Dr.
Ramazan YILDIRIM
Medine’de toplam beş gün kalıyoruz. Bir pazartesi günü ihram elbiselerimizi giyerek otelimizden ayrılıyoruz. Takriben on km. gittikten sonra Zu’l Huleyfe’de iki rekât namaz kılarak topluca niyet edip telbiyelerimizi getirdikten sonra ihrama girmiş oluyoruz.
Medine tarafından gelip bu noktayı geçmek
isteyen herkes ihrama girmek zorundadır. Özel bir alana giriyorsunuz, tabi bu
rastgele olmamalı… Başta elbise olmak üzere niyetiniz, düşündükleriniz, gündemleriniz
her şey özel olmalı… Sürekli bir dikkat ve teyakkuz hali yaşadığınız her an
devam etmeli. Kadınlar için değişen bir şey yok, normal elbiseleri ile
giriyorlar ihrama. Ancak erkekler iki parça büyük havludan oluşan elbiseye
bürünerek yalın ayak, başı açık bir şekilde yola revan oluyorlar. İhram aslında,
insanın bütün vücudunu tamamen örten kefenden daha küçük, zira baş ve ayaklar
açıkta kalıyor. Yani ölmeden önce gerçek bir ölümü hatırlatıyor ve provasını
yaptırıyor insana. Hayatta olduğumuz halde bir boyuttan farklı bir boyuta, farklı
bir evrene geçiyoruz. Kullanmasını bilenler için aslında rahat bir elbise
olmasına rağmen bizim erkekler pek alışık olmadığından biraz problem yaşıyor ve
her an üzerlerinden düşecekmiş gibi bir duyguya sahipler. Bundan dolayı nasıl
bağlanması gerektiğini defalarca bizzat göstererek anlatıyoruz.
İhrama girmek beraberinde meşru olan birçok
şeyi insana yasaklı hale getiriyor. Kelimenin kendisi aslında bazı şeyleri
kendine haram kılmak, yasaklamak anlamına geliyor. Bu yasaklar, insanın
kendi iç dünyası olan niyetinde başlayıp vücuduna, oradan ortam ve doğal çevresine
doğru iç içe halkalar halinde yayılan dalgalar şeklinde devam ediyor. Düşünün ihramlı
iken ‘benimdir’ dediğin vücudunda bile herhangi bir tasarrufta
bulunamıyorsun. Tırnağını kesemiyor, tıraş olamıyor, başını örtemiyorsun.
Vücudundan en basit bir kıl dahi koparamıyorsun... Bu, aslında insan vücudunun kendisine
ait olmadığını, ruhun o vücut kafesinde emanet olarak kalıp, aletlere benzeyen o
organları geçici bir süreliğine kullandığını gösteriyor. Zira ‘ben’
dediğin tam olarak kim acaba ve kime ait? Şair’in; ben ben diyorsun, ben
kimsin? sözü geliyor aklıma, gerçekten kimiz ve ne ifade ediyoruz bu gizem
dolu evrende…
Düşünün, ihrama girdiği andan itibaren, yıllardır
beraber hayatını idame ettirdiğin ve benim dediğin vücuduna hükmedemiyorsun. Birden
hakimiyet alanının dışına çıkıyor ve senin olmadığını anlıyorsun. Aslında hakikatin
sert tahtasına çarpan kafa zonklayıp kendine geliyor. Çünkü gerçekte de hiçbir
organına hükmetme yetkisi, gücü, kuvveti yok ki insanın. Kim ister mesela; saçlarının
beyazlamasını, belinin bükülmesini, giderek ihtiyar olup güç ve takatten
düşmeyi? Ama yaşıyoruz bunları hepimiz ve bunlar hayatın realiteleri. İşte
ihram bir tokmak gibi insanın kafasına inip uyanmasına ve kendine gelmesine
vesile oluyor aslında. Ve insan, ben kendi vücuduma ait, basit bir şey olan
tırnaklarımı kesemiyor, tıraş olamıyor ve güzel bir koku dahi sürünemiyorsam,
gücüm nedir? Nelere hükmedebilirim? Beni benden dahi alan bu sonsuz
gücün sahibi kim? Diyerek sonsuz güç Sahibini anlama yoluna giriyor.
Bu şekilde insana kendi gücünün sınırlarını
gösteren ihram aynı zamanda insanın başıboş olmadığını, bir sahibi olduğunu ve O
sahibinin bu ihram esnasında meşru olan şeyleri yasakladığı gibi hayatın geri
kalan diğer alanlarında da bazı şeyleri ve davranışları yasakladığını
hatırlatıyor insana… Kısaca kul olduğunu ve bunun gereğini yerine getirmesinin
lüzumunu hal diliyle söylüyor ve hatırlatıyor ihram insana. İhramın bir de
çevre ile ilgili talimatları var ki; bu talimatların konulduğu dönemlerde eşi ve
benzeri bulunmayan uygulamalardır. Çünkü ihrama girmek durumunda olduğumuz
alanın bitkilerine, otuna, ağacına hiçbir şekilde zarar verilemez, onlardan
parça koparılamaz ve hiçbir canlısı öldüremez. Bu uygulama, zaten bu sayılan
varlıklar açısından fakir olan bölgenin kısmen canlandırılmasına matuf olduğu
gibi Müslümanlarda çevre bilincini geliştirme ve içinde yaşadığı çevreye bigane
kalmama şuurunu canlandırmak gibi hikmetleri olan bir emirdir.
Bu uygulama ile ihram, insanda ciddi anlamda
bir çevre bilinci geliştirdiği gibi o çevre ve içindeki ot, ağaç ve hayvanlara
karşı keyfiliğin olmaması gerektiğini hatırlatıyor. Aslında Müslüman kişi ve
etrafını çepeçevre kuşatan ortamdaki otlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, nehirler,
sular, yıldızlar, güneş ve ay aynı kudretin yarattığı varlıklardır ve hepsi Allah’a
teslim olmuş Müslümandır. Müslüman Müslümana nasıl zarar verebilir? Benim bana
ait olmadığımı, sonsuz bir gücün, kudretin kelimelerime, hareketlerime yön
verdiğini ve benimle aynı evreni paylaşan diğer varlıklara karşı olması gereken
tutumumu hatırlatan ihram, bu bilincinin, ihram dışındaki hayatın da her alanına
yerleşmesi için güzel bir başlangıç. Nihayetinde doğumdan ölüme kadar bir
ihram içerisinde geçmiyor mu hayatımız veya öyle geçmeli değil mi?
Kefene benzer beyaz rengiyle ölümü hatırlatan ihram,
çıplak geldiğimiz gibi çıplak gideceğimizi fısıldıyor kulaklarımıza. Dünya
üzerindeki bu mıntıkaya/alana mevki, makam, mal, mülk, sosyal konum gibi her
şeyimizi geride bırakıp, herkesle aynı şekilde girebildiğimiz gibi dünyaya gelirken
kendimizle getiremediğimiz her şeyi bir gün burada bırakarak hayatın farklı bir
boyutuna geçeceğimiz geliyor akıllara. İşte bu yeni boyutu dinimiz ahiret
diye isimlendirmiş ve o hayatın hepimizi beklediğini birçok vesile ile bizlere
bildirmiştir. Bu duygularla ve ifade etmekten aciz kaldığım birçok duygu ve
düşüncelerle birkaç otobüs peş peşe yola revan olup Mekke’ye doğru yol almaya
başlıyoruz. Seyir halinde iken bulduğumuz her fırsatta telbiye, tekbir, tehlil,
salavat gibi mübarek cümleleri dilimizden eksik etmemeye çalışıyoruz.
Yolumuz, irili ufaklı taşlardan oluşan küçük tepecikler
arasından yer yer düz ama bitki ve ağaç namına pek bir şeyin bulunmadığı yerlerden
kıvrılarak gidiyor. Yolda ikindi ve akşam namazlarımızı farklı yer ve
zamanlarda eda ettikten sonra devam ediyoruz.
Mekke
Gece saat 22.00 civarında varıyoruz Mekke’deki
otelimize. Ten’im yolu üzerinde bulunan otelimizin Ka’be’ye yakın bir konumda
olduğunu sonradan anlıyoruz. Öyle ki yürüyerek on dk. gibi kısa bir zamanda
varmak mümkün Ka’be’ye. Bu, güzel bir şey zira arabaların olmadığı durumlarda
rahatça yürüyerek gidip gelme imkânına sahibiz. Kur’an’ın kendisinden Bekke
diye bahsettiği Mekke, insanlık tarihi kadar eski bir şehir. İlahi vahiy kendisini
şereflendirdikten sonra Ümm-ü’l Kura (Beldelerin Anası) ismini almış ve
bu isimle de anılır olmuş. Fiziki olarak koyu kahverenginden kızıla çalan
renklerden oluşan taşların oluşturduğu tepelerin arasına yerleşmiş kadim bir
şehir. Toprak çok az, neredeyse yok gibi, kaya temeller yontularak üzerine inşa
edilen devasa otellerde ağırlanmakta Rahman’ın misafirleri. Bu şehirde otelden
başka bina bulmak biraz zor.
Ana caddeler üzerinde seyrettiğinizde modern
yüksek binalar görülse de ara sokaklara girdiğiniz zaman eski binalar, çarpık
ve düzensiz yapılar karşılamakta sizleri. Alt yapı ve belediyecilik hizmetleri
maalesef çok zayıf. İnsani kıstaslarla değerlendirildiğinde öyle gidip ziyaret
etmeye değer bir manzarası, akarsuyu, piknik alanı, yeşilliği vs yoktur. Fakat
ilahi kudret burayı mukaddes saydığı için taşıyla, toprağıyla kutsal bir hal
almış ve ilk insandan bugüne kadar akın akın gelen ziyaretçilerine sinesini açmıştır.
Havalar gerçekten çok sıcak öyle ki geceleri bile neredeyse 35-40 derece.
Gündüzleri zaruri bir sebep olmadıkça dışarı çıkmak mümkün değil. Buna rağmen
sıcaklığa aldırış etmeden Ka’be’ye coşku, içtenlik ve samimiyetle gelen-giden,
tavaf eden veya oturup seyreden insan kalabalığını günün her saatinde görmek
mümkün.
Ka’be
Gece saat 22.00 civarında otelimize varınca,
görevli arkadaşlarımızla hangi saatte hacılarımızı Ka’be’ye götürmenin uygun
olacağı konusunda istişareler yapıyoruz. Nihayet hacılarımızın biraz
dinlendikten sonra abdestlerini almış vaziyette gece saat 00.00’da otel
lobisinde hazır olmaları gerektiği hususunu bütün kafile ile paylaşarak
odalarımıza çekiliyoruz. Anlaştığımız saatte hacılarımızla otel lobisinde
buluşup gelen arabalara hacılarımızı bindiriyoruz ve her arabanın başına da bir
görevli hocamız biniyor onlarla beraber. Biz de en son araca binerek devam
ediyor ve Kabe’ye gitmek üzere garajların yanında anlaştığımız yerde
buluşuyoruz. Kafilemizi tekrar bir araya getirip toplayarak beraberce Yatsı
namazlarımızı eda ediyoruz. Sonra biz önde, görevli arkadaşlarımızın her biri
sağ, sol ve arka cenahlarda olmak üzere, fazla ses çıkarmadan ama her birimizin
daha canlı mırıldandığı telbiye, tekbir ve tehlillerle yürüyoruz en mukaddes
noktaya doğru.
Ka’be’nin tam huzuruna varıncaya kadar
hacılarımızdan, sadece ayak uçlarına bakarak yürümelerini istirham ediyoruz. Ka’be’yi
ilk göreceğimiz anda yapacağımız duanın kabul olacağını hatırlattıktan sonra, hacılarımızdan
‘Hocam öyleyse nasıl dua edelim’? tarzında gelen sorulara; “Ya Rabbi
bu mübarek mekânda ve hayatımın sonuna kadar yapacağım dua ve ibadetlerimde
ihlaslı olmayı nasip et, dua ve ibadetlerimi kabul eyle, beni ve neslimi dinine
samimiyetle hizmet eden kullarında eyle” diye tavsiyelerde bulunuyoruz. Kalabalık
içerisinde imkanların elverdiği ölçüde ayrılmadan tek gurup halinde hedefimize
doğru ilerliyoruz, derken kendimizi dünyanın gelmiş-geçmiş en mukaddes
noktasının huzurunda buluyoruz ve karşımızda Ka’be… Bu ne ihtişam Ya
Rabbi… Bu ne saygınlık… Birden lahuti alemlere gidiyor insan, kalpler heyecanla
atmaya başlıyor. Tavaf eden insanların oluşturduğu manzara, kendi etrafında
devr-i daim eden bir seli andırıyor.
Ka’be, insanlık tarihi kadar eski olan
Mekke’de ilk insan tarafından, o günün şart ve imkanlarına göre temelleri
atılarak inşa edilmiş, yeryüzünün ilk binası, yapısı, ya da evi… Gezegenimizde
Allah’la irtibatın ilk kurulduğu yer ve Allah’a ibadet edilen ilk mekân. İlk
insanın ilk tövbesinin kabul edildiği yer… Fizik ile metafizik, kul ile Rabbi
arasındaki bağlantının kurulduğu ilk mekân. Yaratıldığı günden kıyamete kadar
yeryüzünün en şerefli, en izzetli, en azametli ve en saygın noktası. Efendimizin
(sav) kendisinden ayrılmak zorunda kaldığı zaman, Ka’be’yi görebileceği son
noktaya varınca ona doğru dönerek; Ey Kâ’be, senin konumun ne kadar
izzetlidir, senin kokun ne güzeldir, senin şerefin ne yücedir. Vallahi eğer
kavmim beni buradan çıkmak zorunda bırakmamış olsalardı, asla seni bırakıp
gitmezdim, dediği ve ayrılığı Peygamber kalbine ağır gelen şerefli mekân.
Rivayetlere göre ilk temelleri Âdem babamız
tarafından atılmış… Bu temeller zaman içerisinde gelen sel ve yağmur sularının
getirdiği kum ve çakıllarla kaybolunca ilahi vahyin irşadı ile, üç semavi dinin
başında duran atamız İbrahim (as) ve oğlu İsmail (as) tarafından aynı temeller
üzerine inşa edilmiş görkemli yapı. Derinlemesine dünyanın zeminine inen ve
yüksekliği manevi anlamda göklere uzanan nurani bir mihver ki, dünya onun
etrafında dönüyor. Bugün etrafı büyük, yüksek binalarla kapatılmış olsa da
heybetinden ve saygın durumundan hiçbir şey kaybetmemiştir. İnsandaki kalbin
evrendeki muadili Ka’bedir ve onun şubeleri olan camiler de İslam cemiyetinin
ve mahallesinin kalbi mesabesindedir. Bu kalp ne zaman tevhid temelinde marifet,
irfan, adalet, hakikat, kâmil insanlık kanını pompalasa o zaman cemiyet
düzelir. İnsan kendine gelir, hakikatini ve mahiyetini anlar, yaratılış
hikmetini kavrar ve bu minval üzere hayatını devam ettirme yoluna girer.
Ka’be, yapısında Cennetten gelen bir parçayı
(Hacer-u’l Esved) barındırmaktadır ve yanı başında Cennetten gelen şifa kaynağı
bir su (Zemzem) ikram edilmektedir bütün beşeriyete. Dünyaya ışık saçan dört
köşesiyle, kapısı, örtüsü, hacer-u’l esvedi, mültezemi, hicr-i ismaili, altın
oluku ve şazervanıyla Ka’be müstesna bir bina olarak karşımızda durmaktadır. Dünyanın
her tarafından buraya gelen Müslümanlar ibadetlerini burada Allah’a arz
ettikleri gibi dünyanın çok farklı bölgelerinde, kendi memleketlerinde olan
Müslümanlar da bu kıbleye dönerek namaz, dua ve tazarrularını Rablerine arz
etmeye devam etmektedirler…
ALLAH razı olsun SAYIN hocam
YanıtlaSil