİNLİK

Kur'ân’da kâhin kelimesi tebliğin başlangıcı aşamasında Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’i (sav) kâhinlikle, getirdiği vahyi de kehânetle itham etmelerine cevap niteliğinde nâzil olan âyetler vesilesiyle iki yerde geçer: Bunların birincisinde Hz. Peygamber'in (sav) kâhin veya cinlerin etkisinde kal­madığı ifade edilmiştir: “Öğüt ver; Rabbinin nimetiyle sen ne kâhinsin ne de delisin.[69]

Hâkka suresinde ise Kur’ân’ın herhangi bir kâhinin sözü olmadığı bildirilir: “Kur’ân kâhin sözü de değildir; ne az düşünüyorsunuz!”.[70]

Zikredilen her iki âyette de Rasûl-i Ekrem (sav) kâhinlikten tenzih edilmektedir. Çünkü risaletini açıkladığında Mekke müşrikleri onu kâhinlikle itham etmişlerdi: “Aralarından bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı. İnkarcılar: "Bu, pek yalancı bir sihirbazdır; tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir" demişlerdi”.[71]  

“Kıyamet saati yaklaşır, ay yarılır; onlar bir delil görünce hala yüz çevirirler ve: ‘Süregelen bir sihir’ derler”.[72]

Mekke Müşrikleri Hz. Peygamber’e (sav) kâhinlik iftirasını attıkları gibi, ayrıca ona mecnun[73] deli[74], veya şair[75] de dediler. Müşrik ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre bir gün Kureyşlileri etrafında toplamış ve onlardan Hz. Peygamber’i (sav) Mekke‘ye hac niyetiyle gelen insanlardan nasıl uzak tutacakları konusunda görüş belirtmelerini istemişti. Oradakiler Hz. Peygamber (sav) hakkında kâhin, mecnun, şair demek suretiyle menfî propaganda yapılması gerektiğini söylemişlerdir. Toplantı neticesinde müşrikler, Rasûlüllah (sav) için kişi ile kabileyi, karı ile kocayı, baba ile oğlunu, kardeş ile kardeşi birbirinden ayıran sâhir (sihirbaz) sıfatını kullanmaya karar vermişler, oradan ayrıldıktan sonra da insanların toplantı yerlerine giderek bu planı uygulamaya, onun bir sihirbaz olduğu iftirasını yaymaya başlamışlardır.[76]

Mekke müşrikleri Allah Rasûlü (sav) için en sonunda kâhinlikle benzer özellikler taşıyan sihirbaz deme konusunda anlaşmışlarsa da bu hususta onların birbirlerini dahi ikna edemedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim müşrik liderlerden Utbe b. Rebîa, arkadaşlarına onun ne bir şair, ne sâhir ne de kâhin olduğunu, zira onun söz ve davranışlarının bunlardan hiç birinin söz ve davranışlarına benzemediğini açıkça ifade etmiştir.[77] Ancak bütün bunlara rağmen müşrikler Rasûlüllah’ın (sav) tebliğ faaliyetlerini engelleme adına taktik olarak ona iftira atmaktan hiç geri durmamışlar ve tebliğ ettiği Kur’ân’ın bir büyü[78] veya eskilerin masalı[79] olduğu iftirasını seslendirmeye devam etmişlerdir. O kadar ki, onun sihirbaz ve kâhin olmadığını açıkça dile getiren müşrik önderlerinden Nadr b. Hâris dahi, Mekke’den Hîre’ye kadar gidip orada Fars krallarının hikâyelerini öğrenip geri dönmüş, Allah Rasûlü (sav) bir topluluğa ilahî emirleri duyurduğunu fark edince onun ardından giderek Hz. Peygamber’in (sav) söylediklerinin “eskilerin masalı” olduğunu iddia etmiş, daha sonra da öğrendiği hikâyeleri anlatıp “Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indirebilirim. Muhammed’in sözleri niçin benim sözlerimden güzel olsun” demek suretiyle onun dinleyenler üzerindeki etkisini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.[80] Nadr’dan cesaret alan diğer müşrikler de onun kâhin olduğunu ima edercesine Kur’ân’ın ifadesiyle “bu Kur’ân, Muhammed’in uydurmasıdır, Ona başka bir topluluk yardım etmiştir”.[81] “Kur’ân öncekilerin masallarıdır, başkalarına yazdırıp sabah akşam okumaktadır”[82] iftiralarını dillendirmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Kur’ân şu âyetlerde Nadr ve benzeri müşriklere açıkça meydan okumuştur: “Onu kendi uydurdu diyorlar, öyle mi?. Hayır, inanmıyorlar. Eğer iddialarında samimi iseler Kur’ân’ın benzeri bir söz meydana getirsinler”.[83] “Yoksa Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyor müşrikler. O halde şöyle de: Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi çağırın, onun sûrelerine benzer uydurulmuş on sûre getirin! Size cevap vermezlerse bilin ki, o, ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Peki şimdi Müslüman oldunuz mu?”.[84] “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır”.[85]

Kur’ân’da ayrıca kâhinlerin faaliyetlerinde en büyük yardımcıları olan şeytan ve cinlerden bazılarının önceleri gök âlemine nüfuz etmeye çalışarak meleklerin konuşmalarına kulak verdikleri, ancak daha sonra buna fırsat verilmediği de ifade edilir: “Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar”.[86]

“Onu, inatçı her türlü şeytandan koruduk. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır. Hele bir tek söz kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir”.[87]  

"Doğrusu biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş bulduk." "Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş (ışın) buluyor”.[88]

 Kur’ân’da insan ve cin şeytanlarının birbirine yaldızlı ve aldatıcı sözler fısıldayıp taraftarlarına telkinde bulundukları ifade edilir. Burada zikredilen insan şeytanlarından kasıt, şüphesiz cin ve şeytanlarla da yakın irtibat halinde bulunan kâhinlerden başkası değildir.

“Aldatmak için birbirlerine cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık. Bu şeytanlar âhirete inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan hoşnut olması ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri için böyle yaparlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları ile baş başa bırak”.[89]  “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz”.[90]

Kur’ân ayetlerinde olduğu gibi Hz. Peygamber’in (sav) hadislerinde de kâhinler ve onların faaliyetlerine açık işaretler bulunmaktadır.  

"Melekler Anan adı verilen bulutun içine inerler de gökte ka­za ve hükmolunan emri (istikbâle âit bazı şeyleri kendi aralarında) zikrederler. Bu sırada şeytânlar kulak hırsızlığı yaparak bunları işitirler. İşittiklerini de kâhinlere gizlice ulaştırırlar. Kâhinler, şey­tânlardan işittikleri kelimelerle beraber yüz yalan da kendi nefisle­rinden uydurarak anlatırlar".[91]

Hz. Peygamber (sav) kendisine kâhinlerin gaipten haber verme iddiasında bulundukları söylendiğinde ancak bu tür bil­gilerin bir değerinin olmadığını bildirmiş, söylediklerinin bazen doğru çıktığı kendisine ifade edilince de, bunların cinlerin kulak hırsızlı­ğına dayandırılıp bir doğruya yüz yalanın karıştırılmasıyla ortaya çıktığını belirt­miştir.[92]

Kâhinlerin faaliyetleri hakkında Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre, Müminlerin annesi Allah Rasûlü’ne (sav) kâhinlerin bazı sözlerinde hakikatin olduğunu söylemesi üzerine, Hz. Peygamber (sav) kendisine şu cevabı vermiştir: “Bu doğru olan sözdür, onu cinni kapar da velîsinin (kâhin) kulağına atar; ona yüz tane de yalan katar”.[93] Başka bir rivayette ise Hz. Peygamber (sav) kâhinlerin söyledikleri için “Bu söz cinlerdendir. Cinni onu kapar da velîsinin kulağına tavuğun gıdaklaması gibi gıdaklar. Bu suretle ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırırlar”, buyurmuştur.[94]

 Tevhid ilkesine aykırılığı ve nübüvvete alternatif olma tehlikesi sebebiyle İslâm dininde kehânet şiddetle yasaklanmıştır. Zira Kur'ân'da gayb bilgisinin sadece Allah'a ait olduğu açıkça ifade edilmiştir: "Rabbinden ona (Muhammed'e) bir mucize indirilse ne olur!" derler. Onlara de ki: "Gaybı bilmek Allah'a mahsustur; bekleyin, doğrusu ben de sizinle beklemekteyim”.[95] “De ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur." Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler”.[96]

Yine Kur’ân’da cinlerin de gaybı bilmelerinin mümkün olmadığına işaret edilmiştir: “Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce, ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azap içinde kalmazlardı”.[97]

Ayrıca Cinlerin gerçeği bildirmelerinin mümkün olmayacağı, onların ancak yal­dızlı sözlerle birbirlerini aldattıkları haber verilmiştir: “Aldatmak için birbirlerine cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık. Bu şeytanlar âhirete inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan hoşnut olması ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri için böyle yaparlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları ile baş başa bırak”.[98]

Gerek âyet, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) sözlerinden yola çıkarak kâhinlerin bilgi kaynaklarının güvenilir olmadığı, bilgilerinin de gerçekle irtibatının bulunmadığı açıkça ortaya konulmuştur. Ayrıca hadislerde de kehânet kesin­likle yasaklanmış, bilgi için kâhinlere baş­vuranın Hz. Peygamber'e indirilen vahiy­leri inkâr etmiş olacağı ifade edilmiştir: "Kim (gaipten haber almak gayesiyle) bir kâhine giderse ve onun söylediğim tasdik ederse o kimse Allah'ın Muhammed'e indirdiği dinin dairesinden dışarı çık­mıştır”.[99] “Bir kimse bir kâhine işlerini havale etmek için müracaat ederse, Muhammed’e (sav) indirilen dini inkâr etmiş olur”.[100]

SONUÇ

İslâmiyetin vahdaniyet telakkisi, vahyin Hz. Peygamber (sav) ile sona ermiş olduğu nazariyesi ile kâhinlik anlayışı ve uygulamasını tasfiye etmiştir. İslâm inancının ortadan kaldırdığı cahiliye dönemi inanç ve hurafeleri arasında bulunan kehânet ve arrâfetin değeri düşmüş olduğu için, Medenileşmiş bulunan Araplar arasında artık isimlerini tarihe kaydedecek derecede ünlü ve etkin kâhin ve arrâflar yetişmemiştir.

Şu bir gerçektir ki, Kitap ve Sünnette kehânetin her çeşidi bâtıl görülerek reddedilmiştir. Buna rağmen İslâm dünyasında kâhinlik tamamen ortadan kaldırılamamış, bu Câhiliye geleneği zaman zaman toplumun değişik kesimlerinde ilgi görmeyi sürdürmüştür. Gü­nümüzde kâhinlere başvuranların sade­ce halkla sınırlı kalmayıp bir kısım seçkin insanların bile kâhinlerle ilgilenmesi ve bunlara itibar etmesi, ayrıca çağdaş dün­yada kehânetin bazen dinî bir görünüm altında sunulması, konunun ciddiyetini gösterdiği gibi, dinin aslî hüviyetini hura­fe ve yanlışlardan koruma yükümlülüğü­nü de arttırmaktadır.

 



[1]    Cevad Ali, el-Mufassa fî Tarihi’-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, VI, 705-706, 709.

[2]    Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar ve Dinleri, (sad. M. Mahfuz Söylemez-Mustafa Hizmetli), Ankara 1997, s. 125-126.

[3]    İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), XIII, 362-363; Zebîdî, Zebidî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), IX, 326-327; Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV, 170.

[4]    Mes’ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 172-173; Cevad Ali, VI, 755-756.

[5]    Cevad Ali, VI, 756.

[6]    Bakara, 2/256.

[7]    Taberî, Câmi’u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân,I-XXX, Mısır 1968, III, 18-19.

[8]    “Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: "Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi? (Nisâ, IV, 51).

[9]    Taberi, Câmiu’l-Beyân, V, 131-132.

[10] Cevad Ali, VI, 258.

[11] Günaltay, s. 126, 141.

[12] Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 327.

[13] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIII, 362-363; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 327; Cevad Ali, VI, 756.

[14] Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, I-II, (nşr. Mektebetü Nizâr Mustafa Bâz), I, 570). 

[15] Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 326.

[16]  Mes’ûdî, II, 174.

[17] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIII, 363.

[18] Halebî, İnsanu'l-Uyûn, I-III, Mısır 1964, I, 156.

[19] Mes’ûdî, II, 174.

[20] Cevad Ali, VI, 772.

[21] Bu konuda bk. Kılavuz, Ahmet Saim, “Arrâf”, DİA, III, 393-394.

[22] Fahd, T., “Kâhin”, The Encylopaedia of Islam, New Edition, IV, 421.

[23] Cevad, Ali, VI, 740.

[24] Tesniye, 18/9-12; İşaya, 19/3; Daniel, 2/2; Resullerin İşleri, 16/16. 

[25] Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV, 170.

[26] Levililer, 19/26, 31; 20/6, 27; Tesniye, 18/9-12.

[27] Yeremya, 27/9.

[28] Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV, 171.

[29] Cevâd Ali, VI, 705-706.

[30] Cevad Ali, VI, 757; Günaltay, s. 126-127.

[31] Cevad Ali, VI, 263-264.

[32] İsfahânî, Kitabü’l-Eğânî, (thk. İbrahim el-Ebyârî), I-XXXI, Kahire 1970, XXI, 7241-7262; Cevad Ali, VI, 764.

[33] Fischer, A., “Kâhin”, İA, VI, 72.

[34] Cevad Ali, VI, 259, 262-263.

[35] Cevad Ali, VI, 257-258; Çelebi, İlyas, “Kâhin”, DİA, XXIV, 171.

[36] Mes’ûdî, II, 174, 179; Cevad Ali, VI, 260, VI, 765-771.

[37] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 194; XVIII, 211; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 327; Cevad Ali, VI, 261-62.

[38] Cevad Ali, VI, 262.

[39] Cevad Ali, IV, 635-636, VI, 764.

[40]  Ezrakî, Ahbâr'u Mekke, (thk. Rüşdi Salih Melhas), I-II Mekke-i Mükerreme 1965, I, 105; İbn Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 68.

[41]  İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., I, 130-131; Ezrakî, I, 107; İbn Sa‘d, I, 69.

[42] İbn Sa’d, I, 61, 76; İbn Habîb, Münammak fî Ahbâri Kureyş, (thk. Hurşid Ahmed Faruk), Beyrut 1985, s. 97-100; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 61; Makrîzî, en-Nizâ ve’t-Tehâsüm Fîmâ Beyne Benî Ümeyye ve Benî Hâşim, (thk. Hüseyin Munis), Kâhire 1988, s.40-41. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Cevad Ali, IV, 64-75; Sarıçam, İbrahim, Emevî-Hâşimi İlişkileri, Ankara 1997, s. 88-94.  

[43] İbn Hişâm, I, 150-155; İbn Sa’d, I, 81-88; İbn Habîb , s. 333-335; Belâzürî, I, 67-68, 83-84.

[44] İbn Hişâm, I, 113.

[45] İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s. 13-18; İbn Hişâm, I, 160-164; İbn Sa’d, I, 81-193; Belâzürî, I, 79.

[46] Nasr Hâmid Ebû Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (çev. Mehmet Emin Maşalı), Ankara 2001, s. 56-57.

[47] Ebû Zeyd, s. 60.

[48] İbn Haldûun, Mukaddime, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut ts. s. 95-96.

[49] Ebû Zeyd, s. 60.

[50] İbn Haldûn, s. 100.

[51] Ebû Zeyd, s. 62.

[52] Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV, 170.

[53] Buhârî, Bedü’l-vahy, 2; İftitâh, 37.

[54] Tûr, 52/29.

[55] Câsiye, 45/24.

[56] Yâsîn, 36/20-21.

[57] İbn İshâk, s. 181-182. Bu konuda bk. Karadaş, Cağfer, “Büyü ve Din”, Usûl I, 2004, s. 122-127.

[58] İbn Haldûn, s. 101, 108.

[59] Cevad Ali, VI, 765-766.

[60] İbn Hişâm, I, 70.

[61] İbn Hişâm, I, 217.

[62] İbn Sa’d, I, 151-152.

[63] İbn Sa’d, I, 166-167.

[64] İbn Sa’d, I, 167.

[65] İbn Sa’d, I, 167.

[66] Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 153-154; Cevad Ali, VI, 768.

[67] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, (thk. Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşûr), I-VII, ? 1970 (Kitabü’ş-Şi’b), II, 484-485; İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, I-IV, Mısır 1328, II, 96-97.

[68] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 146; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 464; Cevad Ali, VI, 768-769.

[69] Tûr, 52/29.

[70] Hâkka, 69/42.

[71] Sa’d, 38/4-5.

[72] Kamer, 54/2.

[73] Duhân, 44/14; Tûr, 52/29; Kalem, 68/2.

[74] Mü’minûn, 23/68-70; Sebe’, 34/7-8; Kalem, 68/51-52.

[75] Enbiyâ 21/ 5; Hâkka, 69/41-43.

[76] İbn Hişâm, I, 288-289; Belâzürî, Ensâb, I, 133, 150.

[77] İbn Hişâm, I, 313-314.

[78] En’âm, 6/7; Ahkâf, 46/11. Peygamberlerin ve büyücülerle farkı hakkında değerlendirmeler için bk. Karadaş, Cağfer, “Büyü ve Din”, Usûl, c.1, sy.1, İstanbul 2004, s. 111-135.

[79] Furkân, 25/5.

[80] İbn Hişâm, I, 321, 383-384; Belâzürî, Ensâb, I, 139-140.

[81] Furkân, 25/4. Ayrıca bk. Enfâl, 8/31; En’âm, 6/25, Nahl, 16/24.

[82] Furkân, 25/5.

[83] Tûr, 52/33-34.

[84] Hûd, 11/13-14.

[85] Bakara, 2/23-24. 

[86] Hicr. 15/18.

[87] Sâffât 37/7-10.

[88] Cin 72/8-9.

[89] En’âm, 6/112-113.

[90] En’âm, 6, 121.

[91] Buhârî, Bed'ü'l-halk, 6. Melek ve şeytanların kulak hırsızlığı yapıp gök yüzünden bilgi çalmalarıyla ilgili bk. Çelebi, İlyas, “İstirakı Sem’”, DİA, XXIII, 371-373.

[92] Buhârî, Tıb, 46.

[93] Müslim, Selâm 122.

[94] Müslim, Selâm 123.

[95] Yûnus 10/20.

[96] Neml, 27/65.

[97] Sebe' 34/14.

[98] En'âm, 6/112-113.

[99] Ebû Dâvûd, Tıb, 21

[100]  Tirmizî Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret 122; Dârimî, Tahâret 107


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar