ASHÂB-I SUFFE
Prof. Dr. Adem
APAK
Hicret Hz. Peygamber’in (sav) risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesi, İslâm dininin daha güçlü bir şekilde yayılması amacıyla gerçekleştirilmişti. Bunun ilk adımı olarak Medine‘de bir mescit inşasına karar verildi. Mescide mekân olarak Hz. Muhammed’in (sav) şehre geldiğinde devesinin çöktüğü yere yakın bir alanda bulunan Sehl ve Süheyl isimli yetimlere ait hurma kurutmalığı olarak kullanılan arsa seçildi. Esasında burası hicretten önce de adı geçen yetimlerin bakımını üstlenen Hazrecli Es’ad b. Zürâre tarafından mescit olarak tahsis edilmişti. Hz. Peygamber (sav) buraya ibadet merkezi inşasına karar verince, sahipleri yerlerini bedelsiz olarak vermek istemişler, ancak Allah Rasûlü (sav) arsanın ücretini kendilerine takdim etmiştir.[1]
Mescidin yapımına başlanmadan önce arazi inşaata hazır hale
getirildi; bu amaçla arsada buradaki bulunan müşrik mezarlarını başka yerlere
taşıdılar. Mescidin inşa faaliyetine başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere
bütün Müslümanlar maddî imkânlarıyla ve bizzat çalışmak suretiyle fiziki katkılarıyla
iştirak ettiler. Duvarları yükseltilen binanın direkleri hurma gövdelerinden,
tavanı ise yine hurma dallarından yapıldı. Mescidin kıblesi Kudüs’e doğruydu. İbadet yerinin tamamlanmasından sonra binanın hemen
bitişiğine Hz. Peygamber (sav) ve ailesinin kalacakları odalar ilave edildi.
Bütün bu çalışmalar bittikten sonra Rasûlüllah (sav) misafir kaldığı Ebû Eyyûb
el-Ensârî’nin evinden ayrılıp kendi konutuna yerleşti.[2]
Müslümanların ibadet merkezi olan Mecit’in
hemen arka kısmına sayıları 30’a ulaşan yoksul ve evsizlere kalma yeri inşa
edilmişti ki, buraya Suffe adı verilmiştir. Sözlükte
“gölgelik” anlamına gelen suffe, Mescid-i Nebevî’nin giriş kısmında Medine’de
evleri ve kalabilecek yakınları olmayan bir kısım sahâbînin barınması için
yapılan mekânın adı olmuştur. Gerçekten de Hicretin başlamasıyla Medine'de
büyük bir nüfus yığılması meydana gelmişti. Allah Rasûlü (sav) Ensar ile
Muhacirler arasında kardeşlik (muâhât) kurmak suretiyle Mekkeli her bir
muhaciri Medineli bir ailenin yanına yerleştirdi. Evli olan muhacirler genellikle
sığınabilecek bir yer bulabilirken bekâr, özellikle de kimsesiz ve fakir olan
muhacirlerin yerleştirilmesi pek mümkün olmuyor, değişik yerlerde barınan
kimsesiz muhacirlerin çeşitli ihtiyaçlarım karşılamak da zor oluyordu. Bu
durum onların Suffe gibi merkezî bir yerde toplanması zaruretini doğurmuştur. Burada
kalan ve çoğunluğunu muhacirlerden oluşan topluluğa “Ashâbü’s-Suffe / Ashâb-ı
Suffe” veya “Ehlü’s-Suffe / Ehl-i Suffe” denilmiştir. Suffe’de kalanların
ihtiyaçları başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere diğer Müslümanlar tarafından karşılanmıştır.[3] Buradan Suffe’nin
sosyal bir ihtiyaçtan doğmuş olduğu görülse de burasının aynı zamanda Mecit’in
yanı başındaki bir eğitim merkezi misyonu üstlendiği hususu da unutulmamalıdır.
Zira Suffe, sadece ihtiyaç sahibi Müslümanların barınması amacıyla yapılmış
olsaydı, bunun için Mescid-i Nebî’nin yanında inşa edilmesi şart değildi;
Medine’de uygun olan başka bir yere de bu bina yapılabilirdi. Bu sebeple Suffe’nin
eğitim mekânı olma misyonunun daha öncelikli olduğu anlaşılır.
Allah Rasûlü (sav) Hicretten sonra
bir gün ashâbıyla birlikte Benî Selîme kabilesine ait mescitte öğle namazının ilk iki rekatını tamamladığında
kıblenin değişmesiyle ilgili âyetler nâzil oldu:
“Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip
durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut
olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne
çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne
dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir
gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz
değildir. And olsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi
getirsen de onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak
değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen
bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen
de mutlaka zalimlerden olursun”.[4]
Hicretten sonra 17. ayın başlarında (Recep
pazartesi) öğle namazında nâzil olan bu âyetten sonra Hz. Peygamber (sav)
yönünü Kudüs’den Mekke’ye doğru çevirdi. Kâbe’nin kıble olmasıyla birlikte Suffe
için ayrılan binalar mescidin kuzeyine alındı, eski mekân ise daha sonra
genişletilen Mescid-i Nebevî’ye dahil edildi. Gerek Mekke muhacirlerinden
gerekse daha sonra İslâm’ı kabul edip Medine’ye hicret edenlerden yoksul, bekâr
ve yakını bulunmayan sahâbîler burada kalmaya başladılar. Ayrıca Ensardan ve
Abdullah b. Ömer gibi evleri olan muhacirlerden bazılarının ilim öğrenme adına Suffe
ehline katıldıkları ve onlarla birlikte kaldıkları, dolayısıyla onların da
Ashâb-ı Suffe’den sayıldıkları bilinmektedir.[5] Yeni
katılanlar veya evlenip ayrılanlar olduğu için ashâb-ı Suffe’nin sayısı Medine’ye
gelen yeni Müslümanlar sebebiyle sürekli değişiyordu. Kaynaklarda Suffe’nin
mekân olarak genişliği tam olarak bildirilmemiş olsa da burada aynı anda yetmiş
kişinin kaldığına dair rivayetler vardır. Gidip-gelmelerle birlikte çeşitli
zamanlarda kalanların toplam sayısının 400’e ulaştığı ifade edilir. Zira Medine’ye
ulaşıp orada bir tanıdığı bulunmayanlar ve Medine’ye gelen heyetler de
genellikle Suffe’de ağırlanırdı. Dolayısıyla heyetler çoğaldıkça burada
kalanların sayısının da arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir defasında Temîm
kabilesinden seksen kişi Suffe’de ağırlanmıştır.[6]
Suffe’de kalanlar tasnif edildiğinde
buranın mensuplarının başında kimsesiz Muhacirler geliyordu. Onların ilk akla
gelenleri ise Abdullah b. Mes'ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir, Selmân-ı
Fârisî, Suheyb-i Rûmî’dir. Ayrıca Mekke dışından hicret ederek Suffe'ye dahil
olan muhacirler de vardı ki, bunların en meşhurları Yemen'in Devs kabilesinden
Medine'ye hicret eden büyük hadis ravisi Ebû Hureyre’dir. Suffe’nin ikinci grup
müdavimleri Medine’deki bekar Müslümanlardır. Onlar Medine'de evleri olsa da Hz. Peygamber'den (sav) daha fazla istifade
edebilmek için evinde kalmayıp Suffe'de yatıp kalkarlardı. Sayıları az olan bu
gruba, Abdullah b. Ömer'i örnek vermek mümkündür. Arap kabilelerinden Müslüman
olup göç edenler de Suffe’de iskân edilirlerdi. Hz.
Peygamber (sav), müşrik kabileler arasında Müslüman olan kimselerin Medine'ye
gelip yerleşmesini tavsiye ediyordu. Medine'de tanıdığı olmayan bu muhacirler
zaruri olarak Suffe'ye yerleşiyorlar, bu arada İslâm'ı daha güzel bir şekilde
öğrenme imkanına sahip oluyorlardı. Yeni Müslüman olanların Medine'ye hicret
etmelerini tavsiye etmekle Hz. Peygamber (sav) onların müşrik akrabaları
tarafından ezilmemesini, İslâm'ı öğrenip daha sonra kabilesine giderek tebliğ
etmesini de sağlamış oluyordu
Geçimlerini sağlayabilecekleri bir
işleri olmayan Ehl-i Suffe’nin maişetiyle bizzat ilgilenen Rasûlullah (sav)
akşam olunca karınlarını doyurmak için onları birer ikişer ashaba taksim eder, kendisi
de evine götürür, yedirip içirdikten sonra yatmaları için tekrar Suffe'ye gönderiyordu.[7]
Allah Rasûlü’nün (sav) hemen hemen her gece evine misafir kabul ettiği Suffeli
sayısı on kişi civarında oluyordu.[8]
Hz. Peygamber (sav) bazan Suffe'dekilerin tamamını evine davet eder, onlara
ikramlarda bulunurdu. Nitekim Hz. Zeyneb'le (rah) evlendiği zaman Ümmü
Süleym'in (rah) gönderdiği düğün yemeğine, içlerinde Ashâb-ı Suffe'nin da
bulunduğu 300 kadar sahâbî katılmış, bunlar onar kişilik guruplar halinde
yemek yemişti.[9]
Bu uygulama Müslümanların maddî durumu düzelinceye kadar devam etti.[10] Rasûl-i
Ekrem (sav) kendisine getirilen sadakaların tamamını Suffe ehline gönderir, hediyeleri
ise onlarla paylaşırdı.[11] Öyle
ki, onların ihtiyaçlarını aile fertlerinin ihtiyaçlarının önüne alırdı. Nitekim
Hz. Fâtıma (rah) kendisine yardım etmek üzere bir hizmetçi talep ettiğinde, buna
karşılık Hz. Peygamber (sav) Ehl-i Suffe’nin ihtiyaçlarını giderebilmek için kızının
arzusunu geri çevirmişti.[12]
Hurmaların hasat zamanı gelince herkes gücüne göre hurma salkımlarını getirir,
mescide asar, Ehl-i Suffe karınlarını bunlarla doyururdu. Ashâb-ı Suffe’nin yiyeceği
genellikle hurma idi. Sürekli olarak hurma yedikleri için midelerinin
kavrulduğunu söyleyerek şikayette bulunan bazı Suffelilere Rasûlullah (sav) bir
hutbe irad ederek şöyle demişti: "Neden bazıları 'hurma karnımızı kavurdu'
diyor Siz bilmiyor musunuz ki, Medinelilerin yiyeceği hurmadır. Onlar
yiyeceklerini bizimle, biz de sizinle paylaşıyoruz. Nefsim yed-i kudretinde
olan Allah'a yemin olsun ki, iki aydan beri Allah Rasûlü’nün (sav) evinde duman
tütmedi, yedikleri hurma ve sudan başka bir şey değil”.[13].
Anlaşıldığı kadarıyla Suffeliler her gün düzenli bir şekilde yiyecek
bulamıyor, bazen günler boyu aç kaldıkları oluyordu. Bu durumu, Medine'deki
umûmî şartlar içinde değerlendirmek gerekir. Rasûlullah'ın (sav) evinde bazen
aylar boyunca ateş yanmadığı, ekmek-yemek pişirilmeyip kuru hurma yendiği
düşünülürse, Ashâb-ı Suffe’nin karşılaştığı bu güçlüklerin, umûmî hayatın bir yansıması
olduğu görülür. Ehl-i Suffe’nin iaşe konusunda karşılaştığı sıkıntıların bir
benzerini, giyinme konusunda da yaşadıkları görülür. Nitekim Ebû Hureyre,
Ashâb-ı Suffe’den 70 kişinin, üzerinde bir rida olmayacak kadar çıplak bir
vaziyette olduğunu, bunlardan bazılarının sadece bir izar, bazılarının da
boyunlarına bağladıkları ve ayaklarının bir kısmına kadar uzanan bir örtü ile
sarındıklarını zikreder.[14]
Ashâb-ı Suffe genelde Müslümanların ihsanıyla
geçinirken, onlar arasında fizikî gücü yerinde olanlar, gündüzleri mescide su
taşıyarak ve dağdan getirdikleri odunları satarak kendi ihtiyaçlarını temin
etmeye çalışır, geceleri de Kur’an tilâveti ve ilimle meşgul olurlardı.[15]
Bununla birlikte çoğunlukla Ashâb-ı Suffe geçim darlığı içinde zâhidane bir
hayat yaşıyordu. Hatta büyük bir kısmının üzerine giyebilecek uygun bir
elbisesi dahi bulunmadığına ve bazılarının açlıktan dolayı namazda ayakta
durmakta zorlandıklarına dair rivayetler vardır. Kur’an’da “kendilerini Allah
yoluna vakfedip yeryüzünde dolaşarak geçimlerini sağlama imkânı bulamayan
yoksullar” ifadesiyle[16]
bütün zamanlarını Rasûl-i Ekrem’i (sav) dinlemeye ayırmaları sebebiyle
geçimlerini kazanamayan Ashâb-ı Suffe’ye işaret edildiği bildirilmektedir
Ashâb-ı Suffe’nin eğitim ve öğretim işleriyle
bizzat ilgilenen Rasûl-i Ekrem (sav) Suffe’de muntazam olarak dersler
veriyordu. Ayrıca onlara yazı yazmayı ve Kur’an okumayı öğretmek üzere Ubâde b.
Sâmit gibi hocalar da tayin edilmişti. Ebû Hüreyre, diğer sahâbîlerin neden
kendisi kadar hadis rivayet etmediklerini soranlara muhacirler çarşıda
ticaretle, ensar da malları ve mülkleriyle meşgulken Ehl-i Suffe’den biri
olarak Rasûlullah’ın (sav) yanından ayrılmadığını, diğer sahâbîlerin
bulunmadığı meclislere katılıp onların duymadığı hadisleri duyup ezberlediğini
söylemiştir.[17]
Onlar dinledikleri hadisleri diğer sahâbîlere de naklederek ilmin yayılmasına
önemli katkıda bulunmuşlardır. Hadislerdeki birçok sened silsilesinin birinci
halkasını Ehl-i Suffe’ye mensup isimlerin teşkil etmesi bunun bir delilidir.
Ehl-i
Suffe özellikle İslâm’ı tebliğ için ihtiyaç duyulan yerlere gönderiliyordu. Onlar
gittikleri yerlerde İslam dininin öğretilmesi konusunda mühim hizmetler
verdiler. Ancak zaman zaman tebliğ amacıyla yola çıkmalarına rağmen ihanete
uğramışlar, bu yolda hayatlarını kaybetmişlerdir. Siyer kaynaklarında ilim
yolcularının hayatlarına mal olan iki trajik hadiseden bahsedilir ki bunların
en başta gelenleri Raci’ ve Bi’ru Maûne olayıdır.
Raci
hadisesi Hicrî 4. yılın Safer ayında (Temmuz 625) gerçekleşti. Riyayete göre
Adal ve Karre kabilelerinden bir heyet Medine‘ye
gelerek Rasûlüllah’tan (sav) kendilerine Kur’ân’ı
ve İslâm esaslarını öğretecek muallimler göndermesini talep etti. Hz. Peygamber
(sav) bunun üzerine çoğu Ehl-i Suffe’den olan Mersed b. Ebû Mersed liderliğinde on kişilik
öğretmen heyetini yola çıkardı. Müslümanlar Mekke yolu üzerinde bulunan
Racî’ suyu yakınında konakladılar.
Bu sırada bölgenin hâkimi durumunda olan Hüzeyl kabilesine mensup Lihyânoğulları’ndan 100 kişilik bir grup onlar üzerine baskın düzenledi.
Karşılıklı çarpışmalar sonucunda sahâbeden 7 kişi şehit edildi. Esir olarak ele
geçirilenlerden Abdullah b. Târık yolda öldürüldü, geriye kalan Zeyd b. Desinne ile Hubeyb b. Adî ise köle olarak Kureyş müşriklerine satıldılar. Mekkeliler onları Müslümanlar
tarafından öldürülen yakınlarına karşılık öldürmek istiyorlardı. Ebû Süfyan
liderliğindeki Mekke müşrikleri dinini terk etmesi şartıyla Hubeyb’i serbest
bırakacaklarını söylediler. Ancak o bu ölüm tehdidine rağmen bu teklifi kabul
etmedi. Sadece ölmeden önce iki rek’at namaz kılmalarına müsaade etmelerini
istedi. Hubeyb b. Adî öldürülmeden önce iki rekât namaz kılması, sonraki
dönemlerde idam edilecek Müslümanlar için bir örnek teşkil etmiştir. Mekke
müşrikleri daha sonra Bedir’de öldürülen akrabalarına karşılık işkence ile
şehit ettiler[18]
Ashâb-ı
Suffe’nin maruz kaldığı ikinci trajedi ise Uhud savaşından yaklaşık dört ay
sonra Safer ayında (Temmuz 625) gerçekleşen Bi’ru Maûne hadisesidir. Âmir b.
Sa’saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik Medine‘ye
gelerek Hz. Peygamber’den (sav) İslâmiyet hakkında bilgi aldı ve kabilesine
İslâm’ı anlatacak kişilerin gönderilmesinin faydalı olacağını söyledi.
Rasûlüllah (sav), bölgeye gidecek Müslümanların can güvenliği konusunda kendisinden
kesin söz aldıktan sonra, çoğu Ensârdan müteşekkil ve Suffe’de yetişmiş, Kur’ân’ı
iyi bilen ve kendilerine “kurrâ” denilen yetmiş kadar sahâbîyi Münzir b. Amr başkanlığında yola çıkardı.[19]
Hz. Peygamber’in (sav)
görevlendirdiği tebliğ heyeti Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’ri Maûne’ye
gelince aralarından Harâm b. Milhân’ı
Hz. Peygamber’in (sav) davet mektubuyla birlikte Benî Âmir reislerinden ve Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir b.
Tufeyl’e gönderdiler. İbn Tufeyl gelen mektubu okumadan elçinin üzerine
saldırarak onu öldürdü. Ardından da Benî Âmir’den
Müslümanlara hücum etmelerini istedi. Ancak onlar, bu sırada Necid taraflarında bulunan Ebû
Berâ’nın Hz. Peygamber’e (sav) verdiği söze sadık kalacaklarını
bildirerek İbn Tufeyl’in çağrısına iştirak etmediler. Bunun üzerine Âmir,
bölgede yaşayan müşrik Benî Süleym kabilelerinden topladığı askerlerle
Müslümanların üzerine saldırı düzenledi. Karşılıklı çarpışmalar neticesinde
Ka’b b. Zeyd, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ve Münzir b. Muhammed dışında tebliğ heyetinin
tamamı şehit edildi.[20] Bu
hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen Rasûlüllah (sav), hiçbir felâket karşısında
olmadığı derecede üzülmüş ve faciaya yol açanlara bir ay süreyle sabah
namazlarında beddua etmiştir.[21]
Suffe
ehlinin İslâmî ilimlerin gelişmesine doğrudan etkisi olmuştur. Nitekim başta
Ebû Hüreyre olmak üzere en çok hadis rivayet eden sahâbîler Ehl-i Suffe’dendir.
Onun ardından Ebû Zerr el-Gıfârî (281 hadis), Huzeyfe b. Yemân (225 hadis),
Ammâr b. Yâsir (62 hadis), Selmân-ı Fârisî (60 hadis), Ukbe b. Âmir (55 hadis),
Bilâl-i Habeşî (44 hadis) gelirler.
İslâm
hukuku alanında ortaya çıkan Ehl-i Hadîs ve Ehl-i Re’y ekollerinin ilk
temsilcileri kabul edilen Abdullah b. Ömer ile Abdullah b. Mes‘ûd benzeri bir çok
sahâbî de Suffe’den yetişmiştir. Bunun yanında ilk dönem zühd hareketlerinin Ehl-i
Suffe ile başladığı, Suffe’nin tasavvufun nüvesini teşkil ettiği kabul
edilmektedir. Bazı tabakât müellifleri eserlerinde Ehl-i Suffe’yi geniş bir
şekilde tanıtmış, bunlardan Ebû Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-Evliyâ adlı
eserinde Suffe’de kalan 100 kadar sahâbî hakkında bilgi vermiştir. Bu hususta ayrıca
pek çok araştırma da yapılmıştır.[22]
Hz. Peygamber’den (sav) sonra Suffe'nın eskisi gibi
devam edip etmediği hususu kaynaklarda açık değildir. Anlaşıldığı kadarıyla
Hz, Ömer’in halifeliği döneminde fetihlerle Müslümanlar zenginleşip, herkese
Beytülmâl'den maaş bağlanınca, Suffe Ashabı da normal hayat şartlarına
kavuşmuş, zamanla Suffe’ye duyulan ihtiyaç ortadan kalkmış görünmektedir.
Diğer taraftan Hz. Ömer ve Hz. Osman devirlerinde Mescid-i Nebevî'nin, birkaç
yöne birden genişletilmesiyle Suffe tamamen mescidin içinde kalmış ve müstakil
bir mahal olmaktan çıkmıştır.
Hulasa, Müslümanların Medine'ye
hicretinden sonra meydana gelen soysal ve dini çeşitli ihtiyaçlar sonucu
teşekkül eden Suffe ve Ashabı bir zaruretin sonucudur. Nitekim, bu zaruretler
ortadan kalkınca bu müessese görevini tamamlamıştır. Fakat, mecburî olarak bir
araya gelen kimsesiz, muhtaç, güçsüz bu insanların bütün maddî ve manevî
ihtiyaçları, bizzat Rasûlüllah (sav) tarafından karşılanmış, eğitilerek, pek
çok yönde hizmet verebilecek hazır bir kuvvet haline gelmiştir. Peygamberimizin
teşviki ile, daha çok ilim veya ibadete yönlendirilen Suffeliler, kabiliyetleri
doğrultusunda yetişmiş şevkleri çok, dünyevî meşgaleleri yok olduğu için,
bolca elde ettikleri sünnet bilgisini nakletmek suretiyle hadis rivayetine ve İslâm
hukuk öğretilerinin teşekkülüne yaşadıkları hal ve tavırlarıyla da tasavvufî
hareketlere büyük etkileri olmuştur.
[1] Buhârî, Salât 48.
[2] Buhârî, Salât 62, 63, Vesâyâ 30;
İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim
el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 141-143; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts.,
(Dâru Sâdır), I, 239-241.
[3] Buhârî, İsti’zân 14; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 255-256.
[4] Bakara, 2/144-145.
[5] Buhârî, Salât, 58; Nesâî, Mesâcid,
29.
[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 371
[7] Buhârî, Menâkıb, 25.
[8] Buhârî, Mevâkıtu's-salât, 41.
[9] Müslim, Nikâh, 94; Tirinizî, Tefsir,
48/34.
[10] Buhârî, Mevâķītü’ś-śalât, 41.
[11] Buhârî, Riķāķ, 17.
[12] Buhârî, Farzü’l-ħumus, 6.
[13] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 487.
[14] Buhârî, Salât, 58.
[15] Müslim, İmâre, 147.
[16] Bakara 2/273.
[17] Buhârî, Büyû, 1.
[18] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 170, Meğâzî 10,
28; Vâkıdî, Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, I,
354-362.
[19] Buhârî, Meğâzî 28; Vâkıdî, Meğâzî, I; 346-347; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 51-52.
[20] Vâkıdî, Meğâzî,
I, 347-349, 352-353; İbn Hişâm, es-Sîre,
III, 193-196; İbn Sa’d, et-Tabakât,
II, 51-53.
[21] Buhârî, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid
297; Vâkıdî, Meğâzî, I,349-350.
[22] Suffe’nin kuruluşu ve faaliyetleri hakkında bk.
İsfahânî, Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, I-II, Beyrut 1967, s. 337-347;
Baktır, Mustafa, İslâm’da İlk Eğitim Müessesesi Ashâb-ı Suffe, İstanbul
1990; Umerî, Ekrem Ziyâ, “Ehlü’s-Suffe”, Mecelletü
Külliyyeti’d-Dirâseti’l-İslâmiyye, sy. 2, Bağdat 1968, s. 143-163; Köten,
Akif, “Asr-ı Saadette Suffe Ashâbı”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm,
(ed.Vecdi Akyüz), I-V, İstanbul 1994, IV, 381-416; Yılmaz, H. Kâmil, “Tasavvufî
Açıdan Ashâb-ı Suffe”, Tasavvuf, yıl.3, sy.7, Ankara 2001, s. 9-33;
Baktır, Mustafa, “Suffe”, DİA, XXXVII, 469-470.
0 yorum:
Yorum Gönder