20 Nisan 2024 Cumartesi

2023 Yılı Hac Yolculuğunda Hisler ve Hatıralar - III Arzın Kalbine Doğru


 


2023 Yılı Hac Yolculuğunda Hisler ve Hatıralar - III
Arzın Kalbine Doğru

Dr. Ramazan YILDIRIM

Medine’de toplam beş gün kalıyoruz. Bir pazartesi günü ihram elbiselerimizi giyerek otelimizden ayrılıyoruz. Takriben on km. gittikten sonra Zu’l Huleyfe’de iki rekât namaz kılarak topluca niyet edip telbiyelerimizi getirdikten sonra ihrama girmiş oluyoruz.

Medine tarafından gelip bu noktayı geçmek isteyen herkes ihrama girmek zorundadır. Özel bir alana giriyorsunuz, tabi bu rastgele olmamalı… Başta elbise olmak üzere niyetiniz, düşündükleriniz, gündemleriniz her şey özel olmalı… Sürekli bir dikkat ve teyakkuz hali yaşadığınız her an devam etmeli. Kadınlar için değişen bir şey yok, normal elbiseleri ile giriyorlar ihrama. Ancak erkekler iki parça büyük havludan oluşan elbiseye bürünerek yalın ayak, başı açık bir şekilde yola revan oluyorlar. İhram aslında, insanın bütün vücudunu tamamen örten kefenden daha küçük, zira baş ve ayaklar açıkta kalıyor. Yani ölmeden önce gerçek bir ölümü hatırlatıyor ve provasını yaptırıyor insana. Hayatta olduğumuz halde bir boyuttan farklı bir boyuta, farklı bir evrene geçiyoruz. Kullanmasını bilenler için aslında rahat bir elbise olmasına rağmen bizim erkekler pek alışık olmadığından biraz problem yaşıyor ve her an üzerlerinden düşecekmiş gibi bir duyguya sahipler. Bundan dolayı nasıl bağlanması gerektiğini defalarca bizzat göstererek anlatıyoruz.

İhrama girmek beraberinde meşru olan birçok şeyi insana yasaklı hale getiriyor. Kelimenin kendisi aslında bazı şeyleri kendine haram kılmak, yasaklamak anlamına geliyor. Bu yasaklar, insanın kendi iç dünyası olan niyetinde başlayıp vücuduna, oradan ortam ve doğal çevresine doğru iç içe halkalar halinde yayılan dalgalar şeklinde devam ediyor. Düşünün ihramlı iken ‘benimdir’ dediğin vücudunda bile herhangi bir tasarrufta bulunamıyorsun. Tırnağını kesemiyor, tıraş olamıyor, başını örtemiyorsun. Vücudundan en basit bir kıl dahi koparamıyorsun... Bu, aslında insan vücudunun kendisine ait olmadığını, ruhun o vücut kafesinde emanet olarak kalıp, aletlere benzeyen o organları geçici bir süreliğine kullandığını gösteriyor. Zira ‘ben’ dediğin tam olarak kim acaba ve kime ait? Şair’in; ben ben diyorsun, ben kimsin? sözü geliyor aklıma, gerçekten kimiz ve ne ifade ediyoruz bu gizem dolu evrende…

Düşünün, ihrama girdiği andan itibaren, yıllardır beraber hayatını idame ettirdiğin ve benim dediğin vücuduna hükmedemiyorsun. Birden hakimiyet alanının dışına çıkıyor ve senin olmadığını anlıyorsun. Aslında hakikatin sert tahtasına çarpan kafa zonklayıp kendine geliyor. Çünkü gerçekte de hiçbir organına hükmetme yetkisi, gücü, kuvveti yok ki insanın. Kim ister mesela; saçlarının beyazlamasını, belinin bükülmesini, giderek ihtiyar olup güç ve takatten düşmeyi? Ama yaşıyoruz bunları hepimiz ve bunlar hayatın realiteleri. İşte ihram bir tokmak gibi insanın kafasına inip uyanmasına ve kendine gelmesine vesile oluyor aslında. Ve insan, ben kendi vücuduma ait, basit bir şey olan tırnaklarımı kesemiyor, tıraş olamıyor ve güzel bir koku dahi sürünemiyorsam, gücüm nedir? Nelere hükmedebilirim? Beni benden dahi alan bu sonsuz gücün sahibi kim? Diyerek sonsuz güç Sahibini anlama yoluna giriyor.

Bu şekilde insana kendi gücünün sınırlarını gösteren ihram aynı zamanda insanın başıboş olmadığını, bir sahibi olduğunu ve O sahibinin bu ihram esnasında meşru olan şeyleri yasakladığı gibi hayatın geri kalan diğer alanlarında da bazı şeyleri ve davranışları yasakladığını hatırlatıyor insana… Kısaca kul olduğunu ve bunun gereğini yerine getirmesinin lüzumunu hal diliyle söylüyor ve hatırlatıyor ihram insana. İhramın bir de çevre ile ilgili talimatları var ki; bu talimatların konulduğu dönemlerde eşi ve benzeri bulunmayan uygulamalardır. Çünkü ihrama girmek durumunda olduğumuz alanın bitkilerine, otuna, ağacına hiçbir şekilde zarar verilemez, onlardan parça koparılamaz ve hiçbir canlısı öldüremez. Bu uygulama, zaten bu sayılan varlıklar açısından fakir olan bölgenin kısmen canlandırılmasına matuf olduğu gibi Müslümanlarda çevre bilincini geliştirme ve içinde yaşadığı çevreye bigane kalmama şuurunu canlandırmak gibi hikmetleri olan bir emirdir.

Bu uygulama ile ihram, insanda ciddi anlamda bir çevre bilinci geliştirdiği gibi o çevre ve içindeki ot, ağaç ve hayvanlara karşı keyfiliğin olmaması gerektiğini hatırlatıyor. Aslında Müslüman kişi ve etrafını çepeçevre kuşatan ortamdaki otlar, ağaçlar, dağlar, taşlar, nehirler, sular, yıldızlar, güneş ve ay aynı kudretin yarattığı varlıklardır ve hepsi Allah’a teslim olmuş Müslümandır. Müslüman Müslümana nasıl zarar verebilir? Benim bana ait olmadığımı, sonsuz bir gücün, kudretin kelimelerime, hareketlerime yön verdiğini ve benimle aynı evreni paylaşan diğer varlıklara karşı olması gereken tutumumu hatırlatan ihram, bu bilincinin, ihram dışındaki hayatın da her alanına yerleşmesi için güzel bir başlangıç. Nihayetinde doğumdan ölüme kadar bir ihram içerisinde geçmiyor mu hayatımız veya öyle geçmeli değil mi?

Kefene benzer beyaz rengiyle ölümü hatırlatan ihram, çıplak geldiğimiz gibi çıplak gideceğimizi fısıldıyor kulaklarımıza. Dünya üzerindeki bu mıntıkaya/alana mevki, makam, mal, mülk, sosyal konum gibi her şeyimizi geride bırakıp, herkesle aynı şekilde girebildiğimiz gibi dünyaya gelirken kendimizle getiremediğimiz her şeyi bir gün burada bırakarak hayatın farklı bir boyutuna geçeceğimiz geliyor akıllara. İşte bu yeni boyutu dinimiz ahiret diye isimlendirmiş ve o hayatın hepimizi beklediğini birçok vesile ile bizlere bildirmiştir. Bu duygularla ve ifade etmekten aciz kaldığım birçok duygu ve düşüncelerle birkaç otobüs peş peşe yola revan olup Mekke’ye doğru yol almaya başlıyoruz. Seyir halinde iken bulduğumuz her fırsatta telbiye, tekbir, tehlil, salavat gibi mübarek cümleleri dilimizden eksik etmemeye çalışıyoruz.

Yolumuz, irili ufaklı taşlardan oluşan küçük tepecikler arasından yer yer düz ama bitki ve ağaç namına pek bir şeyin bulunmadığı yerlerden kıvrılarak gidiyor. Yolda ikindi ve akşam namazlarımızı farklı yer ve zamanlarda eda ettikten sonra devam ediyoruz.

Mekke

Gece saat 22.00 civarında varıyoruz Mekke’deki otelimize. Ten’im yolu üzerinde bulunan otelimizin Ka’be’ye yakın bir konumda olduğunu sonradan anlıyoruz. Öyle ki yürüyerek on dk. gibi kısa bir zamanda varmak mümkün Ka’be’ye. Bu, güzel bir şey zira arabaların olmadığı durumlarda rahatça yürüyerek gidip gelme imkânına sahibiz. Kur’an’ın kendisinden Bekke diye bahsettiği Mekke, insanlık tarihi kadar eski bir şehir. İlahi vahiy kendisini şereflendirdikten sonra Ümm-ü’l Kura (Beldelerin Anası) ismini almış ve bu isimle de anılır olmuş. Fiziki olarak koyu kahverenginden kızıla çalan renklerden oluşan taşların oluşturduğu tepelerin arasına yerleşmiş kadim bir şehir. Toprak çok az, neredeyse yok gibi, kaya temeller yontularak üzerine inşa edilen devasa otellerde ağırlanmakta Rahman’ın misafirleri. Bu şehirde otelden başka bina bulmak biraz zor.

Ana caddeler üzerinde seyrettiğinizde modern yüksek binalar görülse de ara sokaklara girdiğiniz zaman eski binalar, çarpık ve düzensiz yapılar karşılamakta sizleri. Alt yapı ve belediyecilik hizmetleri maalesef çok zayıf. İnsani kıstaslarla değerlendirildiğinde öyle gidip ziyaret etmeye değer bir manzarası, akarsuyu, piknik alanı, yeşilliği vs yoktur. Fakat ilahi kudret burayı mukaddes saydığı için taşıyla, toprağıyla kutsal bir hal almış ve ilk insandan bugüne kadar akın akın gelen ziyaretçilerine sinesini açmıştır. Havalar gerçekten çok sıcak öyle ki geceleri bile neredeyse 35-40 derece. Gündüzleri zaruri bir sebep olmadıkça dışarı çıkmak mümkün değil. Buna rağmen sıcaklığa aldırış etmeden Ka’be’ye coşku, içtenlik ve samimiyetle gelen-giden, tavaf eden veya oturup seyreden insan kalabalığını günün her saatinde görmek mümkün.

Ka’be

Gece saat 22.00 civarında otelimize varınca, görevli arkadaşlarımızla hangi saatte hacılarımızı Ka’be’ye götürmenin uygun olacağı konusunda istişareler yapıyoruz. Nihayet hacılarımızın biraz dinlendikten sonra abdestlerini almış vaziyette gece saat 00.00’da otel lobisinde hazır olmaları gerektiği hususunu bütün kafile ile paylaşarak odalarımıza çekiliyoruz. Anlaştığımız saatte hacılarımızla otel lobisinde buluşup gelen arabalara hacılarımızı bindiriyoruz ve her arabanın başına da bir görevli hocamız biniyor onlarla beraber. Biz de en son araca binerek devam ediyor ve Kabe’ye gitmek üzere garajların yanında anlaştığımız yerde buluşuyoruz. Kafilemizi tekrar bir araya getirip toplayarak beraberce Yatsı namazlarımızı eda ediyoruz. Sonra biz önde, görevli arkadaşlarımızın her biri sağ, sol ve arka cenahlarda olmak üzere, fazla ses çıkarmadan ama her birimizin daha canlı mırıldandığı telbiye, tekbir ve tehlillerle yürüyoruz en mukaddes noktaya doğru.

Ka’be’nin tam huzuruna varıncaya kadar hacılarımızdan, sadece ayak uçlarına bakarak yürümelerini istirham ediyoruz. Ka’be’yi ilk göreceğimiz anda yapacağımız duanın kabul olacağını hatırlattıktan sonra, hacılarımızdan ‘Hocam öyleyse nasıl dua edelim’? tarzında gelen sorulara; “Ya Rabbi bu mübarek mekânda ve hayatımın sonuna kadar yapacağım dua ve ibadetlerimde ihlaslı olmayı nasip et, dua ve ibadetlerimi kabul eyle, beni ve neslimi dinine samimiyetle hizmet eden kullarında eyle” diye tavsiyelerde bulunuyoruz. Kalabalık içerisinde imkanların elverdiği ölçüde ayrılmadan tek gurup halinde hedefimize doğru ilerliyoruz, derken kendimizi dünyanın gelmiş-geçmiş en mukaddes noktasının huzurunda buluyoruz ve karşımızda Ka’be… Bu ne ihtişam Ya Rabbi… Bu ne saygınlık… Birden lahuti alemlere gidiyor insan, kalpler heyecanla atmaya başlıyor. Tavaf eden insanların oluşturduğu manzara, kendi etrafında devr-i daim eden bir seli andırıyor.

Ka’be, insanlık tarihi kadar eski olan Mekke’de ilk insan tarafından, o günün şart ve imkanlarına göre temelleri atılarak inşa edilmiş, yeryüzünün ilk binası, yapısı, ya da evi… Gezegenimizde Allah’la irtibatın ilk kurulduğu yer ve Allah’a ibadet edilen ilk mekân. İlk insanın ilk tövbesinin kabul edildiği yer… Fizik ile metafizik, kul ile Rabbi arasındaki bağlantının kurulduğu ilk mekân. Yaratıldığı günden kıyamete kadar yeryüzünün en şerefli, en izzetli, en azametli ve en saygın noktası. Efendimizin (sav) kendisinden ayrılmak zorunda kaldığı zaman, Ka’be’yi görebileceği son noktaya varınca ona doğru dönerek; Ey Kâ’be, senin konumun ne kadar izzetlidir, senin kokun ne güzeldir, senin şerefin ne yücedir. Vallahi eğer kavmim beni buradan çıkmak zorunda bırakmamış olsalardı, asla seni bırakıp gitmezdim, dediği ve ayrılığı Peygamber kalbine ağır gelen şerefli mekân.

Rivayetlere göre ilk temelleri Âdem babamız tarafından atılmış… Bu temeller zaman içerisinde gelen sel ve yağmur sularının getirdiği kum ve çakıllarla kaybolunca ilahi vahyin irşadı ile, üç semavi dinin başında duran atamız İbrahim (as) ve oğlu İsmail (as) tarafından aynı temeller üzerine inşa edilmiş görkemli yapı. Derinlemesine dünyanın zeminine inen ve yüksekliği manevi anlamda göklere uzanan nurani bir mihver ki, dünya onun etrafında dönüyor. Bugün etrafı büyük, yüksek binalarla kapatılmış olsa da heybetinden ve saygın durumundan hiçbir şey kaybetmemiştir. İnsandaki kalbin evrendeki muadili Ka’bedir ve onun şubeleri olan camiler de İslam cemiyetinin ve mahallesinin kalbi mesabesindedir. Bu kalp ne zaman tevhid temelinde marifet, irfan, adalet, hakikat, kâmil insanlık kanını pompalasa o zaman cemiyet düzelir. İnsan kendine gelir, hakikatini ve mahiyetini anlar, yaratılış hikmetini kavrar ve bu minval üzere hayatını devam ettirme yoluna girer.

Ka’be, yapısında Cennetten gelen bir parçayı (Hacer-u’l Esved) barındırmaktadır ve yanı başında Cennetten gelen şifa kaynağı bir su (Zemzem) ikram edilmektedir bütün beşeriyete. Dünyaya ışık saçan dört köşesiyle, kapısı, örtüsü, hacer-u’l esvedi, mültezemi, hicr-i ismaili, altın oluku ve şazervanıyla Ka’be müstesna bir bina olarak karşımızda durmaktadır. Dünyanın her tarafından buraya gelen Müslümanlar ibadetlerini burada Allah’a arz ettikleri gibi dünyanın çok farklı bölgelerinde, kendi memleketlerinde olan Müslümanlar da bu kıbleye dönerek namaz, dua ve tazarrularını Rablerine arz etmeye devam etmektedirler…

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar