28 Ocak 2024 Pazar

Hz. Ebû Bekir’in Yönetim Anlayışı ve İdarecileriyle Münasebetleri

HZ. EBÛ BEKİR’İN YÖNETİM ANLAYIŞI VE İDARECİLERİYLE MÜNASEBETLERİ


Prof. Dr. Âdem APAK

        GİRİŞ

Hz. Ebû Bekir’in idare politikasında genel hatlarıyla Hz. Peygamber’in (sav) yönetim prensiplerinin belirgin yansımaları gö­rülür. Diğer yandın İslâm tarihinin Hz. Muhammed (sav) döne­mi dikkate alındığında yapılan uygulamalarda Allah Rasûlü’ne (sav) en yakın görüşlerin Hz. Ebû Bekir tarafından serdedildiği, başka bir ifadeyle ashâb içinde daha ziyâde onun yer aldığı grubun görüşlerine itibar edildiğine şahit olunur. Nitekim Kayser, Kisrâ ve Necâşî gibi devlet başkanlarını tanımış bulunan Araplar, bu özelliği sebebiyle Hz. Ebû Bekir’i “Peygamber'in veziri" olarak vasıflandırmışlardır.[1] İbn Kayyim el-Cevziyye de onun idaresinin Hz. Peygamber’in (sav) yönetimiyle çok yakın benzerlik gösterdiğini zikreder.[2]

Hz. Ebû Bekir, kendi yönetim anlayışını halîfe seçilmesinden hemen sonra yaptığı konuşmada şu şekilde ortaya koyar:

“Allah’a yemin olsun ki benim asla hilâfet makamında gözüm olmamıştır. Ne gündüz ne de gece bunu asla kendim için istemedim. Bu işin bana verilmesi için ne kendi içimden ne de açıktan Allah’a duada bulundum. Ancak bu görevi kabul etmemem halinde toplumda fitne ve karışıklıkların çıkacağından endişe ettim. Bu vazife üzerimde iken asla rahat ve huzur içinde bulunamayacağım. Allah’ın bana nasip edeceği kuvvet ve imkânlar bir yana bana verilen bu işi tam olarak yerine getirebilmem için şahsen elimde ne bir güç ne de bir imkân vardır. Bugün benim yerime daha iyi bir başkasının seçilip görevlendirilmesini isterdim.”[3] “Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde sizin idareciniz olarak seçilmiş bulunuyorum. Şayet görevimi layıkıyla yaparsam, bana yardım ediniz. Yanlış hareket ve davranışta bulunursam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, itimat ve emniyet; yalancılık ise hainlik ve itimada karşı suistimaldir. Güçsüz olanınız şayet haklı ise hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü olanınız haksız ise kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçsüzdür. Bir millet Allah yolunda cihadı terk ederse zillete dûçâr olur. Bir millet arasında kötülükler yaygın olursa Allah onlara umumî bir belâ verir. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet onlara isyan edersem bana itaatiniz gerekmez. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun”.[4]

Hz. Ebû Bekir’ îrâd ettiği mezkür hutbede yönetim anlayışının ana umdeleri sunulmuştur. Onun idarî prensiplerini ise aşağıdaki başlıklar altında detaylandırmak mümkündür.

        A. İSTİŞARE

İstişare kamu yönetimi açısından değerlendirildiğinde herhangi bir devlet başkanının veya yöneticinin karşı karşıya kaldığı bir problemin halli konusunda ister resmî, isterse gayr-i resmî kanalla olsun görüşüne itibar ettiği kişi veya gruplar ile gerçekleştirdiği danışma ve fikir alış-veriş faaliyeti olarak tanımlanabilir. İslâm tarihinde bu uygulamanın siyasî anlamda sistemleşmiş şekline şûrâ denilir.[5]

Hz. Ebû Bekir, idarî faaliyetlerinde genelde ashâbın tamamının görüşünü almaya çalışmakla birlikte, onun en yakın danışmanlarının Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Muâz b. Cebel ve Hz. Zeyd b. Sabit gibi sınırlı sayıdaki sahâbî olduğu anlaşılır. Halîfe hem hızlı karar verilmesi gereken konularda hem de geniş katılımlı toplantıların hazırlık görüşmelerinde bu şahıslarla sık sık bir araya gelme ihtiyacı duymuştur. Yönetimi esnasında Hz. Ebû Bekir’in en büyük yardımcısı ise neredeyse siyasî ortağı konumunda değerlendirilebilecek olan Hz. Ömer’dir. Bu nedenle halîfe hemen bütün önemli devlet meselelerinde onun görüşünü alma ihtiyacı duymuştur. Vefatından önce de Müslüman toplumun kanaat önderlerinin fikrini almak suretiyle Hz. Ömer’i kendi yerine halîfe tayin etmiştir.[6]

Hz. Ebû Bekir halîfeliği döneminde Medine’de ashâb büyükleriyle görüş alışverişinde bulunmasının yanı sıra uzak beldelerde görev yapan idarecilerine de vazifeleriyle ilgili olarak yanlarında bulunan tecrübeli kişilere danışmalarını, onlarla istişare yapmadan harekete geçmemelerini emretmiştir. Nitekim peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime ile savaşmak üzere görevlendirdiği komutanı Hâlid b. Velîd’e herhangi bir savaşa girmeden önce kendisiyle birlikte bulunanların kanaatlerini alması talimatını vermiştir.[7]

Halîfe yönetim makamında mutlak yetkiye sahip bir yönetici olmakla birlikte bazı devlet görevlerini yakın arkadaşlarına devrederek bu sayede idarede vazife paylaşımının İslâm tarihindeki ilk örneklerini de vermiştir. Bu amaçla Medine’de davalara bakma görevini Hz. Ömer’e bırakmış, Hz. Ebû Ubeyde’yi Beytülmal emini (Hazine görevlisi) tayin etmiştir.[8] Hz. Zeyd b. Sâbit, Hz. Ali ve Hz. Osman gibi şahıslardan da devlet kâtipliği hizmeti almıştır.[9]

        B. KARARLILIK

Hz. Ebû Bekir kaynaklarda gayet halîm-selîm, son derece yumuşak huylu, şefkatli ve alçak gönüllü olarak tasvir edilir.[10] Müslümanların ittifakıyla devletin en yüksek makamı olan hilâfete seçilmiş olmasına rağmen halka yaptığı ilk konuşmasında “En iyiniz olmadığım halde sizin başkanınız olarak seçilmiş bulunuyorum” ifadesini kullanması, onun tevazuunun boyutlarını ortaya koyar. Halîfenin aynı konuşmasında geçen “Yanlış hareket ve davranışta bulunursam bana doğru yolu gösteriniz” demesi de alçak gönüllülüğün bir başka yansımasıdır. İnsanî ilişkilerinde mütevazı tavrıyla öne çıkan Hz. Ebû Bekir, vazife ve sorumluluk hususunda ise son derece titiz, ciddi ve kararlı bir tutum sergilemiştir. Dolayısıyla din ve devlet işlerinde onun bir ihmal hatta tereddüdüne tesadüf etmek neredeyse mümkün değildir. Nitekim halîfe, gerek doğrudan şahsî kanaati gerekse ashâb önde gelenleriyle yaptığı istişareden sonra olsun herhangi bir konuda belli bir kanaat oluştuğunda bunun kararlı bir şekilde uygulanmasını istemiştir. Onun bu anlayışı dostlarına cesaret verirken, düşmanlarını sindirmiştir. Hz. Ebu Bekir’in idaredeki kararlılığını Üsâme ordusunun harekete geçirilmesinde ve ridde savaşlarındaki tutumunda açıkça görmek mümkündür:

Hz. Peygamber (sav) başta Üsâme’nin babası Zeyd b. Hârise olmak üzere Mûte Savaşı şehitlerinin intikamını almak üzere Üsâme b. Zeyd komutasında bir ordu hazırlamış ve orduyu Suriye istikametine göndermeye karar vermişti. Ancak rahatsızlığı ve akabinde vefatı sebebiyle bu teşebbüs akamete uğradı.[11] Hz. Ebû Bekir halîfe seçilmesinin hemen ardından hazır bekleyen askerî birliği harekete geçirmeye karar verdi. Ashâbdan bazıları Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerinde ridde hadiselerinin baş gösterdiğini, dolayısıyla orduyu göndermenin Medine’yi savunmasız duruma düşüreceğini ileri sürerek halîfeden bu kararından vazgeçilmesini istediler. Fakat Hz. Ebû Bekir “Arslanların gelip beni kapacaklarını bilsem, şehirde benden başka kimse kalmasa da orduyu göndereceğim. Zira Üsâme’nin gitmesini bizzat Rasûlüllah emretmişti” diyerek yapılan teklifi kesin bir şekilde geri çevirdi. Onun seferi başlatma konusundaki kesin kararını gören Müslümanlar bu defa Hz. Ömer aracılığı ile Üsâme’nin henüz genç olması sebebiyle onun yerine daha tecrübeli birisinin komutan tayin edilmesinin uygun olacağını bildirmeleri üzerine halîfeden aynı cevabı aldılar: “Onu Rasûlullah (sav) tayin etmiştir, dolayısıyla yerine başkasının getirilmesi mümkün değildir.”[12] Hz. Ebû Bekir, gerek plânlanan askerî faaliyetin gerçekleştirileceğini, gerekse Üsâme’nin komutanlığı konusundaki kararlılığını göstermek amacıyla bizzat orduyu uğurlamaya geldi. Üsâme ve diğer komutanlar atlarına binmiş durumda iken halîfe yanlarında yaya olarak yürüyordu. Hz. Ebû Bekir, Üsâme’nin atından inmesine izin vermediği gibi, kendisine getirilen ata binmeyi de reddetti. Halîfeyi ordu komutanının yanında yaya olarak gören Müslümanlar onun kararlılığını açık bir şekilde görmüş oldular. Hz. Ebû Bekir bu tavrıyla da yetinmeyerek Medine’de kendisine yardımcı olarak kalması için Hz. Ömer adına başkomutan Üsâme’den izin istedi.[13] Halîfenin, emrinde bulunan bir komutanından müsaade alması alışılagelen bir uygulama değildi. Ancak Hz. Ebû Bekir’in bu davranışındaki asıl amaç, başlarındaki komutan hakkında tereddüt içinde olan askerlere bir mesaj vermekti. Bu mesaj da askerler tarafından alınmıştır. Gerekli hazırlıkların tamamlanmasının ardından ordu 1 Rabîülâhir 11 (26 Haziran 632) tarihinde harekete geçti. Yaklaşık iki buçuk ay süren seferde Üsâme ordusu Suriye bölgesinde Kudâa kabilesinin oturduğu bölgelere, oradan da bugünkü Akabe Körfezi’nin doğu kesimlerine kadar ilerleyerek dinde sebat edenleri, isyan edenlere karşı koruduğu gibi bölgede irtidat eden kabileleri cezalandırdı. Eyle denilen mevkie kadar ilerleyen askerler burada bulunan âsî kabileleri itaat altına almalarının ardından Medine’ye döndüler.[14]

Hz. Ebû Bekir, Üsâme ordusunun harekete geçirilmesindeki sebat ve kararlılığını ridde hadiseleri esnasında da göstermiştir. İrtidat edenlerin bir kısmı sahte peygamberlerin etrafında toplanarak Müslümanlık dairesi dışına çıkarlarken, diğer bir kısmı ise İslâm’a bağlı kalacaklarını ancak buna karşılık zekât vermeyeceklerini Medine’ye bildirmişlerdi.[15] Bunun üzerine Hz. Ömer başta olmak üzere ashâb önderleri bu gibi grupların belli bir süre zekâttan muaf tutulmaları teklifinde bulundular. Ancak halîfe onlara şu tarihî cevabını verdi: “Allah’a yemin ederim ki, namaz ile zekâtın arasını ayıranlara karşı savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Onlar Rasûlüllah’a (sav) verdikleri zekât hayvanının başına bağlanan ipi dahi bana vermekten çekinirlerse, yine onlarla savaşırım”.[16] Hz. Ebû Bekir’in bu konudaki kararlılığını gören Müslümanlar derhal ridde ve isyan hadiselerini bastırma faaliyetini başlatmışlardır.

        C. MÜSAMAHA

Hz. Ebû Bekir’in yönetimdeki müsamaha anlayışını Hz. Peygamber (sav) tarafından Yemen bölgesine idareci olarak tayin edilmiş olan Hâlid, Amr ve Ebân b. Sa‘îd el-Âs kardeşlerle ilgili uygulamasında daha açık bir şekilde görmek mümkündür. Allah Rasûlü’nün (sav) vefatından sonra adı geçen şahıslar görev yerlerini terk edip Medine’ye dönmüşlerdi. Halîfe, vazifelerinde başarılı bulduğu Sa‘îdoğulları’nı eski yerlerinde bırakmak niyetini açıklamış, ancak onlar Hz. Peygamber’den (sav) başkası için vazife yapmayacaklarını ileri sürerek teklifi kabul etmemişler, bunun yerine Şam seferlerine iştirak edeceklerini bildirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir onların kararına saygı duymuş ve Suriye cephesine gitmelerine müsaade etmiştir.[17] Bu kardeşlerden Hâlid b. Sa‘îd görev yerini terk edip Medine’ye geldiğinde Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesinden memnun olmadığını açıkça ifade etmiş, bu görevi Ebû Bekir’e terk ettikleri için Hz. Ali ile Hz. Osman’ı şiddetle kınamıştı.[18] Bu gelişmeden haberdar olmasına rağmen halîfe onun tenkitlerini olgunlukla karşılamış, hadiseyi şahsiyet meselesi yapmayıp Hâlid b. Sa‘îd’e karşı kin beslememiş, üstelik Hz. Ömer’in yoğun muhalefetine rağmen onu Şam bölgesine sevk edilen ilk orduya komutan tayin etmiştir.[19]

Hz. Ebû Bekir’in yöneticilerine gösterdiği müsamahayı Hâlid b. Velîd ile ilgili uygulamasında da görmek mümkündür: Ridde harpleri sırasında peygamberlik iddiasında bulunanlardan Secah ile birlikte hareket eden Benî Hanzala reisi Mâlik b. Nüveyre, Hâlid b. Velîd’in emriyle öldürülmüş, Hâlid daha sonra maktulün dul eşi Leylâ ile evlenmişti. Hâlid’in Mâlik’i hanımı ile evlenmek için öldürdüğü iddiaları Medine’ye ulaştırılınca[20], Hz. Ömer halîfeden onun azlini ve muhakeme edilmesini talep etti. Hz. Ebû Bekir ise huzuruna çağırdığı Hâlid’i hesaba çekti, yanlış yaptığını hatırlattı, hatta onu şiddetli bir şekilde azarladı.[21] Bununla birlikte “Ben asla Allah'ın kâfirlere karşı kınından çıkardığı bir kılıcı, kınına sokmam” diyerek Hâlid’in görevden alınması taleplerini dikkate almadı.[22]

        D. EHLİYET

Hz. Ebû Bekir yöneticilikte en önemli özelliğin ehliyet olduğuna inanıyordu. Bu sebeple seçildiği gün yaptığı konuşmada bizzat kendisinin devlet başkanlığı görevinde kalabilmesinin ancak görevini layıkıyla yapmasına bağlı olduğunu ifade etmiştir. Halîfenin yöneticilikteki ehliyetini Suriye bölgesine komutan tayin ettiği Yezîd b. Ebû Süfyan’a yaptığı tavsiyeler açıkça ortaya koymaktadır:

“Ben seni denemek, zorluklarla karşı karşıya bırakmak ve bu konuda yeterli bir duruma gelmen için komutan tayin ettim. Bu işi güzel yaparsan seni vazifende bırakır, hatta daha da büyük görevler veririm. Yapamazsan azlederim… Sakın ha cahiliye devri taassubuna kapılmayasın, çünkü Allah cahiliyeye de cahiliye halkına da buğzeder. Askerlerinin yanına gittiğin zaman onlarla iyi sohbetin olsun. Onlara öğüt verdiğin zaman sözünü kısa tut, çünkü fazla sözün bir kısmı diğer kısmını unutturur. Düşmanın elçileri yanına gelecek olursa, onlara ikramda bulun, ancak onları karargâhında fazla tutma. Öyle ki onlar senin hakkında hiçbir şey öğrenmeden yanından ayrılsınlar. Onlara hiçbir şey göstermemeye çalış, aksi takdirde senin zayıf yanlarını görür ve senin bildiklerini bilirler. Yanında bulunanlardan hiç kimsenin onlarla konuşmasına fırsat verme. Onlarla konuşmayı bizzat kendin yap. Gizli olması gereken şeyleri dışarı vurma ki işlerin karışmasın. Fikir sorduğun zaman dürüst ol ki sana samimi olarak fikirlerini söylesinler. Geceleyin arkadaşlarınla sohbet et. Bu şekilde sana çeşitli haberler gelecek ve önündeki perdeler kalkacaktır. Hak eden kimseyi cezalandırmaktan çekinme ve tereddüt etme. Ceza vermek için aceleci olma, gevşek de davranma. Askerlerinin ailelerinden gafil olma, aksi takdirde askerin bozulur. Onların gizliliklerini de araştırma, o zaman onları rezil edersin. İnsanların sırlarını açığa çıkarma, onların sana söyledikleriyle yetin. Boş işlerle uğraşanlardan uzak dur, doğru ve vefakâr kimselerle otur-kalk. Korkma, çünkü sen korkarsan yanındakiler de korkar. Ganimetten çalmaktan uzak dur. Çünkü bu fakirliği yaklaştırır, zaferi uzaklaştırır. Kendilerini manastırlara hapsetmiş kimseler bulacaksınız. Onları hayatlarını adadıkları şeyle baş başa bırak.”[23]

Hz. Ebû Bekir yöneticilerini ehil insanlardan seçme konusunda titizlik göstermiş, akrabalık, nüfuz, hatır-gönül gibi iltimas taleplerine boyun eğmemiştir. Ona göre yönetimde esas alınması gereken şey tayin edilen görevlinin vazifeye ehil ve layık olması ve devlet sorumluluğu taşıyabilmesidir. Bu amaçla komutanlarına cahiliye gururuna kapılmamalarını, kabilecilik (asabiyet) peşinde koşmamalarını tembihlemiştir. İdarî ve askerî görevlerin verilişinde akrabalığın değil, ehliyetin temel alınmasının gereğini sık sık vurgulamış,[24] ortaya koyduğu bu prensipleri uygulamalarıyla bizzat göstermiştir. Halîfe kabilecilik duygularını çağrıştırır endişesiyle yönetimi esnasında meydana gelen ridde hadiselerinde ve Irak-Şam fetihlerindeki ordularda kendi kabilesi Teymoğulları’ndan hiç kimseyi komutan tayin etmemiştir. Onun kabilecilik konusundaki hassasiyeti, aşere-i mübeşşere içinde yer alan yakın akrabası Talha b. Ubeydul­lah’ın onun zamanında önemli bir devlet görevine getirilmesine engel olmuştur.[25]

Hz. Ebû Bekir görevlendirmelerde ehliyet konusuna önem verdiği gibi seçtiği idarecilerinden de aynı hassasiyeti beklemiştir. Bunun en güzel örneklerinden biri halîfenin Yezîd b. Ebû Süfyan’a yaptığı şu uyarıdır:

“Senin adına en çok korktuğum husus iltimas meselesidir. Peygamber şöyle buyurmuştur: Müslümanlara ait herhangi bir işin başına geçip de iltimas eseri olarak o işe birini tayin eden kişi Allah'ın lanetine uğrar. Allah ondan bir mazeret veya fidye kabul etmeyerek kendisini cehenneme atar.”[26]

Hz. Ebû Bekir’in Kudâa kabilesine görevlendirdiği Velîd b. Ukbe ile Amr b. el-Âs’a ayrı ayrı gönderdiği talimatname, İslâm’ın evrensel ahlâk esaslarını ortaya koymaktadır:

“Gizli ve âşikâr her hususta Allah’ın emirlerine saygılı ol. Allah’a karşı saygılı olana Allah çıkış yolu gösterir. Ona beklemediği yerden rızkını gönderir, kusurlarını affeder. Takva, Allah kullarının birbirlerine tavsiye ettikleri en hayırlı şeydir. Sen Allah yolundasın. Bu yüzden ihmal ve gaflet gösterme. Za‘fa düşme ve gevşek davranma.”[27]

Hz. Ebû Bekir kısa süren hilâfeti döneminde ehil olanları yönetime getirdiği gibi, Allah Rasûlü’nün (sav) tayin etmiş olduğu idarecileri yerlerinde tutmaya da özen göstermiş, onları azletmek bir yana kendilerini daha üst görevlerle taltife çalışmıştır. Bu şekilde Hz. Peygamber’in (sav) tercihine uyduğunu göstermiştir. Mekke valisi Attâb b. Esîd, Tâif valisi Osman b. Ebu’l-Âs, Cened idarecisi Muâz b. Cebel, Zebîd, Aden ve Yemen Sahili yönetiminden sorumlu olan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile Bahreyn hâkimi A‘lâ b. el-Hadramî, Hz. Ebû Bekir zamanında da görevlerini sürdüren Hz. Peygamber’in (sav) bürokratlarından bazı­larıdır.[28]

        E. İNSAN HAKLARINA SAYGI

Hz. Ebû Bekir’in yönetimi esnasında üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan birisi de insan haklarına saygıdır. Onun kumandanlarına ve valilerine verdiği emirler esas olarak Kur’ân’ın evrensel esaslarına dayanmaktadır. Nitekim Üsâme ordusuna verdiği talimat, onun insan hakları konusunda gösterdiği hassasiyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Size on şey tavsiye edeceğim ki, bunlara uyunuz: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız. Kimsenin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları, kadınları ve ihtiyarları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Koyun, inek ve deve gibi hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara çekilmiş adamlara rastlayacaksınız, onları kendi hallerine bırakınız.”[29]

Hz. Ebû Bekir’in burada dile getirdiği tavsiyeler zamanımıza kadar korunmaya çalışılan, ancak günümüz savaşlarında da sık sık şahit olduğumuz gibi ihmâl, hatta ihlâl edilen savaş hukukunun temel esaslarını yansıtır. Talimatın ihtiva ettiği hususlar, İslâm’ın ilk halîfesinin genelde insana saygısını, özelde ise diğer din mensuplarına müsamahasını, ayrıca insanların yaşadıkları çevreye verdiği önemi gayet açık bir şekilde ortaya koyar. Şüphesiz bu talimat ve uygulamalar esasında Allah Rasûlü’nün (sav) öğretisi ve icraatının Hz. Ebû Bekir dönemindeki pratik tezahürlerinden başka bir şey değildir.

Halîfe, “Askerlerinin ailesinden gafil olma, o zaman askerin bozulur. Onların gizliliklerini de araştırma, o zaman onları rezil edersin. İnsanların sırlarını açığa çıkarma, onların açığa vurduklarıyla yetin”[30] tavsiyeleriyle ordu komutanlarına emirlerindeki askerlere karşı da insanca muamele etmelerini, onların insanlık onurlarının korunması hususunda dikkatli olmalarını istemiştir. İlk İslâm fetihlerinin başarıya ulaşmasında Müslüman askerlerin kendi aralarındaki dayanışmasının yanı sıra komutanlar ile askerinin karşılıklı olarak sevgi ve saygılarının büyük rol oynadığı unutulmamalıdır. Nitekim seferler esnasında Müslüman komutanlar ile görüşmek için gelen yabancı elçiler, İslâm ordusunda en üst düzeydeki komutanla herhangi bir asker arasında fark görmediklerini açıkça ifade etmişlerdir.[31]

Hz. Ebû Bekir, savaş esnasında olduğu gibi, daha sonra gerçekleştirilen anlaşmalarda da insanlara ağır şartların yüklenmemesi, Müslümanlarla barış yapan yükümlülerin mağdur edilmemesi hususunda titizlik göstermiştir. Hâlid b. Velîd ile anlaşma yapmalarının ardından kıymetli hediyeler sunan Hîrelilerin verdikleri malların bedellerinin onların ödeyecekleri cizyeden düşürülmesi için talimat göndermesi, Hz. Ebû Bekir’in emrindeki insanların haklarına ve adalete gösterdiği hassasiyeti açıkça ortaya koyar. [32]

 

        KAYNAKLAR

AHMED B. HANBEL, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî, (241/855), Müsned, I-V, Beyrut ts.

BALCI, İsrafil, Sâdık Halife Hz. Ebû Bekir, Ankara 2016.

  , “Hz. Ebû Bekir Dönemi Dış Politikasında Siyasi ve Ahlak Yansımaları”, Ondukoz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun 2001, sy. 12-13.

BELÂZÜRÎ, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer Enis et-Tabbâ), Beyrut 1987.

BUHÂRÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (256/870), Sahîh-i Buhârî, I-VIII, İstanbul 1979.

EBÛ UBEYD, Kâsım b. Selâm (244/838), Kitabu’l-Emvâl, (thk. Muhammed Amâre), Kahire 1989.

EBÛ YÛSUF, Ya‘kûb b. İbrahim b. Habîb el-Ensârî el-Kûfî (182/798), Kitâbu’l-Harâc, (thk. Kusay Muhibbuddîn el-Hatîb), Kahire 1396.

HÂKİM, Ebû Abdullah İbnü’l-Beyyi Muhammed Hâkim Nisâburî (405/1014), Müstedrek, I-IV, Beyrut ts., (Mektebetü’l-Mabtuati’l-İslâmiyye).

