HZ. EBÛ BEKİR’İN YÖNETİM
ANLAYIŞI VE İDARECİLERİYLE MÜNASEBETLERİ
Prof.
Dr. Âdem APAK
GİRİŞ
Hz. Ebû Bekir’in idare politikasında genel hatlarıyla Hz. Peygamber’in (sav) yönetim prensiplerinin belirgin yansımaları görülür. Diğer yandın İslâm tarihinin Hz. Muhammed (sav) dönemi dikkate alındığında yapılan uygulamalarda Allah Rasûlü’ne (sav) en yakın görüşlerin Hz. Ebû Bekir tarafından serdedildiği, başka bir ifadeyle ashâb içinde daha ziyâde onun yer aldığı grubun görüşlerine itibar edildiğine şahit olunur. Nitekim Kayser, Kisrâ ve Necâşî gibi devlet başkanlarını tanımış bulunan Araplar, bu özelliği sebebiyle Hz. Ebû Bekir’i “Peygamber'in veziri" olarak vasıflandırmışlardır.[1] İbn Kayyim el-Cevziyye de onun idaresinin Hz. Peygamber’in (sav) yönetimiyle çok yakın benzerlik gösterdiğini zikreder.[2]
Hz. Ebû Bekir, kendi yönetim anlayışını halîfe seçilmesinden hemen
sonra yaptığı konuşmada şu şekilde ortaya koyar:
“Allah’a yemin olsun ki benim asla
hilâfet makamında gözüm olmamıştır. Ne gündüz ne de gece bunu asla kendim için
istemedim. Bu işin bana verilmesi için ne kendi içimden ne de açıktan Allah’a
duada bulundum. Ancak bu görevi kabul etmemem halinde toplumda fitne ve
karışıklıkların çıkacağından endişe ettim. Bu vazife üzerimde iken asla rahat
ve huzur içinde bulunamayacağım. Allah’ın bana nasip edeceği kuvvet ve imkânlar
bir yana bana verilen bu işi tam olarak yerine getirebilmem için şahsen elimde
ne bir güç ne de bir imkân vardır. Bugün benim yerime daha iyi bir başkasının
seçilip görevlendirilmesini isterdim.”[3]
“Ey insanlar! En iyiniz olmadığım halde sizin idareciniz olarak seçilmiş
bulunuyorum. Şayet görevimi layıkıyla yaparsam, bana yardım ediniz. Yanlış
hareket ve davranışta bulunursam bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk, itimat
ve emniyet; yalancılık ise hainlik ve itimada karşı suistimaldir. Güçsüz
olanınız şayet haklı ise hakkını alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür. Güçlü
olanınız haksız ise kendisinden hak sahibinin hakkını alıncaya kadar benim
yanımda güçsüzdür. Bir millet Allah yolunda cihadı terk ederse zillete dûçâr
olur. Bir millet arasında kötülükler yaygın olursa Allah onlara umumî bir belâ
verir. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz. Şayet
onlara isyan edersem bana itaatiniz gerekmez. Allah’ın rahmeti üzerinize olsun”.[4]
Hz. Ebû Bekir’ îrâd ettiği mezkür hutbede
yönetim anlayışının ana umdeleri sunulmuştur. Onun idarî prensiplerini ise
aşağıdaki başlıklar altında detaylandırmak mümkündür.
A. İSTİŞARE
İstişare kamu yönetimi açısından
değerlendirildiğinde herhangi bir devlet başkanının veya yöneticinin karşı
karşıya kaldığı bir problemin halli konusunda ister resmî, isterse gayr-i resmî
kanalla olsun görüşüne itibar ettiği kişi veya gruplar ile gerçekleştirdiği
danışma ve fikir alış-veriş faaliyeti olarak tanımlanabilir. İslâm tarihinde bu
uygulamanın siyasî anlamda sistemleşmiş şekline şûrâ denilir.[5]
Hz. Ebû Bekir, idarî faaliyetlerinde genelde
ashâbın tamamının görüşünü almaya çalışmakla birlikte, onun en yakın
danışmanlarının Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Muâz b. Cebel ve Hz. Zeyd b. Sabit gibi sınırlı sayıdaki sahâbî olduğu anlaşılır.
Halîfe hem hızlı karar verilmesi gereken konularda hem de geniş katılımlı
toplantıların hazırlık görüşmelerinde bu şahıslarla sık sık bir araya gelme
ihtiyacı duymuştur. Yönetimi esnasında Hz. Ebû Bekir’in en büyük yardımcısı ise
neredeyse siyasî ortağı konumunda değerlendirilebilecek olan Hz. Ömer’dir. Bu
nedenle halîfe hemen bütün önemli devlet meselelerinde onun görüşünü alma
ihtiyacı duymuştur. Vefatından önce de Müslüman toplumun kanaat önderlerinin
fikrini almak suretiyle Hz. Ömer’i kendi yerine halîfe tayin etmiştir.[6]
Hz. Ebû Bekir halîfeliği döneminde Medine’de ashâb büyükleriyle görüş
alışverişinde bulunmasının yanı sıra uzak beldelerde görev yapan idarecilerine
de vazifeleriyle ilgili olarak yanlarında bulunan tecrübeli kişilere
danışmalarını, onlarla istişare yapmadan harekete geçmemelerini emretmiştir.
Nitekim peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime ile savaşmak üzere görevlendirdiği komutanı
Hâlid b. Velîd’e herhangi bir savaşa girmeden
önce kendisiyle birlikte bulunanların kanaatlerini alması talimatını vermiştir.[7]
Halîfe yönetim makamında mutlak yetkiye
sahip bir yönetici olmakla birlikte bazı devlet görevlerini yakın arkadaşlarına
devrederek bu sayede idarede vazife paylaşımının İslâm tarihindeki ilk
örneklerini de vermiştir. Bu amaçla Medine’de davalara bakma görevini Hz. Ömer’e bırakmış, Hz. Ebû Ubeyde’yi Beytülmal emini (Hazine görevlisi) tayin
etmiştir.[8]
Hz. Zeyd b. Sâbit, Hz. Ali ve Hz. Osman gibi şahıslardan
da devlet kâtipliği hizmeti almıştır.[9]
B. KARARLILIK
Hz. Ebû Bekir kaynaklarda gayet halîm-selîm, son derece
yumuşak huylu, şefkatli ve alçak gönüllü olarak tasvir edilir.[10]
Müslümanların ittifakıyla devletin en yüksek makamı olan hilâfete seçilmiş
olmasına rağmen halka yaptığı ilk konuşmasında “En iyiniz olmadığım halde sizin
başkanınız olarak seçilmiş bulunuyorum” ifadesini kullanması, onun tevazuunun
boyutlarını ortaya koyar. Halîfenin aynı konuşmasında geçen “Yanlış hareket ve
davranışta bulunursam bana doğru yolu gösteriniz” demesi de alçak gönüllülüğün
bir başka yansımasıdır. İnsanî ilişkilerinde mütevazı tavrıyla öne çıkan Hz.
Ebû Bekir, vazife ve sorumluluk hususunda ise son derece
titiz, ciddi ve kararlı bir tutum sergilemiştir. Dolayısıyla din ve devlet
işlerinde onun bir ihmal hatta tereddüdüne tesadüf etmek neredeyse mümkün
değildir. Nitekim halîfe, gerek doğrudan şahsî kanaati gerekse ashâb önde
gelenleriyle yaptığı istişareden sonra olsun herhangi bir konuda belli bir
kanaat oluştuğunda bunun kararlı bir şekilde uygulanmasını istemiştir. Onun bu
anlayışı dostlarına cesaret verirken, düşmanlarını sindirmiştir. Hz. Ebu
Bekir’in idaredeki kararlılığını Üsâme ordusunun harekete geçirilmesinde ve ridde
savaşlarındaki tutumunda açıkça görmek mümkündür:
Hz. Peygamber (sav) başta Üsâme’nin babası Zeyd b. Hârise olmak üzere Mûte Savaşı şehitlerinin intikamını almak üzere Üsâme b.
Zeyd komutasında bir ordu hazırlamış ve orduyu
Suriye istikametine göndermeye karar vermişti. Ancak rahatsızlığı ve akabinde
vefatı sebebiyle bu teşebbüs akamete uğradı.[11]
Hz. Ebû Bekir halîfe seçilmesinin hemen ardından hazır bekleyen askerî birliği
harekete geçirmeye karar verdi. Ashâbdan bazıları Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerinde ridde
hadiselerinin baş gösterdiğini, dolayısıyla orduyu göndermenin Medine’yi
savunmasız duruma düşüreceğini ileri sürerek halîfeden bu kararından
vazgeçilmesini istediler. Fakat Hz. Ebû Bekir “Arslanların gelip beni kapacaklarını bilsem,
şehirde benden başka kimse kalmasa da orduyu göndereceğim. Zira Üsâme’nin
gitmesini bizzat Rasûlüllah emretmişti” diyerek yapılan teklifi kesin bir
şekilde geri çevirdi. Onun seferi başlatma konusundaki kesin kararını gören
Müslümanlar bu defa Hz. Ömer aracılığı ile Üsâme’nin henüz genç olması sebebiyle
onun yerine daha tecrübeli birisinin komutan tayin edilmesinin uygun olacağını
bildirmeleri üzerine halîfeden aynı cevabı aldılar: “Onu Rasûlullah (sav) tayin
etmiştir, dolayısıyla yerine başkasının getirilmesi mümkün değildir.”[12]
Hz. Ebû Bekir, gerek plânlanan askerî faaliyetin
gerçekleştirileceğini, gerekse Üsâme’nin komutanlığı konusundaki kararlılığını
göstermek amacıyla bizzat orduyu uğurlamaya geldi. Üsâme ve diğer komutanlar
atlarına binmiş durumda iken halîfe yanlarında yaya olarak yürüyordu. Hz. Ebû
Bekir, Üsâme’nin atından inmesine izin vermediği gibi, kendisine getirilen ata
binmeyi de reddetti. Halîfeyi ordu komutanının yanında yaya olarak gören
Müslümanlar onun kararlılığını açık bir şekilde görmüş oldular. Hz. Ebû Bekir
bu tavrıyla da yetinmeyerek Medine’de kendisine yardımcı olarak
kalması için Hz. Ömer adına başkomutan Üsâme’den izin istedi.[13]
Halîfenin, emrinde bulunan bir komutanından müsaade alması alışılagelen bir
uygulama değildi. Ancak Hz. Ebû Bekir’in bu davranışındaki asıl amaç,
başlarındaki komutan hakkında tereddüt içinde olan askerlere bir mesaj
vermekti. Bu mesaj da askerler tarafından alınmıştır. Gerekli hazırlıkların
tamamlanmasının ardından ordu 1 Rabîülâhir 11 (26 Haziran 632) tarihinde
harekete geçti. Yaklaşık iki buçuk ay süren seferde Üsâme ordusu Suriye bölgesinde Kudâa kabilesinin oturduğu bölgelere, oradan da
bugünkü Akabe Körfezi’nin doğu kesimlerine kadar
ilerleyerek dinde sebat edenleri, isyan edenlere karşı koruduğu gibi bölgede
irtidat eden kabileleri cezalandırdı. Eyle denilen mevkie kadar ilerleyen askerler burada
bulunan âsî kabileleri itaat altına almalarının ardından Medine’ye döndüler.[14]
Hz. Ebû
Bekir, Üsâme ordusunun harekete geçirilmesindeki sebat ve
kararlılığını ridde hadiseleri esnasında da göstermiştir. İrtidat edenlerin bir
kısmı sahte peygamberlerin etrafında toplanarak Müslümanlık dairesi dışına
çıkarlarken, diğer bir kısmı ise İslâm’a bağlı kalacaklarını ancak buna
karşılık zekât vermeyeceklerini Medine’ye bildirmişlerdi.[15]
Bunun üzerine Hz. Ömer başta
olmak üzere ashâb önderleri bu gibi grupların belli bir süre zekâttan muaf
tutulmaları teklifinde bulundular. Ancak halîfe onlara şu tarihî cevabını
verdi: “Allah’a yemin ederim ki, namaz ile zekâtın arasını ayıranlara karşı
savaşacağım. Çünkü zekât malın hakkıdır. Onlar Rasûlüllah’a (sav) verdikleri zekât hayvanının başına
bağlanan ipi dahi bana vermekten çekinirlerse, yine onlarla savaşırım”.[16]
Hz. Ebû Bekir’in bu konudaki kararlılığını gören Müslümanlar derhal ridde ve
isyan hadiselerini bastırma faaliyetini başlatmışlardır.
C. MÜSAMAHA
Hz. Ebû Bekir’in yönetimdeki müsamaha anlayışını Hz.
Peygamber (sav) tarafından Yemen bölgesine idareci olarak tayin edilmiş olan
Hâlid, Amr ve Ebân b. Sa‘îd el-Âs kardeşlerle ilgili uygulamasında daha açık bir
şekilde görmek mümkündür. Allah Rasûlü’nün (sav) vefatından sonra adı geçen
şahıslar görev yerlerini terk edip Medine’ye dönmüşlerdi. Halîfe, vazifelerinde
başarılı bulduğu Sa‘îdoğulları’nı eski yerlerinde bırakmak niyetini açıklamış,
ancak onlar Hz. Peygamber’den (sav) başkası için vazife yapmayacaklarını ileri
sürerek teklifi kabul etmemişler, bunun yerine Şam seferlerine iştirak
edeceklerini bildirmişlerdir. Hz. Ebû Bekir onların kararına saygı duymuş ve Suriye
cephesine gitmelerine müsaade etmiştir.[17]
Bu kardeşlerden Hâlid b. Sa‘îd görev yerini terk edip Medine’ye geldiğinde Hz. Ebû Bekir’in halîfe seçilmesinden memnun
olmadığını açıkça ifade etmiş, bu görevi Ebû Bekir’e terk ettikleri için Hz.
Ali ile Hz. Osman’ı şiddetle kınamıştı.[18]
Bu gelişmeden haberdar olmasına rağmen halîfe onun tenkitlerini olgunlukla
karşılamış, hadiseyi şahsiyet meselesi yapmayıp Hâlid b. Sa‘îd’e karşı kin beslememiş, üstelik
Hz. Ömer’in yoğun muhalefetine rağmen onu
Şam bölgesine sevk edilen ilk orduya komutan tayin
etmiştir.[19]
Hz. Ebû Bekir’in yöneticilerine gösterdiği
müsamahayı Hâlid b. Velîd ile ilgili uygulamasında da görmek mümkündür:
Ridde harpleri sırasında peygamberlik iddiasında bulunanlardan Secah ile
birlikte hareket eden Benî Hanzala reisi Mâlik b. Nüveyre, Hâlid b. Velîd’in emriyle öldürülmüş, Hâlid daha
sonra maktulün dul eşi Leylâ ile evlenmişti. Hâlid’in Mâlik’i hanımı ile
evlenmek için öldürdüğü iddiaları Medine’ye ulaştırılınca[20],
Hz. Ömer halîfeden onun azlini ve muhakeme edilmesini talep etti. Hz. Ebû Bekir
ise huzuruna çağırdığı Hâlid’i hesaba çekti, yanlış yaptığını hatırlattı, hatta
onu şiddetli bir şekilde azarladı.[21]
Bununla birlikte “Ben asla Allah'ın kâfirlere karşı kınından çıkardığı bir
kılıcı, kınına sokmam” diyerek Hâlid’in görevden alınması taleplerini dikkate
almadı.[22]
D. EHLİYET
Hz. Ebû Bekir yöneticilikte en önemli özelliğin ehliyet
olduğuna inanıyordu. Bu sebeple seçildiği gün yaptığı konuşmada bizzat
kendisinin devlet başkanlığı görevinde kalabilmesinin ancak görevini layıkıyla
yapmasına bağlı olduğunu ifade etmiştir. Halîfenin yöneticilikteki ehliyetini
Suriye bölgesine komutan tayin ettiği Yezîd b. Ebû Süfyan’a yaptığı tavsiyeler açıkça ortaya
koymaktadır:
“Ben seni denemek, zorluklarla
karşı karşıya bırakmak ve bu konuda yeterli bir duruma gelmen için komutan
tayin ettim. Bu işi güzel yaparsan seni vazifende bırakır, hatta daha da büyük
görevler veririm. Yapamazsan azlederim… Sakın ha cahiliye devri taassubuna
kapılmayasın, çünkü Allah cahiliyeye de cahiliye halkına da buğzeder.
Askerlerinin yanına gittiğin zaman onlarla iyi sohbetin olsun. Onlara öğüt
verdiğin zaman sözünü kısa tut, çünkü fazla sözün bir kısmı diğer kısmını
unutturur. Düşmanın elçileri yanına gelecek olursa, onlara ikramda bulun, ancak
onları karargâhında fazla tutma. Öyle ki onlar senin hakkında hiçbir şey
öğrenmeden yanından ayrılsınlar. Onlara hiçbir şey göstermemeye çalış, aksi
takdirde senin zayıf yanlarını görür ve senin bildiklerini bilirler. Yanında
bulunanlardan hiç kimsenin onlarla konuşmasına fırsat verme. Onlarla konuşmayı
bizzat kendin yap. Gizli olması gereken şeyleri dışarı vurma ki işlerin
karışmasın. Fikir sorduğun zaman dürüst ol ki sana samimi olarak fikirlerini
söylesinler. Geceleyin arkadaşlarınla sohbet et. Bu şekilde sana çeşitli
haberler gelecek ve önündeki perdeler kalkacaktır. Hak eden kimseyi
cezalandırmaktan çekinme ve tereddüt etme. Ceza vermek için aceleci olma,
gevşek de davranma. Askerlerinin ailelerinden gafil olma, aksi takdirde askerin
bozulur. Onların gizliliklerini de araştırma, o zaman onları rezil edersin.
İnsanların sırlarını açığa çıkarma, onların sana söyledikleriyle yetin. Boş
işlerle uğraşanlardan uzak dur, doğru ve vefakâr kimselerle otur-kalk. Korkma,
çünkü sen korkarsan yanındakiler de korkar. Ganimetten çalmaktan uzak dur.
Çünkü bu fakirliği yaklaştırır, zaferi uzaklaştırır. Kendilerini manastırlara
hapsetmiş kimseler bulacaksınız. Onları hayatlarını adadıkları şeyle baş başa
bırak.”[23]
Hz. Ebû Bekir yöneticilerini ehil insanlardan seçme
konusunda titizlik göstermiş, akrabalık, nüfuz, hatır-gönül gibi iltimas
taleplerine boyun eğmemiştir. Ona göre yönetimde esas alınması gereken şey
tayin edilen görevlinin vazifeye ehil ve layık olması ve devlet sorumluluğu
taşıyabilmesidir. Bu amaçla komutanlarına cahiliye gururuna kapılmamalarını,
kabilecilik (asabiyet) peşinde koşmamalarını tembihlemiştir. İdarî ve askerî
görevlerin verilişinde akrabalığın değil, ehliyetin temel alınmasının gereğini
sık sık vurgulamış,[24]
ortaya koyduğu bu prensipleri uygulamalarıyla bizzat göstermiştir. Halîfe kabilecilik
duygularını çağrıştırır endişesiyle yönetimi esnasında meydana gelen ridde
hadiselerinde ve Irak-Şam fetihlerindeki ordularda kendi kabilesi
Teymoğulları’ndan hiç kimseyi komutan tayin
etmemiştir. Onun kabilecilik konusundaki hassasiyeti,
aşere-i mübeşşere içinde yer alan yakın akrabası Talha b. Ubeydullah’ın onun zamanında önemli bir devlet
görevine getirilmesine engel olmuştur.[25]
Hz. Ebû Bekir görevlendirmelerde ehliyet konusuna önem verdiği
gibi seçtiği idarecilerinden de aynı hassasiyeti beklemiştir. Bunun en güzel
örneklerinden biri halîfenin Yezîd b. Ebû Süfyan’a yaptığı şu uyarıdır:
“Senin adına en çok korktuğum husus
iltimas meselesidir. Peygamber şöyle buyurmuştur: Müslümanlara ait herhangi bir
işin başına geçip de iltimas eseri olarak o işe birini tayin eden kişi Allah'ın
lanetine uğrar. Allah ondan bir mazeret veya fidye kabul etmeyerek kendisini
cehenneme atar.”[26]
Hz. Ebû Bekir’in Kudâa kabilesine görevlendirdiği Velîd b. Ukbe ile Amr b. el-Âs’a ayrı ayrı gönderdiği
talimatname, İslâm’ın evrensel ahlâk esaslarını ortaya koymaktadır:
“Gizli ve âşikâr her hususta
Allah’ın emirlerine saygılı ol. Allah’a karşı saygılı olana Allah çıkış yolu
gösterir. Ona beklemediği yerden rızkını gönderir, kusurlarını affeder. Takva,
Allah kullarının birbirlerine tavsiye ettikleri en hayırlı şeydir. Sen Allah
yolundasın. Bu yüzden ihmal ve gaflet gösterme. Za‘fa düşme ve gevşek
davranma.”[27]
Hz. Ebû Bekir kısa süren hilâfeti döneminde ehil olanları
yönetime getirdiği gibi, Allah Rasûlü’nün (sav) tayin etmiş olduğu idarecileri
yerlerinde tutmaya da özen göstermiş, onları azletmek bir yana kendilerini daha
üst görevlerle taltife çalışmıştır. Bu şekilde Hz. Peygamber’in (sav) tercihine
uyduğunu göstermiştir. Mekke valisi Attâb b. Esîd, Tâif valisi Osman b. Ebu’l-Âs, Cened idarecisi Muâz b. Cebel, Zebîd, Aden ve Yemen Sahili yönetiminden sorumlu olan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ile Bahreyn hâkimi A‘lâ b. el-Hadramî, Hz. Ebû Bekir zamanında da görevlerini sürdüren Hz.
Peygamber’in (sav) bürokratlarından bazılarıdır.[28]
E. İNSAN HAKLARINA SAYGI
Hz. Ebû Bekir’in yönetimi esnasında üzerinde
hassasiyetle durduğu konulardan birisi de insan haklarına saygıdır. Onun
kumandanlarına ve valilerine verdiği emirler esas olarak Kur’ân’ın evrensel esaslarına
dayanmaktadır. Nitekim Üsâme ordusuna verdiği talimat, onun insan
hakları konusunda gösterdiği hassasiyeti açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Size on şey tavsiye edeceğim ki,
bunlara uyunuz: Hainlik yapmayınız. Vefasızlık etmeyiniz. Haddi aşmayınız.
Kimsenin uzuvlarını kesmeyiniz. Çocukları, kadınları ve ihtiyarları
öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Koyun, inek ve deve gibi
hayvanları gıdadan başka bir maksat için kesmeyiniz. Yolda manastırlara
çekilmiş adamlara rastlayacaksınız, onları kendi hallerine bırakınız.”[29]
Hz. Ebû Bekir’in burada dile getirdiği
tavsiyeler zamanımıza kadar korunmaya çalışılan, ancak günümüz savaşlarında da
sık sık şahit olduğumuz gibi ihmâl, hatta ihlâl edilen savaş hukukunun temel
esaslarını yansıtır. Talimatın ihtiva ettiği hususlar, İslâm’ın ilk halîfesinin
genelde insana saygısını, özelde ise diğer din mensuplarına müsamahasını,
ayrıca insanların yaşadıkları çevreye verdiği önemi gayet açık bir şekilde
ortaya koyar. Şüphesiz bu talimat ve uygulamalar esasında Allah Rasûlü’nün
(sav) öğretisi ve icraatının Hz. Ebû Bekir dönemindeki pratik tezahürlerinden
başka bir şey değildir.
Halîfe, “Askerlerinin ailesinden gafil olma, o zaman askerin
bozulur. Onların gizliliklerini de araştırma, o zaman onları rezil edersin.
İnsanların sırlarını açığa çıkarma, onların açığa vurduklarıyla yetin”[30]
tavsiyeleriyle ordu komutanlarına emirlerindeki askerlere karşı da insanca
muamele etmelerini, onların insanlık onurlarının korunması hususunda dikkatli
olmalarını istemiştir. İlk İslâm fetihlerinin başarıya ulaşmasında Müslüman
askerlerin kendi aralarındaki dayanışmasının yanı sıra komutanlar ile askerinin
karşılıklı olarak sevgi ve saygılarının büyük rol oynadığı unutulmamalıdır.
Nitekim seferler esnasında Müslüman komutanlar ile görüşmek için gelen yabancı
elçiler, İslâm ordusunda en üst düzeydeki komutanla herhangi bir asker arasında
fark görmediklerini açıkça ifade etmişlerdir.[31]
Hz. Ebû Bekir, savaş esnasında olduğu gibi, daha
sonra gerçekleştirilen anlaşmalarda da insanlara ağır şartların yüklenmemesi,
Müslümanlarla barış yapan yükümlülerin mağdur edilmemesi hususunda titizlik
göstermiştir. Hâlid b. Velîd ile anlaşma yapmalarının ardından kıymetli
hediyeler sunan Hîrelilerin verdikleri malların bedellerinin onların
ödeyecekleri cizyeden düşürülmesi için talimat göndermesi, Hz. Ebû Bekir’in
emrindeki insanların haklarına ve adalete gösterdiği hassasiyeti açıkça ortaya
koyar. [32]
KAYNAKLAR
AHMED B. HANBEL, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî,
(241/855), Müsned, I-V, Beyrut ts.
BALCI, İsrafil, Sâdık Halife Hz. Ebû Bekir, Ankara 2016.
, “Hz.
Ebû Bekir Dönemi Dış Politikasında Siyasi ve Ahlak Yansımaları”, Ondukoz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Samsun 2001, sy. 12-13.
BELÂZÜRÎ,
Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Futûhu’l-Buldân, (thk.
Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer Enis et-Tabbâ), Beyrut 1987.
BUHÂRÎ, Ebû Abdullah
Muhammed b. İsmail el-Buhârî (256/870), Sahîh-i
Buhârî, I-VIII, İstanbul 1979.
EBÛ UBEYD, Kâsım
b. Selâm (244/838), Kitabu’l-Emvâl, (thk. Muhammed Amâre), Kahire 1989.
EBÛ YÛSUF, Ya‘kûb
b. İbrahim b. Habîb el-Ensârî el-Kûfî (182/798), Kitâbu’l-Harâc, (thk.
Kusay Muhibbuddîn el-Hatîb), Kahire 1396.
HÂKİM, Ebû
Abdullah İbnü’l-Beyyi Muhammed Hâkim Nisâburî (405/1014), Müstedrek,
I-IV, Beyrut ts., (Mektebetü’l-Mabtuati’l-İslâmiyye).
İBN ABDİLHAKEM, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b. Abdillah
(257/870), Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, (thk. Charles Torrey), Kahire 1991.
İBN HİŞÂM, Ebû
Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa
es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.
İBN KAYYIM,
el-Cevziyye, Ebû Abdillah Muhammed b. Ebî Bekir (751/1350),
İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în ‘an Rabbi’l-‘Âlemîn, (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamid), I-VI,
Kahire 1955.
İBN SA‘D, Ebû
Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Beyrut ts. (Dâru Sâdır).
İBNÜ'L-ESÎR,
İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed (630-1232), el-Kâmil fi’t-Tarih,
I-IX, Beyrut 1986.
, Üsdü’l-Ğâbe
fî M‘arifeti’s-Sahâbe, (thk.
Muhammed İbrahim-Muhammed Ahmed Aşur), I-VII, ? 1970 (Kitabü’ş-Şi‘b).
KETTÂNÎ, Muhammed Abdülhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye,
(çev. Ahmet Özel), I-III, İstanbul 1990-1993.
MES'ÛDÎ,
Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali (345/956), Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk.
Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964.
SARIÇAM,
İbrahim, Hz. Ebû Bekir, Ankara 1996.
TABERÎ, Ebû
Ca‘fer Muhammed b. Cerîr (310/922), Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk.
Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân).
TÜRCAN, Talip,
“Şûrâ”, DİA, XXXIX, 230-235.
VÂKIDÎ, Ebû
Abdullah Muhammed b. Ömer (207/823), Kitabu’r-Ridde, (thk. Yahya
el-Cebûrî), Beyrut 1990.
[1] Kettânî, Muhammed
Abdülhay, et-Terâtibu’l-İdâriyye, I, 98.
[2] İbn Kayyım el-Cevziyye, İ‘lâmu’l-Muvakkı‘în
‘an Rabbi’l-‘Âlemîn, V, 119-120. Bu konuda ayrıca bk. Balcı, İsrafil, Sâdık
Halife Hz. Ebû Bekir, s. 121-165.
[3] Hâkim, Müstedrek, III, 66.
[4] Vâkıdî, Ridde,
s. 48; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 311; Ebû Ebeyd, Kitabu’l-Emvâl, s.
72-73; İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 182-183.
[5] Türcan, Talip, “Şûrâ”, DİA, XXXIX,
230-235.
[6] Ebû Yûsuf, Kitâbu’l-Harâc, s. 12; İbn
Sa‘d, et-Tabakât, III, 274; Taberî, Tarih, III, 428-433.
[7] Vâkıdî, Ridde,
s. 113.
[8] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 184.
[9] İbn Sa‘d, et-Tabakât, III, 202; Taberî,
Tarih, III, 426.
[10] Taberî, Tarih,
III, 424.
[11] Taberî, Târih, III, 184.
[12] Buhârî, Ahkâm 33; Vâkıdî, Ridde, s. 51; Taberî, Tarih, III, 225.
[13] Vâkıdî, Ridde,
s. 54; Taberî, Tarih, III, 226-227.
[14] Taberî, Tarih,
III, 227.
[15] Vâkıdî, Ridde,
s. 48.
[16] Buhârî, Zekât 1,
İstitâbetü’l-Mürteddîn 3; Vâkıdî, Ridde,
s. 51-52.
[17] İbnü’l-Esîr,
Üsdü’l-Ğâbe, II, 97-98.
[18] Belâzürî,
Ensâb, I, 588.
[19] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s.149; Taberî, Tarih, III, 387-388;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 275-276.
[20] Vâkıdî, Ridde,
s. 107; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 242-243.
[21] Vâkıdî, Ridde,
s. 146; Taberî, Tarih, III,
278-280;
[22] İbn Sa‘d, et-Tabakât, VII, 396; Taberî, Tarih, III, 279-281, 391.
[23] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb,
II, 309; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 276-277.
[24] Taberî, Tarih,
III, 390; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, II, 309; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 276-277.
[25] Belâzürî, Futûhu’l-Buldân,
s. 131-155; Ya‘kûbî, Tarih, II,
127-138.
[26] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 6.
[27] Taberî, Tarih,
III, 226-227, 277-278, 390.
[28] Bu valilerin listesi için bk. Taberî, Tarih, III, 318, 427; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil,
II, 289.
[29] Vâkıdî, Ridde,
s. 70-71; Taberî, Tarih, III,
226-227; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 227.
[30] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 276-277.
[31] Örnek vermek gerekirse Mısır’ın fethi öncesinde
Amr b. el-Âs’ın karargâhına gelen elçiler geri döndüklerinde idarecileri
Mukavkıs’a, Müslümanların dünya nimetlerine itibar etmediklerini, ölümü hayata
tercih ettiklerini, orduda en rütbeli kişi ile en alt düzeyde savaşan arasında
herhangi bir ayrımın yapılmadığını bildirmişlerdir. (bk. İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, s. 65-66).
[32] İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 267. Hz. Ebû
Bekir’in yönetim anlayışı ile ilgili olarak bk. Sarıçam, İbrahim, Hz. Ebû
Bekir, s. 64-84. Balcı, İsrafil, “Hz. Ebu Bekir Dönemi Dış Politikasında
Siyasi ve Ahlâk Yansımaları”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Samsun 2001, sy. 12-13, s. 339-362.
0 yorum:
Yorum Gönder