Prof. Dr. Adem APAK
GİRİŞ
Arapça asıllı olan Şuûbiyye kelimesi ş.a.b fiili kökünden türetilmiştir. Kelimenin mastarı olan şa‘b lugatte topluluk, grup, cemaat anlamına gelir. Bu tabir aynı zamanda Araplardaki kabile hiyerarşisinin büyük halkalarından birine de isim olmuştur. Arap sosyal yapısının topluluk derecelendirmeleri yaygın olarak cizm, cumhur, şa‘b, kabile, imâre, batn, fahz, aşîre, fâsıla, raht şeklinde düzenlenmiştir.[1] Bununla birlikte Arap nesep çerçeveleri küçükten büyüğe doğru fahz, batn, imâre, kabîle ve şa‘b şeklinde beşli bir tasnife de tâbi tutulmuştur. Şuûb kelimesi şa‘b’ın cemisi olup, sonundaki nisbet yâ’sı tekilliği, müennesliği ise fırka ve cemaat manasına oluşu temsil etmektedir.[2]
Şuûbiyye,
kendilerini insanların en üstünü kabul eden, buna karşılık başka etnik unsurları
ikinci sınıf sayan Araplara karşı başlangıçta eşitlik iddiasında bulunan; ancak
güç kazanınca Araplarla rekabete başladıkları gibi, eski idare ve
medeniyetlerini de yeniden canlandırmaya çalışan Araplar dışındaki
toplulukların (mevâlî) gerçekleştirdikleri, siyasî, edebî ve dinî faaliyetler bütünü
ve bunları gerçekleştiren grupların oluşturdukları bir topluluktur.[3] Müsteşrik Goldziher, Şuûbiyye’nin
Kur’ân ve hadisin emirleri doğrultusunda Araplarla onların dışındaki diğer
Müslümanlara eşit davranılması çağrısında bulunan büyük bir cemaatin özünü
teşkil eden yazarlar ve düşünürler grubu olduğunu iddia eder. Ona göre Şuûbî
topluluklar ihtilâlci bir karakter taşımayıp, görüşlerini sadece edebî enstrümanlarla
yaymaya çalışmışlardır.[4] Buna karşılık Wellhausen, Şuûbiyye’nin
sadece siyasî, ictimaî ve dinî özellikleri bulunan bir hareket olduğunu ileri
sürer.[5] Abdülaziz Dûrî ise, bu
hareketin sadece belli bir grubun faaliyeti olmayıp, Arapların itaat altına
aldıkları bütün etnik ve dinî grupların yer aldıkları bir hareket olduğu kanaatindedir.
Onların asıl gayeleri ise, Arap otoritesini sarsmak Arap kültürünün yeni
nesillere intikaline engel olmaktır.[6] Şuûbiyye’nin siyasî,
etnik, dinî ve kültürel bir hareket olup, gerçek niyetinin Arap hâkimiyetini ortadan
kaldırarak yerine Fars İmparatorluğu’nu yeniden diriltmek, bunun yanında İslâm
inancını etkisiz hale getirip bunun yerine eski İran dinlerini ikame etmek
isteyen bir hareket olduğu şeklinde fikirlerde de serdedilir.[7] Şuûbiyye mensupları içinde
çok çeşitli milletler görünmekle birlikte bu hareketin esas temsilcileri Farslılardır.
Bu sebeple Şuûbîliği özünde bir Fars hareketi veya Arap-Fars mücadelesi olarak
nitelendirmek yanlış sayılmaz.[8]
Araplara
muhalif bir fırka anlamında Şuûbiyye teriminin kullanımı ilk defa Birinci Abbâsî
asrında gerçekleşmiştir. Esasında hareketin ilk fiilî adımlarının Emevîler
döneminin sonuna doğru atıldığı bilinmektedir. Bununla birlikte devlet idarecilerinin
şiddet politikaları sebebiyle Şuûbî faaliyetler yaygınlaşamamış, varlığını gizli
ve düzensiz bir şekilde devam ettirmeye çalışmıştır. Belki de bundan dolayı Emevî asrında
Araplara muhalif
bir grup hakkında şuûbî veya Şuûbiyye tabirine tesadüf edilmez. Hareketin
adını Abbâsîler zamanında almış olduğunu destekleyen en önemli delil ise,
kavramın Abbâsî
devrinin başlarında Kaderiyye, Hurremiyye, Dehriyye, Râvendiyye adlarıyla ortaya çıkan fikir
ve düşünce akımları gibi nisbet yâ’lı olmasıdır. Şuûbiyye’nin özel bir fırka anlamında zikredildiği ilk eserin Abbâsîler
döneminde yaşayan Câhız’ın (255/869) el-Beyân ve’t-Tebyîn isimli kitabı olması da bu tezi destekler. Daha
sonra İbn Kuteybe (276/889)[9], Ebu’l-Ferec
İsfahânî (357/967)[10]
ve İbn Abdirabbih (327/939)[11]
gibi müellifler de eserlerinde Şuûbiyye
terimini bilinen anlamıyla kullanmışlardır.[12]
Şuûbiyye ifadesi
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis kaynaklarında geçmez. Ancak terimin Hucurât sûresinde
zikredilen “Ey insanlar! Sizi, bir erkek ve bir dişiden yarattık, üstelik sizleri
şuûb (soy) ve kabâil (kabileler) şeklinde ayırdık” âyetinden alındığı konusunda
yaygın bir kanaat vardır.[13] Nitekim gerek erken dönem
gerekse modern zamanlarda yazılan kaynaklarda Şuûbîler ile Araplar arasında gerçekleşin
polemiklerde sürekli olarak mezkûr âyete atıflar yapılmıştır. Dolayısıyla burada geçen şuûb
tabiriyle Araplar dışındaki milletlerin, kabâil ile de Arapların
kastedildiği genel kabul haline gelmiştir. Kaldı ki, Şuûbiyye mensupları da sürekli
olarak bu âyeti kendi görüşlerine destek kabul etmişlerdir.[14]
Şuûbiyye’nin tarihî arka planı
İslâmî fetihlere kadar götürülebilir. Zira Hulefâ-i Râşidîn devrinde başlayan fütühât
sonucunda geniş bir coğrafî alana yayılan Müslümanlar bu süreçte Arap asıllı olmayan pek çok etnik topluluklarla karşılaşmışlardır.
Fetih hareketi Emevîler döneminde en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Bilhassa bu süreçte
Araplar, geçmişten gelen kabilecilik ve soy üstünlüğü (asabiyet) duygularının tesiriyle hâkimiyetlerine aldıkları topluluklara ikinci sınıf muamelesi yapmaya başlayınca,
buna karşılık yabancılar da zaman içinde Araplar aleyhine siyâsî ve edebî güç ve imkânlarıyla faaliyet
gösterme ihtiyacı hissetmişlerdir. Dolayısıyla her iki tarafın karşılıklı
tavırları Şuûbiyye olgusuna zemin hazırlamıştır.
Arap tarihçileri
ile Arap edebiyat tarihçileri genelde bu hareketin Abbâsîlerin zayıflaması
sürecinde etkisini kaybettiğini, daha sonra da tamamen ortadan kalktığını ileri
sürerler. Bununla birlikte geçen asırda yaşamış bazı Arap araştırmacılar ise bu
faaliyetin, Arap ve Arap dili karşıtlığı şeklinde modern dönemlerde de varlığını
ve etkisini devam ettiğini iddia ederek, buna müsteşriklerin Arap dili ve
tarihi üzerindeki araştırmalarında ortaya koydukları art niyetli fikir ve
değerlendirmeleri örnek gösterirler. Onlara göre fasih Arapça kullanımının terk
edilip, yerine mahalli hususiyetler taşıyan ammîcenin (Halk Arapçası)
yaygınlaştırılması teklifleri, Arap toplumunun geçmişle bağını keseceği
düşüncesiyle üstü kapalı bir Şuûbiyye faaliyetinden başka bir şey değildir.[15]
İslâm tarihinin
Abbâsîler döneminde görünür hale gelen Şuûbîyye, esasında câhiliyye çağından itibaren
Arap kabileleri arasındaki kabile çekişmesini temsil eden asabiyetin tabiî bir
sonucudur. Çünkü asabiyetin temel sâikleri ve tezahürleri ile Şuûbiyye’nin hareketinin
âmilleri ve görünümleri arasında çok büyük etkileşim, benzerlik, hatta ortak
nokta bulunmaktadır. Hatta bu iki sosyal olgu, fonksiyonları itibariyle birbirinin
mütemmim cüzü mahiyetindedir. Dolayısıyla genel olarak Abbâsîler döneminde ortaya
çıktığı varsayılan Şuûbiyye’nin mahiyet ve faaliyetlerinin doğru anlaşılması, benzer
karakteristik hususiyetler taşıyan asabiyet kavramı ve tezahürlerinin tespit
edilmesiyle doğrudan ilgilidir.
A.
ASABİYET VE TEZAHÜRLERİ
1. Asabiyetin İslâm Öncesi ve Asrı Saadet Dönemindeki Yeri
Asabiyet kelimesi Arapça a.s.b. fiilinden türemiştir. Aynı
kökten gelen asabe, ism-i fâil sigasından âsıb’ın çoğulu olup saran, kuşatan anlamlarına
gelir. Terim olarak asabe, baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana
getirdiği topluluk demektir. Asabeden türeyen asabiyet ise, kişinin özellikle
baba tarafından akrabasını (asabe) yardıma çağırması neticesinde, onların ister
haklı ister haksız olsun, rekabet ettiği kişi ve gruplara karşı çağrı sahibiyle
birlikte hareket etmesidir. [16]
Asabiyet, aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini
birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya
sevk eden birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilebilir.[17]
Kabile asabiyeti, kabile mensuplarını manevî bir çerçeve içinde
birleştirip onlara mensubiyet şuuru ve bağlılık ruhu kazandırır. Yine asabiyet
sayesinde kabilede yaşayan her fert, şahsının bütün bir cemaatten mesul olduğu
bilincine ulaşır, aynı şekilde bir bütün olarak kabile topluluğu da kendine
bağlı fertlerden her birinin sorumluluğunun idraki içinde olur.[18]
Asabiyet, kabile üyeleri üzerinde çeşitli şekillerde varlığını ve etkinliğini
gösterir. Bunların başında kabilenin her durum ve şartta övülmesi, kabilenin kan
davalarına sahip çıkılması gelir. Kabile övgüsü câhiliyye şiirin en önemli
mevzuudur.[19]
Övgü esnasında bilhassa sahip olunan nesebin asaletini, soyun şerefini,
kabilenin savaşlardaki kahramanlığını, misafire ikramını, zillete baş
kaldırmasını dile getirmek esastır.[20]
Medhin karşılığı ise zemdir. Kendi soyunu öven kabile mensubunun bunun
karşılığı olarak rakip soyu kınaması gerekir. Bu faaliyetin amacı, rakip şahıs
veya kabilenin övgüyle karşılanan hasletlerden soyutlanıp, korkaklık, cimrilik
gibi olumsuz sıfatlarla anılması ve muhatapların toplum nezdinde küçük
düşürülmeye çalışılmasıdır.[21]
Kabile övülmesi her kabile üyesinin tabiî görevidir. Ancak
bunu asıl ve en iyi şekilde gerçekleştirenler, soyun şair ve hatipleridir. Şairlerin
seçtikleri konuların genelde kabileyi yüceltmek, karşılık düşmanları hicvetmek,
hasımlara meydan okumak, kabile mensuplarını intikam almaya teşvik, soyun gözünü
kırpmadan içine daldığı savaşları aktarmak, savaşta ölenlere mersiye söylemek
gibi kabile asabiyetiyle ilgili yahut ondan mülhem davranışlar olduğu görülür.[22]
Hz. Peygamber (sav) getirdiği prensipler
manzumesiyle Arap Yarımadası’ndaki kabileleri İslâm inancı merkezinde toplaması
neticesinde o zamana kadar dağınık kabile grupları halinde yaşayan
Araplar zamanla millet seviyesine ulaştılar.[23] Diğer taraftan kabile
hayatının ayrılmaz bir unsuru görülen asabiyetin, din kardeşliği birlikteliğine
zarar vereceği düşüncesiyle bu tabiî duygunun Müslüman topluma etkisini en az
düzeye indirmeye müteveccih adımlar atıldı. Bu adımların ilki asabiyetin esasını oluşturan
soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını reddetmek[24]
ve bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmektir.[25]
Zira Kur’ân’da insanların doğuşta kazanılan bir ayrıcalığa sahip
olmadıkları, üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek olan takvada ve kullukta
gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği
hususları açıkça ifade edilmiştir.[26]
Hz. Peygamber (sav) konuşmalarında sık sık soy üstünlüğü ve asabiyet davası
gütmenin İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Asabiyet,
bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”. [27]“Asabiyet
duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası
güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye
ölümüdür”.[28]
Allah Rasûlü (sav) üstelik bu uğurda gayret göstermeyi câhiliyye davranışı
olarak nitelemiştir: “Câhiliyye davasıyla hak iddia eden bizden değildir”
.[29]
“Şu câhiliyye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”.[30]
Allah Rasûlü (sav) Mekke’nin fethinin ardından İslâm kardeşliğinin ana
prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden câhiliyye gururunu, büyüklenmeyi
ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”[31] hitabıyla tekrar ortaya
koymuştur. Veda hutbesinde de bu gerçek daha şümullü bir şekilde dile getirilmiştir:
“Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki,
takva dışında hiçbir arabın arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın
beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi
huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır”.[32]
İslâm’ın, kabilecilik ile mücadelede kabile övünmesinden
sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezahürü ise intikam düşüncesi, yani
kan davaları ve buna dayalı gerçekleşen kabile savaşlarıdır. Hz. Peygamber
(sav) Arap kabileleri arasında düşmanlık davalarını ilga hususunda câhiliyye
intikamının iptal edilmesi için özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi[33],
gerekse veda hutbesinde[34]
bu hususlara açıkça işarette bulunmuştur.
İslâmî öğretinin asabiyeti tesirsiz hale getirmek attığı
diğer bir adım ise akrabayı himaye, başka bir ifadeyle sıla-i rahim
uygulamasını gündeme getirmesidir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının
sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum
düzeninin sağlanması ve sosyal yardımlaşma duygusunun geliştirilmesi hedefinden
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, hatta
soyları ile bağı kesenleri manevî anlamda sorumlu tutulacağı ikazında
bulunmuştur.[35]
O kadar ki, ehemmiyeti sebebiyle Hz. Peygamber (sav) bu emri Allah ve âhiret
gününe imanın bir gereği saymıştır.[36]
İslâm’ın gelişiyle gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse Hadîs-i şeriflerde asabiyete çağıran câhiliyye
şiiri ve şairlerine karşı fikrî mücadele süreci başlamıştır. “Şairler ki,
onlara ancak yoldan çıkmışlar tabi olur…”[37],
“Biz ona şiir öğretmedik. Ona şiir layık değildir” [38]
âyetleri ve ve Hz. Peygamber’in (sav) “Biri
için karnını irin ile doldurması, şiir ile doldurmasından daha hayırlıdır”[39]
sözü İslâm’ın bu konudaki görüşünü açıkça ortaya koymaktadır.[40]
Şiire ve şairlere karşı bu tavır alışa rağmen, İslâm’ın başlangıç döneminde Hz.
Peygamber (sav), müşrik şairlere kendi silahlarıyla karşılık verebilmek
amacıyla Hassân b. Sâbit (v.54/647) başta
olmak üzere şairlerden yardım almıştır.[41]
Rasûlüllah’ın (sav), mescitte şiir okuması için Hassân’a bir minber
yaptırdığı[42]
ve onun için “Allah’ım Hassân’ı Rûhu’l-Kudüs ile teyit et” şeklinde dua
ettiği bilinmektedir.[43]
İslâm’ın tebliği sürecinde asabiyetle ilgili olarak gerçekleştirilmeye
çalışılan bu anlayış değişikliğine rağmen, câhiliyye çağından kalan soya dayalı
övünme ve ırkın üstünlüğüne inanma taassubunun tamamen ortadan kaldırılması mümkün
olmamıştır. Çünkü Araplar, neseplerine son derece düşkün bir milletti ve soy
üstünlüğü, kabileler arasında en önemli övünç ve rekabet kaynağıydı.
Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra asabiyetin belirgin
bir şekilde kendini gösterme fırsatı bulduğu ilk hadise, halife seçimidir. Bu
olay, daha sonraki asabiyet merkezli siyasî problemlerin de habercisi olmuştur.
Asabiyetin yakıcı etkisiyle bu esnasında yüz yüze gelen Hz. Ebû Bekir ile halefi Hz. Ömer, Müslümanların sorumluluğunu üstlendikleri andan
itibaren asabiyetin tesirini azaltma yönünde, başka bir ifadeyle kabilecilik
mücadelelerini engelleme konusunda büyük gayret gösterdiler. Onların bu hususta
aldıkları tedbirlerin ilki, kendi ailelerini idarî kademeler getirmemek, ikincisi
yönetimde kabileler arasında denge politikası uygulamak, nihayet Hz.
Peygamber’in (sav) akrabası olmaları sebebiyle iktidar beklentisi ve talebi
içinde bulunan Hâşimoğulları’nı yönetimden uzak tutmak
olmuştur. [44]
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, bunlara ilave olarak, asabiyet kışkırtıcılığı yapan
şairlere karşı etkin bir mücadele gerçekleştirmişlerdir. Bu hususta en şiddetli
tedbirler, Hz. Ömer tarafından
alınmıştır. O kadar ki, halife kabile düşmanlığını teşvik edin ve intikam çağrısı
yapan şiirlerinin okunmasını yasaklamış[45],
şiirleriyle insanları hicveden ve cemiyet içinde huzursuzluğa sebep olan şairleri
cezalandırmıştır. Nitekim Zibrikân isimli bir şahsın
şikâyeti neticesinde şair Hutay’e halife tarafından hapsedilmiş,[46]
ancak bir daha kimseyi hicvetmeyeceği konusunda söz alınınca serbest bırakılmıştır.[47]
İlk iki halife döneminde Müslümanlar tarafından yoğun bir
fetih hareketi başlatılmış, Araplar başta Farslılar olmak üzere pek çok
milletle karşı üstünlük sağlamışlardı. Bilhassa Hz. Ömer’in halifeliği esnasında
Müslümanlar ile topraklarını onlara karşı savunan İranlılar arasında çetin
savaşlar gerçekleşti. Köprü savaşı[48] ve Büyeb savaşı[49] ile karşılıklı olarak
birbirini yoklayan taraflar, Kadisiye’de ölüm-kalım mücadelesi verdiler. Hicretin 14.
yılında (M. 635) gerçekleşen bu savaş sonucunda pek çok insan kaybeden İranlılar,
ülkenin iç kısımlarına doğru çekilmek zorunda kaldı.[50] Kısa süre sonra başkent Medâin’in
Müslümanların kontrolüne geçmesiyle birlikte, asırlardır hüküm süren Sâsânî
İmparatorluğu tarih sahnesinden silindi.(H.16/M.637).[51] Arap-Fars
mücadelesinin son dönüm noktalarından birisi kabul edilen Nihavend savaşı da (H.22/M.642) Arapların
lehine sonuçlanınca, İran coğrafyası tamamen Müslümanların kontrolüne girmiş oldu.
Bu şekilde daha önce kendilerini efendi Arapları köle olarak niteleyen kibirli
Farslılar[52],
artık Arapların tebeası haline geldiler.[53] Aynı tarihî süreç
içerisinde Suriye ve Mısır topraklarına da benzer seferler gerçekleştirildi; bir taraftan Bizans’ın Doğu Akdeniz hâkimiyetine
son verilip ülkenin batı sınırı Kuzey Afrika’ya kadar ulaştırılırken, çok
farklı din, dil ve etnik kökene sahip insan toplulukları İslâm devletinin
vatandaşları haline geldiler.[54]
Gerek Hz. Ebû Bekir, gerekse Hz. Ömer’in aldıkları tedbirler
neticesinde Hulefâ-i Râşidîn döneminin ilk yarısında dikkate değer bir kabile mücadelesine
şahit olunmamıştır. Ancak Hz. Osman’ın, göreve geldiği yıldan itibaren önemli eyalet valilerini
sırasıyla azledip yerlerine kendi kabilesinden şahısları yerleştirmeye
başlaması, asabiyetin yeniden ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.[55]
Öncelikli olarak Benî Ümeyye’nin tarihî rakibi konumunda olan Hz. Ali’nin soyu Hâşimîler ile onların destekçileri
yönetime karşı siyasî mücadeleye girişmişlerdir. Bu süreçte sadece Kureyş içinde sadece Emevî-Hâşimî şeklindeki bir siyasî bölünme gerçekleşmemiş, Kureyş
dışındaki Araplar da rekabet duygularıyla hareket etmeye başlamışlardır. İslâm’a
daha sonra katılmış olmalarına rağmen fetihlere büyük katkı sağlayan Bekr, Abdülkays, Rebîa, Ezd, Kinde, Temîm, Kudaa gibi Arap
kabileleri, yönetimde de kendilerinin söz sahibi olmalarının zamanının
geldiğini dile getirmeye, bu tür taleplerine cevap vermeyen idareyi açıkça
tenkit etmeye, hatta karşı çıkmaya başlamışlardır.[56]
Üçüncü halife Hz. Osman selefleri gibi kabilecilik ateşini körükleyen şairlere
karşı cezaî tedbirler uygulamış, birbirlerini hicveden iki şair huzuruna getirildiğinde
onlara birer kırbaç vererek birbirlerine vurmalarını emretmiş[57],
ayrıca Ensâr’ı eleştiren Dâbi b. Hâris el-Burcumî’yi de hapsettirmiştir.[58]
Bununla birlikte özellikle onun idaresinin son dönemlerinde Müslümanların
ayrılığa düşmeleri ve kabilelerin parçalanması, asabiyetin tekrar canlanmasına
ve şairlerin kabile merkezli şiir söylemelerine uygun sosyal hadiseler
gerçekleşmiştir. Bundan istifade eden şairler, kabile övgüsünü ve hasımlarının
yerilmesini şiirin ana teması haline getirmişlerdir. Dolayısıyla bu dönemde,
asabiyetin olduğu gibi, câhiliyye şiirinin de tüm gücüyle toplum hayatına dönüşüne
şahit olmuştur.[59]
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra halife seçilen Hz. Ali de selefleri gibi
asabiyet çağırısı yapan şair ve hatiplere karşı etkin mücadele sergilemiş, buna
rağmen bizzat şairlerin sebep oldukları hadiselerle karşı karşıya gelmekten de
kurtulamamıştır. Hatta İslâm tarihinin ilk döneminde şairlerin kabile asabiyeti
adına faaliyet göstermelerinin zirve noktasına Ali’nin halifeliği döneminde
ulaşılmıştır, demek mümkün olur. Bu süreçte nice şairler Mudar, Rebia, Yemen adına şiirler söylemişlerdir.
Onların şiirleri bilhassa Sıffin savaşı esnasında
Hz. Ali’nin ordusunda Mudar ve Rebia’yı birbirine düşürmüştür. [60]
2. Emevîler Döneminde Asabiyetin Rolü
Muaviye b. Ebû Süfyan’ın (41-60/661-680), Hz. Ali’nin
şehit edilmesinin ardından halifeliği Hz. Hasan’dan devralmasıyla başlayan Emevî
asrı, İslâm tarihinin diğer dönemleriyle karşılaştırıldığında asabiyetin etkinliğini en üst düzeye çıkardığı süreç olmuştur. Bunun
içtimaî, siyasî ve iktisadî pek çok sebebi bulunmaktadır.[61]
Burada kısaca ifade etmek gerekirse, câhiliyye döneminde kabileler küçük
müstakil birlikler halinde yaşadıkları için asabiyet genelde batn (dar kabile)
sınırını aşmıyordu. Ancak daha sonraki dönem içinde yeni kurulan şehirlerde küçük
kabileler menfaatlerini koruyabilmek adına birbirlerine katılma zorunluluğu
duymuşlar, bir idarecinin emri altında toplanarak güçlerini birleştirmişlerdir.
Kabilelerin iltihaklarla büyümeleri kabile sınırını, dolayısıyla asabiyet
çerçevesini genişletmiş, raht ve batn asabiyeti (mikro asabiyet), yerini kabile
ve cizm (soy, kök) asabiyetine (makro asabiyet) bırakmıştır. Bunların sonucunda
Emevîler dönemi geniş
çerçeveli kabile gruplaşmaları ve mücadeleleri asrı olmuştur. Kabile
sınırlarının genişlemesiyle siyasî hadiselerde küçük kabilelerin adları artık görünmez
olmuş, Hemdan, Mezhic, Bahile, Becile gibi küçük
boyların yerini artık Mudar, Rebia, Adnân, Kahtân gibi soy adları
almıştır.[62]
Emevîler döneminde asabiyet
mücadelelerini beş farklı boyutta ele almak mümkündür. Bunlar dar kapsamdan
genişe doğru şu şekilde sıralanabilir: 1. Emevî Hanedanı iç
mücadelesi, 2. Emevî-Hâşimî mücadelesi, 3. Kureyş-Kureyşli olmayan Araplar mücadelesi, 4. Adnânî-Kahtânî mücadelesi, 5.
Arap-Mevâlî mücadelesi (Öncü Şuûbîlik tezahürleri). Emevî asrında en belirgin asabiyet mücadelesi kuşkusuz Adnânî-Kahtânî Arap soy temeline
dayanan Rebia-Mudar, Mudar-Yemen, Kays-Kelb, Kays-Bekr, Kays-Ezd şekillerinde
gerçekleşen büyük Arap soyları, başka bir ifadeyle Arap menşeli kabile
federasyonları arasındaki siyasî rekabettir. Her iki taraf öncelikle
birbirlerinin araplıkları üzerine şüpheler dile getirmek suretiyle asıl kendilerinin
gerçek Arap olduklarını ispata çalışmışlardır. Özellikle Yemen kabileleri,
soylarının hakiki Arap olduğunu, Arap dilini ilk önce Yarub b. Kahtân’ın konuştuğunu, buna karşılık Adnânîlerin araplığı sonradan kazandıklarını, zira Hz. İsmail’in
(as) ancak Cürhümlülerle akrabalık kurduktan sonra Arapçayı öğrendiğini ileri
sürmüşlerdir.[63]
Adnânîler ise bu iddiaları reddedip İsmail’in (as) Arapça’yı Yemenlilerden öğrenmediğini, ilham
yoluyla Allah’tan aldığını ileri sürmüşlerdir.[64]
Diğer taraftan Kahtânîler, Hz. Peygamber’in (sav) kendi içlerinden çıkmasıyla iftihar
eden Adnânîlere karşı hem Adnân, hem de Kahtân’ın İsmail’den (as) geldiğini iddia
etmişler[65],
bununla da yetinmeyip, Adnânîlerin Hz. İsmail’i
(as) öne sürmelerine karşılık, Hz. Hud (as) peygamberi soylarına
katmışlar[66],
ayrıca Hz. Salih’i (as) kendilerinden saymışlardır. Kahtânîler ayrıca varlığıyla
çokça övündükleri Himyer Tübbâsı’nı da peygamber ilân
etmişlerdir.[67]
Emevî asrında Adnânî ve Kahtânîler
arasındaki neseb övünmesi sadece Arap
kabileleriyle sınırlı kalmamış, onlar diğer milletleri ve geçmişteki meşhur
insanları soylarına dâhil ederek bunlarla iftihar yoluna gitmişlerdir. Örneklendirmek
gerekirse, Kahtânîler eski melikleri ve o meliklerin Adnânî kabilelere
hâkimiyet kurmuş olmalarıyla övününce, buna Adnânîler İshak b. İbrahim’in çocukları saydıkları Farslıları kendi akrabaları kabul ederek onların kahramanlıklarıyla
övünmüşlerdir.[68]
Adnânîler ayrıca Kürtler[69],
Hindliler, Berberîler ve Deylemliler’le aynı soydan geldiklerini
ileri sürmüşlerdir.[70] Buna karşılık Kahtânîler de Yunan b. Âbir’i Kahtân b. Âbir ile kardeş
sayıp, Yunanlıları neseplerine dâhil etmişler[71],
Türkleri de Maveraünnehr’e gidip oraya yerleşen
Kahtânî asıllı millet olarak kabul etmişlerdir.[72]
Övünmede hızlarını alamayan her iki taraf, geçmişte yaşayan meşhur şahısları
soylarına dâhil etme yarışına girmiş; buna göre Yemenliler Biyurabis isimli Fâris
meliki Dahhâk’ın aslen Yemenli olduğunu iddia ederlerken[73],
Kehf sûresinde geçen Zülkarneyn’in[74]
kendi kralları Tübbâ Akran olduğunu
söylemişler, Lokman Hekim’i de Güney Arabistan asıllı kabul etmişlerdir.[75]
Câhiliyye çağında olduğu gibi Emevîler döneminde de kabile
övünmesinin öncü ve sorumluları kabile hatip ve şairleridir.[76]
Nitekim Arap edebiyatının Ferezdak, Cerîr, Ahtal gibi zirve şahsiyetleri
İslâm tarihinin bu safhasında yaşamışlardır.[77]
Bunlar ve benzeri şairler ya kabilelerini düşman kabilelere karşı teşvik ve
tahrik ederek doğrudan, ya da diğer şairlerle atışmaları sebebiyle kabileler
arasında kabuk tutan yaraları deşmek ve rakiplerinin ayıplarını saymak
suretiyle de dolaylı olarak kabile asabiyetini canlandırmışlar; tartışma,
övünme, yerme, geçmişi anma gibi bütün şiir türlerinde, asabiyetin tesiri
altında icra-i sanatta bulunmuşlardır.[78]
Araplarla onlar dışındaki toplum kesimlerini teşkil eden mevâlî
arasında gerçekleşen çekişmeler de Emevîler döneminde ortaya
çıkan asabiyet kaynaklı mücadelelerden kabul edilir. Emevî siyaseti genelde
Arap asabiyetine dayandığı için, Araplar dışında kalan unsurlar ülkede ikinci
sınıf vatandaş muamelesi görmüşler, bu uygulamanın sıkıntısını yaşamışlardır.[79]
Şu bir gerçektir ki, Emevî devleti Arabın Arapla mücadelesi
neticesinde kurulmuş bir Arap devletidir. Tabiatıyla başlangıçtan itibaren
Araplar dışındaki etnik unsurların her anlamda ikinci planda kalmaları
tabiîdir. Bundan dolayı, devletin Araplık yönü Muavîye b. Ebû
Süfyân’dan itibaren kendini hissettirmiş, bu anlayış ilerleyen yıllarda bilhassa Abdülmelik’le birlikte katı bir ırkçılık haline dönüşmüştür. O kadar ki, kendilerini diğer
etnik unsurlardan mutlak anlamda üstün gören Araplar, mevâlîden bir erkekle izdivacı
kendileri için zül telakki etmişlerdir. Eğer mevâlîden biri kişi hür Arap
kızıyla evlilik yapmışsa çoğu zaman vali marifetiyle bu nikâhlar feshedilmiştir.[80] Nitekim Benû Süleym
kabilesine mensup bir mevâlî hür bir Arap kızıyla evlenince durum fanatik Arap
şair Muhammed b. Beşîr el-Hâricî tarafından Medine valisi Ebu’l-Velid b.
İbrahim’e şikâyet edilmiş, sonuçta büyük suç (!) işleyen mevâlînin derhal
hanımından boşanması sağlandığı gibi, başkalarına da ibret olsun diye kendisine
iki yüz değnek vurulup saçı, sakalı, hatta kaşlarına kadar traş edilmiştir.[81] Bu tür muamelelerden
sadece sıradan mevâlî mensupları değil, ilmi sayesinde toplumda önemli yer
kazanan şahıslar da nasibini almıştır. Örnek vermek gerekirse mevâlîden olup tâbiîn
büyüklerinden kabul edilen Abdullah b. Avn bir Arap kızıyla evlenmiş, ancak
kadı Bilâl b. Ebî Bürde hadiseyi haber alınca ona kırbaç cezası tatbik etmiştir.[82]
Emevîler döneminde Araplıkların üstünlük
anlayışı o dereceye ulaşmıştır ki, dönem ulemâsından Nâfi b. Cübeyr bile bir mevâlînin
arkasında namaz kılmayı Allah’a karşı bir tevazu ifadesi olarak
nitelendirmiştir.[83] Gerek resmî görevlilerin gerekse
toplum içinde kendilerini devletin asıl sahibi gören sıradan Arapların bu
anlayışları, gayr-ı Arap unsurların Araplara
karşı hoşnutsuzluklarına, zamanla da nefretlerine sebep olmuştur. Bütün
bunların sonucunda mevâlî gruplar, yönetim aleyhtarı bütün oluşumların doğrudan
veya dolaylı destekçisi haline gelmişlerdir.[84]
Örnek vermek gerekirse Kerbelâ hadisesinden
sonra Irak’ta gerçekleşen Muhtar es-Sekafî isyanına katılanların çoğunluğunu gayr-ı
Arap topluluklar teşkil etmiştir. Bu sebeple Muhtar’ın hareketi İslâm tarihinde
mevâlînin Araplara karşı gerçekleştirdiği ilk ayaklanma teşebbüsü olarak kabul
edilir. Kendisi bir arap olmasına rağmen Muhtar’ın bu faaliyette mevâlî ile birlikte
hareket etmesi, soylarını her zaman diğer etnik unsurların üstünde gören
Arapları oldukça rahatsız etmiş, onların şiddetli tepkisine sebep olmuştur.[85] Benzer şekilde Abdülmelik’in halifeliği döneminde Irak valisi
Haccâc’ın halka karşı sergilemiş olduğu şiddet politikaları[86] sebebiyle mevâlî Abdurrahman b. Muhammed’in başlatmış olduğu
isyana büyük destek vermiştir.[87]
Emevîlerde Ömer b. Abdülaziz’in
(99-101/717-720) kısa süren yönetimi sürecinde istisnaî olarak Arap-Mevâlî
ayrımı yapılmaksızın ülkede yaşayanlar eşit olarak değerlendirilmiş, Müslüman olduklarını açıklayan ancak daha önce Emevî
valileri tarafından kendilerinden haraç alınmaya devam edilen bu insanlara
yüklenen malî yükler tarafından kaldırılarak Müslümanlar arasında gerçek bir
eşitlik sağlanmıştır. Bu sebeple onun halifeliği esnasında mevâlî tarafından
yönetim aleyhtarı herhangi bir hareket gerçekleşmemiştir.[88] Ancak ardından
halefi Yezid b.
Abdülmelik’in (101-105/720-724) devlet başkanlığı döneminde mevâlîden cizye ve haraç alınmasına yeniden
başlanarak eski haksız uygulamaya dönülmüştür.[89]
Yezid’in icraatı sadece Arapları
değil, onlar dışındaki diğer Müslümanları da rahatsız etmiş, neticede ülkede mevâlînin
yoğun bir şekilde iştirak ettiği ayaklanmalar baş göstermiştir. Nitekim Berberîler
Kuzey Afrika’da isyan çıkarıp, valileri Yezid
b. Ebû Müslim’i öldürmüşler[90],
aynı anda Mâverâünnehr ve Türkistan’da yaşayan Türk topluluklar yönetime
karşı ayaklanmalar gerçekleştirilmiştir.[91]
Hişam b. Abdülmelik (105-125/724-743)
döneminde malî disiplini sağlamak, devletin artan harcamalarına yeniden kaynak
temin etmek adına mevâlî üzerindeki vergilerin artırılması, gayr-ı Arap
unsurların yönetime karşı hoşnutsuzluğunu artırmıştır. Nitekim, Ömer b.
Abdülaziz zamanında üzerlerindeki maddî yüklerin azaltılması sebebiyle Müslüman
olduklarını ilân etmiş bulunan Sind melikleri, Hişam zamanında vergi sistemi
tekrar eski hale getirilince İslâm’ı terk etmişlerdir.[92] Mevâlî bu dönemde kendilerine
yapılan uygulamadan dolayı sadece dinini terk edip devlete küsmekle kalmamış, yönetime
karşı geniş çaplı ayaklanmalara da girişmiştir.[93] Bu dönemde Seyhun nehri
civarını kontrol altına alan Hâris b. Süreyc’in başlattığı ve Türk
boylarının destek verdiği isyan Emevîlerin doğudaki hakimiyetini büyük oranda
zaafa düşürmüş[94], aynı anda
Kuzey Afrika’da Berberîlerin ayaklanmaları devletin bölgedeki otoritesini tehdit
edecek boyutlara ulaşmıştır. Irak’ta şiddetli devlet takibatına maruz kalan Hâricîlerin
Kuzey Afrika’ya gelmesiyle birlikte buradaki Berberî isyanları dinî bir veche
de kazanmıştır. Araplar tarafından dışlanan Berberîler arasında eşitlik, adalet
ve kardeşlik gibi değerleri propaganda aracı olarak kullanan Hâricîler, Kuzey
Afrika’da önemli derecede taban kazanmışlar, sonuçta bölge bir Hâricîlik
merkezi haline gelmiştir.[95]
Muhtemelen bu sebeple bazı Arap tarihçileri Emevîler döneminde yönetime etkin
bir şekilde mücadele sergileyen Haricîleri, görüşleri sebebiyle Şuûbiyye’nin
fikir önderleri olarak kabul etmişlerdir[96]
Hişam b. Abdülmelik döneminde Kuzey Afrika’da başlayan Berberî
isyanları kısa süre sonra Endülüs’e sıçrayarak burada da şiddetli etnik
mücadelelere sebep oldu.[97]
Emevîler döneminde gayr-ı Arap unsurların Arap hâkimiyetine karşı en fazla
destek verdikleri siyasî organizasyon ise şüphesiz Ebû Müslim Horasanî tarafından gerçekleştirilen Abbâsî
ihtilâlidir.[98]
Horasan’da Arap kabilelerinin kendi aralarında yürüttükleri savaşları da fırsat
olarak değerlendiren Ebû Müslim, kısa süre içinde bölgede Emevî devletinin otoritesini
sarsacak güce erişmiştir. Bunu fark eden Arap kabileleri, asabiyet ateşinin
kendi kuvvetlerini yok ettiğini geç de olsa anlayarak, destekçilerinin çoğu
mevâlî olan Ebû Müslim’e karşı güçlerini birleştirme kararı aldılar. Yeni
gelişme Araplarda kabilecilik şuurundan kavmiyetçilik (Araplık) şuuruna geçişin
ilk adımı olarak değerlendirilir. Gerçektende iktidardan pay alma adına sürekli
olarak kendi aralarında kabile savaşları yapan Araplar, yönetimin tamamen
ellerinden gitmesi ihtimalini gördüklerinde, ilk kez kavmî bir şuurla birleşme
kararı almışlar, cizm (soy) asabiyetinden Arap asabiyetine geçmeye karar
vermişlerdir.[99]
Horasan’da çarpışan Arap grupların kendisine karşı birleşme
kararı aldıklarını haber alan Ebû Müslim, o dönemde idareye
muhalif konumda olan Yemenîleri kendisine çekebilmek amacıyla lideri Kirmanî’ye ortak hareket etme çağrısı yaptı. Ancak Emevîlerin
son Horasan valisi Nasr b. Seyyar, ısrarlı teşebbüsleri
sonucunda Kirmanî’yi yeniden kendisiyle ittifak yapmaya ikna etti. Fakat bu
mutabakat netice vermedi. Zira Nasr, kendisiyle birleşmek üzere yanına gelen gelen
Kirmanî’yi öldürdü. Bunun üzerine onun taraftarları Ebû Müslim’i desteklemeye
başladılar. Böylece Horasan’da şeklen birleşmiş görünen Arap kabileleri tekrar farklı
cephelere dağıldılar. Kısa süre sonra da bölge Abbasîlerin kontrolüne geçti.[100]
Emevîler dönemindeki bazı hadiselerde Mevâlînin
etkin rol aldığı görülmekle birlikte bunun tam olarak bir Arap-Mevâlî mücadelesi
olduğunu ileri sürmek yanıltıcı olabilir. Zira ilk planda mevâlî hareketi olarak
da nitelenebilecek Muhtar es-Sekafî hadisesinde, mevâlî unsurunun etkinliği kadar[101],
Şam iktidarına karşı
Irak muhalefeti fikri
ve Hz. Hüseyin’in intikamı eksenli Şiî propagandasının da
önemli derecede rol oynadığı unutulmamalıdır. Aynı şekilde mevâlî isyanı olarak
kabul edilebilecek Mağrib merkezli Berberî isyanlarında,
onların mevâlîlikleri kadar Hâricî oluşlarının tesiri de inkâr edilemez. Ayrıca
unutulmamalıdır ki, bölgedeki çatışmalarda Araplar arası iç mücadelenin de
tesiri büyüktür.[102]
Nihayet Ebû Müslim’in gerçekleştirdiği isyan hareketine de Farsılar başta olmak
üzere değişik etnik unsurlar kadar, yönetim tarafından dışlanmış bulunan pek
çok Arap topluluk destek vermiştir.[103]
Bu gerekçelerden yola çıkarak gerçek anlamda Arap-Mevâlî, başka bir ifadeyle
Arap-Fars rekabetinin Emevîler değil, Abbâsîler döneminde gündeme geldiğini ileri
sürmek mümkündür.
B.
ŞUÛBİ HAREKETİN ORTAYA ÇIKIŞI VE FAALİYETLERİ
1. Şuûbiyye’nin Ortaya Çıkışı
Şuûbiyye, birdenbire
gündeme gelmiş bir faaliyet veya topluluk olmayıp, temelleri derin geçmişe
dayanan bir harekettir. Abbâsîler döneminde etkin hale gelmiş olmakla birlikte,
bu hareketin temelini Müslüman Araplarla başka milletlerin karşı karşıya
geldiği Hulefâ-i Râşidîn zamanına, hatta İslâm öncesi dönemdeki Arap-Fars ilişkilerine
kadar götürmek mümkündür.[104] Şuûbiyye’nin ilk
müşahhas faaliyeti olarak Fars asıllı şâir İsmail b. Yesâr’ın, Emevî halifesi Hişâm b.
Abdülmelik’in (105-125/ 724-743)’in
huzurunda kendi kavminin şöhretini dile getiren bir kaside okuması gösterilir.[105] Arap karşıtlığı temeline
dayalı bu grubun kendini daha açık ve güçlü bir şekilde ifade etmesi ve kurumsallaşması
ise başta İranlı unsurlar olmak üzere mevâlînin devlet yönetiminde ağırlık kazanmaya
başladığı ilk Abbâsî asrında gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu hareketin esas faaliyetlerini,
siyasî etkinliğini ve edebî ürünlerini özellikle bu tarihî süreçte bulmak
mümkün olur.
Emevî
idaresinin son yıllarında İslâmiyet’in eşitlik fikrine dayanarak gün yüzüne çıkmaya
başlayan Şuûbiyye, Abbasî halifesi Seffâh’ın (133-136/750-754) hilâfet günlerinden
Hârûn Reşîd (170-193/786-809) döneminin sonuna kadar ekseriyetini İranlıların
teşkil ettiği taraftarları sayesinde sesini güçlü
bir şekilde duyurma imkânı bulmuştur. Bunda,
mevâlînin devlet yönetiminde gücünün artmasının büyük etkisi vardır. Zira ilk Abbâsî
halifeleri, kurdukları devletin, mevâlînin, özellikle de Farslıların
omuzlarında yükseldiğinin farkında olmuşlar, dolayısıyla sivil ve askerî bürokrasinin
bütün kilit noktalarında onları istihdam etmişlerdir. Nitekim Abbâsî asrının
başlangıcında göreve getirilen vezirlerin neredeyse tamamı İran menşelidir.[106] Hârûn Reşîd döneminde ise
Fars kökenli Bermekî ailesi neredeyse hanedana denk bir nüfuz ve güce ulaşmıştır.[107] O kadar ki, bu ailenin
yönetimdeki fiilî etkinliği sebebiyle Abbâsîler devleti, Bermekîler Devleti
olarak dahi isimlendirilmiştir.[108]
İlk Abbâsî
asrında Araplar, kültür-medeniyet unsurları açısından Farslıların yoğun bir
şekilde etkisi altına girdikleri için[109], her alanda bir
Arap-Acem mücadelesine şahit olunmuştur. Hârûn Reşîd’in, Bermekîleri idareden tasfiye
girişimi görünürde Arapların Acemlere karşı zaferi kabul edilmekle birlikte[110], onun ardından oğulları
Emin ile Memun arasında gerçekleşen ve Büyük Fitne olarak isimlendirilen iktidar
mücadelesinin annesin İranlı olan ve İranlıların büyük desteğini alan Memun’un (198-218/813-833)
üstünlüğü ile neticelenmesi,
esasında Araplara karşı Farslıların hâkimiyetinin ilânı olmuştur.[111] İranlıların devlet
idaresinde gerçek anlamda söz sahibi oldukları bir dönemde halifelik makamına
gelen Mutasım (218-227/833-842)
ise Fars
gücüne karşı denge unsuru olmaları için devlet yönetiminde Türklerin önünü
açmış, bürokrasinin önemli makamlarını onlara teslim etmiştir. Dolayısıyla
Abbâsîlerdeki Arap-Fars mücadelesi, dolaylı bir şekilde Türklerin imtiyazlı devlet
yönetimine girişine vesile olmuştur. Bu adımda hem Fars nüfuzunu kırmak, hem de
Arapların etkinliğini artırmak hedeflenmiştir.[112] Ancak yeni şartlarda
Arap-Fars mücadelesinin yerini Arap-Türk rekabeti almıştır.[113] Bilhassa orduda sayı ve
etkinliği gittikçe artan Türk asıllı toplulukların varlıkları ve
faaliyetlerinden rahatsız olan Arapların şikâyetleri artınca, yönetim Türk askerlerinin iskânı için Samarra
şehrinin kuruluşunu gerçekleştirmiştir.[114] Vâsık (227-232/842-847)
ve Mütevekkil’in (232-247/847-861) halifelikleri döneminde Abbâsîler üzerindeki
Türk etkisi daha da yoğunlaşmış[115], bu şekilde Farslıların
öncülük ettikleri Şuûbiyye hareketi yavaş yavaş siyasî alanda güç kaybetmeye,
faaliyetini sadece edebî faaliyetlerle sürdürmeye başlamıştır.[116] Sonraki dönemlerde İslâm dinini ve
Müslümanları himayeyi üstelen, Arapçayı da ilim dili olarak kabul eden Gazneliler
(H.532-582/M.963-1186) ile Selçuklu Türkleri (H.429/590/M.1038-1194), Şuûbî
hareketlere pek iltifat etmemişlerdir. Belki de bundan dolayı edebî ve ilmî ürünlerî
hicretin altıncı asrına kadar görülen Şuûbiyye hareketi etkinliğini kaybetmiştir.[117]
Şuûbiyye’nin ilk
temsilcileri Farslılardır. Bunun sebebi ise İslâm öncesi ve sonrasında Müslüman
Araplarla komşu olmaları hasebiyle onlarla çetin mücadele etmek durumunda olan,
neticede bu mücadeleyi kaybeden milletin İranlılar olmasıdır.[118] Kaynakların bildirdiğine
göre İslâm öncesinde Bizans İmparatorluğu ile dönemin en büyük gücü olan Sânânîler,
kendilerini her alanda üstün görüp Fars milletlerini efendi sayarken, Arapları
köle olarak kabul etmişlerdir.[119] Dolayısıyla bu iki
millet arasındaki rekabet çok eskilere dayanmaktadır. Yeni şartlarda ise
Araplar hâkim, Farslılar ise onların himayesinde yaşayan bir halk haline
gelmiştir. Bundan dolayı, tabiî olarak Araplara karşı ilk organize Şuûbiyye
hareketi, eski ihtişamlı günlerine geri dönmek isteyen İranlılar tarafından
gerçekleştirilmiştir. Başlangıç aşamasında büyük oranda Fars milliyetçiliği hareketi
görüntüsü verse de onların dışındaki diğer etnik topluluklar da zamanla Şuûbiyye
faaliyeti içerisinde yer almış; sonuçta hareket, Türk, Rum, Süryâni, İspanyol v.b. asıllı şâir, kâtip,
âlim ve idareciyi de içine alacak derecede bütün gayr-ı Arap halk tabakalarının
ortak faaliyeti haline dönüşmüştür.[120]
Arap
asabiyetinin tabiî bir neticesi ve aksülameli olan Şuûbiyye hareketi, aynen
asabiyet gibi İslâm fetihleriyle birlikte uzak beldelere yayılma imkânı
bulmuştur. Bilindiği gibi Arap Yarımadası’ndaki kabileler arasında görülen asabiyet,
zamanla Hicaz’dan doğu
istikametinde Irak’a, Horasan’a, Mâverâünehre’e yayılırken; batı tarafında ise
Şam’dan Mısır’a, oradan Kuzey Afrika’ya, nihayet Endülüs’e ulaşmıştır.[121] Şu kadar var ki,
asabiyetin esas doğuş merkezi Arabistan olurken, Şuûbiyye’nin faaliyet alanı
ise doğal olarak Araplarla gayr-ı Arap unsurların birlikte yaşadıkları ve Arap
Yarımadası’na çok uzak ikinci ve üçüncü dereceden göç bölgeleri olmuştur. Bu
sebeple Şuûbiyye’nin şiddetli bir şekilde kendini gösterdiği yerler özellikle Horasan,
Maveraünnehr, Kuzey Afrika ve Endülüs’tür.[122] Bu coğrafyalarda faaliyete
öncülük eden etnik unsurları ise, Arap yayılmasına karşı en güçlü direnişi
gösteren Farslılarla birlikte Rumlar, Türkler ile bu köklü milletlerle uzun
süre birlikte yaşayan Süryânî, Nabâtî, Kıptîler ve Endülüs’te
çoğunluğu teşkil eden İspanyollar ve Slavlar’dı.[123]
2. Şuûbiyye Hareketinin Gelişim Evreleri
Şuûbiyye faaliyetlerinin sosyal, siyasî ve iktisâdi pek çok sebebi
bulunmaktadır.[124] Kendilerini Araplara
karşı konumlandıran Şuûbî gruplar, Arapların kesin hakimiyeti, kendi güçlerinin
de yetersizliğinden dolayı, başlangıç sürecinde Araplarla rekabet ve üstünlük
yarışına girmek yerine bütün insanların eşit oldukları fikrini dillendirmişler;
gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse Hz. Peygamber’in (sav) sözlerinden yola çıkarak
Arapların üstünlük iddialarının dinde yerinin olmadığını ispata çalışmışlardır.
Bu sebeple Şuûbiyye’nin ilk evresini teşkil eden bu gruba Ehlü’t-Tesviye (Evrensel
Eşitlikçiler) adı verilmiştir.[125] İbn Abdirabbih, bu grup
mensuplarının görüşlerini şu şekilde dile getirir:
“Biz adalete, eşitliğe ve insanların tek bir soydan geldiğine
inanıyoruz. Bu konuda Hz. Peygamber, ‘inananlar kardeştirler, kanları da
birbirine denktir’ buyurmuş, ayrıca veda hutbesinde ‘Ey insanlar, Allah sizden câhiliyye
kibrini ve atalarla övünmeyi kaldırmıştır. Hepiniz Adem’densiniz, Adem de
topraktandır. Takvanın dışında arabın arap olmayana üstünlüğü yoktur’ sözleri
bizim delilimizdir. Allah Rasûlü’nün bu sözleri Allah’ın ‘Allah’ın yanında en
üstün olanınız, ondan en çok sakınanınızdır’sözüne de uygundur. Ne var ki siz,
övünmekten başka hiçbir şey kabul etmediniz. İslâm’a girmede bizi geçmiş, eğe
kemiği olana kadar namaz kılmış, yay gibi olana kadar oruç tutmuş olsalar bile
Arap olmayanlar bize müsâvî olamaz dediniz. Biz bu tutumunuzu hoş karşılıyoruz.
Ama yine de bizim ve sizin peygamberinizin menettiği atalarla övünmelerinize
cevap veriyoruz. Çünkü sizler onun emrinin aksini yapmada ısrar ediyorsunuz”.[126]
Başlangıçta Araplara karşı kendilerini dinî argümanlarla ve pasif
direnişle savunmaya çalışan mevâlî gruplar, şartların değişmesi ve devlet
idaresinde güç kazanmaya başladıklarında ise Araplara karşı onların kendilerine
karşı kullandıkları üslupla cevap vermeye başlamışlardır. Dolayısıyla Şuûbiyye
hareketi için muhataplara birebir cevap verme, onların iddialarını çürütme
aşamasına geçilmiştir ki, buna münazara ve münakaşa süreci adını vermek mümkündür.
Dolayısıyla bu ikinci aşama gerçek anlamda Şuûbiyye faaliyetinin başlangıcı
olarak kabul edilir.[127] Üstünlük konusunda Araplarla
rekabete girişen Şuûbiyye’nin görüşleri şu şekilde özetlenebilir:
“Övünme konusundaki delillerinize cevap veriyor ve diyoruz ki; sizler
övünmenin saltanat ve peygamberlikle olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Eğer
saltanatla olduğunu iddia ediyorsanız, bilin ki, Firavunlar, Nemrutlar, Amâlikliler,
Kisrâlar, Kayserler, kısacası yeryüzünün bütün hükümdarları bizdendir.
İnsanlardan herhangi birinin, emrine insanların, cinlerin, kuşların ve rüzgârların
verildiği Hz. Süleyman’ın saltanatına erişmesi mümkün mü? Yine insanlardan
birinin, güneşin doğduğu yerden battığa yere kadar bütün dünya topraklarına
sahip olan, iki yakayı denkleştiren demirden bir set yapıp onun arkasına sayıca
dünya halklarının üzerinde bulunan bir milleti hapseden İskender’in saltanatı
benzeri bir saltanat olur mu? Dünyada hiç kimse İskender’in eserlerinin
benzerine sahip olamamıştır. Delil olarak, sadece onun, denizin içine tesis
ettiği ve ucuna, camında bütün denizin göründüğü bir ayna yerleştirdiği
İskenderiye feneri bile kâfîdir. Ayrıca Ömer b. Abdülaziz’e “Bin hükümdarın
oğlu, nikâhında bin melikin kızı, ahırında bin fili, ud, baharat, ceviz ve
kokusu on iki mil uzaklıktan duyulan kâfûru bitiren iki akarsuyu bulunan
padişahlar padişahından Allah’a hiçbir ortak koşmayan Arap hükümdarına ‘Bana İslâmiyeti
öğretecek ve onun hükümlerini bildirecek birini göndermeni istiyorum vesselam’
şeklinde yazan Hind hükümdarı da bizdendir”.[128]
“Övünmenin nübüvvetle olacağını sanıyorsanız, bilmelisiniz ki, Hz. Hûd,
Hz. Salih, Hz. İsmail ve Hz. Muhammed olmak üzere dördü hariç, Hz. Adem’den bu
yana gelen peygamberlerin tamamı bizdendir. Onların ikisi beşeriyetin
kendisinden türediği Hz. Adem ve Hz. Nûh’tur. Onlar, insanlığın dal budak
saldığı asıllardır. Bu durumda biz asıl, sizler ise bizden çıkan dallarsınız.
Haydi bundan sonra dilediğinizi söyleyin ve iddia edin”. [129]
“Arap olmayan milletlerden her birinin yeryüzünün her karış toprağında
bir araya toplayan hükümdarları, onları kucaklayan şehirleri, kendileriyle
hüküm verdikleri kanunları, ortaya koydukları felsefeleri, bazı alet ve
sanatları vardı. Sanatların en güzeli ipek sanatı, oyunların en şereflisi satranç,
onunla bin rıtl tartılan kantar topu, yaratıcının zatı hakkında Yunan
felsefesi, çalgı aleti kanun, kendisiyle yıldızların hareketlerinin ölçüldüğü,
gezegenlerin hareketleri ile güneş, ay tutulmalarının anlaşıldığı usturlap
bunların sadece bazılarıdır. Hâlbuki Arapların çevresini etrafına toplayan,
birbirine uzak tarafları birleştiren, zalimlerini ayıklayıp atan, ahmaklarını,
cahillerini terk eden herhangi bir hükümdarları olmamıştır. Şiirin dışında
Arapların sanatta bir semereleri, felsefede bir eserleri de olmamıştır. Oysa
şiir sanatına Arap olmayanlar da ortaktırlar. Nitekim Rumların hoş, vezinli,
aruzlu şiirleri vardır. O halde Arapların Arap olmayan milletlere karşı
övündükleri şey nedir”.[130]
Arapların geçmişi hakkında karalayıcı görüşler dile getiren, hatta
onların neseplerine dil uzatan Şuûbî gruplar, onların en çok övündükleri
hitabet sanatı konusunda da haklı olmadıklarını iddiaya çalışmışlardır:
“Hitabet bütün insanların ortak ürünüdür.
Bütün cemiyetlerde ona ihtiyaç vardır ve gelişmesi de bir zarurettir. Kaba,
cahil, çirkin duygulu ve kötü mizaçlı olmalarına rağmen zenciler bile uzun
konuşmalar yaparlar. Konuşmalarının muhtevası kaba, ifadeleri bozuk ve
terbiyesiz olmakla birlikte onlar bu konuda öteki Arap olmayan toplumlardan da
ileridirler. Bununla beraber biz biliyoruz ki, insanların en güzel konuşanları
İranlılardır. Onların en mükemmeli Fars bölgesi sakinleri, bunların da en hoş
konuşanı, mahreci en mülayim, en büyüleyici tarzda olanı Merv halkıdır. En
fasih Farsça, Derî lehçesidir. Pehlevi dilinde en fasih olanları Ehvâz
halkıdır”.[131]
“Bu sebeple Belâğat sanatına en iyi şekilde vakıf olmak, en seçkin ifadeleri
öğrenmek ve dilde bilgisini derinleştirmek isteyen Kitab-ı Karvend’i okusun.
Akla ve edebe ihtiyacı olan, görgü kurallarını, ibret numunelerini, değerli
sözleri ve güzel manaları öğrenmek isteyen de Siyerü’l-Mulûk kitaplarına
baksın. İşte Yunanlılar ve işte risaleleri, hutbeleri, ilimleri, işte onlardaki
sakatı sağlamdan, yanlışı doğrudan ayırt eden filozofların yazdığı mantık
kitapları. İşteHintlilerin felsefeleri, sırları, yaşayışları hakkındaki
kitapları. Bu kitapları okuyan kişi o kafaların düşünde derinliklerini, o
felsefelerin tuhaf yönlerini görür. Görür de beyan ve belâğatın nerede
olduğunu, bu sanatın nerede kemâle eriştiğini anlar”.[132]
Şuûbiyye mensupları, Hz. Peygamber’in (sav) mevlâsı Zeyd b. Hârise ile onun
oğlu Üsâme’yi bütün ashâbın üzerine komutan tayin etmesini, aynı şekilde Fars
asıllı Selmân-ı Farisî’nin ilk Müslümanlar arasındaki itibarını gündeme
getirerek bunlardan da övünme payı çıkarmışlardır. Onlar ayrıca pek çok hadis
uydurmak suretiyle Fars milletini ve tarihini Allah Rasûlü’ne (sav) de övdürmeye
çalışmışlardır.[133] Farslılar ayrıca eski
tarihleri, kültürleri, hatta dinleri hakkında yazılmış olan kitapları Arapça’ya
tercüme ederek atalarının fikir ve inançlarının yeni kuşaklara aktarılmasını hedeflemişler,
bu şekilde pek çoğu İslâm akidesine aykırı olan eski inançları canlandırmayı
düşünmüşlerdir. Bu bahiste şüphesiz en büyük pay sahibi, pek çok Farsça kitabı Arap
diline kazandıran İbn Mukaffa’dır. Onun ve diğer İranlı mütercimlerin faaliyetleri
sonucunda sadece Fars asıllılar değil, Araplar arasında da Fars dili yaygın bir
şekilde kullanılmaya başlamıştır.[134] Şuûbiyye mensubu şair ve
yazarların fikirlerini yayma adına diğer bir faaliyetleri ise, kadim Arap
şairlerinin ağzından Arapları ve adetlerini kötüleyen, buna karşılık eski İran
krallarını ve gelenekleri öven şiirler uydurmak olmuştur.[135]
Şuûbiyye’nin üçüncü ve son evresi ise, asında Arapların değil, Araplar
dışındaki milletlerin daha şerefli ve üstün olduğunu iddia ve ispat etmektir. Bu
grup (Tâifetü’l-Muataasıbîn li’Acem= Fanatik Acem Taraftarları) olarak tesmiye
edilmiştir.[136]
Onlara göre Araplar, aslında herhangi bir meziyetleri bulunmayan, itibar konusunda
insanların en alt seviyesinde yer alan, medeniyetteki seviyeleri en düşük ve
akıl düzeyi de en yetersiz millettir.[137] Şuûbiyye propagandistleri
bu iddialarını desteklemek için Araplar ve tarihleri hakkında küçültücü ve
onların kusurlarını konu edinen pek çok eser kaleme almışlardır ki, bunlara genel
olarak kötüleme anlamında mesâlib adı verilir.[138] Bu kitaplarda Araplar,
kabile hayatı aşamasını hiçbir zaman geçemeyen, hiçbir dönemde millet olma
şuuruna erişememiş, medeniyetten tamamen uzak basit topluluklardır. Bu
özellikleri sebebiyle onlara insan demek bile doğru olmaz; onlar sadece uluyan
kurtlar, sensice dolaşıp birbirlerine saldıran, hırsla birbirlerini yiyen
hayvanlardır. Erkekleri eSâret halkalarına bağlı, kadınları ise develerin
üzerinde sıra sıra dizilmiş köle taifelerdir. Câhiliyye devrinde Araplardan
bazısı yağma esnasında bazılarının kadınlarına tecavüz ettikleri için, bu
durumda onların nesepleri de temiz ve doğru değildir.[139]
Mesâlib
kitaplarında Araplar hakkında olumsuz örnekler sıralayan Şuûbî yazarlar, buna
karşılık kendi milletlerinin ve kültürlerinin üstün yönlerini dile getirmişler,
sonuçta her durumda kendilerinin Araplardan üstün olduklarını ispata çalışmışlardır.
Bu hususta en fazla çok gayret gösterenler ise kendi soyları methetmek üzere
“Kitabu Fedâili Furs” başlıklı pek çok eser kaleme alan İranlı müellifler olmuştur.[140]
Şuûbiyye
hareketi, bu son aşamasında daha aktif bir tutum sergilenmiş, grup temsilcileri
Arapların kendilerine karşı gösterdikleri tavrın karşılığı olarak doğrudan
Araplara saldırıda bulunmayı adet edinmişlerdir. Şuûbîler kendilerine rakip
gördükleri Araplara hücum ederken, onlar sayesinde ulaştıkları İslâm
dinine karşı menfî bir tavır sergilememişlerdir. Zira onlara göre, bu din Araplar arasında
ortaya çıkmış ve yayılmış olmakla birlikte, aslında bütün insanlığın ortak
değeridir. Dolayısıyla sadece bir millete maledilmesi doğru değildir. Bununla
birlikte Şu‘ûbiyye içerisinde Araplara her türlü menfî sıfatı
yakıştırdıktan sonra zaman zaman bu aşırı gayretin bir neticesi olarak İslâmiyet’e de
saldırmaktan çekinmeyen kimselere de tesadüf etmek mümkün olmuştur ki, bunlar
genelde zındık (ç.Zenâdika) olarak isimlendirilmişlerdir.[141] Dini hedef seçmeleri
sebebiyle zenâdika topluluğu için (eş-Şuûbiyyetü’d-Dîniyye=Dîni Şuûbiyye) adı
verilmiştir.[142]
Arap karşıtı faaliyetlerini esasen dinî alanda yoğunlaştırdıkları için bu
gruplara karşı mücadeleyi ise sadece Arap taraftarı şairler değil, başta siyasetçiler
ve Müslüman kelâm âlimleri gerçekleştirmiştir. Şuûbîlerle pek çok ortak yönü
olan, hatta etnik ve siyasî nitelikli Şuûbî hareketleri faaliyetleri için bir paravan
olarak kullanan bu grup mensuplarının asıl hedefi, Zerdüştlük, Maniheizm,
Mazdekizm gibi eski İran dinlerini ve kültürünü yeniden canlandırmak, bunun
yanında geçmişteki inançlarını çeşitli mezhep ve fırkalar vasıtasıyla İslâm
inançlarına dâhil etmekti.[143] Zındıklar aynı zamanda
Yahudilik ve Hristiyanlık gibi semavî din mensuplarının İslâm itikadına aykırı inanç
ve uygulamalarını da Müslüman toplum içinde ihya etme girişimlerine destek
vermiştir. Nitekim İslâm düşünce hayatında hulûl, tenâsüh, mehdilik gibi
düşünceler onların çabaları sayesinde girmiştir. Aynen Şuûbîlikte olduğu gibi
Emevî asrının sonlarına doğru kendisini hissettiren zendeka faaliyeti, asıl
olarak ilk Abbasî asrında etkinlik göstermiştir.[144] O kadar ki, dönemin en
güçlü ailesi kabul edilen ve yönetimde Abbâsîlerin ortağı olarak
değerlendirilen Bermekîler de bu faaliyetin gizli hamisi olmakla, hatta içinde
bulunmakla itham edilmişlerdir.[145]
Geçmiş
dinlerdeki inanç unsurlarını İslâm itikadına dâhil etme hususunda gayret gösteren
zındıkların diğer bir faaliyeti ise bazı Kur’ân âyetlerini, vahyin ruhuna
aykırı bir şekilde tevil etmek, hatta bu yolla ilahî kitaptan Arapları
kötüleyici yorumlar çıkarmak olmuştur.[146] Meselâ onlar, Kur’ân’da
olumsuz özellikleriyle zikredilen Bedevî anlamındaki E’râb kelimesinden bütün
Arapların kastedildiğini ileri sürmüşler, E’râb ile Arap arasındaki anlam farkını
kasten görmezden gelmişlerdir.[147] Emevî asrının sonlarında
yaşayan ancak faaliyetlerini daha ziyade Abbâsîlerin ilk döneminde yoğunlaştıran
zenâdika öncüleri olarak Hammâd er-Râviye[148], Hammâd el-Acred[149], Hammâd ez-Zibrikân,
Yûnus b. Ebî Ferve, Umâre b. Hamze, Mati’ b. İyâs[150], Abdülkerim b. Ebi’l-Avcâ,
Sâlih b. Abdülkuddûs, Muhammed b. Ubeydullah kabul edilir. Bunlara arasında Şuûbî
şairler içinde yer alan Beşşâr b. Bürd ile Ebû Nüvâs da dâhildir.[151] Gerek Emevî, gerekse
Abbâsî halifeleri -başta Mehdî olmak üzere[152]- zendeka mensuplarını
şiddetli takibata tabi tutmuşlar, pek çoğunu öldürmüşlerdir. Zındıkların en
ağır şekilde cezalandırılmasında, Müslüman toplumda İslâm itikadına aykırı
fikirler yaymalarının, inanç esasları ve dinin emirleriyle açıkça alay
etmelerinin büyük rolü vardır.[153] Başta mezhep imamları
olmak üzere pek çok Müslüman âlim, bu grubun zararlı faaliyetlerini etkisiz
hale getirmek ve Müslüman toplumu onların yanlış fikirlerinden muhafaza
edebilmek için pek çok risale ve kitap kaleme almışlardır. Ebû Hanife’nin
(150/767) Fıkhu’l-Ekber’i, İmam Şâfiî’nin (204-820) el-Umm ile Risale’si[154], Ahmed b. Hanbel’in
(241/855) er-Redd ale’z-Zenâdika’sı[155], Irâkî’nin el-Fark
el-Müfterika beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zendeka’sı[156], Gazzâlî’nin Faysalü’t-Tefrika
Beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka’sı[157] bu bahiste ilk akla
gelenlerdir.[158]
Fahrüddin Râzî’nin (606/1209) İ’tikâdâtü Fıraki’l-Müslimin ve’l-Müşrikîn[159] isimli kitabı da aynı amaç
doğrultusunda kaleme alınmıştır. Ancak gerek devletin takibi, gerekse Müslüman âlimlerin
büyük gayretlerine rağmen, zendeka mensuplarının pek çok inanç ve davranışlarının
Müslümanların düşünce dünyasına girmesinin önüne geçilememiştir. Nitekim Haricîlerin
Ezârika kolu, Şia’nın Hâşimiyye, Sebeiyye, İmâmiyye, Keysâniyye ve Zeydiyye mezhepleri
eski Fars dinlerinde bulunan pek çok inanç unsurunu benimsemişlerdir.[160] Sosyal bünyede
karışıklar çıkarıp İslâm inançlarının etkinliğini ortadan kaldırmak isteyen dinî
bir hareket görüntüsünde olan zendeka mensupları, sadece fikrî faaliyet içinde
olmayıp, zaman zaman devlete karşı açık isyan hareketlerine girişmişlerdir. Bu
topluluk mensuplarının gerçekleştirdikleri en ciddi büyük ayaklanma ise Azerbaycan’ı
merkez edinen Bâbek el-Hürremî liderliğinde Memun’un halifeliği döneminde
başlayan ve ancak 20 sonunda bastırılabilen isyan hareketidir.[161]
3. Şuûbiyye’nin Edebî Temsilcileri ve Faliyetleri
Abbâsîlerin
birinci asrında güç kazanmaya başlayan Şuûbiyye, sesini esas olarak edebî ve ilmî
hayatta duyurmuştur. Asabiyet mücadelelerinde görüldüğü gibi, Şuûbiyye ideolojisinin
öncüleri ve esaslı savunucuları hatip ve şairler olmuştur. Bunun bir neticesi
olarak Arap dışındaki milletler tarafından Şuûbî edebiyat olarak da isimlendirilebilecek
büyük bir kültür birikimi meydana gelmiştir.[162]
Şuûbiyye hareketi aslında bir Abbasî dönemi faaliyeti olmakla birlikte, Emevîler
döneminde yaşayan İsmail b. Yesâr en-Nisaî ile Yezîd b. Dâbbe ve-Sekafî bu
hareketin ilk temsilcileri olarak kabul edilmişlerdir. İsmail b. Yesâr, Emevî
asrının sonlarına doğru Arap karşıtı düşünceleri şiirlerine dile getiren ilk
şairdir. Bu dönemde Şuûbî tabiri kullanılmamış olmakla birlikte, aşırı Fars
taraftarlığını öne çıkardığı, Farsları Araplara karşı savunduğu ve övdüğü için
o, daha sonraki edebiyatçılar tarafından Şuûbî olarak nitelendirilmiştir. İsmail
b. Yesâr’ın bu sıfatı kazanmasında Emevî halifesi Hişam b. Abdülmelik’in huzurunda
cesâretle dillendirdiği şiirlerin büyük payı vardı:
“Atana yemin olsun
ki, gerçekten ben, namusunu korumada ne temeli dayanıksız ne de soyu bozuk olan
biriyim.
Soyum şereflidir ve
şanım da mukayese götürmez. Benim, kılıcın ağzı gibi keskin, zehirli bir dilim
de var.
Ben bu dille,
saltanat tacı giymiş, fedakâr, beyefendi, güler yüzlü, kahraman, olgun, cömert,
güzel vasıflı, değeri yüksek kimselerden oluşan soylu toplulukların şan ve
şerefini korurum.
Övünme ya da yüceltme
konusunda Kisrâ’nın aynı zamanda Sâbûr el-Cünûd ve Hürmüzan’ın benzeri kim
olabilir?
Onlar, o korku
gününde saldırdıkları takdirde birliklerin arslanları kesilirler. Onlar, Tük ve
Rum hükümdarlarına boyun eğdirmişlerdir.
Onlar, tamamıyla
yumuşak demir zırhlar içerisinde, asil ve atılgan arslanlar gibi yürürler.
Eğer şurada bizi
soracak olursan sana, bütün asıllara üstün gelen bir aslımızın olduğu haber
verilir”.[163]
İsmail b. Yesâr başka bir şiirinde ise soyunu şu şekilde methetmiştir:
“Benim taç sahibi
dayılarım, soyları şerefli, muhtaçlara ve kendilerine başvuranlara ihsanda
bulunan nice amcalarım vardır.
Yalnızca
neseplerinin yüksekliği kastedilerek süvariler Farslıların adıyla
adlandırılmıştır.
Ey imam, bize karşı
iftiharı ve zulmü bırak da doğrusunu söyle.
Geçmiş asırlarda
sizin ve bizim nasıl, kim olduğumuzu bilmiyorsan başkalarına sor.
Biz kız çocuklarımızı terbiye edip yetiştirirken, siz ahmaklığınızdan
dolayı kızlarınızı toprağa gömüyordunuz”.[164]
Abbâsîler döneminde ise Beşşâr b. Bürd el-Ukaylî, Ebû Nuvâs, Ebû Ya‘kûb
el-Hureymî, Di‘bil el-Huzâ‘î[165], Ebû İshâk el-Mütevekkil
ile Mihyâr ed-Deylemî gibi şairler Şuûbiyye görüşlerini dillendiren şiirler
söylemişlerdir.[166] Beşşâr b. Bürd, hem Emevî,
hem de Abbâsî devirlerini görmüş, ancak edebî şöhretini ilk Abbâsî asrında
kazanmış Fars asıllı Basralı fanatik Şuûbî bir şairdir. Onun acemleri öven,
Arapları tahkir eden pek çok şiiri bulunmaktadır. Meselâ bir şiirinde kavmini
Arapları mevlâ olmaktan vazgeçmeye, asıllarına dönmeye ve Allah’ın mevlâsı
olmaya çağırmıştır:
“Onların bir kısmı
zavallı Arapların mevlâsı olduğu halde ben, yücelik sahibi Allah’ın mevlâsı
oldum. O halde sen faziletine sahip ol ve bununla iftihar et.
Senin efendin, güzel
davranışların sahibi olan bütün Temîm kabilesinin fertlerinden ve hac
ibadetinin yerine getirilmesiyle vazifeli Kureyşlilerden daha cömert ve daha
şereflidir.
Sen bir savunma
ihtiyacı duymaksızın mevlân Allah’a dön. Ben senin en yüce, en büyük olan
mevlanı her türlü yakışıksız sıfatlardan tenzih ederim”.[167]
Beşşâr başka bir şiirinde ise bir taraftan kavmini överken diğer
taraftan da Arapları ve onların hayat tarzlarını küçümsemiştir:
“Benim babam hiçbir
zaman uyuzlu devenin ardında türkü söylemedi,
Açlık yüzünde Ebucehil
karpuzuna gelip onu delik deşik etmedi.
Urfut bitkisine
gelip sopayla vurarak onu silkelediği de hiç olmadı.
Biz kuyruğunu
sallayan kertenkeleyi de kızartmış değiliz.
Ben sert arazinin
kertenkelesini ne gözetlemiş ne de yemişimdir.
Babam hiçbir zaman
ayaklarını ayırarak ateşin aleviyle ısınmamıştır.
Yine babam, semerin
iki kısmı arasına da asla binmemiştir”.[168]
Diğer bir Şuûbî şair Ebû Nüvâs bir şiirinde kavmi Farsıları överken,
Arapları hakir görmektedir:
“İnsanların en
değerlileri, yiğit ve hür Farslılara aittir. Onların, sohbet esnasında övünme
konusuna girme alışkanlıkları yoktur.
Ne zaman bir Arap
topluluğuyla sohbet edecek olsam Temîm kabilesinden olanlar hemen övünmelerine
vesile olan hususları anmaya başlarlar”.[169]
“Kisrâ’ın
sarayındaki yaşayışla bedevinin yaşayış tarzı ve at yarışlarının yapıldığı
meydanlarla koyun sürülerinin dolaştığı sahralar hiç karşılaştırılabilir mi?
Bunlar Temîm ve Bekr kabilelerinin geriye bıraktıkları miraslar değil, Kisrâ
Enuşirevan’ın bıraktığı miraslardır”.[170]
Mihyâr ed-Deylemî de Farsıların kudretini dile getirip övündüğü bir
şiirinde Şuûbîliğini şu şekilde ortaya koyar:
“Neseplerimiz
Allah’a ulaştığı gün hangi şan, şeref ve iftihar vesilesi şeylerin bizi
kapsadığı görülecektir.
Bizim kurulmuş
kürsülerimiz ve meşhur hatiplerimiz olmasa da taç ve taht bizim nasibimizdir.
Saltanatın,
siyasetin ve devlet idaresinin bize ait olduğunu bilmen bize yeter.
Büyük kahramanlar anılıp zikredilecek olursa Rüstem’in harplerde
oynadığı rolü ve toprağı kandıracak derecede kanla sulayan Zü’l-Ektaf Sâbûr’u
hatırlatmamız yeter”.[171]
Burada şiirlerinden kısa örnekler aktarılan Şuûbî şairler dışında
eserlerinde Arapların ayıplarını dile getiren başka Şuûbî yazarlar da bulunmaktadır.
Onların başında ise Ebû Ubeyde Ma’mer b. Müsenna gelir.[172] Bu hareketin diğer
önemli temsilcileri ise Allân eş-Şuûbî, Heysem b. Adî, Sehl b. Hârun, Saîd b.
Humeyd b. Bahtigân, Muhammed b. Ahmed el-Ceyhanî ve İshâk b. Seleme’dir.[173]
İlk Abbâsîler döneminde Şuûbiyye faaliyetlerinin genelde Farslılar
tarafından yönlendirildiği, başka bir ifadeyle bu faaliyetin bir Arap-Acem
rekabeti şeklinde gerçekleştirildiği açıktır.[174] Fakat aynı dönemde
İranlıların yanı sıra başka etnik köken ve inanca sahip toplulukların da şair
ve edipleri vasıtasıyla Arap karşıtı bu faaliyetlere iştirak etmişlerdir. Bu bahiste
Süryanîler, Nabâtîler, Kıptîler, Rumlar, Berberîler, Slavlar ve İspanyolların adı
zikredilebilir. Nebâtî ve Süryanîler arasında İbn Vahşiye, Dîkü’l-Cinn[175]; Rumlar’da ise
İbnu’r-Rûmî kendi kavimlerini savunup Araplara hücum etmişlerdir.[176] Nitekim İbnü’r-Rûmî bir
şiirinde Araplara karşı kendi kavmini şu şekilde metheder:
“Kendisindeki
her şey ayıptan, kusurdan ibaret olduğu halde her şeyi ayıplayan, kusurlu gören
nice kimseler vardır.
Zavallı Arapların
becerdiği ölçüde Rumlar de şiir söylemeyi becerirler.
Ey onlardaki şan ve şerefi inkâra kalkışan kişi. Söyle bana, Süheyb
(Rûmî) de onlardan biri değil mi?”.[177]
Şam Emevîlerinin yıkılmasında kısa süre sonra Abbâsîlerle çağdaş olarak Endülüs’teki
Müslüman Araplar tarafından kurulan Endülüs Emevîleri döneminde de Arap karşıtı
hareketlere şahit olunmuştur.[178] Buradaki millet
mücadelelerinin arka planında, Şam Emevîleri dönemindeki kabile çekişmeleri, özellikle
de Araplar ile Berberîler[179], daha sonra da yine
Araplar ile yerli İspanyol halkları (müvelled) arasındaki etnik rekabet
yatmaktadır. Müvelledler Endülüste zamanla doğudaki Farslıların rolünü
üstlenmişler ve Araplarla mücadeleye girişmişlerdir.[180] Endülüs topraklarında Şuûbî
hareketin öncülüğünü ise İspanyol asıllı bir Hıristiyan olan Ebû Âmir Ahmed b. Garsiye
yapmıştır.[181]
Onun kaleme aldığı risale, Endülüs Şuûbiyyesi için en kapsamlı belge olarak
kabul edilir. Müellif, eserine Arap ve Acem unsurlarındaki tabiî farkları ve
yaratılış hasletleri arasında bir karşılaştırma yaparak Acemlerin Araplara
üstünlüğünü ispata çağırır. Daha sonra da eski Araplar ile Arap olmayanların
yaşayışlarını mukayese etmek suretiyle Arapların deve ve koyunlarla birlikte hayat
sürerken, İranlı Kisrâların ve Bizanslı Kayserlerin ise kılıç ve mızrak
gölgesinde yaşadıklarını dile getirir. Müellif, Hz. İbrahim’in (sav)
hanımlarından Hacer’i Arapların, Sâre’yi ise acemlerin annesi kabul ederek, Hacer’in,
Acemlerin annesi Sâre’nin cariyesi olmasından yola çıkıp Arapların da Acemlerin
kölesi olduğu sonucuna ulaşır.[182] Ona göre Araplar, ancak
koyun ve sığır çobanları iken, Acemler atlarıyla cesur savaş meydanlarında
aslanlar gibi savaşıp ölmüşlerdir. Acemler yedikleri ve giydikleriyle de
Araplardan üstündürler. Zira Araplar yaz-kış, koyunyününden elde edilen kaba
elbiseler kullanırlarken, Arap olmayanlar ipek ve yaldızı ipekle dokunmuş
elbiseler giymişlerdir. Acemler güzel yiyecek ve kızartılmış etle
beslenmişlerdir, buna karşılık Araplar çekirge gibi haşerât ve sürüngen
hayvanları yiyen, deve sütü içen çöl dilencileridirler.[183]
İbn Garsiye eserinin sonuna doğru Arap olmayan milletlerin ilim
sahasında Araplar karşısındaki üstünlüklerinden bahseder. Tabiat ve zekâ
bilimlerinin tamamında derinleşen gayr-ı Arap milletlerin felsefe, mantık,
astronomi, musikî, matematik, geometri gibi yüksek bilimlerde üstün başarılar
elde ettiklerini, Arapların ise hiçbir zaman bu fenlerden haberdar
olamadıklarını dile getirir. Müellif nihayet Hz. Peygamber’in (sav)
kendilerinden olduğuyla övünen Araplara şöyle cevap verir: “O, bir arap idi.
Ancak bu durum Araplar için bir övünme sebebi olamaz. Altın topraktandır. Misk
ceylan kanının bir parçasıdır. Tatlı su bile eskimiş bir deri tulum içerisinde
saklanır”.[184]
5. Şuûbiyye Faaliyetine Tepkiler: Arap Şuûbiyyesinin Ortaya Çıkışı
Şuûbî şair ve ilim adamlarının kendilerini Araplara karşı övmek, ayrıca Arapların
kusurlarını ortaya dönmek amacıyla yazdıkları eserlere karşı (Mesâlib), bizzat Araplar
ile aslen Arap olmayıp Arap taraftarlığı yapan farklı etnik asıllı şair ve
yazarlar arasında da ciddî tepkiler meydana gelmiştir. Şuûbîlere cevap vermek
üzere şiirler söylenip, eserler kaleme alınmış, kısacası bu hareketin aksülameli
ortaya çıkmıştır. Arap savunusu yapan Şuûbîlik karşıtlarına ise (Tâifetü’l-Mutaassıbîn
li’l-Arap= Fanatik Arap Taraftarları) şeklinde tanımlanmıştır.[185] Bu hareketin ilk
temsilcileri olan Ebû Hâlid Yezîd b. Muhammed, Muhammed b. Yezîd el-Hısnî,
Ebû’l-Esed Nubâte, Ebû Sa‘îd el-Mahzûmî gibi şairler yoğun bir Arapçılık müdafaasına
başlamışlardır. Arapları savunma adına Şuûbîlere en ciddî itirazlar ise Câhız,
İbn Kuteybe, Ebû Abdullah el-Cahmî ve Belâzürî gibi ilim adamları tarafından yapılmıştır.
Bunlar arasında da en fazla öne çıkan, Şuûbiyye mensuplarının övünmelerine
övünme, düşmanlıklarına da düşmanlıkla karşılık veren ise Câhız (255/869)
olmuştur. Müellif bu husustaki görüşlerini el-Beyân ve’t-Tebyîn isimli
kitabının Kitabu’l-Asâ başlıklı bölümünde dile getirmiş, Şuûbîlerin Araplar
hakkında seslendirdikleri tenkitleri tek tek sıralayarak iddiaları çürütmeye
çalışmıştır.[186]
Örnek vermek gerekirse o, Hintlilerin içlerinde hikmet taşıyan kitaplarıyla
övünen Şuûbîlere şu şekilde cevap verir:
“Biz sadece Arapların ve Farslıların hutbelerinin olduğunu biliyoruz.
Hintlilere gelince gerçekten onların da bir araya getirilmiş, tertip edilmiş
manaları, meşhur bir adama izafe edilmeyen ciltler dolusu kitapları vardır.
Ancak bunlar miras yoluyla gelmiş kitaplar, asırlar boyunca dilden dile dolaşan
edebiyat numuneleridir”[187].
Câhız, Arapların şiir okumaları ve hutbe irad etmeleri esnasında
ellerinde âsâ bulundurmalarını alaya alan, bunun anlamsız bir şey olduğunu dile
getiren ve Arapları ayıplayan Şuûbîlere, âsânın sadece cahillerin ayıpladığı,
sapıkların itirazda bulunduğu asil ve şerefli bir kaynaktan alındığını, zira Süleyman
peygamberin hutbe ve vaazlarında âsâya dayandığını Ku’ân’daki bazı âyetleri, ayrıca
şairlerin şiirlerini delil göstererek cevap verir.[188]
Câhız, Şuûbî temsilcilerinden Sehl b. Hârûn’un, içinde cimriliği mehd
edip iktisat vesilesi saydığı, israf ve cömertliği kötülediği risalesine karşı
yazdığı Kitabu’l-Buhalâ’sında Arapları açık bir şekilde müdafaa eder. Müellif
ayrıca mevâlînin cimriliği üzerinde durarak ilginç örnek ve benzetmeler sunar: “Mervli,
kendisine bir misafir geldiğinde ona ‘Bugün yemek yedin mi?’ diye sorar. Evet
cevabını alırsa, ‘Eğer yememiş olsaydın, sana güzel bir yemek yedirirdim’ der.
Hayır cevabını alırsa ‘Eğer yemiş olsaydın, sana beş kadeh içirirdim’ der. Hâlbuki
bu adamın elinde ne azı var ne de çoğu”.
“Ben her beldede, Merv horozundan başka her horozun taneyi gagasına
aldığını, sonra da onu tavuğun önüne attığını gördüm. Buna karşılık Merv
horozunun ise tavukların gagalarındaki taneleri zorla aldığını gördüm. Bundan
da Mervlilerin cimriliklerinin o memleketin tabiatında mevcut bir şey olduğumu
anladım. Öyle ki, cimrilik onların bütün hayvanlarına dahi sirayet etmiş”.[189]
Kitabu’l-Buhalâ’sında Şuûbî
taraftarlarının cimriliklerini dile getiren Câhız, ayrıca onların Araplar
hakkındaki çeşitli suçlamalarına da cevaplar verir. Bunlardan biri Şuûbîlerin,
Arapların kurt, köpek, fare, yılan, kertenkele gibi hayvanları yedikleri
iddiasıdır. Araplardan bir kısmının bu hayvanlarla beslendiklerini ikrar eden Câhız,
ancak onların bu hayvanları zaruret hallerinde yediklerini söyler. Zira Araplar
çöllerde yaşadıkları için bazen hiçbir yiyecek bulamadıkları zaman hayatta
kalabilme adına bu hayvanlardan besin olarak istifade etmişlerdir. Fakat
onların mecburiyet halindeki davranışlarını bütün şartlara ve bütün Araplara
teşmil etmek haksızlıktır. Müellif ayrıca Arapları savunmasından sonra onların gerçek
yiyeceklerinden ve sahip oldukları damak zevklerinden de uzun uzadıya bahseder.[190]
İbn Kuteybe ed-Dineverî de, Şuûbiyye hareketi içinde Arap tarafının
önemli savunucularından biri olarak karşımıza çıkar. O İran asıllı olmasına
rağmen kendi ırkından olan Şuûbiyye mensuplarına Araplar adına cevap vermiş,
kaleme aldığı Kitabu’l-Arab’da Arapları açıkça müdafaa etmiştir. Müellif
bu kitabında Şuûbîlerin Araplar hakkında dile getirdikleri bütün iddialarına
cevap vermeye çalışmıştır. Bu sebeple Kitabu’l-Arab, Şuûbiyye üzerine
odaklanmış bir reddiye kitabı kabul edilir.[191] İbn Kuteybe, eserinde Şuûbîlerin
Araplara karşı husumette aşırı giden ayak takımı insanlar olduğunu, onlar
arasında sadece kalplerinde kin taşıyanların Arapları kötülemeye düşkün
olduklarını dile getirir. Şuûbî önderlerinin kendilerinde bir noksanlık
hissetmeleri sebebiyle başkalarında da noksanlıklar aramaya başladıklarını, iyi
şeyler gördükleri zaman bunu gizlediklerini, ancak kusurlu davranışlara şahit
olduklarında ise bunları abartarak yaydıklarını söyledikten sonra bu hususta en
aşırı gidenin de Ebû Ubeyde olduğunu iddia eder.[192] Müellif Şuûbiyye’nin
Araplar hakkında dile getirdiği görüşleri tek tek ortaya koyduktan sonra
bunları yalanlamaya ve onların düştükleri hataları açıklamaya girişir. Meselâ Şuûbîlerin
Arapların silah aletleri ve atlarıyla alay etmelerine karşılık, silahın kişinin
şerefi olduğunu ortaya koyan örnekler getirerek tenkitlere cevap verir.[193] Aynı şekilde Şuûbiyye
taraftarlarınca dile getirilen Arapların çiğ et, yılan yedikleri, deve
işkembesi suyu ve deve kanı içtikleri yönündeki eleştirilerine karşı ise şöyle
savunma yapar: Bu yenilen şeyler aşırı açlık ve zaruret halinde çölde
konaklayanların yedikleridir. Ancak Araplar bunları asıl yiyecekleri buldukları
zamanlarda yerlerse o zaman kınanabilirler. Zaruret halinde sadece Araplar
değil, diğer insanlar da fare, yılan, yerler; su bulamayınca da deve kanı ve
işkembe suyu içerler. Yoksa Araplar da refah durumlarında güzel yiyeceklerle
beslenen, yemek seçmede zevk sahibi insanlardır.[194]
Câhız ve İbn Kuteybe’den başka Ebû Abdullah el-Cehmî, Belâzürî, Ebû
Fâris ve Zemahşerî gibi müellifler de eserlerinde Şuûbîler karşısında Arapları
savunan görüşler dile getirmişlerdir.[195] Bunlar arasında bilhassa
Zemahşerî, kendisi Arap olmamasına rağmen Şuûbiyye’ye karşı mücadele etmiş, bu
hususta özellikle Arap dilinin üstünlüğü üzerinden Arapların hususiyetlerini dile
getirmiştir. Nitekim şiir divanında Şuûbîlere karşı Arapları dilleri üzerinden
şu şekilde savunur:
“Dünyanın her
şehrinde bütün minberlerde Arapça çınlar, doğuda ve batıda bütün mekteplerde
Arapça yankılanır.
Allah, yeryüzünde
Araplara rekabet edecek ve herhangi bir yönden onlara benzeyecek bir kavim
yaratmamıştır.
İnsanlar arasında
mukayese yapmak mümkündür. Ama iş Araplara gelince hiçbir kıyaslama söz konusu
değildir, her türlü teşbih değerini kaybeder.
En büyük peygamber
onlardandır, en büyük kitap onların dilindendir. Onlara rakip olacak kimse bunu
hatırda tutmalıdır.
Şuûbiyye
taraftarlarına de ki: Sizin bütün fikir ve iddialarınız insanları yanıltan ve
saptıran yorumlardan ibarettir. Kötü ruhlarınızdan neş’et eden, kurnazca
tertiplenmiş imalı sözlerdir.
Sizin doktrininiz, akıl sahibi kimseleri değil ancak yaşlı aptal
insanları kandırabilecek budalaca bir iddiadır.”[196]
Endülüs’te İbn Garsiye’nin Araplara karşı başlatmış olduğu Şuûbiyye faaliyeti de aksül-amelini meydana getirmiş, onun yazdığı risaleye karşılık iki asır boyunca Araplar ve Arapça’yı savunan pek çok reddiye kaleme alınmıştır. Arapları savunan bu faaliyette görev alan şair ve edipler ise Ebû Yahyâ b. Mes’ade, Ebû Ca’fer Ahmed ed-Devdîn, Ebu’l-Haccâc Yûsuf b. Muhammed, Ebû Mervan Abdülmelik b. Muhammed, Ebû Abdillah Muhammed b. Mes’ûd, Ebu’l-Ala Abdülmelik b. Halef ve Ebû Muhammed Abdülmun’im b. Muhammed’dir.[197]
SONUÇ
Şuûbîyye hareketi,
esasında Arap kabileleri arasında yaygın olan asabiyetin tabiî bir neticesidir.
Araplar câhiliyye
döneminde asabiyetin kendilerine önderlik ettiği dağınık kabile grupları
şeklinde yaşadıkları için, bu süreçte Arap ırkı veya milletini birleştirecek
boyutta bir asabiyetten (millet asabiyeti) bahsetmek mümkün olmaz. Zira bu
süreçte Araplar, bir millet olarak başka milletlerle topyekûn bir mücadeleye girişmemişlerdi.
İslâmî
tebliğin Arap
kabilelerini bir din altında toplamasıyla birlikte Araplar dağınık kabile
hayatından millet olma şuuru seviyesine çıkmışlardır. Aynı anda dinî öğreti,
kabile hayatının ayrılmaz bir parçası olan asabiyeti hoş görmediği için, Hz.
Peygamber (sav) bu duygunun topluma vereceği zararlı etkileri en aza indirmeye
müteveccih adımlar atmıştır. Gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse Hulefâ-i
Râşidîn dönemlerinde asabiyetin menfî tesirini en alt düzeye indirecek tedbirler
alınmış olmakla birlikte, bilhassa Hz. Osman’ın halifeliğinin ikinci yarısından
itibaren kabilecilik yeniden toplumu yönlendiren en önemli sosyal âmiller
arasında yerini almıştır. Bilhassa Emevîler döneminde bir taraftan Araplar
arasındaki Adnânî-Kahtânî, şeklindeki Arap iç kabile mücadelesi, diğer taraftan
da bunun tabiî bir yansıması olarak Arap milletinin diğer milletlere karşı
üstünlük davası birlikte gelişme göstermiştir. Arapçılığı bir devlet politikası
olarak kabul eden Emevî yöneticilerinin gayr-ı Arap unsurlara ikinci sınıf
muamelesi yapması, muhatapların da Araplara karşı kavmiyet duygularını harekete
geçirmiştir. Arap
olmayanların millî şuurlarını temsilen zamanla Şuûbiyye adını alan bu hareket, Arap
asabiyetiyle edebî, siyâsî,
dinî alanlarda yoğun bir mücadeleye girişmiştir.
Şuûbiyye
hareketi Abbâsî asrında kendini göstermesine rağmen tarihi Hulefâ-i Raşidîn
dönemi fetihlerine, hatta İslâm öncesi Arap-Fars ilişkilerine kadar götürmek
mümkündür. Ancak bu grubun kurumsallaşması ilk Abbâsî asrına tekabül eder. Nitekim Şuûbiyye
mensupları bu dönemden itibaren Araplara karşı daha kapsamlı bir edebî,
siyâsî, dinî mücâdele
sergilemişlerdir. Emevî idaresinin son yıllarında İslâmiyet’in eşitlik düşüncesine
dayanarak Ehlü’t-Tesviye
adıyla gün yüzüne çıkmaya başlayan Şuûbiyye, Abbasî halifesi Seffah’ın hilâfet günlerinden Hârûn Reşîd
döneminin sonuna kadar ekseriyetini İranlıların teşkil ettiği taraftarları sayesinde sesini daha güçlü bir
şekilde duyurmuştur. Hicrî üçüncü
asırda Abbâsî halifelerinden Memûn
ve Mutasım zamanında ise Şuûbîlik her
yönüyle zirve dönemini yaşamıştır. Şuûbiyye’nin öncüleri İranlılar olmakla
birlikte, Müslümanların hâkimiyetinde yaşayan diğer etnik topluluklar da buna
destek vermiş, sonuçta hareket, Türk,
Rum, Süryâni v.s. asıllı şâir, kâtip,
âlim ve idarecilerle birlikte gayr-ı Arap halk arasında sayısız taraftar bulmuştur. Sadece ırkî bir tavır olarak değil, zamanla ilmî bir renk de kazanan Şuûbiyye, fikrî
mücadelesini daha sonraki süreçte de devam ettirmiştir. Abbâsîlerin ilk asrında
tesirini artıran bu faaliyetin ilk siyâsî sonuçları ise ülkenin toprak
bütünlüğünün tehlikeye girmesi olmuştur. Nitekim etnik çatışmalar sebebiyle
zaafa düşen devlet bir süre sonra merkezî otoriteyi kaybetmiş, bunun sonucunda
ülkenin doğusunda Tâhiriler ve Safarrîler gibi bağımsız devletler ortaya
çıkmaya başlamıştır.
Kaynaklar
AGIUS, Dionisius, A., “The Shu’ubiyya Movement And Its Literary
Manifestation, The Islamic Quarteyr, v.
XXIV, nr. 3-4, 1980.
AHMED B. HANBEL, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî, (241/855), Müsned, I-VI, Beyrut ts.
……………, er-Red
ale'z-Zenadıka ve'l-Cehmiyye, Kuvyet 2005.
AHMED EMİN, Fecru’l-İslâm, Kâhire 1975.
……………, Duha’l-İslâm, I-III, Beyrut ts.
(Dâru’l-Kitabi’l-Arabi).
ALİ MAZHAR, el-Asabiyye
‘Inde’l-Arab, Mısır 1923.
ÂLÛSÎ, Mahmud Şükrü, Bulûğu’l-Ereb, I-III, Beyrut ts.,
(Dâru’ş-Şarki’l-Arabî).
APAK, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm
Siyasî Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004.
ATÇEKEN, İsmail Hakkı, Devlet Geleneği
Açısından Hişam b. Abdülmelik, Ankara
2001.
……………, “Ömer b. Abdülaziz Devri Sonrası Emevî
İdarecilerinin Mevâlî Politikaları”, Selçuk
ÜİFD, sy. 8, Konya 2002/Bahar.
ATEŞ, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I, 663.
ATVAN, Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn
(el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye), Beyrut 1981.
………, el-Emevîyyûn ve’l-Hilâfe, Beyrut 1986.
AZÂVÎ, Na’me Rahîm, Makâlât fi
Eseri’ş-Şuûbiyye fi’l-Edebi’l-Arabî ve Tarihıh, Bağdat ts. (Matbaatü
İşbîliyye el-Hadîs).
AZİMLİ, Mehmet, Abbâsîler Dönemi Babek İsyanı,
Ankara 2004.
BELÂZÜRÎ, Ebû'l-Abbas Ahmed b. Yahya b.
Câbir (279/892), Ensâbu’l-Eşrâf, I,
(thk. Muhammed Hamidullah),
Jerusalem 1963.
………, Futûhu’l-Buldân,
(thk. Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer Enis et-Tübbâ), Beyrut 1987.
BERNBURG, Lutz Richter, “Linguistic Shu’ubiya
And Early Neo-Persian Prose”, Jornual of the American Oriental Society,
94.1, 1974.
BEŞŞÂR B. BÜRD, Ebû Muaz Beşşar b. Bürd
el-Ukayli, (167/784) Dîvân, I-IV, (nşr. Muhammed et-Tâhir İbn Aşûr),
Kahire 1950-1966.
BOZKURT, Nahide, Oluşum Sürecinde Abbasî
İhtilâli, Ankara 2000.
BROCKELMANN, C., İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, (çev. Neş’et Çağatay),
Ankara 1964.
CÂBİRÎ, Muhammed Âbid, Fikru İbn
Haldun el-Asabiyye ve’d-Devle? 1984, (Dâru’l-Beyzâ).
CÂHIZ, Ebû Osman Amr b.
Bahr (255/868), el-Beyân ve’t-Tebyîn,
I-IV? 1968, (Dâru’l-fikr li’l-cemi‘).
………, Buhalâ, Beyrut
ts., (Dâru Sâdır).
CEBÛRÎ, Nadle Ahmed Nâil, “el-Fırak
ve’l-Harekâtü’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî
el-İslâmî, Bağdat 1988.
………, “Hareketü’l-Luğuv ve Usûluhâ el-Fârisiyye”, Mecelletü’r-Risâleti’l-İslâmiyye,
1984-1985.
CEMÎL, Subhi Muhammed, “Evdâun
ale’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî
el-İslâmî, Bağdat 1988.
CEVAD ALİ, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm,
I-X, Beyrut 1993.
ÇAĞRICI, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, III, 453.
ÇETİN, Nihat, Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973.
DEMİRAYAK, Kenan-Ahmet
Savran, Arap Edebiyatı Tarihi Cahiliye Dönemi, Erzurum 1996.
…………., Demirayak, Kenan-Ahmet Savran, Arap Edebiyat Tarihi Sadru’l-İslâm Dönemi,
Erzurum 1996.
DEMİRCAN, Adnân, İslâm Tarihinin İlk Asrında Arap-Mevâlî
İlişkileri, İstanbul 1996.
DİNEVERÎ, Ebû Hanîfe Ahmed b.
Dâvûd (282/895), el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr. Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam).
DÛRÎ, Abdülaziz, Cuzûru’t-Tarihiyye
li’ş-Şuûbiyye, Beyrut 1981.
EBRÂŞÎ, Muhammed Atıyye-Ebu’l-Fütûh Muhammed
et-Tevânisî, E’lâmü’s-Sekafeti’l-Arabiyye ve Nevâbi’’l-Fikri’l-İslâmiyye
(Câhız, İbn Heysem, Ebu’n-Nasr Fârâbî), Kahire ts. (Mektebetü Nehdati
Mısır).
EBÛ NÜVÂS, Ebû Hasan b. Hânî el-Hakimî,
(198/814), Dîvân, Mısır 1898.
ERASLAN, Sadık, Sosyopolitik Açıdan Asr-ı
Saadet Fetihleri (Hz. Ömer Dönemi), Ankara 1999.
FETTÂH, İrfan Abdülhamîd, Dirâsât
fi’l-Fikri’l-Arabîyyi’l-İslâmiyye, Beyrut 1991.
FEVZÎ, Fâruk Ömer, “Havle
Tabîati’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye Min Mezâhiri’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye fi’l-Endelüs”,
el-Muerrihu’l-Arabî, Bağdat 1987, sy. 32.
FİKAYKÎ, Abdu’l-Hâdi, es-Suhu’ubiyya
ve’l-Kavmiyyetü’l-Arabiyye, Beyrut 1961.
FURAT, Ahmet Suphi, Arap
Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1996.
GAZZÂLÎ, Ebû Hâmid
Muhammed b. Muhammed (505/1111), Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm
ve’z-Zendeka, (thk. Bedrüddin en-Ne’sânî el-Halebî), Mısr 1907.
GIBB, Hamilton, A.R, Social Significance o the
Shuubiya, Studies on the Civilization of Islam, (ed. Stanford J. Shaw
and William R. Polk), Princeton 1982.
GOLDZIHER, İgnaz, Muslim Studies, (ed.
S.M., Stern, translated from German C.R. Barber and S.M. Stern, London 1967.
HAFÂCÎ, Alâuddin Hâşim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ
fi’l-Luğa ve’l-Edeb”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi
fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988.
HALİFE B. HAYYÂT, Tarih, (thk. Süheyl
Zekkâr), I-II, Beyrut 1993.
HASEN, Tâlib Câsim, “el-Bu’dü’t-Târihî
li’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî
el-İslâmî, Bağdat 1988.
………, “el-Fırak ve’l-Harekâtü’ş-Şuûbiyye
(el-Muhtalekât ve’l-Ehdâf ve’l-Vesâil), eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi
fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988.
HİCÂB, Muhammed Nebih, Mazâhiru’ş-Şuûbiyye
fi’l-Edebi’l-Arabî, Mısır 1961.
IRÂKÎ, Ebû
Muhammed Osman, el-Fark el-Müfterika beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zendeka,
(thk. Yaşar Kutluay), Ankara 1961.
İBN ABDİLHAKEM, Ebu’l-Kasım Abdurrahman b.
Abdillah (257/870), Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ,
(thk. Charles Torrey), Kahire 1991.
İBN ABDİRABBİH, Ebû Ömer
b. Ahmed b. Muhammed (327/939), Kitabu
Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965.
İBN EBİ’L-HADÎD, Ebû Hamid İzzeddin Abdülhamid
b. Hibetullah (655/1257) Şerhu Nehci’l-Belâğa, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XX, ? 1965, (Dâru
İhyâi’l-Kütübi’-Arabiyye).
İBN HALDUN, Abdurrahman b.
Muhammed (808/1405-1406), Kitabü'l-İber ve Dîvânü'l-Mübtedei ve'l-Haber,
I-V, Beyrut 1971.
İBN HİŞAM, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhafîz Şelebi), I-IV, Beyrut ts.
İBN İSHAK, Muhammed (151/768), Sîretü İbn İshak, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya 1981.
İBN KUTEYBE, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim
(276/889), Kitabu’l-Meârif, Beyrut 1970
……………, eş-Şi‘r
ve’ş-Şuarâ, I-II,
Beyrut 1983.
İBN MANZUR, Ebu’l-Fadl
Cemalüddin Muhammed b. Mükrim
(771/1369), Lisânü’l-Arab, I-XV,
Beyrut ts., (Dâru’s-Sâdır).
İBN NEDÎM, Ebu’l-Ferec
Muhammed b. İshak (385/955), el-Fihrist,
(thk. Nâhid Abbas Osman), Duha 1986.
İBN REŞÎK, Ebû Ali Hasan
b. Reşik el-Ezdî (456/1064), el-Umde, (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamid),
I-II, Beyrut 1972.
İBN SA‘D, Ebû
Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).
İBN ŞEBBE, Ebû Zeyd Ömer
el-Basrî (262/876), Tarihu’l-Medineti’l-Münevvere, (thk. Fehim Muhammed Şeltut) I-IV, ?
ts.
İBNÜ'L-ESÎR, İzzüddin
Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed (630-1232), el-Kâmil
fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986.
İbnü’r-Rûmî, Ebu’l-Hasan Ali b. Abbâs b. Cüreyc
(283/896), Dîvân, I-III, (nşr. Kâmil Kîlânî), Kahire 1924.
İMAM ŞÂFİÎ, Ebû Abdullah Muhammed b.
İdris b. Abbas, (204/820) er-Risâle, (thk. Ahmed Muhammed Şakir), Kahire
1979.
İSFAHÂNÎ, Ebu’l-Ferec Ali
b. Huseyn b. Muhammed el-Kuraşî (357/
967), Kitabü’l-Eğânî, (thk. İbrahim el-Ebyârî),
I-XXXI, Kahire 1970.
KADDÛRA, Zâhiye, eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ
el-İctimâiyye ve’s-Siyâsiyye, Beyrut 1988.
KILIÇLI, Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye,
İstanbul 1992.
KUTLU, Sönmez, Türkler’in İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000.
MÂCİD, Abdülmün’im, et-Târihu’s-Siyâsî
li’d-Devleti’l-Arabiyye, Kahire 1982.
MAHMUD, Hasen Ahmed-Ahmed İbrahim Şerif, el-Âlemü’l-İslâmî
fi’l-Asri’l-Abbâsî,? 1985, (Dâru’l-Fikri’l-Arabî).
MES'ÛDÎ, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyn b. Ali
(345/956), Mürûcü'z-Zeheb, I-IV,
(thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964.
…………., et-Tenbih
ve’l-İşrâf, Beyrut 1981.
MİHYÂR ED-DEYLEMÎ, Ebü'l-Hüseyin
(Ebü'l-Hasan) Mihyar b. Merzeveyh ed-Deylemi el-Bağdadi, (428/1037), Dîvân,
(nşr. Ahmed Nesim), Kahire 1925-1926.
MİNKARÎ, Nasr b. Müzâhim
(212/827), Vak‘atu Sıffin, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harûn), Beyrut
1990.
MONROE, James T., The Shu’ubiyya in
al-Andalus, Berkeley 1970.
MOTTAHEDEH, Roy, P., “The Shu’ubiyah
Controversy And The Social History of Early Islamic Iran”, İnternational
Middle East Study, 7, Cambridge 1976.
MUHAMMED NÛRİ, “eş-Şuûbiyye ve’ş-Şuubiyyûn ve
Efkâruhum”, Mecelletü Âfâki’l-Arabiyye, 1983.
MUNİS, Hüseyin Fethü’l-Endelüs, Riyad
1985.
MÛSÂ, Ahmed İbrahim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ
fî’l-Edebi’l-Arab”, Mecelletü’l-Ezher, Kahire 1940.
NASS, İhsan, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye
ve Eseruhâ fi’ş-Şi‘ri’l-Ümeviyye, Beyrut 1964.
NAYİF, Maruf, el-Edebü’l-İslâmî, Beyrut 1990.
NECCÂR, el-Mevâlî
fi’l-Asri’l-Ümevî, Mısır 1949.
NEVÂDİRU’L-MAHTUTÂT, (thk. Abdüsselam Muhammed Harun), I-VIII,
Kahire 1951-1955.
NÜVEYRÎ, Şihabüddin Ahmed
b. Abdülvahhab (733/1332), Nihâyetü’l-Ereb
fî Fünûni’l-Edeb, I-XXVII, Kâhire ts., (Dâru’l-Kütüb).
ÖMER FERRUH, Tarihu’l-Edebi’l-Arabî,
I-VI, Beyrut 1984.
ÖZKUYUMCU, Nadir, Fetihten
Emevîlerin Sonuna Kadar Mısır ve Kuzey Afrika, (Basılmamış Doktora
Tezi), İstanbul 1993.
RÂZÎ,
Fahrüddin, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer
Fahreddin er-Râzî, (606/1209), İ’tikâdâtü
Fıraki’l-Müslimin ve’l-Müşrikîn, (thk. Ali Sami Neşşâr), Beyrut 1982.
RESÂİLÜ’L-BÜLEĞÂ, (thk. Muhammed Kürd Ali), Mısır 1913.
SÂLİM, Abdülaziz, Buhûsü’l-İslâmiyye
fi’t-Târih, Beyrut 1991.
SELÛM, Abdullah, eş-Şuûbiyye Hareketü
Mudadeti li’l-İslâm ve Ümmeti’l-Arabiyye, Bağdat 1981.
STERN, S.M., “Yaqub the Coppersmith and Persian
National Sentiment, Iran and Islam (ed. C.E., Bosworth, Edinburg 1971.
ŞENTÜRK, Recep-Kadir Canatan, “Irkçılık”, DİA,
XIX, 126.
ŞEREF, Tâhâ Ahmed, ez-Zendeka ve’z-Zenâdika,
Mısır 1940.
ŞERÎF, Muhammed Bedi’, Dîvânu Eş’âri’l-Emîr
Ebi’l-Abbâs, Kahire 1977.
ŞEYHA, Cum’a, “Min Mezâhiri’ş-Şuûbiyye”, Mecelletü
Dirâseti Endelûsiyye, Tunus 1990, sy. 4
ŞEHRİSTÂNÎ, Ebü'l-Feth Taceddin Muhammed b.
Abdülkerim, (548/1153) el-Milel ve’n-Nihal, I-V, Kahire 1317-1321.
ŞİBLÎ, Mevlanâ en-Numanî,
Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, (çev. Talip Yaşar Alp),
I-II, İstanbul 1980.
TABERÎ, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr
(310/922), Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk,
(thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân).
TELFÂH, Hayrullah, eş-Şuûbiyye
Adüvvül’l-Arab el-Evvel, Bağdat 1973.
WELLHASUEN, J., Arap Devleti ve Sukutu,
(çev. Fikret Işıltan), Ankara 1963.
………………, İslamiyet’in
İlk Devrinde Dinî-Siyasî Muhalefet Partileri, (çev. Fikret Işıltan), Ankara
1989.
YA‘KÛBÎ, Ahmed b. Ebî
Ya‘kûb el-Abbâsî, (284/897), Tarih, I-II, Beyrut 1960.
VLOTEN, Gerlof Van, Emevîler Devrinde Arab
Hâkimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araştırmalar, (çev. Mehmed S.
Hatiboğlu), Ankara 1986.
YÜKSEL, Azmi, az-Zamahşeri’s Life and
Critical Edition of his Diwan, Durham 1979.
YÜZBEKÎ, Tevfîk Sultan, Tarihu Ehli’z-Zimme
fi’l-Irak, Riyad 1983.
ZEBİDÎ, Seyyid Muhammed Murtaza
(1205/1790), Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut
ts., (Dâru Sâdır).
[1] Nüveyrî, Nihâyetü’l-Ereb,
I-XXVII, Kahire ts., (Dâru’l-Kütüb), II, 277-286.
[2] İbn
Manzur, Lisânu’l-Arab, I-XV, Beyrut ts., (Dâru’s-Sâdır), I, 500; Zebidî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts., (Dâru Sâdır)., I, 318-321.
[3] Şuûbiyye’nin
farklı tanımları hakkında bk. Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I-III, Beyrut
ts. (Dâru’l-Kitabi’l-Arabi), I, 55-59; Hafâcî, Alâuddin Hâşim, “eş-Şuûbiyye ve
Eseruhâ fi’l-Luğa ve’l-Edeb”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi
fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s. 153-156.
[4] Goldziher,
İgnaz, Muslim Studies, (ed. S.M., Stern, translated from German C.R.
Barber and S.M. Stern, London 1967, I, 137. Bu konuda ayrıca bk. Mûsâ, Ahmed
İbrahim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ fî’l-Edebi’l-Arab”, Mecelletü’l-Ezher,
Kahire 1940, c. 11, sy. 1, s. 118-119, 351-359, 561-563.
[5] Wellhasuen,
J., Arap Devleti ve Sukutu, (çev. Fikret Işıltan), Ankara 1963, s.
253-254.
[6] Dûrî,
Abdülaziz, Cuzûru’t-Tarihiyye li’ş-Şuûbiyye, Beyrut 1981, s. 13-14.
[7] Yüzbekî,
Tevfîk Sultan, Tarihu Ehli’z-Zimme fi’l-Irak, Riyad 1983, s. 351. Bu
konuda geniş bilgi ve değerlendirmeler için bk. Kaddûra, Zâhiye, eş-Şuûbiyye
ve Eseruhâ el-İctimâiyye ve’s-Siyâsiyye, Beyrut 1988, s. 19-25.
[8] Ahmed
Emin, Duha’l-İslâm, III, 28-29; Mâcid, Abdülmün’im, et-Târihu’s-Siyâsî
li’d-Devleti’l-Arabiyye, Kahire 1982, II, 329.
[9] İbn
Abdirabbih, el-Ikdu’l-Ferîd,, I-VII, Kahire 1965, III, 408-410.
[10] İsfahânî,
Kitabü’l-Eğânî, (thk. İbrahim el-Ebyârî), I-XXXI, Kahire 1970, IV, 1626.
[11] İbn
Abdirabbih, el-Ikd, III, 403.
[12] Kılıçlı,
Mustafa, Arap Edebiyatında Şuûbiyye, İstanbul 1992, s. 84-86.
[13] Hucurât, 49/13.
[14] Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb, I-III, Beyrut ts., (Dâru’ş-Şarki’l-Arabî), I,
159-160. Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için bk. Mottahedeh, Roy, P., “The
Shu’ubiyah Controversy And The Social History of Early Islamic Iran”, İnternational
Middle East Study, 7, Cambridge 1976, s. 165-172.
[15] Cemîl,
Subhi Muhammed, “Evdâun ale’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ
et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s. 10-11; Hafâcî,
Alâuddin Hâşim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ fi’l-Luğa ve’l-Edeb”, s. 168-170.
[16] İbn
Manzur, Lisânü’l-Arab, I, 605-506;
Zebidî, Tâcu’l-Arûs, I, 384.
[17] Ateş,
Ahmed, “Asabiyet”, İA,
I, 663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”,
DİA, III, 453.
[18] Câbirî, Fikru
İbn Haldun el-Asabiyye
ve’d-Devle,? 1984, (Dâru’l-Beyzâ), s. 257.
[19] Çetin,
Nihat, Eski Arap Şiiri, İstanbul
1973, s. 87.
[20] Nass, İhsan,
el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye ve Eseruhâ
fi’ş-Şi‘ri’l-Ümeviyye,
Beyrut 1964, s. 158.
[21] Demirayak-Savran,
Arap Edebiyatı Tarihi Câhiliyye Dönemi, Erzurum 1996, s. 77.
[22] Cevad
Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-X, Beyrut 1993, I, 477.
[23] Ahmed
Emin, Duha’l-İslâm, I, 19-20.
[24] Tekâsür,
102/1-8. Kur’ân-ı
Kerîm’de asabiyye kelimesi geçmemekle birlikte, aynı kökten gelen ve yardımcı,
ondan kırka kadar adam anlamlarına gelen “usbe” tabiri Yûsuf suresinde
iki (Yûsuf, 12/8, 14), Kasas suresinde ise bir kere (Kasas, 28/76)
kullanılmıştır.
[25] Hucurât,
49/10.
[26] Hucurât,
49/9-13.
[27] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Ebû Davud, Edeb 112.
[28] Müslim, İmâre,
57; Nesaî, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
II, 306, 488.
[29] Buhârî, Cenâiz,
39.
[30] Buhârî, Menâkıb,
8.
[31] İbn
İshak, Sîretü İbn İshak, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya 1981, s. 94. Hz. Peygamber (sav), “İbadetlerinizi
tamamladığınızda atalarınızı hatırladığınız gibi, daha güçlü bir şekilde
Allah’ın hatırlamaya devam edin…” âyetinin (Bakara, 2/200) nazil olmasının
ardından, Allah’ın, kibir ve azameti, ayrıca babalar ile övünmeyi yasakladığını
beyan etmiştir. İbn İshak, Sîre, s. 77.
[32] Ahmed b.
Hanbel, Müsned, I-VI, Beyrut ts., VI, 11; İbn Abdirabbih, el-
Ikd, IV, 57.
[33] İbn
Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk.
Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhafîz Şelebi), I-IV, Beyrut ts.
, II, 412; Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem 1963, I, 364.
[34] İbn
Hişam, es-Sîre, II, 603; İbn
Abdirabbih, el- Ikd, IV, 57.
[35] “Kendisi adına birbirinizden dilekte
bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık-bağını koparmaktan sakının”. (Nisâ,
4/1).
[36] “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse
misafirine ikram etsin, Allah’a ve ahiret gününe iman eden sıla-i rahimde
bulunsun”, (Buhârî, Edeb 31). “Sılayı terk eden cennete giremez”. Müslim, Birr 18. (Bu konuda bk. Şentürk, Recep-Kadir
Canatan, “Irkçılık”, DİA,
XIX, 126).
[37] Şuarâ,
83/224.
[38] Yâsin,
93/69.
[39] Buhârî, Edeb
92; Müslim, Şiir 7-9; Ebû Dâvûd, Edeb 87; Tirmizî, Edeb
71.
[40] Bu
konuda farklı değerlendirmeler için bk. Demirayak, Kenan-Ahmet Savran, Arap Edebiyat Tarihi Sadru’l-İslâm Dönemi,
Erzurum 1996, s. 8-9.
[41] Meselâ,
Hassân, Temîm heyetinin şairi Zibrikan b. Bedr’e cevap vermiştir.
(Bk. Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk,
(thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), III, 116-119). Aynı şekilde Müzeyne kabilesi
şairi Huzaî b. Abdinumh’un şirinine mukabelede bulunmuştur. (Bk. Nayif, Maruf, el-Edebü’l-İslâmî, Beyrut 1990, s. 155).
[42] İbn
Reşik, el-Umde, (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamid), I-II, Beyrut
1972, I, 27.
[43] Buhârî, İlim
68, Bedü’l-Halk 6, Meğâzî, 30, Edeb 91.
[44] Bu
konuda bk. Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslâm Siyasî Tarihindeki
Etkileri, İstanbul 2004, s. 122-137.
[45] Şiblî, Mevlana, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, (çev. Talip Yaşar Alp),
I-II, İstanbul 1980, II, 294.
[46] Nayif, el-Edebü’l-İslâmî, s. 172.
[47] Ömer
Ferruh, Tarihu’l-Edebi’l-Arabî, I-VI, Beyrut 1984, I, 332-333.
[48] Halîfe
b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 83-84;
Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, (thk. Abdullah Enis et-Tübbâ-Ömer Enis
et-Tübbâ), Beyrut 1987, s. 351-353; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, (nşr.
Ömer Faruk Tabbâ), Beyrut ts. (Dâru’l-Erkam), s. 108-109; Taberî, Tarih,
III, 454-459; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I-IV, (thk.Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, II, 3315-317; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil
fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, II,
301-303.
[49] Belâzürî,
Futûhu’l-Buldân, s. 353-356; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 109-110;
Taberî, Tarih, III, 460-472; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, II, 318-319;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 303-305.
[50] Halîfe
b. Hayyât, Tarih, s. 89-90; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s.
360-362; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 114-117; Taberî, Tarih,
III, 550-569, 576-579; Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, II, 3325-328;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 331-338.
[51] Belâzürî,
Futûhu’l-Buldân, s. 366-367; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.
120-121; Taberî, Tarih, IV, 6-7.
[52] Ya‘kûbî, Tarih,
I-II, Beyrut 1960, I, 215, 225; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, I-V,
Kahire 1317-1321, II, 115.
[53] Belâzürî,
Futûhu’l-Buldân, s. 428; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 7.
[54] Hz. Ömer
dönemi fetihleri hakkında geniş bilgi için bk. Eraslan, Sadık, Sosyopolitik
Açıdan Asr-ı Saadet Fetihleri (Hz. Ömer Dönemi), Ankara 1999.
[55] İbn Şebbe,
Tarihu’l-Medineti’l-Münevvere, (thk. Fehim Muhammed Şeltut) I-IV,? ts,
III, 1090-1091; Ya‘kûbî, Tarih,
II, 168; Taberî, Tarih, IV, 253;
İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 65.
[56] İbn
Haldun, Kitabü'l-İber ve Dîvânü'l-Mübtedei ve'l-Haber, I-V, Beyrut 1971, II, 2, 138-139.
[57] Nass,
İhsan, el-Asabiyye, s. 201.
[58] İbn
Kuteybe, eş-Şi‘r
ve’ş-Şuarâ, I-II, Beyrut 1983, I, 267.
[59] Nass,
İhsan, el-Asabiyye, s. 205.
[60] Minkarî,
Vak‘atu Sıffin, (thk. Abdüsselâm Muhammed Harûn), Beyrut 1990, s.
289-290, 308-310.
[61] Bu
konuda bk. Apak, Adem, Asabiyet, s. 185-192.
[62] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb,
III, 244-245.
[63] Mes‘ûdî, et-Tenbih ve’l-İşrâf, Beyrut 1981, s.
86.
[64] İbn
Sa‘d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII,
Beyrut ts. (Dâru Sâdır), I, 51; İbn Nedîm, el-Fihrist, (thk. Nâhid Abbas Osman), Duha 1986,
s. 30; Nüveyrî, Nihâye, II, 292.
[65] Ali
Mazhar, el-Asabiyye ‘Inde’l-Arab, Mısır 1923, s. 22; Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, Kâhire 1975, s. 6.
[66] Mes‘ûdî, et-Tenbih
ve’l-İşrâf, s. 86-87;
Ahmed Emin, Fecru’l-İslâm, s. 6.
[67] Nass,
İhsan, el-Asabiyye, s. 346.
Yemenliler sadece nesebleriyle değil, geçmiş tarihleri
ile de ilgili olarak tarihi gerçeklere uymayan rivayetler uydurmuşlar, Yemen meliklerinin kahramanlıklarından bahsederken,
onları Fars, Hind, Türk yurtlarını ele geçirdiklerini iddia etmişlerdir.
(İbn Kuteybe, Kitabu’l-Meârif,
Beyrut 1970, s. 271-272).
[68] Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, I, 238, 285, 308; İbn
Haldun, Kitabü’l-İber, 2. c. 1. ks.,s. 145.
[69] Mes‘ûdî, et-Tenbih, s. 94; Cevad Ali, el-Mufassal, I, 498.
[70] Nass,
İhsan, el-Asabiyye, s. 347.
[71] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I, 285-286; İbn Haldun, Kitabü’l-İber, 2.c. 1.ks., s. 184.
[72] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I, 132.
[73] Mes‘ûdî, Mürûcü'z-Zeheb, I, 224; İbn Haldun, Kitabü’l-İber, 2.c. 1.ks., s. 155-156.
[74] Kehf,
18/83-98.
[75] İbn
Kuteybe, Kitabu’l-Meârif, s. 271.
[76] Ömer
Ferruh, Tarihu’l-Edebi’l-Arabî, I, 360.
[77] Ali
Mazhar, el-Asabiyye, s. 76-77, 80-81.
[78] Ömer
Ferruh, Tarihu’l-Edebi’l-Arabî, I, 360-369; Furat, A. Suphi, Arap Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1996, s. 151-153.
[79] Örnekler
için bk. Demircan, Adnân, İslâm
Tarihinin İlk Asrında Arap-Mevâlî İlişkileri, İstanbul 1996, s. 80-90;
Kutlu, Sönmez, Türkler’in İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000, s. 184.
[80] İbn
Abdirabbih, el-Ikd, III, 413.
[81] İsfahânî,
el-Eğânî, XVI, 5581.
[82] İbn
Kuteybe, Kitabu’l-Meârif, s. 213.
[83] İbn
Abdirabbih, el-Ikd, III, 412-413.
[84] Arapların
mevâlîye karşı uygulamaları hakkında bk. İbn Abdirabbih, el-Ikd, III,
412-418. Bu konuda ayrıca bk. Demircan, Adnan, İslâm Tarihinin İlk Döneminde
Arap-Mevalî İlişkisi, s. 71-89.
[85] Dineverî,
el-Ahbâru’t-Tıvâl, s. 264-265, 267-268, 269; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,
III, 84. Muhtar isyanında mevâlînin rolü hakkında bk. Vloten, Gerlof Van, Emevîler
Devrinde Arab Hâkimiyeti, Şia ve Mesih Akideleri Üzerine Araştırmalar,
(çev. Mehmed S. Hatiboğlu), Ankara 1986, s. 26-29; Wellhausen, J., İslâmiyetin
İlk Devrinde Dini-Siyasî Muhalefet Partileri, (çev.
Fikret Işıltan), Ankara 1989, s. 129-132.
[86] Haccâc’ın
Irak halkına ve özellikle mevâlîye uygulamaları hakkında bk. İbn Abdirabbih, el-Ikd,
III, 416-417.
[87] Halîfe
b. Hayyât, Tarih, s. 215-216; Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl,
s.289-291; Ya‘kûbî, Tarih, II, 277-278; Taberî, Tarih, VI,
334-338; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 138-139.
[88] Wellhausen,
J., Arap Devleti ve Sukutu, s. 126;
Brockelmann, C., İslâm Milletleri ve
Devletleri Tarihi, (çev. Neş’et Çağatay), Ankara 1964, s. 81-84.
[89] Mâcid,
Abdülmün’im, et-Târihu’s-Siyâsî li’d-Devleti’l-Arabiyye, s. 327.
[90] Halîfe
b. Hayyât, Tarih, s. 254; İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr ve Ahbâruhâ, (thk. Charles Torrey), Kahire 1991, s.
214; Belâzürî, Futûhu’l-Buldân, s. 324; Ya‘kûbî, Tarih,
II, 313; Taberî, Tarih, VI,
617; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 182.
[91] Halîfe
b. Hayyât, Tarih, s. 256; Taberî, Tarih, VI, 619-622; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 178-180, 183-186.
[92] İbn
Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, II, 202; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 160. Bu konuda örnekler için bk. Atçeken, İsmail
Hakkı, “Ömer b. Abdülaziz Devri Sonrası Emevî İdarecilerinin Mevâlî
Politikaları”, Selçuk ÜİFD, sy. 8,
Konya 2002/Bahar, s. 69-88.
[93] Taberî, Tarih, VII,
200-206. Bu konuda geniş bilgi için bk. Neccâr, el-Mevâlî fi’l-Asri’l-Ümevî,
Mısır 1949.
[94] Halîfe
b. Hayyât, Tarih, s. 272; Taberî, Tarih, VII, 96-99, 330-340;
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV, 292-294.
Hâris b. Süreyc isyanı hakkındaki değerlendirmeler için bk. Vloten, Gerlof Van,
Araştırmalar, s. 40-45; Hişam dönemi mevâlî isyanları hakkında geniş
bilgi için bk. Atçeken, İsmail Hakkı, Devlet Geleneği Açısından Hişam b.
Abdülmelik, Ankara
2001, 90-131.
[95] Munis,
Hüseyin, Fethü’l-Endelüs, Riyad 1985, s. 162. Bu isyanlar ile ilgili
ayrıntılı bilgi için bk. Özkuyumcu, Fetihten Emevîlerin Sonuna Kadar Mısır ve Kuzey
Afrika, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1993, s.
196-202.
[96] Gibb,
Hamilton, A.R, Social Significance o the Shu’ubiya, Studies on the
Civilization of Islam, (ed. Stanford J. Shaw and William R. Polk),
Princeton 1982, s. 66-67; Hasen, Tâlib Câsim, “el-Bu’dü’t-Târihî
li’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi
fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s.26
[97] İbn
Abdilhakem, Futûhu Mısr, s.
221-225; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV,
250-551.
[98] Kaddûre,
Zâhide, Şuûbiyye, s. 218-219; Bozkurt, Nahide, Oluşum Sürecinde
Abbasî İhtilâli, Ankara 2000, s. 63-67. Bu dönemde Araplar, yaklaşan Abbasî
tehlikesine karşı kavmî bir şuurla bütünlük oluşturmaya çalışmışlardır.
Emevîlerin son
Horasan valisi Nasr b. Seyyar, Ebû
Müslim’e karşı bölgede bulunan ve sürekli
birbirleriyle çatışan Mudar, Rebia ve Yemen Arapları’nı birleştirmeye çağırmıştır. (İbn
Abdirabbih, el-Ikd, IV, 478).
[99] İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, IV, 204.
[100] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.
323-329, 331-335; Taberî, Tarih, VII,
360-371; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, IV,
302-304.
[101] Demircan, Adnan, Arap-Mevâlî İlişkisi,
s. 160-163.
[102] Bu konuda bk. Özkuyumcu, Nadir, Mısır ve Kuzey
Afrika, s.
197-202. Emevîler dönemindeki isyanlarda mevâlînin rolü hakkında bk. Demircan,
Adnan, Arap-Mevalî İlişkisi, s. 158-181; Kaddûra, Zâhiye, eş-Şuûbiyye,
s.43-63.
[103] Bu konuda bk. Apak, Adem, Asabiyet, s.
239-249.
[104] İslâm öncesi Arap-Fars münasebetleri hakkında
geniş bilgi için bk. İsfahânî, el-Ağânî, XXVIII, 9495-9515.
[105] Isfahânî, el-Eğânî, IV, 1636-1638.
[106] Abbâsî vezirleri ve yönetimdeki etkinlikleri
hakkında geniş bilgi için bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s.239-311.
[107] Taberî, Tarih, VIII, 233-234, 256,
265-266. Bu konuda bk. Dayf, Şevki, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, Kahire
ts. (Dâru’l-Meârif bi Mısır), s. 75; Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 211,
318
[108] Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s.254.
[109] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 35, 36-40;
Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 188-189, 308.
[110] Ya’kûbî, Tarih, II, 421-422; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,
III, 387-396; Taberî, Tarih, VIII, 287-302. Bermekî ailesinin Abbâsî
yönetimindeki etkinlikleri hakkında bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s.
244-310.
[111] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.
359-365; Ya’kûbî, Tarih, II, 436-444; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,
III, 399-424. Taberî, Tarih, VIII, 365-527. Emin-Memun mücadelesi
hakkında bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 221-233.
[112] Mutasım dönemi Türk bürokratlarının listesi
için bk. Ya’kûbî, Tarih, II, 478; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, IV,
53.
[113] Goldziher, İ., Muslim Studies, s.
139-140.
[114] Taberî, Tarih, IX, 20; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,
IV, 53
[115] Ya’kûbî, Tarih, II, 484-492; Taberî, Tarih,
IX, 123-234; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, IV, 86, 88.
[116] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 42-48;
Mûsâ, Ahmed İbrahim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ fî’l-Edebi’l-Arab, s. 118-119,
351-359, 561-563. Ayrıca bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 236-237,
325-326.
[117] Kılıçlı, Mustafa, Şuûbiyye, s. 81-83.
Bununla birlikte hareketin varlığını hiçbir zaman kaybetmediği, sonraki
asırlarda bilhassa Arap milliyetçiliğinin gelişmesine esin kaynağı olduğu da
iddia edilir. Nitekim bu faaliyetin, geçen asırda ortaya çıkan modern Arap
milliyetçiliği için en önemli referans olduğu dile getirilir. Bu konuda bk.
Fikaykî, Abdu’l-Hâdi, es-Suhu’ubiyya ve’l-Kavmiyyetü’l-Arabiyye, Beyrut
1961; Muhammed Nûri, “eş-Şuûbiyye ve’ş-Şuûbiyyûn ve Efkâruhum”, Mecelletü
Âfâki’l-Arabiyye, 1983, sy. 10.
[118] Yakın bölgelerde yaşamış olmaları sebebiyle
İslâm öncesi dönemde de Arapların yakın irtibat içinde oldukları milletlerden
birisi de Farslılardı. Bu konuda bk. Kaddûra, Zâhiye, eş-Şuûbiyye, s.
27-36.
[119] Ya‘kûbî, Tarih,
I, 215, 225; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, II, 115.
[120] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 59.
[121] Bu konuda bk. Apak, Adem, Asabiyet, s.
239-261.
[122] Sâlim, Abdülaziz, Buhûsü’l-İslâmiyye
fi’t-Târih, Beyrut 1991, s. 395.
[123] Mahmud, Hasen Ahmed-Ahmed İbrahim Şerif, el-Âlemü’l-İslâmî
fi’l-Asri’l-Abbâsî, ? 1985, (Dâru’l-Fikri’l-Arabî), s. 92; Atvân, Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn
(el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye), Beyrut 1981, s. 241-242.
[124] Bu konuda geniş bilgi için bk. Atvân, Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn
(el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye), s. 242-248.
[125] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 53;
Mahmud, Hasen Ahmed-Ahmed İbrahim Şerif, el-Âlemü’l-İslâmî fi’l-Asri’l-Abbâsî,
s. 91.
[126] İbn Abdirabbih, el-Ikd, III, 403-404.
[127] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 53-54;
Mahmud, Hasen Ahmed-Ahmed İbrahim Şerif, el-Âlemü’l-İslâmî fi’l-Asri’l-Abbâsî,
s. 92; Dayf, Şevki, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, s. 75.
[128] İbn Abdirabbih, el-Ikd, III, 404-405.
[129] İbn
Abdirabbih, el-Ikd, III, 405.
[130] İbn Abdirabbih, el-Ikd, III, 405.
[131] Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, I-IV,?
1968, (Dâru’l-fikr li’l-Cemi‘), III, 39.
[132] Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, III,
40. Şuûbiyye’nin iddiaları hakkına bk.
Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb,Beyrut ts., I,164-168.
[133] Örnekler için bk. Ahmed Emin, Duha’l-İslâm,
I, 74-76. Nitekim Farslılar “Farisîlere kötü söz söylemeyin. Eğer onlara kim
kötü söz söylerse ya anında ya da daha sonra o kişiden intikam alınacaktır”,
“Eğer ilim Süreyya yıldızına çıksa onu oradan ancak bir Fârisi alabilir”.
Yüzbekî, Tevfîk Sultan, Tarihu Ehli’z-Zimme fi’l-Irak, s. 355; Cemîl,
Subhi Muhammed, “Evdâun ale’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ
et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s. 7-10; Kaddûre,
Zâhide, Şuûbiyye, s. 98-99.
[134] Yüzbekî, Tevfîk Sultan, Tarihu Ehli’z-Zimme
fi’l-Irak, s. 357-359; Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 154-158, 212.
[135] Hafâcî, Alâuddin Hâşim, “eş-Şuûbiyye ve
Eseruhâ fi’l-Luğa ve’l-Edeb”, s. 191-195, 202-207. Bu konuda ayrıca bk. Hicâb,
Muhammed Nebih, Mazâhiru’ş-Şuûbiyye fi’l-Edebi’l-Arabî, Mısır 1961;
Azâvî, Na’me Rahîm, Makâlât fi Eseri’ş-Şuûbiyye fi’l-Edebi’l-Arabî ve
Tarihıh, Bağdat ts. (Matbaatü İşbîliyye el-Hadîs).
[136] Kaddûra, Zâhiye, eş-Şuûbiyye, s. 86.
[137] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 54-55;
Mahmud, Hasen Ahmed-Ahmed İbrahim Şerif, el-Âlemü’l-İslâmî fi’l-Asri’l-Abbâsî,
s. 92.
[138] Âlûsî, Bulûğu’l-Eereb, I, 160-161. Bu
kitaplar hakkında ayrıca bk. Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I,68-70; Mahmud,
Hasen Ahmed-Ahmed İbrahim Şerif, el-Âlemü’l-İslâmî fi’l-Asri’-l-Abbâsî,
s. 92-93; Atvân, Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn (el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye),
s. 248-253.
[139] İbn Abdirabbih, el-Ikd, III, 405-406.
[140] Atvân, Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn
(el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye), s. 250-253.
[141] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 59; Dayf,
Şevki, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, s. 75-76, 79-83; Hasen, Tâlib Câsim, “el-Bu’dü’t-Tarihî
li’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye” , s. 18-22.
[142] Hasen, Tâlib Câsim, “el-Fırak
ve’l-Harekâtü’ş-Şuûbiyye (el-Muhtalekât ve’l-Ehdâf ve’l-Vesâil), eş-Şuûbiyye
ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s. 145;
Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 114.
[143] Bu konuda bk. Stern, S.M., “Yaqub the
Coppersmith and Persian National Sentiment, Iran and Islam (ed. C.E.,
Bosworth, Edinburg 1971, s. 535-555; Bernburg, Lutz Richter, “Linguistic
Shu’ubiya And Early Neo-Persian Prose”, Jornual of the American Oriental
Society, 94.1, 1974, s. 55-64; Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s.127-129,
148-149.
[144] Cebûrî, Nadle Ahmed Nâil, “el-Fırak
ve’l-Harekâtü’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi
fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s.50-70.
[145] Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s.273-277.
[146] Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 171-172.
[147]“Bedevîler inkâr ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın
peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar.
Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Tevbe, 9/97); “Bedevîler “İman ettik” dediler. De ki: “İman
etmediniz. (Öyle ise, “iman ettik” demeyin.) “Fakat boyun eğdik” deyin. Henüz
iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Peygamberine itaat ederseniz,
yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Hucurât, 49/14). Bu konuda bk. Hafâcî, Alâuddin Hâşim,
“eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ fi’l-Luğa ve’l-Edeb, eş-Şuûbiyye ve Devruhâ
et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s. 165-167.
[148] İsfahânî,
el-Eğânî,VI, 2150-2176.
[149] İsfahânî, el-Eğânî,XIV, 5194-5262.
[150] İsfahânî, el-Eğânî, XIII, 47-86-4849.
[151] Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 150-173;
Cebûrî, Nadle Ahmed Nâil, “el-Fırak ve’l-Harekâtü’ş-Şuûbiyye”, eş-Şuûbiyye
ve Devruhâ et-Tahrîbiyyi fi’l-Fikri’l-Arabî el-İslâmî, Bağdat 1988, s.
122-123; Hafâcî, Alâuddin Hâşim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ fi’l-Luğa ve’l-Edeb, eş-Şuûbiyye”
s. 179-188.
[152] Ya’kûbî, Tarih, II, 400; Taberî, Tarih,
VIII, 165, 167.
[153] Taberî, Tarih, VIII, 165-167, 190, 234,
339, 667-668. Hasen, Tâlib Câsim, “el-Bu’dü’t-Târihî li’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”,
s.30-34. Zenâdika’nın faaliyetleri için bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye,
s.127-150.
[154] İmam Şâfiî, er-Risâle, (thk. Ahmed
Muhammed Şakir), Kahire 1979.
[155] Ahme b. Hanbel, er-Red
ale'z-Zenadıka ve'l-Cehmiyye, Kuvyet 2005.
[156] Irâkî,
Ebû Muhammed Osman, el-Fark el-Müfterika beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zendeka,
(thk. Yaşar Kutluay), Ankara 1961.
[157] Gazzâlî,
Ebû Hâmid, Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, (thk. Bedrüddin
en-Ne’sânî el-Halebî), Mısr 1907.
[158] Bu konuda bilgi ve değerlendirmeler için
bk. Hasen, Tâlib Câsim,
“el-Bu’dü’t-Târihî li’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye”, s.33-38.
[159] Râzî,
Fahrüddin, İ’tikâdâtü Fıraki’l-Müslimin ve’l-Müşrikîn, (thk. Ali Sami
Neşşâr), Beyrut 1982.
[160] Bu grupların fikirleri, hedefleri etkinlikleri
hakkında geniş bilgi için bk. Şeref, Tâhâ Ahmed, ez-Zendeka ve’z-Zenâdika,
Mısır 1940; Cebûrî, Nadle Ahmed Nâil, “el-Fırak ve’l-Harekâtü’ş-Şuûbiyye”, s. 71-122.
Aynı müellif, “Hareketü’l-Luğuv ve Usûluhâ el-Fârisiyye”, Mecelletü’r-Risâleti’l-İslâmiyye,
1984-1985. Bu konuda ayrıca bk. Selûm, Abdullah, eş-Şuûbiyye Hareketü
Mudadeti li’l-İslâm ve Ümmeti’l-Arabiyye, Bağdat 1981.
[161] Dineverî, el-Ahbâru’t-Tıvâl, s.
367-370; Ya’kûbî, Tarih, II, 473-475; Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb,
IV, 29-30, 55-59; Taberî, Tarih, VIII, 622, IX, 13-17, 23-55. Ayrıca bk.
Yüzbekî, Tevfîk Sultan, Tarihu Ehli’z-Zimme fi’l-Irak, s. 335-351.
Ayrıca bk. Telfâh, Hayrullah, eş-Şuûbiyye Adüvvül’l-Arab el-Evvel,
Bağdat 1973; Fettâh, İrfan Abdülhamîd, Dirâsât fi’l-Fikri’l-Arabiyyi’l-İslâmiyye,
Beyrut 1991, s. 396-401. Zenâdika’nın isyan faaliyetleri ve tedhiş hareketleri hakkında
bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 134-150. Ayrıca bk. Azimli, Mehmet,
Abbâsîler Dönemi Babek İsyanı, Ankara 2004, s. 71-122.
[162] Atvân, Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn
(el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye), s. 241. Bu konuda bk. Agius, Dionisius, A.,
“The Shu’ubiyya Movement And Its Literary Manifestation, The Islamic Quarteyr,
v. XXIV, nr. 3-4, 1980, s. 76-88.
[163] İsfahânî, el-Eğanî, IV, 1625.
[164] İsfahânî, el-Eğanî, IV, 1637.
[165] İsfahânî, el-Ağânî, XXII, 7770-7858.
[166] Şairlerin faaliyetleri hakkında bk. Goldziher,
İ., Muslim Studies, s. 145-155.
[167] İsfahânî, el-Eğanî, IV, III, 985.
[168] Beşşâr b. Bürd, Dîvân, I-IV, (nşr.
Muhammed et-Tâhir İbn Aşûr), Kahire 1950-1966, I, 377. Beşşâr’ın Şuûbiyye
edebiyatındaki yeri hakkında bk. İsfahânî, el-Eğânî, III, 981-1096; Atvân,
Hüseyn, Şuarâü’d-Devleteyn (el-Ümeviyye ve’l-Abbâsiyye), s. 254-262.
[169] Ebû Nüvâs, Dîvân, Mısır 1898, s. 333.
[170] Ebû Nüvâs, Dîvân, s. 246, 285. Ebû
Nüvâs’ın hayatı ve faaliyetleri hakkında ayrıca bk. İsfahânî, el-Ağânî,
XXI, 76-97, XXIX-XXX, 9831-1071.
[171] Mihyâr ed-Deylemî, Dîvân, (nşr. Ahmed
Nesim), Kahire 1925-1926, II, 61.
[172] Mes’ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, IV, 236-37;
Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb, I, 160; Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 72-73;
Dayf, Şevki, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, s. 76-77. Onun faaliyetleri
hakkında ayrıca bk. Şerîf, Muhammed Bedi’, Dîvânu Eş’âri’l-Emîr Ebi’l-Abbâs,
Kahire 1977, s. 141 vd.
[173] Bu müelliflerin eserleri ve Şuûbi görüşleri
hakkında bk. Dayf, Şevki, el-Asru’l-Abbâsî el-Evvel, s. 77-80; Kılıçlı,
Mustafa, Şuûbiyye, s. 214-239.
[174] Mâcid, Abdülmün’im, et-Târihu’s-Siyâsî
li’d-Devleti’l-Arabiyye, s. 329.
[175] Ahmed Emin, Duha’l-İslâm, I, 65-66
[176] İsfahânî, el-Ağânî, XIV, 49-25-4943.
Ayrıca bk. Kılıçlı, Mustafa, Şuûbiyye, s. 295-306.
[177] İbnü’r-Rûmî, Dîvân, I-III, (nşr. Kâmil
Kîlânî), Kahire 1924, s. 285.
[178] Bu konuda bk. Monroe, James T., The
Shu’ubiyya in al-Andalus, Berkeley 1970.
[179] Apak, Adem, Asabiyet, s. 252-261.
[180] Bu dönemde Araplar ile Müvelledler arasında
silahlı çatışmalara sahne olan mücadeleler hakkında bk. Sâlim, Abdülaziz, Buhûsü’l-İslâmiyye
fi’t-Târih, s. 395-409.
[181] Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb, I, 160.
[182] Nevâdiru’l-Mahtutât, (thk. Abdüsselam
Muhammed Harun), I-VIII, Kahire 1951-1955.
s. 247-249. Ayrıca bk. Hafâcî, Alâuddin Hâşim, “eş-Şuûbiyye ve Eseruhâ
fi’l-Luğa ve’l-Edeb”, s. 161-164.
[183] Nevâdiru’l-Mahtutât , s. 249-250.
[184] Nevâdiru’l-Mahtutât, s. 250-253. Bu
konuda geniş bilgi için bk. Fevzî, Fâruk Ömer, “Havle
Tabîati’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye Min Mezâhiri’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye fi’l-Endelüs”,
el-Muerrihu’l-Arabî, Bağdat 1987, sy. 32, s. 151-156; Şeyha, Cum’a, “Min
Mezâhiri’ş-Şuûbiyye”, Mecelletü Dirâseti Endelûsiyye, Tunus 1990, sy. 4,
s. 25-28
[185] Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 86.
[186] Câhız, el-Beyan ve’t-Tebyîn, III,
35-64.
[187] Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, III, 49.
[188] Câhız, el-Beyân ve’t-Tebyîn, III, 40,
51-64.
[189] Câhız, Buhalâ, Beyrut ts., (Dâru
Sâdır), s. 30-31.
[190] Câhız, Buhalâ, s. 297-338. Câhız’ın
Şuûbiyye hareketindeki yeri hakkında ayrıca bk. Ebrâşî, Muhammed
Atıyye-Ebu’l-Fütûh Muhammed et-Tevânisî, E’lâmü’s-Sekafeti’l-Arabiyye ve
Nevâbi’’l-Fikri’l-İslâmiyye (Câhız, İbn Heysem, Ebu’n-Nasr Fârâbî), Kahire
ts. (Mektebetü Nehdati Mısır), s. 18 vd.
[191] Müelliflerin Şuûbilere karşı Arapları savunma
faaliyetleri hakkında bk. Kaddûre, Zâhide, Şuûbiyye, s. 100-110;
Kılıçlı, Mustafa, Şuûbiyye, s. 257-259.
[192] Resâilü’l-Büleğâ, (thk. Muhammed Kürd
Ali), Mısır 1913, s. 270.
[193] Resâilü’l-Büleğâ, s. 275.
[194] Resâilü’l-Büleğâ, s. 286-288. İbn
Kuteybe’nin Şuûbiyye’ye karşı Arapları savunması hakkında ayrıca bk. İbn
Abdirabbih, el-Ikd, III, 409-410; Âlûsî, Bulûğu’l-Ereb,
I,169-175.
[195] Kılıçlı, Mustafa, Şuûbiyye, s. 265-269,
283-293
[196] Yüksel, Azmi, az-Zamahşeri’s Life and
Critical Edition of his Diwan, Durham 1979, s. 121.
[197] Bu konuda bilgi ve örnekler için bk. Kılıçlı,
Mustafa, Şuûbiyye, s. 321-331. Ayrıca bk. Fevzî, Fâruk Ömer, “Havle
Tabîati’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye Min Mezâhiri’l-Hareketi’ş-Şuûbiyye fi’l-Endelüs”,
s. 156-158; Şeyha, Cum’a, “Min Mezâhiri’ş-Şuûbiyye”, Mecelletü Dirâseti
Endelûsiyye, s. 28-34.
Ariz ve smile bir çalışma olmuş. Bir solukta okudum. Adem hocam, ellerine sağlık.
YanıtlaSil