İSLÂM ÖNCESİ ARAPLARIN ULÛHİYET ANLAYIŞINDA KÂHİNLERİN YERİ
Prof. Dr. Adem
APAK
GİRİŞ
İnsanoğlu, tarihin başlangıcından itibaren görünmeyeni ve bilinmeyeni merak etmiş, geçmişteki bilinmezleri öğrenmenin yanı sıra, belki daha fazla olarak geleceği bilme arzusu içinde olmuştur. Bu bilme arzusu sebebiyle insanlar, İlâhî vahiy ve bilimsel tahminler dışında, gelecekten haber vermek ve bilinmeyeni anlamak için, ya bazı yetenekler vasıtasıyla ve birtakım varlıklarla irtibat kurma yoluyla veya bir kısım eşya ve davranışların yorumlanmasıyla bilgi edinmeye çalışmışlardır. Kehânet bu yollardan birisi olup, kısaca bazı görünmez varlıklar yardımıyla ya da kişiye özgü yeteneklerle yapılan geleceğe ait tahminde veya yorumda bulunmak şeklinde açıklanabilir. Öyle ki, kâhin çeşitli riyazet ve meditasyon yollarıyla kendinden geçip trans haline gelmekte, onun bu esnada gözle görünmeyen varlıklarla irtibat kurup onlardan bilgi aldığı kabul edilmektedir. Kehânetin farklı şekilleri arasında bu tür vecd halinde gaipten verilen haberlerle (oracle) birlikte, rüya tabirleri de önemli yer tutar. Bu esnada kâhin tarafından dile getirilenlerin, gerçekte bizzat kendisinden değil, dua edilen ulûhiyyetten kaynaklandığına inanılmaktadır.
İslâm’ın
doğuşundan önceki dönemlere ait inanç esaslarının büyük kısmı, evrenin ruhlar
ile dolu olduğuna inanmanın bir sonucudur. Animizmin dini merhalesinin ürünü
olan bu inanca göre, kâinatta gözlemlenen her hadise, netice olarak iyi veya
kötü ruhların etkisinin bir tezahürüdür. Başka bir ifadeyle meydana gelen
hadiselerden iyi olanlar iyi ruhlar; kötü olanlar da kötü ruhlar tarafından
gerçekleştirilmektedir.[1] Bu
sebeple iyi ruhlarla irtibatı bulunan insanlar vasıtasıyla hem geçmişteki hem
de gelecekteki hadiseleri anlamak ve ona göre tedbirler almak mümkündür. İşte bu
genel inanış karşımıza İslâm öncesi Araplarında çok yaygın olarak bilinen kehâneti
çıkarır.[2]
A. KEHÂNETİN MAHİYETİ
Kehânet, sezgi
veya bir tür ilhamla, ya da bazı işaretlerin yorumuyla ileride meydana gelecek
olayları önceden görme ya da haber verme, gizli veya esrarengiz bilgiyi ortaya
çıkarma faaliyeti, netice itibariyle gaybı bilme iddiasında bulunma; kâhin de ise
bütün bu faaliyetleri gerçekleştiren kişiye verilen isimdir.[3] Bu
yönüyle kâhinlerin gerek birtakım ruhlarla, gerek manevî varlıklarla, gerekse
bizzat ilahlarla irtibata geçmek suretiyle diğer insanlara fayda ve zarar
verebilme kudretine sahip oldukları kabul edilir.[4] Batı
dillerinde Divination olarak tabir edilen kâhinlik faaliyetini
gerçekleştirenler arasında ruhlara tahakküm etme imkanına sahip olup, olağanüstü
yetenekleri sayesinde bu ruhlara istediğini yaptırabilme derecesine ulaşanlara ise
sâhir adı verilir. Onların yaptıkları da sihir olarak isimlendirilmektedir ki, sihrin
batı literatüründe karşılığı ise Magic ve Sorcery’dir.[5] Tağût tabiri
de zaman zaman kâhin kelimesiyle aynı anlamda kullanılır. Buna delil olarak
Bakara suresinde geçen “Kim Allah’ı inkâr edip de tağuta iman ederse” âyeti delil
olarak gösterilir. [6]
Tağûtların esas itibariyle şeytan ile
irtibatları olduğu, şeytanların onlara gelip birtakım bilgiler aktardıkları
kabul edilir.[7]
Bir kısım luğat uleması ise, tağut’un insan kılığına girmiş şeytan olduğunu,
onların bu suretle insanlar arasında hüküm verdiklerini iddia ederler. Kur’ân-ı
Kerîm’de tağûtla benzer anlam taşıyan Cibt kelimesine de tesadüf edilir ki[8], müfessirler
bu tabirin Habeş dilinde sâhir, kâhin ve tağut anlamında kullanıldığını ileri
sürerler.[9]
Araplar,
gaybdan haber verdiklerine inandıkları kâhinlere hâzzî ve hâzzâ adını da verirlerdi.[10] Hazzî
ve Hazzâ tabirleri aslen Keldanca olup bakıcı anlamına gelmektedir. Keldanîler
bu kavramları daha çok filozof ve peygamberler için kullanmışlardır. Kavranın
bilhassa peygamber için kullanılması, ulûhiyetle doğrudan alakasının
bulunduğuna işaret eder. İkinci olarak bu kelimenin Keldanca’dan gelmiş olması,
Araplar arasında kehânetin gelişmesinde Keldânî Sâbiîlerinin etkisinin olduğunu
akla getirir.[11]
Kaynaklarda
zaman zaman kehânet kelimesiyle hemen aynı anlamda kullanılan arrâfet tabirine
de rastlanılır. Arap luğat alimlerinin geneline göre arrâf, kâhinin eş
anlamlısıdır. Bu sebepledir ki, arrâfları da kâhin kategorisinde değerlendirmek
mümkündür. Arap dilcilerinin bir kısmı ise bu iki kavram arasında farklılık
olduğunu ileri sürerler. Buna göre kâhin gelecek zamanda meydana gelecek
hadiseler hakkında haberler verip, kendisinin sırlarla ilgili bilgisi olduğunu
iddia ederken[12];
arrâf ise çalınmış, yahut kaybolmuş bir eşyanın yerini söyleyen, ayrıca
hadiseleri gözlemleyip sebeplerinden, canlıları gözleyip dış görünümlerinden yola
çıkarak, gelecekle ilgili tahmin nevinden bilgiler veren kişidir.[13] Râgıb
el-İsfahânî bu iki kelime arasında nüansa işaret ederek geleceğe ait olaylardan
haber verene "arrâf", geçmişte meydana gelip gizli kalan haberleri
ortaya çıkaranlara da kâhin dendiğini belirtir.[14] Başka
luğat alimleri ise ister geçmiş, isterse gelecekle ilgili olsun gayb haberleri
verenleri mutlak anlamda arrâf tabiriyle isimlendirmişlerdir.[15] Mes’ûdî, meşhur arrâflar örnek olarak Eblak
el-Ezdî, Ecla’ ed-Dehrî, Urve b. Zeyd el-Ezdî, ve Yemâmeli Rebah b. Acle’nin
ismini zikreder.[16]
Tarihçilerin aktardıklarından yola çıkarak kâhin ile arrâf arasında genel
anlamda şu şekilde bir ayrım yapmak mümkündür: Kehânet, bir tâbi (ister cin,
ister şeytan olsun aracı) vasıtasıyla gaybî bilgiler aktarırken, arrâf ise şahsî
tecrübe ve kabiliyetine istinaden olayları ve eşyayı incelemesi neticesinde
gaybla ilgili görüşler ileri sürer.[17] Cahiliye
Arapları’nın çocuklarını göstermek suretiyle onların gelecekleri hakkına bilgi
talep etmek için arrâflara müracaatını buna örnek olarak göstermek mümkündür.
Nitekim özellikle Ukâz panayırında arrâflar, kendilerine getirilen çocukların
yüzlerini ve diğer uzuvlarını incelemek suretiyle onların gelecekleriyle ilgili
kehânette bulunurlardı.[18] Bu
durumda arrâfın faaliyetlerinin kâhinlerin faaliyetlerinden güç ve tesir
açısında daha düşük düzeyde kaldığı anlaşılır.[19] Ayrıca arrâfların
özel merkezleri, ibadet mekanları yoktu ve onların putlarla da herhangi bir
irtibatı bulunmuyordu. Onlar, tâbi veya sâhip adı verilen cin ve şeytanlardan
da bilgi almıyorlar, sadece kendi kabiliyetleri, zekâ ve akıl yürütmeleriyle,
eşya ve hadiselerin benzer veya farklı yönlerden yola çıkarak gelecekle ilgili
şahsî tahminlerde bulunuyorlardı.[20]
Dolayısıyla Arap toplumunda kehânet daha ziyade ulûhiyet yönü öne çıkan, yani manevî
boyutları olan dinî nitelikli bir faaliyet iken, arrâfet ise dünyevî nitelikli
bir bilgi aktarımı ameliyesi olarak görülebilir. Her ne kadar burada iki grup
arasında bazı nüanslara işaret edilmiş olmakla birlikte, kaynaklarda ve İslâm
öncesi Arap toplumu günlük kullanımda kehânet ile arrâfetin genelde müteradif
kavramlar olarak kabul edildiklerini yeniden ifade etmemiz gerekir. [21]
Kâhin kelimesi ayrıca
Batı Sâmîleri'nde bir cemaat adına kurban takdimi, ulûhiyyet nezdinde bu
cemaati temsil, ayrıca ulûhiyyetin emirlerinin açıklanması ve arzularının
önceden bilinmesi gibi görevler üstlenen kişiyi ifade eder.[22]
Dolayısıyla kâhin kurban takdimi, mabedin hizmet ve muhafazası görevinin yanı
sıra, esas olarak cemaatin ulûhiyyetle irtibatını temin etme, ulûhiyyetin
planlarını anlama ve arzularını önceden bilme hususiyetlerini kendinde
toplamış kabul edilir. Muhtelif dillerde bu kavram din adamları için
kullanılırken, Arapça’da genel anlamıyla "gelecekten haber veren"
olarak anlaşılmaktadır.[23]
Günümüzde her
kültür seviyesinde kehânetin çeşitli türleri (astroloji, billur küre ile fal
bakma, el falı, kâğıt falı vb.) belli ölçüde yaşatılan kehânet çok eski
dönemlerden beri dünyanın her tarafında yaygın olarak bilinmektedir. İbrânîler'in
temas kurdukları eski Mısır, Çin, Bâbil ve
Kalde'nin putperest kavimlerinde kehânet
oldukça yaygındı.[24]
Kehânetle
ilgili çeşitli teknikler bilhassa Mezopotamya kaynaklı olup, özellikle Akadlar
döneminde daha da yaygınlaşmıştır. Benzer şekilde Hititler'de de gerek tanrıların
isteklerini öğrenip onları memnun etmek, gerekse savaş kazanmak için çeşitli kehânet
türlerine sıkça başvurulmuştur. Eski Yunan'da mantis adı verilen kâhinlerin
yanında kehânet tanrısı Apollon'un Delfi'deki tapınağında da kâhinler
bulunurdu. Aynı şekilde Eski Roma, Çin, Hindistan ve Japonya'da, İslâm öncesi
Türkler'de kehânetin birçok türü mevcuttu.[25]
Kehânet,
putperestlikle çok yakından bağlantılı olduğu için Yahudilik'te yasaklanmış ve
kâhinlerin öldürülmeleri emredilmiştir.[26] Zira Şeriata göre kâhin sahtekârdır, ona
uyanlar da büyük günah işlemiştir. Peygamber Yeremya sahte peygamberler,
falcılar, düşçüler, müneccimler ve efsuncuların dinlenmemesi gerektiğini
vurgulamaktadır.[27]
Kitâb-ı Mukaddes sonrası Yahudiliğinde de kehânete iyi gözle bakılmamış, ancak bununla
birlikte bilhassa halk Yahudiliğinde kehânetin bazı türleri etkinliğini
sürdürmüştür. Hıristiyanlık'ta da kehânet tasvip edilmemiş gerek Yeni Ahid'de
gerekse Yeni Ahid sonrası dönemde kilise kehânete karşı savaş açmıştır.[28]
B.
CAHİLİYE DÖNEMİNDE KEHÂNET
VE KÂHİNLİK
Bütün ilkel
kavimler gibi cahiliye Arapları da kehânete son derece düşkündüler. Onlar, genelde
kâhinlerin cin ve şeytanlarla irtibatlı olduklarına inanırlardı.[29]
Araplara göre kâhinler bütün hadiselerin gerçek sebebi olan ruhlarla da
ilişkileri bulunan insanlardı. Bu sebepleonlar, irtibatlı bulundukları ruhlar
yardımıyla gaipten haber vermek, geçmişin ve geleceğin sırlarını keşfedebilmek,
aynı zamanda yine ruhlardan yardım almak suretiyle hastalara şifa vermek gücüne
sahiptiler.[30]
Câhiliye
döneminde kâhinlerin gerek fert gerekse toplum hayatında da önemli bir yeri
vardı. Onlar hem şahıslar hem de kabileler arasındaki ihtilâfları çözer,
rüyaları tabir eder, kayıpları bulur, zina olaylarını belirler, hırsızlık ve
adam öldürme gibi cürümleri aydınlatır, hastalıklara şifa bulurlardı. Ayrıca
bir kabileye savaş ilân edileceği zaman kâhinlere danışılır, toplumsal
ihtilâflarda ve ailevî anlaşmazlıklarda onların hakemliklerine başvurulur, nihayet
onlardan ferdin veya kabilenin başına gelebilecek her türlü felâketi önceden
haber vermeleri istenirdi.[31] Kaynaklarda
kâhinlerin kabile savaşlarına bizzat katılmak suretiyle kabile mensuplarını düşmana
karşı teşvik ettikleri de zikredilir. Öyle ki, onlardan bir kısmı savaşçılıklarıyla
şöhret bulmuşlardır. Züyehr b. Cenâb, Cüzeyme el-Absî, Kâhin Kultuf ile Mezhic
kabilesinin kâhini Me’mur savaş kahramanı kâhinlere örnek olarak verilebilir.
Bazen kâhinler, kehânet faaliyetinin yanı sıra mensup oldukları kabilelerine reislik
de yapmışlardır. Nitekim Züyehr b. Cenâb Kelb kabilesinin hem kâhini hem de
reisi olarak görev yürütmüştür.[32]
Kâhinler kabile
yönetiminde de önemli rol üstlenmişlerdir. Kabile reisleri gerek savaş gerek
barış şartlarında sürekli olarak onlara müracaat ederlerdi. Bu sebeple Arap
hükümdarlar ile kabile reisleri mutlaka kendilerine danışmak olarak gördükleri kâhin
ve kâhineler istihdam etmişlerdir. Öyle ki kabilelerin birer şairi, hatibi
olduğu gibi yetkili kâhini de bulunurdu. Onların verdikleri kararlar ise
neredeyse tereddütsüz kabul edilir, hiç kimse tarafından herhangi bir itirazla
karşılaşmazdı.[33]
Kâhinler kehânetleri
esnasında seçili ve kafiyeli ifadelerle kısa ve ahenkli cümleler kullanır, bu
esnada yer, gök, ay, güneş, gece, gündüz üzerine yemin ederek kehânete
başlarlardı. Onlar, kullandıkları kelimeleri özellikle muğlak ve farklı
anlamlara gelebilecek şekilde seçerlerdi. Hatta çoğunlukla birbirine zıt anlam
taşıyan kelimeleri de kullanırlardı. Bunun sebebi ise kehânetleri doğru çıkmadığı
takdirde sözlerini tevil edebilme, daha sonra kehânet esnasında söylediğinin
aksini de ifade edebilme imkânı bulabilmekti.[34]
Kâhinlerin
gerek insanlar arasındaki problemleri çözmede gerekse gelecekle ilgili kehânette
bulunmada cin, şeytan gibi varlıklarla temas halinde olduklarına, onlardan
aldıkları bilgiler yardımıyla konuştuklarına inanılırdı. Kaynaklarda kâhinlerin
irtibat halinde olduğu insanüstü varlıklar Tâbi, Sâhib, Mevlâ, Velî, Raî olarak
tabir edilirdi. Bu varlıklar aynı zamanda Araplar arasında “Kâhin şeytanı”
olarak da isimlendirilir. Zira inanışa göre bu şeytanlar, kâhinlere ne
söylemeleri gerektiğini bildirmişlerdir. Araplar benzer şekilde şairlere de
şiir öğreten şeytanların olduğunu kabul edip buna da “Şair şeytanı” adını
vermişlerdir.[35]
İslâm öncesi
Arap tarihinde birçok ünlü erkek ve kadın kâhin arasında en eskilerinden olan tek
eli, tek gözü ve tek ayağının bulunduğu ve yarım insan şeklinde olduğu
söylenen Şıkk, bir diğeri ise kafatası dışında vücudunda kemik bulunmadığına
ve kumaş gibi dürülebildiğine inanılan ve Suriye’de yaşayan Satîh'ti. Diğer
meşhur kâhinler arasında Semelka, Zevbea, Sedîf b. Hevmâs, Turayfe, İmrân,
Cüheyneli Hârise’nin ismi zikredilir.[36]
Arap
tarihçilerinin rivayetine göre göre Cahiliye döneminde kâhine müracaat eden
kişiler öncelikle onun kehânetinin güvenilirliğini test etmek amacıyla onları
imtihana tabi tutarlardı. Bu konuda en fazla yapılan uygulama ise, gelenlerin gizledikleri
bir şeyin yerinin kâhin tarafından söylenmesini istemeleri idi. Şayet kâhin bu soruyu
doğru cevaplandırabilirse gelen kişi onun kehânetine itibar eder, ardından kâhine
asıl geliş gayesini bildirirdi. Kâhinlere müracaatın mutlaka maddî bir
karşılığı olurdu. İnanışa göre kehânet, ancak ücret takdimi ile sahih olurdu.
Zira kâhine gelen tâbi (cin veya şeytan) vereceği bilginin tadını
(halâvet,ücret) almadan kâhine herhangi bir bilgi vermezdi. Dolayısıyla bu
ücret kâhinin değil, ona bilgi veren cin veya şeytanın (er-Raî) hizmet
bedeliydi. Kâhinin kehâneti karşılığı aldığı ücrete Hulvân veya Hulvânü’l-Kâhin
adı verilirdi. Bu ücret standart olmayıp taraflar arasında karşılaştırılırdı. Esasında
ücreti belirleyen de kâhin değil, kehânet faaliyetini asıl gerçekleştiren onun
irtibatlı olduğu ciniydi. Kâhinin buradaki rolü sadece onun ücret talebini ve
ücret karşılığında öğrendiği bilgiyi muhataplarında aktarmaktan ibaretti.[37]
Cahiliye dönemi
Arap toplumunda kehânetin gücü ve şöhreti, kâhinin zekâsı ve kabiliyet kudreti
ile de doğrudan ilgiliydi. Ayrıca kâhinlik, puthane gözetimi vazifesi gibi
babadan oğula miras yoluyla geçmeyip, kişinin kendi çabaları neticesinde elde ettiği
bir statüydü. Buna göre kabileden herhangi bir kişi, şahsında geçmişten haber
verme, gelecekle ilgili bilgiler aktarma kabiliyeti görürse kendini kâhin
olarak isimlendirip rabbler adına konuşmaya, gaybtan, sırlardan bahsetmeye
başlardı. Şayet kehâneti insanlar arasında itibar görürse, o kâhin zamanla
kabile sınırlarını aşan bir kâhin mertebesine gelirdi.[38]
İslâm öncesi
dönemde kâhinlerin en önemli vazifelerinden biri de gerek şahıslar gerekse
kabileler arasında sık sık gündeme gelen ve münâfere adı verilen üstünlük
davalarını karara bağlamaktı. Bu tür problemler, genelde kendilerine hâkim denilen
kişiler tarafından gerçekleştirilirdi. Hukkâm daha ziyade toplumda saygınlık
kazanan tecrübeli ve âkil adamlar olarak nitelendirilebilecek kişiler olurdu.
Bu durumda hâkim, daha ziyade hukukî bilgisi ve tecrübesiyle problemleri çözen ve
bağımsız kaza faaliyetini gerçekleştiren arabulucudur. Kâhin ise kendisinde
ilahi birtakım güçler de bulunduğu inanılan ve insan üstü bazı özellikleri
yardımıyla hakemlik vazifesini de yerine getiren kişi olarak kabul edilebilir.
Dolayısıyla kâhinler hakemlik de yapabilirken, hâkimlerin tamamı kâhin sıfatı
kazanmamıştır. Bununla birlikte hâkimlerin pek çoğunun aynı zamanda kâhinlik
görevini de ifa ettikleri de vakidir.[39] Biz konumuz
gereği, bu tebliğde, İslâm öncesi dönemdeki anlaşmazlıkların çözümünde etkin
olan hâkimlerden ziyade, hâkimlikleri yanı sıra bilhassa kehânetleriyle de temayüz
eden kâhinlerin faaliyetlerine işaret edilecektir.
İslâm öncesi
dönemde kâhin vasfını da taşıyan hâkimin kararına müracaat edilerek sonuca
bağlanan münâferet davalarının en meşhuru, Mekke idaresinde kimin daha ehil ve
hak sahibi olduğu konusunda Kureyşli Kusay b. Kilâb ile Huzâa reisleri
arasındaki siyasî çekişmedir. Kaynaklarda münafere hadisesi şu şekilde
zikredilir:
Mekke’yi
Huzâa idaresinden kurtaran ve dağınık halde yaşayan Kureyş soyunu bir araya
getiren kişi Hz. Peygamber’in (sav) büyük dedesi Kusay b. Kilâb’dı. Kusay,
Huzâalıların lideri Hüleyl’in kızı Hubbâ ile evlendi. Hüleyl hastalanıp vazifelerini yapamaz duruma
gelince, Kâbe’nin anahtarını kızı Hubbâ’ya teslim etti. Bu görevi yürütme imkânı
olmayan Hubbâ da emaneti eşi Kusay’a devredeceğini açıkladı. Kâbe anahtarının
ellerinden çıkmasının, Mekke idaresininin de kaybedilmesi anlamına geleceğini
fark eden Huzâalılar, Huleyl’in bu tasarrufuna karşı çıkarak anahtarı kız kardeşleri
Hubbâ’dan aldılar.[40] Hem
kayınpederinin vasiyetini yerine getirmek hem de Huzâalıları Mekke idaresinden uzaklaştırmak
isteyen Kusay, derhal destek arayışına girdi. Önce kabilesi Kureyşliler’le
görüşmeler yaptı. Benî Kinâne’den ittifak sözü aldıktan sonra Kuzey
Arabistan’daki büyük Kudâ’a kabilesinin başkanı olan Uzreoğulları’ndan ana bir
kardeşi Rizâh b. Rabîa’ya haber gönderdi. Sonuçta her iki taraf arasında
şiddetli savaş baş gösterdi. Durumun vahametini gören diğer Arap kabileleri
harekete geçerek savaşın sona erdirilmesini sağladılar. Neticede her iki taraf,
meselenin halli için bir hakeme gitmeye ikna edildi. Aynı zamanda bir kâhin de olan Ya’mur b. Avf
b. Ka’b, huzuruna gelenlere karşı birtakım kapalı ve secili sözler sıraladıktan
sonra Kusay’ın Kabe’yi yönetmeye Huzâalılardan daha fazla hak sahibi olduğuna
karar verdi. Bunun neticesi olarak Mekke idaresi Kusay’a bırakılırken,
Huzâalılar şehirden uzaklaştırıldı.[41]
Kureyş içinde bir
kâhinin hakemliğiyle neticelenen diğer bir üstünlük rekabeti de Hz.
Peygamber’in (sav) büyük dedesi olan Haşim ile onun yeğeni Ümeyye arasında
meydana gelmiştir:
Ümeyye b. Abdüşşems, zenginliği sebebiyle Kureyş’in
önde gelenlerinden biri sayılıyor, bu nedenle Kureyş riyaseti konusunda
kendisini amcası Hâşim’e denk ve rakip kabul ediyordu. Ümeyye nihayet bu düşüncesini dillendirerek, kimin
daha üstün olduğunun belirlenmesi için bir kâhine müracaat edilmesi teklifinde
bulundu. Hâşim yaşını ve mevkiini göz önüne alarak bu meydan okumayı
başlangıçta kabul etmemekle birlikte, Kureyşlilerin aşırı ısrarları neticesinde
kaybedenin elli deve vermesi ve on yıl Mekke‘den sürgün edilmesi şartıyla kâhine gitmeye razı oldu. Kendisine
müracaat edilen Kâhinü’l-Huzaî, kullandığı
bir takım secili sözlerin ardından üstünlük konusunda Ümeyye’nin Hâşim ile
yarışamayacağı hükmünü verince Ümeyye on yıl sürgün olarak Şam’a gitmek zorunda kaldı.[42]
Bu hadisenin İslâm tarihinin daha sonraki dönemlerinde gerçekleşen Emevî-Hâşimî
rekabeti sebebiyle Emevîleri kötülemek amacıyla uydurulduğu düşüncesi akla
gelse de, kâhinlerin İslâm öncesi toplum hayatında ve bir takım ihtilâfların
çözüme kavuşturmada oynadıkların rolün tespitinde önemli bir örnektir.
İslâm öncesi
dönemde kâhine müracaata sebep olan diğer bir çekişme ise Hz. Peygamber’in
(sav) dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim ile Mekke reisleri arasında Zemzem
kuyusunun yeniden faaliyete geçirilmesi konusundaki anlaşmazlıktır. Mekke’den
çekilmeleri esnasında Cürhümlüler tarafından kapatılan Zemzem kuyusunu tekrar
açmak isteyen Abdülmuttalib b. Hâşim ile kutsal suda kendilerinin de hakkı olduğunu söyleyerek kendisine engel olan
diğer Kureyşliler arasındaki problemin halli için taraflar Şam bölgesinde yaşayan Sa’dü
Hüzeym kabilesinin kâhinine gitmeye
karar verdiler. Mekkeliler bu amaçla
gerçekleştirdikleri yolculuk esnasında karşı karşıya kaldıkları susuzluk
tehlikesinden Abdülmuttalib’in gayretleriyle kurtulunca yaptıklarına pişman
oldular, kâhine gitmekten vazgeçip Zemzem’i yeniden ortaya çıkarması hususunda
kendisine engel olmayacaklarını bildirdiler.[43]
Zemzem’i
yeniden faaliyete geçirmeye niyetlenmesi esnasında Mekkelilerin
engellemeleriyle karşı karşıya kalan Abdülmuttalib, muhataplarının kendisini koruyacak kimsesi olmadığı için böyle
davrandıklarını düşünerek, Allah’a kendisine on adet erkek çocuk nasip etmesi
için dua etmiş, şayet dileği gerçekleşirse çocuklarından birini şükür amacıyla
kurban edeceğini adamıştı. Gerçekten de onun on oğlu dünyaya geldi.[44]
Abdülmuttalib, Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için çekilen kura en küçük
oğlu Abdullah’a isabet etti. Abdullah’ın kurban edilmesine Kureyşliler şiddetle karşı çıktılar.
Zira böyle bir davranışın topluma kötü örnek olacağından endişe duyuyorlardı. Bunun
için bir kâhine müracaat edilmesini tavsiye ettiler. Sonuçta Hayber’de
bulunan ve cin taifesiyle ile irtibatı bulunan Sücah isimli kâhineye gidilmesi
kararlaştırıldı. Abdülmuttalib, önce Medine’ye, oradan da Hayber’e giderek
durumu kâhineye arzetti. Kadın kendisine gelenleri dinledikten sonra bir süre
beklemeleri gerektiğini, zira kendisinin irtibat halinde olduğu (tâbisine)
durumu arz edeceğini, ancak ondan aldığı işaret ile bir çözüm yolu
bulabileceğini bildirdi. Kısa süre sonra da aldığı bilgi ile huzuruna gelenlere
çıkış yolunu gösterdi: O dönemde yaygın olan diyet bedelinin on deve olduğunu
öğrendikten sonra develerle Abdullah arasında her seferinde 10 deve artırılmak
suretiyle kura çekilmesini tavsiyesinde bulundu. Onun dediği şekilde kura
çekildi. Dokuz defa Abdullah’a isabet eden kura, ancak onuncu teşebbüste develerin
adına çıkınca Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.[45]
C. KEHÂNET-NÜBÜVVET İLİŞKİSİ
İslâm
öncesi Arap anlayışında kehânet olgusunun gerek cin gerek şeytanla olan
irtibatı ve bununla bağlantılı olan “insanın cinle ilişki kurabilmesinin mümkün
olduğu” şeklindeki inanç, dinî nitelikli vahiy ve peygamberlik anlayışının da
temelini teşkil eder. İslâm öncesi Arap kültürünün bu düşüncelere sahip
olmadığını düşünürsek, vahiy fenomenini kültürel açıdan algılamamız imkânsız
hale gelir. Bu düşüncenin aklî ve fikrî oluşumunda insan-cin ilişkisine dair
söz konusu kanaatin kökleri bulunmadığı taktirde, bir Arabın kendisi gibi bir
insana göksen melek indiğini kabul etmesi nasıl mümkün olabilir? İşte bütün
bunlar, vahiy fenomeninin olgudan kopuk, olguyu hiçe sayan ve onu aşan bir
fenomen değil, aksine kültürel telakkilerin bir parçası olduğunu ve bu kültürün
mevcut kanaatlerinden doğduğunu teyit eder. Cinin şaire hitapta bulunup ona
şiirini ilham ettiğine, falcı ve kâhinlerin de bilgilerini cinlerden
aldıklarına inanan bir Arap, bir insana gökten vahiy getiren meleği tasdik
etmeyi anlamsız bulmaz. Bu sebepledir ki, Kur’ân’ın çağdaşı olan Araplardan vahyin
bizzat kendisine yönelik bir itiraz söz konusu olmaz. Onların itirazları, daha
ziyade ya vahyin muhtevasına veya kendisine vahiy gelen şahsa, yani Hz.
Muhammed’e (sav) yönelik olmuştur. [46]
Arap
kültüründe yaygın olan ve köklerini İslâm öncesi telakkilerinde bulduğumuz
insan-cin ilişkisi anlayışında varlık, bitki olsun, hayvan olsun, insan olsun
birbirinden ayrı alemlerden oluşmaz. Tam aksine alemler arasında yukarıdan
aşağıya veya aşağıdan yukarıya doğru sürekli bir hareket ilişkisi söz konusudur
ki, bu ilişkinin gerçekleştiği alan, alemlerin en sonuncusu ve en mükemmeli
olan insana, farklı alemlerin bir kısmıyla bağlantı kurma imkânı veren beşeri
faaliyet alanıdır. Bu noktada şekil olarak nebî ile kâhin arasında herhangi bir
fark yoktur. Nebi’nin aşkın alemle olan ilişkisi ile, kâhin arasındaki fark
şudur ki, Peygamber’in ilişkisi temeli ilahî tercih olan bir çeşit fıtrat ve
yaratma üzerinde gerçekleşir. Buna karşın kâhin, maddi alemin engellerinden
kısmen sıyrılmak ve onun ötesindeki alemlerle irtibat kurmak için, kendisine
destek olacak bir takım yardımcı araçlara ihtiyaç duyar. [47]
“Peygamberler,
göz açıp kapayacak kadar bir sürede fiilen melek olmak için, bedensel ve ruhsal
olarak tüm insanî özelliklerinden sıyrılarak aşkın aleme geçebilme fıtratına
sahiptirler. Bu esnada o, aşkın alemin varlıklarını kendi mertebelerinde görme,
ilahî hitabı ve kelâm-ı nefsaniyi işitme imkanı bulur. İşte bunlar nebilerdir.
Allah onlar için bir anda beşer tabiatından sıyrılmayı-ki bu vahiy halidir- yaratılıştan
gelen özellik kılmış; iç dünyalarına istikamet üzere ve dosdoğru olma eğilimini
yerleştirmek suretiyle onları, beşeriyet halinde iken sahip oldukları
bedenlerinin engel ve manilerinden ayırmıştır.”[48] Kâhinler
ise bunun aksine, beşerî uğraşılara dayanırlar ve maddî engelleri aşabilmek
için kendilerine destek olacak şeylerin yardımına başvururlar. Onların yardımcı
vasıtaları ise seci (kafiyeli) söz, hayvan kemiği gibi şeyler olmasından ötürü,
diğer alemlerle bağlantıları yetersiz ve elde ettikleri bilgiler de doğru veya
yanlış olmaya müsaittir. Daha doğru bir ifadeyle, bu bilgilerle doğru-yanlış
birbirine karışmış vaziyettedir.[49]
“Halbuki peygamberlerin diğer alemlerle iletişim kurmaları hiçbir çaba sarf
etmeksizin, zihinsel tasavvurları ve söz ya da hareket türünden herhangi bir
bedensel yardım vasıtası olmaksızın gerçekleşir. Buna karşılık kâhinin ilhamı
şeytandan geldiği için, o akli olan şeyleri anlama hususunda kemâl derecesine
ulaşamaz. Kâhinler sınıfının en yüksek hal ve özellikleri, maddî şeylerle
meşgul olmalarına engel olması ve eksik olan bu ittisal (başka alemlerle
irtibat kurma) konusunda kendilerine destek olması için vezinli ve kafiyeli
sözlerin yardımına baş vurmasıdır. Bunun bir sonucu olarak onların kalplerine
bir şeyler doğar. Kâhin yabancı vasıtaların yardımıyla diline geleni söyler.
Çünkü o, kendi idraki dışında ve ondan bağımsız olan yabancı vasıtalarla
eksikliğini gidermiştir. Bundan dolayıdır ki, verdiği haberler yalan da olur,
doğru da”.[50]
Kehânet
ile nübüvvet arasındaki ilişki, -Arapların tasavvurunda her ikisi de vahiy
kabul edilir- insanın farklı varlık mertebesinde ait başka bir varlıkla
iletişim kurmasıdır. Bu iletişim, insanın peygamber olması halinde melekle, kâhin
olması halinde ise şeytanla gerçekleşmektedir. Bu iletişimde özel bir şifre
kanalıyla iletilen bir mesaj söz konusu olup, bu şifreyi üçüncü şahsın, en
azından iletişim esnasında anlama imkânı yoktur. Nebî daha sonra bu mesajı
insanlara “tebliğ” eder, kâhin ise şeytandan aldığı şeyin muhtevasını
“bildirir”. Bundan dolayıdır ki, vahiy İslâm öncesi kültürünün yabancı olmadığı
ve kültüre dışarıdan empoze edilmemiş bir fenomendir.[51]
Gaybdan
haber verdiğine inanılması sebebiyle kâhin ile peygamber arasında görünüşte bir
benzerlik kurmak mümkündür. Hatta gaybdan bilgi alırken kâhinin kendini
kaybedip trans haline geçmesi[52],
hadislerde geçen Hz. Peygamber’in (sav) vahyin gelmesi esnasında ağırlaşan
durumu da pekala benzetilerek aralarında somut anlamda bir benzerlik de
kurulabilir.[53]
Ancak bununla birlikte toplum içindeki görüntü ve durumlarından hareket
etmekle, yani onların görünen taraflarını ve getirdikleri haberin veya bilginin
içeriğini incelemek suretiyle peygamber ile kâhinin aralarındaki temel ayrımı
şu şekilde ortaya koymak mümkündür.
1.
Peygamber,
Kur’ân’da insanları kötülüklere karşı uyaran (nezîr) ve iyilik yapmalarının
karşılığında mükafatlandırılacağını müjdeleyen (beşîr) bir kimse olarak takdim
edilir. Başka bir ifadeyle bu dünyanın son hayat alanı olmadığını, yapılan her
işin değerlendirileceği bir günün (kıyamet) ve sonucunda bir karşılığın
(mükafat veya ceza) verileceği başka bir alemin (ahret) bulunduğunu hatırlatan
peygamber, bu gerçeğe göre davranmalarını insanlara öğütlemektedir. Nitekim “Ey
Muhammed sen hatırlat. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne kâhinsin ve ne de
mecnûn”[54]
mealindeki âyet, peygamberin insanlara gerçek ve doğruyu hatırlatması ve öğütte
bulunması özelliğine vurgu yapılmakta ve bu özelliği ile kâhinden ayrıldığı
belirtilmektedir. Buna karşılık Arap kültüründe bu dünya vurgusu daha ağır
basmakta ve ahret alemi fikri neredeyse bulunmamaktadır. Putlara karşı
yaptıkları tapınma ve saygının amacı, sağlık ve afiyet içinde olmak, servet
elde etmek ve zafere ulaşmak gibi dünyevî menfaatlerdir. Bu durum şu ayette
açık bir şekilde ifade edilir: “Dediler ki, hayat ancak bu dünyada yaşadığımız.
Ölürüz ve yaşarız. Bizi zamandan başkası helâk etmiyor”.[55] Bundan
dolayı yapıp-ettiklerinin tekrar önlerine geleceği fikri neredeyse
bulunmamaktadır. Bu kültürün baş aktörleri kâhinler olduğuna göre bu bilgi ve
anlayışın onlardan gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
2.
Mesleğini
bir geçim kaynağı olarak gören kâhin, getirdiği haber ve bilgi karşılığında bir
ücret beklentisi içinde iken, peygamber yaptığı iş bir meslek olmadığından
hiçbir beklendi içerisinde olmaksızın insanlara sürekli bilgi getirmekte, öğüt
vermekte ve yol göstermektedir. Yâsîn sûresinde Allah’ın gönderdiği elçileri
kabul etmeyen ve onları uğursuz olmakla suçlayan kavme şehrin uzak bir
bölgesinden gelen bir adamın “Ey kavmim elçilere uyun, sizden bir ücret talep
etmeyen bu insanlara tabi olun, onlar doğru yoldadır” dediği
hatırlatılmaktadır.[56] Buna
karşılık kâhinler yaptıkları iş karşılığında insanlardan hulvân adı verilen
ücret alırlardı.
3.
Toplum
içindeki konum ve duruşları sebebiyle peygamber ile kâhin arasında farklılık
söz konusudur. Kendisinden yüz kızartıcı ve şahsiyeti zedeleyici bir davranışın
sadır olmaması, yani masumiyeti, özellikle emin (güvenilir) lakabı ile
anılması, söylediği ile yaşantısının çelişkisiz oluşu peygamberi kâhinden
ayırır.
Burada
zikredilenlerden peygamber ile kâhin arasında dünya hayatı itibariyle temel
noktalarda farklılıklarının bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Bu bilgilerden
hareketle gaybdan haber alma noktasında da onların farklı oldukları sonucuna
kolaylıkla ulaşılabilir. Her ne kadar yeni dini kabule yanaşmasalar da
Kureyş’in ileri gelenleri de kâhin ile peygamber arasındaki farkı görmüşlerdir.
Nitekim Hz. Peygamber’i (sav) toplum içinde küçük düşürmek ve onurunu zedelemek
gündemiyle gerçekleştirilen toplantılara katılan Nadr b. Hâris, yanındakilere
şu konuşmayı yapmıştır”. “Ey Kureyş topluluğu, Allah’a yenim olsun ki, henüz
çaresini bulamadığımız bir iş başınıza geldi. Muhammed sizin hoşnut olduğunuz
yeni yetme bir çocuktu. En doğru sözlünüz ve emanete en çok riayet edeninizdi.
Şakaklarında kırıklar belirdiğinde ve size bir şey getirdiğinde siz ona
sihirbaz dediniz. Kesinlikle sihirbaz değildir, zira biz sihirbazların
üflemelerini ve düğümlerini biliriz. Kâhin dediniz. O kesinlikle kâhin de
değildir. Çünkü biz onların hallerini gördük ve secilerini dinledik”.[57]
D.
DELÂİLÜ’N-NÜBÜVVE’DE KÂHİNLERİN ROLÜ
Müslümanlar
genel anlamda nübüvvetin gelmesiyle birlikte kehânetin ortadan kalktığını kabul
ederlerken, İbn Haldun nübüvvetin kehâneti ortadan kaldırmadığını ileri sürer.
Bu görüşünü de kehânet ve falcılığın nübüvvetin ispatı için bir kriter, diğer
yönüyle de beklenen yeni peygamberi haber verecek bir vasıta olarak kabul
edilmiş olmasıyla temellendirir.[58]
İslâm,
gerçekleşen yoğun fetih hareketlerinin bir neticesi olarak Hicri I. Asırda çeşitli
din ve inanç sahibi milletlere hâkim olunca, Müslümanlar bu milletlerin kendi
inançlarında bulunan peygamber ve azizler hakkın bir çok mucizevi menkıbeler
anlattıklarına şahit olmuşlardı. Anlatılan bu hikayelerde başrolü oynayanlar da
kâhinler olduğu için, Müslümanlar Hz. Muhammed’in (sav) dünyaya gelişinin
mucizelerden yoksun olarak anlatmanın bir eksiklik olduğunu görmüşler, bunun
sonucunda Arapların zihninde kâhin hatırasının en önemli figürleri olan Şık ve
Satîh’in, Hz. Peygamber’in (sav) gelişini müjdelediklerine dair menkıbeler
anlatmışlardır. Bu menkıbelere mucizevî bir mahiyet katmak için de Lahmîler
kralı Rebîa b. Nasr ile İran kralı Husrev Nuşirevan’a birer rüya isnat edip, bu
rüyaları adı geçen kâhinlere yorumlatmışlar, sonuçta kâhinler de birbirine
destekler şekilde Hz. Muhammed’in (sav) geleceğini ve onların mülkünü ele
geçireceğini bildirmişlerdir.[59] Bu
bilgi en önemli siyer kaynaklarından İbn Hişâm’da da kendisine yer bulmuştur. İbn
Hişâm’a göre Satîh Hz. Peygamber (sav) hakkında: “Tertemiz soylu o Nebi’ye vahiy
Yüceler Yücesi’nden gelir” demiş; Şık ise “Gönderilmiş bir resûl ile Yemen melikinin
mülkü kesilir. Hak ve adalet ile din ve fazl ehlinden gelir. Kıyamete kadar mülk
olun kavminde olur” demiştir. İbn Hişâm’a göre onların söyledikleri bu haber,
Yemen idarecisi Bâzan’ın Müslüman olmasıyla gerçekleşmiştir.[60]
Delâil türünden
benzer mahiyette yine İbn Hişâm’da İbn İshâk’a atfedilen bir rivayette Yahudilerin
din adamları olan Ahbâr, Hristiyanlarin din adamları Ruhbân ve Araplardan kâhinlerin
Hz. Peygamber’in (sav) geleceğini o gönderilmeden önce konuştukları; ilk iki
gruptaki din adamlarının ellerindeki kitaplardan onun geleceğini ve sıfatlarını
bulduklarını bildirmişlerdir. Arap kâhinler ise onların irtibat halinde
oldukları cinlerden Hz. Peygamber’in (sav) geleceği ve sıfatlarıyla ilgili
olarak birtakım bilgiler almışlar, sonra da bu bilgileri halka açıklamışlardır.
İbn İshâk’a göre ancak Araplar bu çağrılara hiç kulak asmadılar. Ne zamanki
Allah, Hz. Peygamber’i (sav) gönderince kâhinlerin haberlerinin doğru olduğu
anlaşıldı.[61]
Kâhinlerin
şahitliğinden faydalanarak Hz. Peygamber’in (sav) risaleti için delil gösterme
anlayışı onun çocukluğu esnasında başına geldiği ileri sürülen hadiselerle de
kendini gösterir. Buna göre Hz. Peygamber (sav), süt annesiyle birlikte Benî
Sa’d yurdunda iken Halîme onu Ukâz çarşısına götürüp Hüzeyl kabilesinden bir
Arrâfa (kâhin) gösterdi. Zira diğer insanlar da çocuklarını bu şahsa gösterip
onların gelecekleri hakkında bilgi sahibi olmaya çalışıyorlardı. Arrâf Hz.
Muhammed’i (sav) gördüğünde yüksek sesle insanlara “Bu çocuğu öldürün” diye
seslendi. Ardından da “İlahlara yemin olsun ki, gördüğüm çocuk sizin dininizin
önderlerini öldürecek, putlarınızı kıracak ve sizin idarenizi eline geçirecek”
dedi. Bunun üzerine çarşıda bulunanlar kâhine hangi çocuğu kastettiğini sormaya
başladılar. Ancak bu durumdan endişelenen süt anne onu sakladığı için insanlar
bir şey göremediler. Halime de onu evine götürdü ve bir daha ne bir arrâfa, ne
de kâhine gösterdi.[62] Başka
bir rivayette ise her yıl Ebû Tâlib’e ziyarete gelen bir kâhin Hz. Peygamber’i
(sav) henüz 5 yaşında bir çocuk iken görmüş ve Kureyşlilere bu çocuğu
öldürmelerini istemiş, onun Kureyşi öldüreceğini ve onları birbirine
düşüreceğini ifade etmiştir. Bunun üzerine Ebû Tâlib, aynen Halîme’nin yaptığı
gibi yeğenini kâhinin yanından kaçırmıştır.[63]
Delâilü’n-Nübüvve
olarak kâhinlerin görüşlerinden istifade uygulaması Hz. Peygamber’in (sav)
risaletinden sonra da kendini göstermiştir. Rivayete göre, Benî Neccâr
kabilesinden Fâtıma bint. Nu’mân isimli kadın vardı ki, bunun bir cinle
irtibatı bulunuyordu. Bu cin Hz. Muhammed’in (sav) Medine’ye hicretinden sonra
kadının yanına geldi ve onu zinayı ve içkiyi yasaklayan nebinin geldiğini haber
verdi.[64] Aynı
şekilde Benî Esed kabilesinden olup bir cinle bağlantısı bulunan başka bir
kâhineye de cini gelip Hz. Peygamber’in (sav) risaletini haber vermiştir.[65]
Hz. Peygamber
(sav) döneminde de kâhinler faaliyet göstermişlerdir. Mesela Ebû Berze
el-Eslemî Medineli meşhur kâhinlerden kabul ediliyordu. Bilhassa Benî Kureyza
ve Benî Nadîr Yahudileri aralarındaki dini ihtilaflarında kendisine müracaat
ediyorlardı.[66]
Aynı şekilde Devs kabilesinin Sevâd b. Kârib isimli kâhini vardı. Bu şahıs Elçiler
yılında kabilesiyle birlikte Hz. Peygamber’in (sav) huzurunda Müslüman oldu.[67] Yemen
bölgesi kâhinlerinden Hunâfir b. Tev’em el-Himyerî de bölge idarecisi Muaz b.
Cebel’in telkinleri neticesinde kâhinliği terk edip Müslüman olmuştur.[68]
E. KUR’ÂN VE HADİSLERDE KEHÂNET VE KÂHİNLİK
Kur'ân’da kâhin
kelimesi tebliğin başlangıcı aşamasında Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’i
(sav) kâhinlikle, getirdiği vahyi de kehânetle itham etmelerine cevap
niteliğinde nâzil olan âyetler vesilesiyle iki yerde geçer: Bunların
birincisinde Hz. Peygamber'in (sav) kâhin veya cinlerin etkisinde kalmadığı
ifade edilmiştir: “Öğüt ver; Rabbinin nimetiyle sen ne kâhinsin ne de delisin.[69]
Hâkka suresinde
ise Kur’ân’ın herhangi bir kâhinin sözü olmadığı bildirilir: “Kur’ân kâhin sözü
de değildir; ne az düşünüyorsunuz!”.[70]
Zikredilen her
iki âyette de Rasûl-i Ekrem (sav) kâhinlikten tenzih edilmektedir. Çünkü risaletini
açıkladığında Mekke müşrikleri onu kâhinlikle itham etmişlerdi: “Aralarından
bir uyarıcının gelmesine şaşmışlardı. İnkarcılar: "Bu, pek yalancı bir
sihirbazdır; tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir
şeydir" demişlerdi”.[71]
“Kıyamet saati
yaklaşır, ay yarılır; onlar bir delil görünce hala yüz çevirirler ve:
‘Süregelen bir sihir’ derler”.[72]
Mekke Müşrikleri
Hz. Peygamber’e (sav) kâhinlik iftirasını attıkları gibi, ayrıca ona mecnun[73] deli[74], veya
şair[75] de
dediler. Müşrik ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre bir gün Kureyşlileri etrafında toplamış ve
onlardan Hz. Peygamber’i (sav) Mekke‘ye hac niyetiyle gelen insanlardan nasıl uzak tutacakları
konusunda görüş belirtmelerini istemişti. Oradakiler Hz. Peygamber (sav)
hakkında kâhin, mecnun, şair demek suretiyle menfî propaganda yapılması
gerektiğini söylemişlerdir. Toplantı neticesinde müşrikler, Rasûlüllah (sav)
için kişi ile kabileyi, karı ile kocayı, baba ile oğlunu, kardeş ile kardeşi
birbirinden ayıran sâhir (sihirbaz) sıfatını kullanmaya karar vermişler, oradan
ayrıldıktan sonra da insanların toplantı yerlerine giderek bu planı uygulamaya,
onun bir sihirbaz olduğu iftirasını yaymaya başlamışlardır.[76]
Mekke müşrikleri Allah Rasûlü
(sav) için en sonunda kâhinlikle benzer özellikler taşıyan sihirbaz deme
konusunda anlaşmışlarsa da bu hususta onların birbirlerini dahi ikna
edemedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim müşrik liderlerden Utbe b. Rebîa,
arkadaşlarına onun ne bir şair, ne sâhir ne de kâhin olduğunu, zira onun söz ve
davranışlarının bunlardan hiç birinin söz ve davranışlarına benzemediğini
açıkça ifade etmiştir.[77] Ancak
bütün bunlara rağmen müşrikler Rasûlüllah’ın (sav) tebliğ faaliyetlerini
engelleme adına taktik olarak ona iftira atmaktan hiç geri durmamışlar ve
tebliğ ettiği Kur’ân’ın bir büyü[78] veya
eskilerin masalı[79]
olduğu iftirasını seslendirmeye devam etmişlerdir. O kadar ki, onun sihirbaz ve
kâhin olmadığını açıkça dile getiren müşrik önderlerinden Nadr b. Hâris dahi, Mekke’den Hîre’ye kadar gidip orada Fars krallarının hikâyelerini
öğrenip geri dönmüş, Allah Rasûlü (sav) bir topluluğa ilahî emirleri
duyurduğunu fark edince onun ardından giderek Hz. Peygamber’in (sav)
söylediklerinin “eskilerin masalı” olduğunu iddia etmiş, daha sonra da öğrendiği
hikâyeleri anlatıp “Allah’ın indirdiği âyetler gibi ben de indirebilirim.
