ASKERİ KİŞİLİK MODELİ OLARAK HZ. PEYGAMBER (SAV)
Prof. Dr. Adem APAK
Hz. Muhammed (s.a.s) bir kumandanda bulunması gereken güçlü irade ve cesaret, sabır ve tahammül, tereddütsüz sorumluluk üstlenme, emri altındakilere iyi davranma, zorluklara göğüs germe, dava arkadaşlarına güven ve saygı telkin etme, süratle doğru ve tereddütsüz karar verme, yardımcılarına danışma ve yenilgiden dolayı ümitsizliğe kapılmama gibi vasıflara sahipti. Kendisi mümkün olduğu ölçüde zamanındaki askerî strateji ve taktikleri kullanmaya önem verirken, aynı anda askerlerinin moralini yüksek tutma konusunda da büyük başarı göstermiş, maddî ve manevî güçler arasında mükemmel bir denge kurmuştur. Savaş şartlarında insan psikolojisine ve sosyal ilişkilere büyük ehemmiyet vermiş, emrindeki askerlerine karşılıklı sevgi ve saygıyı, yönetici ve kumandanlara itaati, çekişme ve ayrılığa düşmemeyi tavsiye etmiştir.
Mekke döneminde Müslümanlar için savunma mahiyetinde de olsa savaş
izni verilmemişti. Zira bu süreçte Müslümanlar düşmanlarıyla baş edebilecek
güçten yoksundular. Bu imkâna ancak Medine döneminde sahip oldular. Nitekim
hicretten kısa süre sonra haksız saldırıya uğramaları sebebiyle Müslümanlara
savaşma izni veren[1] ve
onlardan düşmana karşı hazırlıklı olmalarını isteyen[2] âyetler nâzil oldu. Bundan
dolayı Allah Rasûlü (s.a.s) Müslümanlara karşı saldırma planlarını engellemek,
saldırganları cezalandırmak, kendilerine karşı olan düşman güçlerinin birleşmesini
önlemek, yol ve ticaret güvenliğini sağlamak gibi farklı hedeflerle yapılan bir
dizi askerî adımlar atmaya başladı. Siyer kaynaklarında yukarıdaki amaçları
gerçekleştirmek için teşkil edilen küçük askerî birliklere seriyye adı
verilmiştir. Medine merkezli olarak gerçekleştirilen bu faaliyetlerin pek
çoğuna Hz. Peygamber (s.a.s) de bizzat iştirak etmiştir.[3]
Savaşların sadece harp meydanında mücadele ile kazanılamayacağı
tarihî tecrübelerle sabittir. Bunun için başlangıçtan itibaren planlı bir
strateji tespit etmek, her şarta göre yeni taktikler belirlemek, bunun yanı
sıra fizikî güçlerin yanına psikolojik savaş tekniklerini de devreye almak
şarttır. Medine dönemi askerî faaliyetlere bir bütün olarak bakıldığında savaş
için hayati ehemmiyet taşıyan organizasyon, moral, güvenlik, hareketlilik,
sürat, merkezî kontrol, bölge coğrafyasından etkin bir şekilde istifade etme,
faaliyetin bütünü için gizliliğin muhafazası, bunu destekler mahiyette sağlam
ve sistemli istihbarat gibi temel yöntem ve harp prensiplerinin Hz. Peygamber
(s.a.s) tarafından büyük bir maharetle uygulandığı görülür. Bu sayededir ki,
Müslümanlar gerçekleştirdikleri hemen bütün askerî harekâtlarında düşmanlarını
hazırlıksız yakalamışlar, neticede savaşları her iki taraf için de çok az insan
ve mal kaybıyla neticelendirmişlerdir. Nitekim Müslümanların müdâhil oldukları
ancak çok az karşılaşmada küçük çaplı da olsa çatışmalar meydana gelmiştir.
Bunda Allah Rasûlü’nün (s.a.s) askerî harekâtlarda silâhlı çatışma olmaması
için özel tedbirler almasının kuşkusuz büyük payı vardır. Gerçekten de ilk adım
olarak meselenin savaş yapılmadan halli için büyük gayret göstermiş, çatışma
kaçınılmaz hale geldiğinde ise düşman için dahi insan kaybını en alt düzeye
indirmeye gayret etmiştir. Böyle olduğu içindir ki, on yıl süren Medine
döneminde Rasûl-i Ekrem'in (s.a.s) iştirak ettiği dokuz savaşta Müslümanların
toplam kaybı 147, onlara karşı savaşan düşman grupların insan zayiatı ise 288
kişide kalmıştır.[4]
Hz. Peygamber (s.a.s) düşmanlarına karşı gerçekleştirdiği askerî
faaliyetlerde daima hukukî meşruiyet aramıştır. Meşruiyeti bulunmayan bir
savaşa rıza göstermediği gibi, savaşın keyfîlikten uzak tutulması ve temel
hukuk ilkelerine bağlı kalınması için çaba harcamıştır. Bu anlamda İslâm’ın
getirdiği savaş hukukunun ilk ve eşsiz örneklerini Allah Rasûlü’nün (s.a.s)
savaş pratiğinde görmek mümkündür. Kendisi bu şekilde davrandığı gibi,
komutanlarına da aynı esasları talimat olarak bildirmiş, fiilen çatışmaya
katılmayan çocuk, kadın ve yaşlı kimselerin öldürülmesini, hıyanette
bulunulmasını, ahde vefasızlık gösterilmesini yasaklamış onlardan yetkisini
aşanlar olduğunda yaptıklarını onaylamamış üstelik kendilerini en ağır bir
şekilde kınamıştır. Nitekim bu çerçevede Allah Rasûlü’ün (s.a.s) verdiği
yetkileri aşan ve keyfî davranışlar sergileyen Abdullah b. Cahş, Hâlid b. Velîd
ve Üsâme b. Zeyd gibi seriyye komutanları ashabın huzurunda açıkça
azarlanmışlardır.[5] Bu
konuda Hz. Peygamber’den gelen rivayetlerden en ilgi çekici olan ise ashabdan
Mikdâd b. Amr’ın aktardığı bilgidir. Kendisi Rasûlüllah’a (s.a.s), “Ey Allah’ın
Rasûlü! Kâfirlerden bir adam benimle savaşıyor. Kılıçla vurup ellerimden
birisini kesti. Sonra bir ağaca çıkıp Müslüman olduğunu söyledi. Bu sözü
söyledikten sonra onu öldüreyim mi?” diye sordum. Rasûlüllah (s.a.s), “Hayır,
onu öldürme!” dedi. Ben, “Onu öldürdüm; bana ne lazım gelir?” dedim. Rasûlüllah
(s), “O adam, onu öldürmeden önceki senin haline dönmüş oldu. Sen de onun
kelime-i şehâdet söylemeden önceki haline dönmüş oldun.” cevabını vermiştir.[6]
Allah Rasûlü (s.a.s) ayrıca savaşların tabiî neticesi olarak ele
geçirilen esirlere iyi davranılmasını emretmiş, diğer milletlerin uyguladığı
işkence vb. uygulamaları yasaklamış, özetle hukuka aykırı uygulamalara hiçbir
zaman tolerans göstermemiştir. Nitekim İslâm Peygamberi’nin (s.a.s) birçok
savaştan sonra esir edilen insanlara gösterdiği insanî muamele onlardan pek
çoğunun İslâm’ı kabul etmelerine vesile olmuştur. Mustalikoğulları Gazvesi ile
Huneyn savaşı sonucunda İslâm’a girenler bu durumun en güzel örneklerini teşkil
eder.
Bedir savaşı
ganimetlerin dağıtılmasından sonra sıra esirlerle ilgili alınacak karara
geldiğinde Allah Rasûlü (s.a.s) müşrik esirlere nasıl muamele edileceği
konusunda ashâbının görüşüne müracaat edince toplantıda ilk önce söz alan Hz.
Ömer esirlerin tamamının öldürülmesini teklif
etmişti.[7]
Buna karşılık Hz. Ebû Bekir onların tespit edilecek bir diyet karşılığında
serbest bırakılmasının uygun olacağını söyledi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s) ikinci
görüşü kabul ederek dört bin dirhem fidye ücreti getirenin serbest
bırakılacağını ilan etmiştir.[8]
Bunun ardından esir Kureyşliler gruplar halinde Medine’ye getirildi.
Müslümanlar kendilerini yok etmek üzere gelen düşman esirlerine son derece iyi
davranmışlardır. Nitekim esirler arasında yer alan Velîd b. Velîd b. Muğire’nin
bildirdiğine göre, Müslümanlar onlara o kadar iyi muamelede bulunmuşlardı ki,
Medine’ye kadar kendileri yaya yürürlerken esirleri hayvanlara bindirerek
intikal ettirmişlerdir.[9]
Diğer bir esir Ebu’l-Âs b. er-Rebî de Müslümanların müşrik esirlere muamelesini
şu sözleriyle takdir eder: “Ben Ensâr’dan bir grupla birlikteydim; Allah
onların hayrını versin. Akşam yemek yediğimizde kendileri hurma yiyorlar, bana
ise ekmek veriyorlardı. Oysa ekmek onlarda son derece azdı. Hatta onlardan
birisi eline bir parça ekmek düştüğünde bana uzatıyordu”.[10]
Allah Rasûlü (s.a.s) önemli bir askerî faaliyet gerçekleştirmeye
karar verdiğinde, öncelikli olarak savaş hazırlıklarını büyük bir gizlilik
içinde sürdürür, fiilen savaş alanına ulaşıncaya kadar niyetinin düşman
tarafından, hatta bazen kendi emrinde bulunan kişilerce öğrenilmesine imkân
vermezdi. Nitekim Mekke'nin fethi hazırlıkları esnasında Medine'de giriş ve
çıkışlar kontrol altına alınmış, hedeflenen bölge konusunda ancak Hz. Ebû
Bekir ve Âişe gibi çok yakın kişiler bilgilendirilmiş, Medine dışındaki
kabilelerin orduya katılmaları yol boyunca sağlanmış, bu şekilde Mekkeliler
ancak İslâm ordusu Mekke'ye yakın bir yere geldiğinde işin farkına
varabilmişlerdir.[11]
Savaşta düşmanı yanıltıcı strateji ve taktiklerin önemine dikkat
çeken Rasûlüllah[12]
Hendek Gazvesi sırasında Gatafân ve Fezâre liderleriyle anlaşma yolları
arayarak onları birlikten ayırmak için müşriklerin ittifakını bozmaya
çalışmıştır.[13]
Psikolojik savaş taktiklerini de başarılı bir şekilde uygulayan Allah Rasûlü
(s.a.s) Mekke'nin fethinden önce şehre hâkim tepelere pek çok ateşler yaktırmak
suretiyle Mekkelilerin psikolojisini menfi yönde etkileyerek onların muhtemel
direncini kırmaya çalışmıştır. Müslüman devriyeler tarafından yakalanıp
getirilen Ebû Süfyân’ın önünde orduya resmigeçit yaptırılması da onun
psikolojik savaş taktiğinin farklı bir örneği olarak görülmelidir.[14]
Düzenli orduların bulunmadığı Arap kabile toplumunda insanlar maddî
güçlerine göre kendilerini koruyacak silâhlara sahip olup savaşlarda bu
silahıyla orduya katılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) savaş durumuyla sınırlı
olsa da orduyu belli bir düzen içinde oluşturmak, silâhı bulunmayanlara silâh
temin etmek, yeni silâhlar ve savaş teknikleri konusunda onları yetiştirmek
için çeşitli tedbirler almıştır. Nitekim bazı sahâbîleri kale kuşatmalarında
kullanılan savaş aletlerinin yapımını öğrenmekle görevlendirmiştir. Tâif kuşatmasında
onların imâl ettikleri mancınıklar kullanmıştır.[15] Benzer şekilde Hendek
Gazvesi sırasında Medine'nin çevresine hendek kazılması da Araplar arasında o
zamana kadar uygulanan bir savaş taktiği olmayıp, Selmân-ı Fârisî'nin
tavsiyesiyle gerçekleştirilmiştir.[16]
Hz. Peygamber (s.a.s) bütün savaş taktiklerinin yanı sıra
disiplinli ve başarılı bir haber alma teşkilâtına da sahipti. Öyle ki, bir
sefere çıkıldığında veya dönüşte gerek düşman hakkında bilgi edinmek gerekse
yol güvenliğini sağlamak amacıyla keşif kolları çıkarır, ayrıca bununla iktifa
etmeyip kılavuz ve casuslar kullanırdı. Allah Rasûlü’nün (s.a.s) düşmanın
casuslarını etkisiz hale getirebilmek için de tedbirler aldığı anlaşılmaktadır.
Nitekim Benî Mustalik kabilesinin Medine’nin saldırıya açık kısımlarını keşif
amacıyla gönderdiği casus, şehrin varoşlarını kontrol amaçlı görevlendirilen
Müslüman devriyeler tarafından yakalanıp alıkonulmuştur.[17] Benzer şekilde Hâtıb b. Ebû
Beltea isimli bir Müslümanın Mekke’de müşrikler arasında kalan yakınlarını
tehlikeden korumak amacıyla Hz. Peygamber’in (s.a.s) Mekke’yi fetih
hazırlıklarını bildiren bir mektubunu götüren Sâre adındaki müşrik bir kadın
Hz. Ali, Zübeyr b. el-Avvâm ve Mikdâd b. el-Esved tarafından takip edilip
yakalanmış, bu şekilde Mekkelilerin Müslümanların faaliyetlerinden haberdar
olmalarının önüne geçilmiştir.[18]
Hz. Peygamber’in (s.a.s) savaş stratejisinin en önemli
prensiplerinden bir de insan hayatının korunmasıdır. Öyle ki, ashâbına da savaş
konusunda istekli olmamalarını, düşmanla karşılaşmayı temenni etmemelerini
tavsiye etmiş, kılıca müracaatı en son seçenek olarak kullanmalarını istemiş,
mümkün olursa hiç çarpışmaya gidilmeden sulha ulaşılmasını hedeflemiştir.[19] Bu
amaçla silâhlı kuvvetlerin kullanılmasından ziyade psikolojik, özellikle de
ekonomik savaşı öncelemiştir. Nitekim Mekke müşrikleriyle mücadelesini onların
ticarî faaliyetlerini engellemek suretiyle başlatmıştır. Onun Mekke’ye karşı
uyguladığı bu ekonomik baskının başka maksat ve nedenleri de vardı: Yüzlerce
Müslüman aile Mekke’den göç etmek zorunda bırakılmış ve Mekkeli hemşehrileri,
bu muhâcirlerin geride bıraktığı taşınır ve taşınmaz bütün mallarına haksız
yere el koymuşlardı. Uluslararası savaş hukuku kurallarının yanı sıra,
Rasûlüllah’ın (s.a.s) elinde Mekkeli kervanları durdurup mallarına el koymak
için başka imkânlar da bulunmaktaydı. Ayrıca unutulmamalıdır ki, Mekke’nin bu
kervan ticaretinden elde ettiği kazanç, İslâm’ın ortadan kaldırılması için
kullanılıyordu. Bu durumda Mekke ekonomisinin bu şekilde kullanımını
engellemek, Müslümanlar için önemli bir hak ve hatta imkân olmuştur.[20]
[1] Hac, 22/39.
[2] Enfâl, 8/60.
[3] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s.
116-124. Bu konuda geniş bilgi için bk. Özdemir, Serdar, Hz. Peygamber’in
Seriyyeleri, s. 15-87.
[4] Özel, Ahmet, “Muhammed”, DİA, XXX,
436-437.
[5] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer, 148.
[6] Vâkıdî, Meğâzî, II, 725-726.
[7] Vâkıdî, Meğâzî,
I, 105.
[8] Müslim, Cihâd ve’s-Siyer 58; Tirmizî, Cihâd
34; Vâkıdî, Meğâzî, I, 107-110; İbn
Hişâm, es-Sîre, II, 316; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ,
I, 115.
[9] Vâkıdî, Meğâzî,
I, 119.
[10] Vâkıdî, Meğâzî, I, 119.
[11] Vâkıdî, Meğâzî,
II, 796; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 352.
[12] Buhârî, Cihâd 157; Müslim, Cihâd
17-18.
[13] Vâkıdî, Meğâzî,
II, 477-480; İbn Hişâm, es-Sîre, III,
234; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 239-240.
[14] Buhârî, Meğâzî 48; Vâkıdî, Meğâzî, II, 818-820; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 39-47; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 135; Belâzürî, Ensâb, I, 355.
[15] Buhârî, Meğâzî 56, Tevhîd 31;
Vâkıdî, Meğâzî, III, 923-938; İbn
Hişâm, es-Sîre, IV, 121-129; İbn
Sa’d, et-Tabakât, II, 158-159;
Belâzürî, Futûh, s. 74-75; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, II, 22-26.
[16] Buhârî, Meğâzî 29.
[17] Buhârî,
Menâkıbü'l-Ensâr 45.
[18] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 141.
[19] Müslim, Cihâd ve’s-Siyer 19-20.
[20] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi,
II, 993-1005; Afzalurrahman, Sîret Ansiklopdedisi, I, 420-438, 491-500,
506-613, 620-640; Ağırman, Mustafa, “Asr-ı Saadette Ordu ve Savaş Stratejisi, Bütün
Yönleriyle Asr-ı Saadette İslâm, IV, 21-113; Özel, Ahmet, “Muhammed”, DİA,
XXX, 431-438.
0 yorum:
Yorum Gönder