O BİR BEŞERDİ
BEŞERİN BİR GÜZEL MİSALİYDİ
Prof. Dr. Cağfer
KARADAŞ
Onu bilgiye susamışlığıyla, ilme doymayan tarafıyla tanıdım ilkin. Ders okurduk bir grup arkadaşımızla. Hocamızdı ama bizden daha meraklı daha heyecanlıydı. Derslerde bir şey öğreteyim derdinden çok, bir şey öğreneyim heyecanını yaşardı. Bu hali bize de bulaştı, bir daha da çıkmadı.
Derse otururduk da zamanın nasıl geçtiğini bilmez, mekânın
keyfiyetini sezmezdik. Hani “samanlık seyran olur” derler ya tam da onu
yaşardık. Her ders, her kitap, her hoca bizim için susuzluğumuzu gidersin diye
koştuğumuz umman olurdu. Bu duyguyu, bu heyecanı ve bu hedefi o vermişti bize.
Mütevazı bir kurumdu bulunduğumuz yer. Hadis Enstitüsü diye
bilinirdi. Ufku açık, gönlü geniş, himmeti büyük, samimi ve sağlam insanlarca
kurulmuştu. (Hepsinden Rabbim razı olsun.) Arkadaş grubumuz sayıca mütevazı ama
ufukça muhteşemdi. Umman misali hocaların gayret ve emekleri oldu hepimizin
üstünde. Müdürümüz Faruk Beşer hocamızdı.
Hocamızdı ama içimizden biriydi. Bizimle acıkır, bizimle susar,
bizimle yorulur, bizimle savrulurdu. Ne yiyeceğiz diye düşünmek yerine ne okuyacağız
ne öğreneceğiz ve bugün hangi meseleleri çözeceğiz fikri zihnimizi kaplar,
gönlümüzü sürükler, bizi alır bir ummana salardı. Ummanın suyunun içer de
içeriz, ne ummanı tüketebilir ne de susuzluğumuzu giderebilirdik.
İlim işte böyleydi. Ne içeni kandırır ne kendini azaltır. İçtikçe
çoğalır, içilen miktar kendisi yanında bir damladan küçük kalır. Boşa dememiş
büyük adamlardan biri: “İlmim arttıkça cahilliğimin ne kadar çok olduğunun
farkına vardım.”
O, işte böyle bir kökten geliyordu.
O köke bizi de çekti. Kendine benzetti. Köke raptetti. Dikeyine göğe doğru,
yatayına engin ufuklara; saldı bizi ummana, attı ırmakların coşkun akışına, en
sert rüzgârların ortasına… O kök bizi tuttu da ne umman yuttu ne ufuklar sınırladı
ne ırmaklar sürükledi ne de rüzgâr savurdu.
İnsanız biz. Bazen savruluruz. Ama o kök var ya, çeker kendine
getirir, aklı erdirir, izanı bildirir, insana yerini öğretir.
İşte tam da bu yüzden ne o bizim savrulmalarımızdan endişe duydu ne
de biz onun. Anlayamayan sevenleri endişeye kapıldı kimi zaman, sevmeyenleri
kof bir öfkeye. İlimden nasip almamış, cahilliğinin derinliğini görmemiş olanların
hocayı anlamasını beklemek ise hendeğin başında devenin atlamasını beklemek
gibidir.
Fıkhın kökünü de dalını da onunla tanıdım. Çok da sevdim, hatta o
ummana dalayım dedim. Olmadı. O da hiç ısrarcı olmadı. Ben de ta İmam-Hatipli
yıllarımda sevdasına kapıldığım fıkhın yanındaki ikinci ummana kelam ilmine
daldım. Onun sayesinde iki ummandan da istifade ettim. Gördüm ki iki umman
birbirini besliyor, biri olmadan diğerinin anlamı olmuyor.
Bizi o kadar kendine benzetti ki, onun gibi özgür olduk. Her
birimiz kendi ummanımızı seçtik. O, tam da bunu istiyordu bizden. Tek bir umman
bizi tatmin edemeyecekti, her birimiz ayrı ummandan aldıklarımızla ortak sofra
kurabilecektik. Kurduk da nitekim. Zaten ummanları birleştiremezdik ama
aldıklarımızı ve derleyip devşirdiklerimizi birleştirebilirdik. Öyle de oldu.
Kimimiz fıkıh, kimimiz kelam, hadis, tefsir, tasavvuf hatta hızını alamayıp
felsefi ilimlere kadar gidenler de oldu. Kimseye engel olmadı, herkesi bir yola
koydu.
Özgürdük, korkusuzduk; cesaretin zirvesinde, heyecanın doruğunda
yaşıyorduk. Çünkü kökümüzün sağlam, bağımızın kuvvetli, örneğimizin ve
önderimizin ferasetli olduğunu biliyorduk. Yolumuz belli, istikametimiz tamdı.
İslam yolu, Ehl-i Sünnet çizgisi, Ehl-i Kıble genişliği, insanlık haysiyeti ve hassasiyeti…
Ayrıştırmadan ve ötekileştirmeden, birleştiren ve bütünleştiren…
Nereye gitsek, kiminle iş tutsak, nerede yaşasak, kimlerle buluşsak
çok da önemli değildi. Özgüvenimiz yerindeydi, çünkü kökümüz derindeydi. Yerde
olmamız tevazu, göğe ağmamız şahsiyetimizdi. O yüzden ne kimseye meydan okuduk
ne de meydan okuyanlardan korktuk.
Ne güzel demiş Yunus:
“Ay oldum âleme doğdum, bulut oldum göğe ağdım."
Bizim derdimiz ilim ummanlarından katre katre toplayabildiğimiz
kadar almak, heybemize doldurmak ve birbirimizle paylaşmaktı.
Paylaşmada neyin merkez olması gerektiğini yine o bize gösterdi: Kitabımız
Kur’an-ı Kerim. Allah’ın kelamı, insanlığın hidayet rehberi. Onu mihver
edindik, her birimiz derya deniz bir tefsiri sahiplendik, onun etrafından
toplaştık, meclisler oluşturduk, okuduk, okuduk, okuduk. Okudukça kanmak nerde,
ilme susuzluğumuz arttı. Bulduğumuz her ummana saldırdık, daha fazla susadık. İlim
suyundan içtikçe içtik, bir noktaya geldik: ilmin derinliğini, enginliğini,
zirvesinin yüceliğini fark ettik. Meğer biz yolun başındaymışız ve kat etmemiz
gereken çok mesafe varmış. Sona varmamız karıncanın çelimsiz ayaklarıyla Kâbe’ye
varması gibiymiş. Varmasak da yolda olmaktı bütün emelimiz. Hatta onun gibi
yolda ölmekti.
Birbirinden kıymetli çok hocamız oldu, her biri bizim ummanımız
oldu. Hele biri vardı ki, kitaplara kara sevdalı. Kitap almaya gitmezdi, kitaba
dünür giderdi. Aşkla, tutkuyla giderdi. Heyecana kapılarak, cezbeye tutularak
giderdi. Kitabı alması maşukuna kavuşması, okuması söyleşisi olurdu. Ondan da
bulaştı bize. O da çıkmadı bir daha.
Demiştik ya, hocalarımızın her biri birbirinden kıymetli. Kimisi
sakinliğiyle, kimisi tez canlılığıyla, kimisi derinliğiyle, kimisi
enginliğiyle, kimisi heybetli duruşuyla, kimisi mütevazılığıyla… Çok şey
öğrettiler bize, ilmimizi ve görgümüzü artırdılar, şahsiyetimize renk ve değer
kattılar.
O’nun yeri başkaydı. Adeta orkestra şefiydi. Herkesi idare eder,
hiç kimseye hissettirmezdi.
Kıvamını bulmuş kişiliğin, en güzel işçiliğin, halife sıfatına
layık kılınmış beşerin bir güzel misaliydi.
Dedik ya o bir beşerdi, fark eden, farkını fark ettiren, ama göze
sokmayan, kendini değil yolu gösteren, beşer cinsinin mütevazı ferdiydi. İsmiyle
müsemma FARUK BEŞER’di.
Her beşer gibi faniydi. Dünyada kalış süresi ve ecel anı belliydi.
Ne hayatında sıkıntı verdi ne hastalığında. Sekiz gün yattı, teslimiyetinin son
örneğini sergileyerek gitti. Rabbi ondan razı o Rabbinden razı olsun, cennetine
giren kulları arasına katsın.
Geride boşluk bırakmadı, nice kıymetli
eserler, nice kulağa küpe sözler, nice öğrenciler, nice samimi gönüller, nice duygulu
gözler ve mesrur yüzler bıraktı.
Durmak yok yola devam. Tam da onun bıraktığı yerden. Yakîne varana,
ecele erene kadar. Tıpkı onun gibi, son teslimiyete kadar.
Öncesini hiç bilmeyenler bile onun son bir yılını, hatta son bir
ayını bilseler, Rabbinin rızasına teveccühünü, ilme olan aşkını, Müslümanın
derdiyle dertlenmesini, insanlığın kurtuluşuna vesile olma arzusunu yakînen
fark ederler.
Hiç durmadı, hep çalıştı. Başka türlü de yapamazdı. O da öyle
yaptı. Zaten öyleydi.
Bize çok şey kattı. O örneğimizdi, ilimde önderimizdi. Önderliğini mütevazılığının
yeline vermiş, örnekliğini de mahviyetiyle gizlemişti.
Dedim ya içimizden biri, gönlümüzün serveri, doldurulmaz yeri, ilm
u irfan eri…
Rabbim mağfiretiyle muamelede
bulunsun,
Sevenleriyle cennet yurdunda buluştursun…
10 Receb 1445 /
21 Ocak 2024
Allâh teâlâ rahmetini ikrâm buyursun...
YanıtlaSilel-Fâtiha 🤲😢🤲
Cafer Hocam ne kadar anlamlı, ne kadar coşkulu, ne kadar güzel, ne kadar vefalı bir anlatım… Elinize, gönlünüze sağlık.
YanıtlaSil