Muhammed’in sözleri niçin benim sözlerimden güzel olsun” demek suretiyle
onun dinleyenler üzerindeki etkisini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.[80]
Nadr’dan cesaret alan diğer müşrikler de onun kâhin olduğunu ima edercesine Kur’ân’ın
ifadesiyle “bu Kur’ân, Muhammed’in uydurmasıdır, Ona başka bir topluluk
yardım etmiştir”.[81] “Kur’ân
öncekilerin masallarıdır, başkalarına yazdırıp sabah akşam okumaktadır”[82]
iftiralarını dillendirmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Kur’ân şu âyetlerde
Nadr ve benzeri müşriklere açıkça meydan okumuştur: “Onu kendi uydurdu
diyorlar, öyle mi?. Hayır, inanmıyorlar. Eğer iddialarında samimi iseler Kur’ân’ın benzeri bir söz meydana getirsinler”.[83] “Yoksa Kur’ân’ı kendisi mi uydurdu diyor müşrikler. O halde şöyle
de: Eğer iddianızda samimi iseniz, Allah’tan başka çağırabileceklerinizi çağırın,
onun sûrelerine benzer uydurulmuş on sûre getirin! Size cevap vermezlerse bilin
ki, o, ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Peki
şimdi Müslüman oldunuz mu?”.[84] “Eğer
kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân) hakkında şüphede iseniz, haydin
onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka
şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman
yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş
kâfirler için hazırlanmıştır”.[85]
Kur’ân’da ayrıca
kâhinlerin faaliyetlerinde en büyük yardımcıları olan şeytan ve cinlerden
bazılarının önceleri gök âlemine nüfuz etmeye çalışarak meleklerin
konuşmalarına kulak verdikleri, ancak daha sonra buna fırsat verilmediği de
ifade edilir: “Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu
kovalar”.[86]
“Onu, inatçı
her türlü şeytandan koruduk. Onlar yüce alemi asla dinleyemezler. Her yönden
kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir azap vardır. Hele bir tek söz kapan
olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir”.[87]
"Doğrusu
biz göğü yokladık; onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle (ışınlarla) doldurulmuş
bulduk." "Doğrusu biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde
otururduk; ama şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş (ışın)
buluyor”.[88]
Kur’ân’da insan ve cin şeytanlarının birbirine
yaldızlı ve aldatıcı sözler fısıldayıp taraftarlarına telkinde bulundukları ifade
edilir. Burada zikredilen insan şeytanlarından kasıt, şüphesiz cin ve şeytanlarla
da yakın irtibat halinde bulunan kâhinlerden başkası değildir.
“Aldatmak için
birbirlerine cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere
düşman yaptık. Bu şeytanlar âhirete inanmayanların kalplerinin o sözlere
yönelmesi, ondan hoşnut olması ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri
için böyle yaparlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları
ile baş başa bırak”.[89] “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı
kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Doğrusu
şeytanlar sizinle tartışmaları için dostlarına fısıldarlar, eğer onlara itaat
ederseniz şüphesiz siz müşrik olursunuz”.[90]
Kur’ân
ayetlerinde olduğu gibi Hz. Peygamber’in (sav) hadislerinde de kâhinler ve
onların faaliyetlerine açık işaretler bulunmaktadır.
"Melekler
Anan adı verilen bulutun içine inerler de gökte kaza ve hükmolunan emri
(istikbâle âit bazı şeyleri kendi aralarında) zikrederler. Bu sırada şeytânlar
kulak hırsızlığı yaparak bunları işitirler. İşittiklerini de kâhinlere gizlice
ulaştırırlar. Kâhinler, şeytânlardan işittikleri kelimelerle beraber yüz yalan
da kendi nefislerinden uydurarak anlatırlar".[91]
Hz. Peygamber
(sav) kendisine kâhinlerin gaipten haber verme iddiasında bulundukları söylendiğinde
ancak bu tür bilgilerin bir değerinin olmadığını bildirmiş, söylediklerinin bazen
doğru çıktığı kendisine ifade edilince de, bunların cinlerin kulak hırsızlığına
dayandırılıp bir doğruya yüz yalanın karıştırılmasıyla ortaya çıktığını belirtmiştir.[92]
Kâhinlerin faaliyetleri
hakkında Hz. Âişe’den gelen bir rivayete göre, Müminlerin annesi Allah Rasûlü’ne
(sav) kâhinlerin bazı sözlerinde hakikatin olduğunu söylemesi üzerine, Hz.
Peygamber (sav) kendisine şu cevabı vermiştir: “Bu doğru olan sözdür,
onu cinni kapar da velîsinin (kâhin) kulağına atar; ona yüz tane de yalan
katar”.[93]
Başka bir rivayette ise Hz. Peygamber (sav) kâhinlerin söyledikleri için “Bu
söz cinlerdendir. Cinni onu kapar da velîsinin kulağına tavuğun gıdaklaması
gibi gıdaklar. Bu suretle ona yüz yalandan daha fazlasını karıştırırlar”,
buyurmuştur.[94]
Tevhid ilkesine aykırılığı ve nübüvvete
alternatif olma tehlikesi sebebiyle İslâm dininde kehânet şiddetle
yasaklanmıştır. Zira Kur'ân'da gayb bilgisinin sadece Allah'a ait olduğu açıkça
ifade edilmiştir: "Rabbinden ona (Muhammed'e) bir mucize indirilse ne
olur!" derler. Onlara de ki: "Gaybı bilmek Allah'a mahsustur;
bekleyin, doğrusu ben de sizinle beklemekteyim”.[95] “De ki:
"Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur." Ne zaman diriltileceklerini
de bilmezler”.[96]
Yine Kur’ân’da cinlerin de gaybı bilmelerinin mümkün olmadığına
işaret edilmiştir: “Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini
yiyen kurt onun ölümünü cinlere fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce,
ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir
azap içinde kalmazlardı”.[97]
Ayrıca Cinlerin gerçeği
bildirmelerinin mümkün olmayacağı, onların ancak yaldızlı sözlerle
birbirlerini aldattıkları haber verilmiştir: “Aldatmak için birbirlerine
cazip sözler fısıldayan cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık.
Bu şeytanlar âhirete inanmayanların kalplerinin o sözlere yönelmesi, ondan
hoşnut olması ve kendilerinin işledikleri suçları işlemeleri için böyle yaparlar.
Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı, sen onları iftiraları ile baş başa bırak”.[98]
Gerek âyet, gerekse Hz. Peygamber’in
(sav) sözlerinden yola çıkarak kâhinlerin bilgi kaynaklarının güvenilir
olmadığı, bilgilerinin de gerçekle irtibatının bulunmadığı açıkça ortaya
konulmuştur. Ayrıca hadislerde de kehânet kesinlikle yasaklanmış, bilgi için
kâhinlere başvuranın Hz. Peygamber'e indirilen vahiyleri inkâr etmiş olacağı ifade
edilmiştir: "Kim (gaipten haber almak gayesiyle) bir kâhine giderse ve onun
söylediğim tasdik ederse o kimse Allah'ın Muhammed'e indirdiği dinin
dairesinden dışarı çıkmıştır”.[99] “Bir
kimse bir kâhine işlerini havale etmek için müracaat ederse, Muhammed’e (sav)
indirilen dini inkâr etmiş olur”.[100]
SONUÇ
İslâmiyetin
vahdaniyet telakkisi, vahyin Hz. Peygamber (sav) ile sona ermiş olduğu
nazariyesi ile kâhinlik anlayışı ve uygulamasını tasfiye etmiştir. İslâm
inancının ortadan kaldırdığı cahiliye dönemi inanç ve hurafeleri arasında
bulunan kehânet ve arrâfetin değeri düşmüş olduğu için, Medenileşmiş bulunan
Araplar arasında artık isimlerini tarihe kaydedecek derecede ünlü ve etkin kâhin
ve arrâflar yetişmemiştir.
Şu bir
gerçektir ki, Kitap ve Sünnette kehânetin her çeşidi bâtıl görülerek reddedilmiştir.
Buna rağmen İslâm dünyasında kâhinlik tamamen ortadan kaldırılamamış, bu Câhiliye
geleneği zaman zaman toplumun değişik kesimlerinde ilgi görmeyi sürdürmüştür. Günümüzde
kâhinlere başvuranların sadece halkla sınırlı kalmayıp bir kısım seçkin
insanların bile kâhinlerle ilgilenmesi ve bunlara itibar etmesi, ayrıca çağdaş
dünyada kehânetin bazen dinî bir görünüm altında sunulması, konunun
ciddiyetini gösterdiği gibi, dinin aslî hüviyetini hurafe ve yanlışlardan
koruma yükümlülüğünü de arttırmaktadır.
[1] Cevad Ali, el-Mufassa fî Tarihi’-Arab
Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, VI, 705-706, 709.
[2] Günaltay, Şemseddin, İslâm Öncesi Araplar
ve Dinleri, (sad. M. Mahfuz Söylemez-Mustafa Hizmetli), Ankara 1997, s.
125-126.
[3] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), XIII, 362-363;
Zebîdî, Zebidî, Tâcü’l-Arûs, I-X,
Beyrut ts. (Dâru Sâdır), IX, 326-327; Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA,
XXIV, 170.
[4] Mes’ûdî, Mürûcü'z-Zeheb,
I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 172-173; Cevad Ali,
VI, 755-756.
[5] Cevad Ali, VI, 756.
[6] Bakara, 2/256.
[7] Taberî, Câmi’u’l-Beyân an Te’vîli
Âyi’l-Kur’ân,I-XXX, Mısır 1968, III, 18-19.
[8] “Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta
ve şeytana kanıp, inkâr edenlere: "Bunlar, inananlardan daha doğru
yoldadırlar" dediklerini görmedin mi? (Nisâ, IV, 51).
[9] Taberi, Câmiu’l-Beyân, V, 131-132.
[10] Cevad Ali, VI, 258.
[11] Günaltay, s. 126, 141.
[12] Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 327.
[13] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIII,
362-363; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 327; Cevad Ali, VI, 756.
[14] Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât, I-II,
(nşr. Mektebetü Nizâr Mustafa Bâz), I, 570).
[15] Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 326.
[16] Mes’ûdî,
II, 174.
[17] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIII, 363.
[18] Halebî, İnsanu'l-Uyûn,
I-III, Mısır 1964, I, 156.
[19] Mes’ûdî, II, 174.
[20] Cevad Ali, VI, 772.
[21] Bu konuda bk. Kılavuz, Ahmet Saim, “Arrâf”, DİA,
III, 393-394.
[22] Fahd, T., “Kâhin”, The Encylopaedia of Islam,
New Edition, IV, 421.
[23] Cevad, Ali, VI, 740.
[24] Tesniye, 18/9-12; İşaya, 19/3; Daniel, 2/2;
Resullerin İşleri, 16/16.
[25] Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV,
170.
[26] Levililer, 19/26, 31; 20/6, 27; Tesniye,
18/9-12.
[27] Yeremya, 27/9.
[28] Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV,
171.
[29] Cevâd Ali, VI, 705-706.
[30] Cevad Ali, VI, 757; Günaltay, s. 126-127.
[31] Cevad Ali, VI, 263-264.
[32] İsfahânî, Kitabü’l-Eğânî, (thk. İbrahim el-Ebyârî),
I-XXXI, Kahire 1970, XXI, 7241-7262; Cevad Ali, VI, 764.
[33] Fischer, A., “Kâhin”, İA, VI, 72.
[34] Cevad Ali, VI, 259, 262-263.
[35] Cevad Ali, VI, 257-258; Çelebi, İlyas, “Kâhin”,
DİA, XXIV, 171.
[36] Mes’ûdî, II, 174, 179; Cevad Ali, VI, 260, VI,
765-771.
[37] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 194;
XVIII, 211; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, IX, 327; Cevad Ali, VI, 261-62.
[38] Cevad Ali, VI, 262.
[39] Cevad Ali, IV, 635-636, VI, 764.
[40] Ezrakî, Ahbâr'u
Mekke, (thk. Rüşdi Salih Melhas), I-II Mekke-i Mükerreme 1965, I, 105; İbn
Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 68.
[41] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa
es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., I, 130-131;
Ezrakî, I, 107; İbn Sa‘d, I, 69.
[42] İbn Sa’d,
I, 61, 76; İbn Habîb, Münammak fî Ahbâri Kureyş, (thk. Hurşid Ahmed
Faruk), Beyrut 1985, s. 97-100; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf,
I, (thk. Muhammed Hamidullah),
Jerusalem, 1963, I, 61; Makrîzî, en-Nizâ
ve’t-Tehâsüm Fîmâ Beyne Benî Ümeyye ve Benî Hâşim, (thk. Hüseyin Munis),
Kâhire 1988, s.40-41. Bu konuda detaylı bilgi için bk. Cevad Ali, IV, 64-75;
Sarıçam, İbrahim, Emevî-Hâşimi
İlişkileri, Ankara 1997, s. 88-94.
[43] İbn Hişâm, I, 150-155; İbn Sa’d, I, 81-88; İbn
Habîb , s. 333-335; Belâzürî, I, 67-68, 83-84.
[44] İbn Hişâm, I, 113.
[45] İbn İshâk, Sîretü
İbn İshâk, (thk. Muhammed
Hamidullah), Konya, 1981, s. 13-18; İbn Hişâm, I, 160-164; İbn Sa’d, I,
81-193; Belâzürî, I, 79.
[46] Nasr Hâmid Ebû Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı,
(çev. Mehmet Emin Maşalı), Ankara 2001, s. 56-57.
[47] Ebû Zeyd, s. 60.
[48] İbn Haldûun, Mukaddime, Dâru İhyai’t-Türasi’l-Arabî,
Beyrut ts. s. 95-96.
[49] Ebû Zeyd, s. 60.
[50] İbn Haldûn, s. 100.
[51] Ebû Zeyd, s. 62.
[52] Harman, Ömer Faruk, “Kâhin”, DİA, XXIV,
170.
[53] Buhârî, Bedü’l-vahy, 2; İftitâh,
37.
[54] Tûr, 52/29.
[55] Câsiye, 45/24.
[56] Yâsîn, 36/20-21.
[57] İbn İshâk, s. 181-182. Bu konuda bk. Karadaş,
Cağfer, “Büyü ve Din”, Usûl I, 2004, s. 122-127.
[58] İbn Haldûn, s. 101, 108.
[59] Cevad Ali, VI, 765-766.
[60] İbn Hişâm, I, 70.
[61] İbn Hişâm, I, 217.
[62] İbn Sa’d, I, 151-152.
[63] İbn Sa’d, I, 166-167.
[64] İbn Sa’d, I, 167.
[65] İbn Sa’d, I, 167.
[66] Taberî, Câmiu’l-Beyân, V, 153-154; Cevad
Ali, VI, 768.
[67] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, (thk. Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşûr), I-VII, ?
1970 (Kitabü’ş-Şi’b), II, 484-485; İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, I-IV, Mısır 1328, II, 96-97.
[68] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 146; İbn
Hacer, el-İsâbe, I, 464; Cevad Ali, VI, 768-769.
[69] Tûr, 52/29.
[70] Hâkka, 69/42.
[71] Sa’d, 38/4-5.
[72] Kamer, 54/2.
[73] Duhân, 44/14; Tûr, 52/29; Kalem, 68/2.
[74] Mü’minûn, 23/68-70; Sebe’, 34/7-8; Kalem,
68/51-52.
[75] Enbiyâ 21/ 5; Hâkka, 69/41-43.
[76] İbn Hişâm, I, 288-289; Belâzürî, Ensâb, I, 133, 150.
[77] İbn Hişâm, I, 313-314.
[78] En’âm, 6/7; Ahkâf, 46/11. Peygamberlerin ve
büyücülerle farkı hakkında değerlendirmeler için bk. Karadaş, Cağfer, “Büyü ve
Din”, Usûl, c.1, sy.1, İstanbul 2004, s. 111-135.
[79] Furkân, 25/5.
[80] İbn Hişâm, I, 321, 383-384; Belâzürî, Ensâb, I, 139-140.
[81] Furkân, 25/4. Ayrıca bk. Enfâl, 8/31; En’âm,
6/25, Nahl, 16/24.
[82] Furkân, 25/5.
[83] Tûr, 52/33-34.
[84] Hûd, 11/13-14.
[85] Bakara, 2/23-24.
[86] Hicr. 15/18.
[87] Sâffât 37/7-10.
[88] Cin 72/8-9.
[89] En’âm, 6/112-113.
[90] En’âm, 6, 121.
[91] Buhârî, Bed'ü'l-halk, 6. Melek ve
şeytanların kulak hırsızlığı yapıp gök yüzünden bilgi çalmalarıyla ilgili bk.
Çelebi, İlyas, “İstirakı Sem’”, DİA, XXIII, 371-373.
[92] Buhârî, Tıb, 46.
[93] Müslim, Selâm 122.
[94] Müslim, Selâm 123.
[95] Yûnus 10/20.
[96] Neml, 27/65.
[97] Sebe' 34/14.
[98] En'âm, 6/112-113.
[99] Ebû
Dâvûd, Tıb, 21
[100] Tirmizî Tahâret 102; İbn Mâce, Tahâret
122; Dârimî, Tahâret 107
0 yorum:
Yorum Gönder