İBN ABDİLHAKEM, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Abdillah (257/870), Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, (thk. Charles Torrey), Kahire 1991.

İBN HİŞÂM, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.

İBN KAYYIM, el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebî Bekir (751/1350), İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘Âlemîn, (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamid), I-VI, Kahire 1955.

İBN SA‘D, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).

İBNÜ'L-ESÎR, İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed (630-1232), el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986.

  , Üsdü’l-Ğâbe fî M‘arifeti’s-Sahâbe, (thk. Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşur), I-VII, ? 1970 (Kitabü’ş-Şi‘b).

KETTÂNÎ, Muhammed Abdülhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye, (çev. Ahmet Özel), I-III, İstanbul 1990-1993.

MES'ÛDÎ, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali (345/956), Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964.

SARIÇAM, İbrahim, Hz. Ebû Bekir, Ankara 1996.

TABERÎ, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân).

TÜRCAN, Talip, “Şûrâ”, DİA, XXXIX, 230-235.

VÂKIDÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer (207/823), Kitabu’r-Ridde, (thk. Yahya el-Cebûrî), Beyrut 1990.

 

 

 



[1]   Kettânî, Muhammed Abdülhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye, I, 98.

[2]   İbn Kayyım el-Cevziyye, İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘Âlemîn, V, 119-120. Bu konuda ayrıca bk. Balcı, İsrafil, Sâdık Halife Hz. Ebû Bekir, s. 121-165.

[3]   Hâkim, Müstedrek, III, 66.

[4]   Vâkıdî, Ridde, s. 48; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 311; Ebû Ebeyd, Kitabu’l-Emvâl, s. 72-73; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 182-183.

[5]   Türcan, Talip, “Şûrâ”, DİA, XXXIX, 230-235.

[6]   Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 12; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 274; Taberî, Tarih, III, 428-433.

[7]   Vâkıdî, Ridde, s. 113.

[8]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 184.

[9]   İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 202; Taberî, Tarih, III, 426.

[10] Taberî, Tarih, III, 424.

[11] Taberî, Târih, III, 184.

[12] Buhârî, Ahkâm 33; Vâkıdî, Ridde, s. 51; Taberî, Tarih, III, 225.

[13] Vâkıdî, Ridde, s. 54; Taberî, Tarih, III, 226-227.

[14] Taberî, Tarih, III, 227.

[15] Vâkıdî, Ridde, s. 48.

[16] Buhârî, Zekât 1, İstitâbetü’l-Mürteddîn 3; Vâkıdî, Ridde, s. 51-52.

[17] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II, 97-98.

[18] Belâzürî, Ensâb, I, 588.

[19] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s.149; Taberî, Tarih, III, 387-388; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 275-276.

[20] Vâkıdî, Ridde, s. 107; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 242-243.

[21] Vâkıdî, Ridde, s. 146; Taberî, Tarih, III, 278-280; 

[22] İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 396; Taberî, Tarih, III, 279-281, 391.

[23] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, II, 309; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 276-277.

[24] Taberî, Tarih, III, 390; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 309; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 276-277.

[25] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 131-155; Ya‘kûbî, Tarih, II, 127-138.

[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 6.

[27] Taberî, Tarih, III, 226-227, 277-278, 390.

[28] Bu valilerin listesi için bk. Taberî, Tarih, III, 318, 427; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 289.

[29] Vâkıdî, Ridde, s. 70-71; Taberî, Tarih, III, 226-227; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 227.

[30] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 276-277.

[31] Örnek vermek gerekirse Mısır’ın fethi öncesinde Amr b. el-Âs’ın karargâhına gelen elçiler geri döndüklerinde idarecileri Mukavkıs’a, Müslümanların dünya nimetlerine itibar etmediklerini, ölümü hayata tercih ettiklerini, orduda en rütbeli kişi ile en alt düzeyde savaşan arasında herhangi bir ayrımın yapılmadığını bildirmişlerdir. (bk. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, s. 65-66).

[32] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 267. Hz. Ebû Bekir’in yönetim anlayışı ile ilgili olarak bk. Sarıçam, İbrahim, Hz. Ebû Bekir, s. 64-84. Balcı, İsrafil, “Hz. Ebu Bekir Dönemi Dış Politikasında Siyasi ve Ahlâk Yansımaları”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun 2001, sy. 12-13, s. 339-362.


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar