1 Ocak 2024 Pazartesi

Ashâb-ı Suffe


ASHÂB-I SUFFE 

Prof. Dr. Adem APAK

Hicret Hz. Peygamber’in (sav) risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesi, İslâm dininin daha güçlü bir şekilde yayılması amacıyla gerçekleştirilmişti. Bunun ilk adımı olarak Medine‘de bir mescit inşasına karar verildi. Mescide mekân olarak Hz. Muhammed’in (sav) şehre geldiğinde devesinin çöktüğü yere yakın bir alanda bulunan Sehl ve Süheyl isimli yetimlere ait hurma kurutmalığı olarak kullanılan arsa seçildi. Esasında burası hicretten önce de adı geçen yetimlerin bakımını üstlenen Hazrecli Es’ad b. Zürâre tarafından mescit olarak tahsis edilmişti. Hz. Peygamber (sav) buraya ibadet merkezi inşasına karar verince, sahipleri yerlerini bedelsiz olarak vermek istemişler, ancak Allah Rasûlü (sav) arsanın ücretini kendilerine takdim etmiştir.[1]

Mescidin yapımına başlanmadan önce arazi inşaata hazır hale getirildi; bu amaçla arsada buradaki bulunan müşrik mezarlarını başka yerlere taşıdılar. Mescidin inşa faaliyetine başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere bütün Müslümanlar maddî imkânlarıyla ve bizzat çalışmak suretiyle fiziki katkılarıyla iştirak ettiler. Duvarları yükseltilen binanın direkleri hurma gövdelerinden, tavanı ise yine hurma dallarından yapıldı. Mescidin kıblesi Kudüs’e doğruydu. İbadet yerinin tamamlanmasından sonra binanın hemen bitişiğine Hz. Peygamber (sav) ve ailesinin kalacakları odalar ilave edildi. Bütün bu çalışmalar bittikten sonra Rasûlüllah (sav) misafir kaldığı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinden ayrılıp kendi konutuna yerleşti.[2]

Müslümanların ibadet merkezi olan Mecit’in hemen arka kısmına sayıları 30’a ulaşan yoksul ve evsizlere kalma yeri inşa edilmişti ki, buraya Suffe adı verilmiştir. Sözlükte “gölgelik” anlamına gelen suffe, Mescid-i Nebevî’nin giriş kısmında Medine’de evleri ve kalabilecek yakınları olmayan bir kısım sahâbînin barınması için yapılan mekânın adı olmuştur. Gerçekten de Hicretin başlamasıyla Medine'de büyük bir nüfus yığılması meydana gelmişti. Allah Rasûlü (sav) Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik (muâhât) kurmak suretiyle Mekkeli her bir muhaciri Medineli bir ailenin yanına yerleştirdi. Evli olan muhacirler ge­nellikle sığınabilecek bir yer bulabilirken bekâr, özellikle de kimsesiz ve fakir olan muhacirlerin yerleştirilmesi pek mümkün olmuyor, değişik yerlerde barınan kimsesiz muhacir­lerin çeşitli ihtiyaçlarım karşılamak da zor oluyordu. Bu durum onların Suffe gibi merkezî bir yerde toplanması zaruretini doğurmuştur. Burada kalan ve çoğunluğunu muhacirlerden oluşan topluluğa “Ashâbü’s-Suffe / Ashâb-ı Suffe” veya “Ehlü’s-Suffe / Ehl-i Suffe” denilmiştir. Suffe’de kalanların ihtiyaçları başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere diğer Müslümanlar tarafından karşılanmıştır.[3] Buradan Suffe’nin sosyal bir ihtiyaçtan doğmuş olduğu görülse de burasının aynı zamanda Mecit’in yanı başındaki bir eğitim merkezi misyonu üstlendiği hususu da unutulmamalıdır. Zira Suffe, sadece ihtiyaç sahibi Müslümanların barınması amacıyla yapılmış olsaydı, bunun için Mescid-i Nebî’nin yanında inşa edilmesi şart değildi; Medine’de uygun olan başka bir yere de bu bina yapılabilirdi. Bu sebeple Suffe’nin eğitim mekânı olma misyonunun daha öncelikli olduğu anlaşılır.  

Allah Rasûlü (sav) Hicretten sonra bir gün ashâbıyla birlikte Benî Selîme kabilesine ait mescitte öğle namazının ilk iki rekatını tamamladığında kıblenin değişmesiyle ilgili âyetler nâzil oldu:

Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. And olsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi getirsen de onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de mutlaka zalimlerden olursun”.[4]

Hicretten sonra 17. ayın başlarında (Recep pazartesi) öğle namazında nâzil olan bu âyetten sonra Hz. Peygamber (sav) yönünü Kudüs’den Mekke’ye doğru çevirdi. Kâbe’nin kıble olmasıyla birlikte Suffe için ayrılan binalar mescidin kuzeyine alındı, eski mekân ise daha sonra genişletilen Mescid-i Nebevî’ye dahil edildi. Gerek Mekke muhacirlerinden gerekse daha sonra İslâm’ı kabul edip Medine’ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahâbîler burada kalmaya başladılar. Ayrıca Ensardan ve Abdullah b. Ömer gibi evleri olan muhacirlerden bazılarının ilim öğrenme adına Suffe ehline katıldıkları ve onlarla birlikte kaldıkları, dolayısıyla onların da Ashâb-ı Suffe’den sayıldıkları bilinmektedir.[5] Yeni katılanlar veya evlenip ayrılanlar olduğu için ashâb-ı Suffe’nin sayısı Medine’ye gelen yeni Müslümanlar sebebiyle sürekli değişiyordu. Kaynaklarda Suffe’nin mekân olarak genişliği tam olarak bildirilmemiş olsa da burada aynı anda yetmiş kişinin kaldığına dair rivayetler vardır. Gidip-gelmelerle birlikte çeşitli zamanlarda kalanların toplam sayısının 400’e ulaştığı ifade edilir. Zira Medine’ye ulaşıp orada bir tanıdığı bulunmayanlar ve Medine’ye gelen heyetler de genellikle Suffe’de ağırlanırdı. Dolayısıyla heyetler çoğaldıkça burada kalanların sayısının da arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir defasında Temîm kabilesinden seksen kişi Suffe’de ağırlanmıştır.[6]

Suffe’de kalanlar tasnif edildiğinde buranın mensuplarının başında kimsesiz Muhacirler geliyordu. Onların ilk akla gelenleri ise Abdullah b. Mes'ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir, Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî’dir. Ayrıca Mekke dışından hicret ederek Suffe'ye dahil olan muhacirler de vardı ki, bunların en meşhurları Yemen'in Devs kabilesinden Medine'ye hicret eden büyük hadis ravisi Ebû Hureyre’dir. Suffe’nin ikinci grup müdavimleri Medine’deki bekar Müslümanlardır. Onlar Medine'de evleri olsa da Hz. Peygamber'den (sav) daha fazla istifa­de edebilmek için evinde kalmayıp Suffe'de yatıp kalkarlardı. Sayıları az olan bu gruba, Abdullah b. Ömer'i örnek vermek mümkündür. Arap kabilelerinden Müslüman olup göç edenler de Suffe’de iskân edilirlerdi. Hz. Peygamber (sav), müşrik kabileler arasında Müslüman olan kimselerin Medine'ye gelip yerleşmesini tavsiye ediyordu. Medine'de tanıdığı olmayan bu muhacirler zaruri olarak Suffe'ye yerleşiyorlar, bu arada İslâm'ı daha güzel bir şekilde öğrenme imkanına sahip olu­yorlardı. Yeni Müslüman olanların Medine'ye hicret etmelerini tavsiye etmekle Hz. Peygamber (sav) onların müşrik akrabala­rı tarafından ezilmemesini, İslâm'ı öğrenip daha sonra kabilesine giderek tebliğ etmesini de sağlamış oluyordu

Geçimlerini sağlayabilecekleri bir işleri olmayan Ehl-i Suffe’nin maişetiyle bizzat ilgilenen Rasûlullah (sav) akşam olunca karınlarını doyurmak için onları birer ikişer ashaba taksim eder, kendisi de evine götürür, yedirip içirdikten sonra yatmaları  için tekrar Suffe'ye gönderiyordu.[7] Allah Rasûlü’nün (sav) hemen hemen her gece evine misafir kabul ettiği Suffeli sa­yısı on kişi civarında oluyordu.[8] Hz. Peygamber (sav) bazan Suffe'dekilerin tamamını evine davet eder, onlara ikramlarda bulunurdu. Nitekim Hz. Zeyneb'le (rah) evlendiği zaman Ümmü Süleym'in (rah) gön­derdiği düğün yemeğine, içlerinde Ashâb-ı Suffe'nin da bulundu­ğu 300 kadar sahâbî katılmış, bunlar onar kişilik guruplar halinde yemek yemişti.[9] Bu uygulama Müslümanların maddî durumu düzelinceye kadar devam etti.[10] Rasûl-i Ekrem (sav) kendisine getirilen sadakaların tamamını Suffe ehline gönderir, hediyeleri ise onlarla paylaşırdı.[11] Öyle ki, onların ihtiyaçlarını aile fertlerinin ihtiyaçlarının önüne alırdı. Nitekim Hz. Fâtıma (rah) kendisine yardım etmek üzere bir hizmetçi talep ettiğinde, buna karşılık Hz. Peygamber (sav) Ehl-i Suffe’nin ihtiyaçlarını giderebilmek için kızının arzusunu geri çevirmişti.[12] Hurmaların hasat zamanı gelince herkes gücüne göre hurma salkımlarını getirir, mescide asar, Ehl-i Suffe karınlarını bunlarla doyururdu. Ashâb-ı Suffe’nin yiyeceği genellikle hurma idi. Sürekli olarak hurma yedikleri için midelerinin kavrulduğunu söyleyerek şikayette bulunan bazı Suffelilere Rasûlullah (sav) bir hutbe irad ederek şöyle demişti: "Neden bazıları 'hurma karnımızı kavurdu' diyor Siz bilmiyor musunuz ki, Medinelilerin yiyeceği hurmadır. Onlar yiyeceklerini bizimle, biz de sizinle paylaşıyoruz. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, iki aydan beri Allah Rasûlü’nün (sav) evinde duman tütmedi, yedikleri hurma ve su­dan başka bir şey değil”.[13]. Anlaşıldığı kadarıyla Suffeliler her gün düzenli bir şekilde yiyecek bulamıyor, bazen günler boyu aç kaldıkları oluyordu. Bu durumu, Medine'deki umûmî şartlar içinde değerlendirmek gerekir. Rasûlullah'ın (sav) evinde bazen aylar boyunca ateş yanmadığı, ekmek-yemek pişirilmeyip kuru hurma yendiği düşünülürse, Ashâb-ı Suffe’nin karşılaştığı bu güçlüklerin, umûmî hayatın bir yansıması olduğu görülür. Ehl-i Suffe’nin iaşe konusunda karşılaştığı sıkıntıların bir benzerini, giyinme konusunda da yaşa­dıkları görülür. Nitekim Ebû Hureyre, Ashâb-ı Suffe’den 70 kişinin, üze­rinde bir rida olmayacak kadar çıplak bir vaziyette olduğunu, bunlardan bazılarının sadece bir izar, bazılarının da boyunlarına bağladıkları ve ayaklarının bir kısmına kadar uzanan bir örtü ile sarındıklarını zikreder.[14]

Ashâb-ı Suffe genelde Müslümanların ihsanıyla geçinirken, onlar arasında fizikî gücü yerinde olanlar, gündüzleri mescide su taşıyarak ve dağdan getirdikleri odunları satarak kendi ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır, geceleri de Kur’an tilâveti ve ilimle meşgul olurlardı.[15] Bununla birlikte çoğunlukla Ashâb-ı Suffe geçim darlığı içinde zâhidane bir hayat yaşıyordu. Hatta büyük bir kısmının üzerine giyebilecek uygun bir elbisesi dahi bulunmadığına ve bazılarının açlıktan dolayı namazda ayakta durmakta zorlandıklarına dair rivayetler vardır. Kur’an’da “kendilerini Allah yoluna vakfedip yeryüzünde dolaşarak geçimlerini sağlama imkânı bulamayan yoksullar” ifadesiyle[16] bütün zamanlarını Rasûl-i Ekrem’i (sav) dinlemeye ayırmaları sebebiyle geçimlerini kazanamayan Ashâb-ı Suffe’ye işaret edildiği bildirilmektedir

Ashâb-ı Suffe’nin eğitim ve öğretim işleriyle bizzat ilgilenen Rasûl-i Ekrem (sav) Suffe’de muntazam olarak dersler veriyordu. Ayrıca onlara yazı yazmayı ve Kur’an okumayı öğretmek üzere Ubâde b. Sâmit gibi hocalar da tayin edilmişti. Ebû Hüreyre, diğer sahâbîlerin neden kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara muhacirler çarşıda ticaretle, ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken Ehl-i Suffe’den biri olarak Rasûlullah’ın (sav) yanından ayrılmadığını, diğer sahâbîlerin bulunmadığı meclislere katılıp onların duymadığı hadisleri duyup ezberlediğini söylemiştir.[17] Onlar dinledikleri hadisleri diğer sahâbîlere de naklederek ilmin yayılmasına önemli katkıda bulunmuşlardır. Hadislerdeki birçok sened silsilesinin birinci halkasını Ehl-i Suffe’ye mensup isimlerin teşkil etmesi bunun bir delilidir.

Ehl-i Suffe özellikle İslâm’ı tebliğ için ihtiyaç duyulan yerlere gönderiliyordu. Onlar gittikleri yerlerde İslam dininin öğretilmesi konusunda mühim hizmetler verdiler. Ancak zaman zaman tebliğ amacıyla yola çıkmalarına rağmen ihanete uğramışlar, bu yolda hayatlarını kaybetmişlerdir. Siyer kaynaklarında ilim yolcularının hayatlarına mal olan iki trajik hadiseden bahsedilir ki bunların en başta gelenleri Raci’ ve Bi’ru Maûne olayıdır.

Raci hadisesi Hicrî 4. yılın Safer ayında (Temmuz 625) gerçekleşti. Riyayete göre Adal ve Karre kabilelerinden bir heyet Medine‘ye gelerek Rasûlüllah’tan (sav) kendilerine Kur’ân’ı ve İslâm esaslarını öğretecek muallimler göndermesini talep etti. Hz. Peygamber (sav) bunun üzerine çoğu Ehl-i Suffe’den olan Mersed b. Ebû Mersed liderliğinde on kişilik öğretmen heyetini yola çıkardı. Müslümanlar Mekke yolu üzerinde bulunan Racî’ suyu yakınında konakladılar. Bu sırada bölgenin hâkimi durumunda olan Hüzeyl kabilesine mensup Lihyânoğulları’ndan 100 kişilik bir grup onlar üzerine baskın düzenledi. Karşılıklı çarpışmalar sonucunda sahâbeden 7 kişi şehit edildi. Esir olarak ele geçirilenlerden Abdullah b. Târık yolda öldürüldü, geriye kalan Zeyd b. Desinne ile Hubeyb b. Adî ise köle olarak Kureyş müşriklerine satıldılar. Mekkeliler onları Müslümanlar tarafından öldürülen yakınlarına karşılık öldürmek istiyorlardı. Ebû Süfyan liderliğindeki Mekke müşrikleri dinini terk etmesi şartıyla Hubeyb’i serbest bırakacaklarını söylediler. Ancak o bu ölüm tehdidine rağmen bu teklifi kabul etmedi. Sadece ölmeden önce iki rek’at namaz kılmalarına müsaade etmelerini istedi. Hubeyb b. Adî öldürülmeden önce iki rekât namaz kılması, sonraki dönemlerde idam edilecek Müslümanlar için bir örnek teşkil etmiştir. Mekke müşrikleri daha sonra Bedir’de öldürülen akrabalarına karşılık işkence ile şehit ettiler[18]

Ashâb-ı Suffe’nin maruz kaldığı ikinci trajedi ise Uhud savaşından yaklaşık dört ay sonra Safer ayında (Temmuz 625) gerçekleşen Bi’ru Maûne hadisesidir. Âmir b. Sa’saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik Medine‘ye gelerek Hz. Peygamber’den (sav) İslâmiyet hakkında bilgi aldı ve kabilesine İslâm’ı anlatacak kişilerin gönderilmesinin faydalı olacağını söyledi. Rasûlüllah (sav), bölgeye gidecek Müslümanların can güvenliği konusunda ken­disinden kesin söz aldıktan sonra, çoğu Ensârdan müteşekkil ve Suffe’de yetişmiş, Kur’ân’ı iyi bilen ve kendilerine “kurrâ” denilen yetmiş kadar sahâbîyi Münzir b. Amr başkanlığında yola çıkardı.[19]

Hz. Peygamber’in (sav) görevlendirdiği tebliğ heyeti Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’ri Maûne’ye gelince aralarından Harâm b. Milhân’ı Hz. Peygamber’in (sav) davet mektubuyla birlikte Benî Âmir reislerinden ve Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir b. Tufeyl’e gönderdiler. İbn Tufeyl gelen mektubu okumadan elçinin üzerine saldırarak onu öldürdü. Ardından da Benî Âmir’den Müslümanlara hücum etmelerini istedi. Ancak onlar, bu sırada Necid taraflarında bulunan Ebû Berâ’nın Hz. Peygamber’e (sav) verdiği söze sadık kalacaklarını bildirerek İbn Tufeyl’in çağrısına iştirak etmediler. Bunun üzerine Âmir, bölgede yaşayan müşrik Benî Süleym kabilelerinden topladığı askerlerle Müslümanların üzerine saldırı düzenledi. Karşılıklı çarpışmalar neticesinde Ka’b b. Zeyd, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ve Münzir b. Muhammed dışında tebliğ heyetinin tamamı şehit edildi.[20] Bu hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen Rasûlüllah (sav), hiçbir felâket karşısında olmadığı derecede üzülmüş ve faciaya yol açanlara bir ay süreyle sabah namazlarında beddua etmiştir.[21]

Suffe ehlinin İslâmî ilimlerin gelişmesine doğrudan etkisi olmuştur. Nitekim başta Ebû Hüreyre olmak üzere en çok hadis rivayet eden sahâbîler Ehl-i Suffe’dendir. Onun ardından Ebû Zerr el-Gıfârî (281 hadis), Huzeyfe b. Yemân (225 hadis), Ammâr b. Yâsir (62 hadis), Selmân-ı Fârisî (60 hadis), Ukbe b. Âmir (55 hadis), Bilâl-i Habeşî (44 hadis) gelirler.

İslâm hukuku alanında ortaya çıkan Ehl-i Hadîs ve Ehl-i Re’y ekollerinin ilk temsilcileri kabul edilen Abdullah b. Ömer ile Abdullah b. Mes‘ûd benzeri bir çok sahâbî de Suffe’den yetişmiştir. Bunun yanında ilk dönem zühd hareketlerinin Ehl-i Suffe ile başladığı, Suffe’nin tasavvufun nüvesini teşkil ettiği kabul edilmektedir. Bazı tabakât müellifleri eserlerinde Ehl-i Suffe’yi geniş bir şekilde tanıtmış, bunlardan Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-Evliyâ adlı eserinde Suffe’de kalan 100 kadar sahâbî hakkında bilgi vermiştir. Bu hususta ayrıca pek çok araştırma da yapılmıştır.[22]

Hz. Peygamber’den (sav) sonra Suffe'nın eskisi gibi devam edip et­mediği hususu kaynaklarda açık değildir. Anlaşıldığı kadarıyla Hz, Ömer’in halifeliği döneminde fetihler­le Müslümanlar zenginleşip, herkese Beytülmâl'den maaş bağlanınca, Suffe Ashabı da normal hayat şartlarına kavuşmuş, za­manla Suffe’ye duyulan ihtiyaç ortadan kalkmış görünmektedir. Diğer taraftan Hz. Ömer ve Hz. Osman devirlerinde Mescid-i Nebevî'nin, birkaç yöne birden genişletilmesiyle Suffe tamamen mescidin içinde kalmış ve müstakil bir mahal olmaktan çıkmıştır.

Hulasa, Müslümanların Medine'ye hicretinden sonra meydana gelen soysal ve dini çeşitli ihtiyaçlar sonucu teşekkül eden Suffe ve Ashabı bir zaruretin sonucudur. Nitekim, bu zaruretler ortadan kalkınca bu müessese görevini tamamlamıştır. Fakat, mecburî olarak bir araya gelen kimsesiz, muhtaç, güçsüz bu in­sanların bütün maddî ve manevî ihtiyaçları, bizzat Rasûlüllah (sav) tarafından karşılan­mış, eğitilerek, pek çok yönde hizmet verebilecek hazır bir kuvvet haline gelmiştir. Peygamberimizin teşviki ile, daha çok ilim veya ibadete yönlendirilen Suffeliler, kabiliyetleri doğrultusunda ye­tişmiş şevkleri çok, dünyevî meşgaleleri yok olduğu için, bolca elde ettikleri sünnet bilgisini nakletmek suretiyle hadis rivayetine ve İslâm hukuk öğretilerinin teşekkülüne yaşadıkları hal ve tavır­larıyla da tasavvufî hareketlere büyük etkileri olmuştur.

 



[1]     Buhârî, Salât 48.

[2]   Buhârî, Salât 62, 63, Vesâyâ 30; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 141-143; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts., (Dâru Sâdır), I, 239-241.

[3]   Buhârî, İsti’zân 14; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 255-256.

[4]   Bakara, 2/144-145.

[5]   Buhârî, Salât, 58; Nesâî, Mesâcid, 29.

[6]   Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 371

[7]   Buhârî, Menâkıb, 25.

[8]   Buhârî, Mevâkıtu's-salât, 41.

[9]   Müslim, Nikâh, 94; Tirinizî, Tefsir, 48/34.

[10] Buhârî, Mevâķītü’ś-śalât, 41.

[11] Buhârî, Riķāķ, 17.

[12] Buhârî, Farzü’l-ħumus, 6.

[13] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 487.

[14] Buhârî, Salât, 58.

[15] Müslim, İmâre, 147.

[16] Bakara 2/273.

[17] Buhârî, Büyû, 1.

[18] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, I, 354-362.

[19] Buhârî, Meğâzî 28; Vâkıdî, Meğâzî, I; 346-347; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 51-52.

[20] Vâkıdî, Meğâzî, I, 347-349, 352-353; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 193-196; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 51-53.

[21] Buhârî, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid 297; Vâkıdî, Meğâzî, I,349-350.

[22] Suffe’nin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında bk. İsfahânî, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, I-II, Beyrut 1967, s. 337-347; Baktır, Mustafa, İslâm’da İlk Eğitim Müessesesi Ashâb-ı Suffe, İstanbul 1990; Umerî, Ekrem Ziyâ, “Ehlü’s-Suffe”, Mecelletü Külliyyeti’d-Dirâseti’l-İslâmiyye, sy. 2, Bağdat 1968, s. 143-163; Köten, Akif, “Asr-ı Saadette Suffe Ashâbı”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, (ed.Vecdi Akyüz), I-V, İstanbul 1994, IV, 381-416; Yılmaz, H. Kâmil, “Tasavvufî Açıdan Ashâb-ı Suffe”, Tasavvuf, yıl.3, sy.7, Ankara 2001, s. 9-33; Baktır, Mustafa, “Suffe”, DİA, XXXVII, 469-470.

 


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar