7 Temmuz 2018 Cumartesi

İbadîlerde İmar Fıkhı


Şehba Yazıcı
A.    İbadî Mezhebi
İslâm dünyasının en güncel ve canlı problemlerinden biri olan mezhep çatışmalarının temelleri, Hz. Peygamber’in vefatını takip eden yıllarda atılmıştır. Hz. Peygamber hayatta iken müslümanlar bir çatı altında toplanmış, ihtilaflar ve çekişmeler iman potasında eritilerek büyük ölçüde uzlaşma sağlanmıştır. Ancak onun vefatının henüz 35. Yılında içinden çıkılmaz bir hal alan muhtelif isyan hareketleri Hz. Osman’ın katliyle neticelenmiştir. Sorunları çözme gayreti kisvesiyle atılan bu adım bilakis ihtilafları derinleştirmiştir. Hilafete gelen Hz. Ali ise muhalif grupların gölgesinde bir yönetim icra edebilmiştir.

            Hz. Ali ile Muaviye b. Ebu Sufyan arasındaki mücadelede önemli bir dönüm noktası olan Sıffîn savaşı, tarihte adlarından oldukça söz ettirecek muhalif bir grubun zuhur ettiği bir süreç olması hasebiyle de önem arz etmektedir. İslâm tarihinde Haricîler olarak isimlendirilen bu muhalif grubun çıkış noktası “Hüküm ancak Allah’ındır” şeklinde ihdas ettikleri bir slogandır. Bundan sonra Haricîler, başta Hz. Ali olmak üzere birçok halifeyi tekfir ederek devlete karşı çeşitli isyanlarda bulunmuşlardır. Bu grubun en bilinen özelliği, akide esasları ve bunların icrasında takındıkları aşırı tutumdur.
            Haricîler, Emevî halifelerinin kendilerine karşı takındıkları sert tutuma rağmen yok olmamışlar ve hatta zamanla büyüyerek farklı kollara ayrılmışlardır. Konumuz itibariyle bizim üzerinde duracağımız fırka İbadîye fırkasıdır. Bu fırka 65/685 yılında meydana gelmiştir. Nâfi b. Ezrak’ın Haricî olmayan müslümanlar hakkında ileri sürdüğü aşırı görüşlerine katılmayı reddedenler Abdullah b. İbâd etrafında toplanmışlar[1] ve böylece İbadîye tarih sahnesinde yerini almaya başlamıştır. Kurucu olarak genellikle fırkanın ismini kendisinden aldığı Abdullah b. İbâd zikredilir, ancak onun bu grubun siyasi ve resmi sözcüsü olduğu ve asıl kurucunun Cabir b. Zeyd olduğu ifade edilmiştir.[2]İbâdilerin kendilerine şurat, ehlü’l-îmânve’l-istikāme, ehlü’l-adlve’l-istikāme, cemâatü’l-müslimîn, ehlü’d-da‘ve gibi isimler verdikleri kaydedilmiştir.[3]İbadîlerin yayıldıkları bölgeler, Kuzey Afrika ve Mağrib, Doğu Afrika, Sudan, Yemen, Hadramut, Horasan olarak zikredilebilir. Ayrıca İbâdiler kendi içlerinde birçok kola ayrılmışlardır. Vehbiyye, Hârisiyye, Tureyfiyye, Nukkariyye, Neffâsiyye, Halefiyye, Umeyriye, Hasaniyye, Sekkâkiyye, Hafsiyye ve Yezidiyye bu kolların isimleridir.[4] İbadîler ayrıca, Cezayir bölgesinde 160-297/777-909 yılları arasında hüküm süren Rüstemîler devletini kurmuşlar ve baskı altındaki birçok İbadîyi bir çatı altına toplamışlardır.[5] Günümüze ulaşan tek Haricî mezhebi olan İbadîler, Cezayir, Libya, Tunus ve Fas bölgelerinde varlıklarını sürdürmektedirler.[6]
            İbadîlik, haricilerden aşırılıkları en az barındıran, itidali en fazla olan ve ehl-i sünnetin fikirlerine en yakın olan mezhep olarak tarif edilmiştir.[7]Onlara göre Kur’an-ı Kerim yorumlanmaya ihtiyaç duymaz ve amelî ve itikâdî hayatta devlet düzeninin yegâne kaynağıdır. Adalet ise bu sistemin en önemli parçalarından biridir.[8]Adalet ilkesini, amelî hayatta tesis edilen nizamda müşahede etmek mümkündür. Sosyal hayatı tanzim etmede İbadîlerin en çok üzerinde durdukları hususlardan biri imar hukukudur. İmar fıkhı, imar hareketlerini düzenleyen, insanların imara olan rağbetlerini arttırmayı ve aralarında meydana gelecek çekişmeleri önlemeyi hedefleyen kurallar bütünü olarak tanımlanabilir.[9]İmar hukuku, toplumun ortak yaşam alanlarını, nehir, deniz, yağmur suları gibi herkesin hak sahibi olduğu umumî su kaynaklarının, sulama kanallarının, dağların, meraların kullanım haklarının, özel mülkiyet olan yapıların, bunların yapı malzemelerinin ve çevreye uygunluklarının, sokak, cadde ve yolların inşasına dair fıkhî hükümlerin tesis edildiği geniş bir ilimdir.
İbadîler, bulundukları bölgelerin imar faaliyetlerinde rol almışlar ve bu hususta, genel prensiplerini teşmil eden bir imar hukuku meydana getirmişlerdir. Esasen bulunduğu bölgeyi imar etme gayretinin, Müslümanlardan İbadîlere hasredilmesi doğru değildir. Nitekim İslâm tarihi boyunca müslümanlar yaşadıkları bölgelere oldukça önemli mimarî miraslar bırakmışlardır.
B.     İslâm’da İmar Hukukuna Genel Bir Bakış
İslâm muhataplarını dünya ve ahirette faydalanacakları maslahatları gerçekleştirmeye yönlendiren medeni bir dindir.[10]Müslümanların imar faaliyetlerini Hz. Peygamber’e kadar götürmek mümkündür. Hicretten sonra Hz. Peygamber’in ilk icraatlarından birinin, bir mescid inşa etmek olduğu bilinmektedir. Hatta imar hukukunun müeyyidelerinin belirlenmesinde, sade fakat kullanıma uygun olarak inşa edilen bu mescidden, döneme ait diğer az sayıdaki yapılardan ve bunların yapımı esnasında Hz. Peygamber’in sarf ettiği sözlerden de faydalanılmıştır.
İmaret ve yapı kurmada tanzim ve planlamayla Hz. Peygamber döneminde tanışan müslümanlar, Hz. Peygamber’in, caddelerin genişliği ve mahallelerin sınırlandırılması gibi konuları içeren hadislerini kaydetmişlerdir. Daha sonra Hulefa-yiRâşidîn dönemi imar faaliyetlerinin yoğunlaştığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Basra, Kûfe, Fustat, Kayravan gibi önemli İslâm şehirlerinin söz konusu dönemde kurulması bu bağlamda zikredilebilir. Bu şehirlerde meydanların, caddelerin ve tüm yapıların itinalı bir biçimde tanzim edildiği görülmektedir. İslâm devletlerindeki diğer gelişmelere paralel olarak gelişen ilim faaliyetleri kapsamında, zamanla, fıkıh müellifleri eserlerine bu yapılara dair hükümleri almaya başlamışlardır. Böylece imaret hukukunun esasları meydana gelmiş, bu hukukta, gayrimenkule dair ve onun şahsa faydasını temin etme esasına dayanan hükümler oluşturulmuştur. İçme sularından faydalanma hakkı, kanal hukuku, mürur hakkı, dere yatağı ile ilgili haklar, yapıların yükseltmesini tanzim eden kurallar meydana gelmiştir.[11]
Bu konuda eserleri olan bize ulaşan en erken dönemde yaşamış üç müellif vardır. Mısırlı Abdullah b. Abdülhakem (ö. 238/816), “el-KadâFi’l-Bünyân” adlı eserinde ve Endülüs’te yaşamış olan İsa b. Dînar’ın (ö. 212/827) “el-Cidâr” adlı eseri ile Abdülmelik b. Habib’in (ö. 238/853) “el-Bünyan Ve’l-EşcârVe;l-MiyahVe’l-Enhâr” eserlerinde imar hukuku işlenmiştir.[12]
Bu eserlerin dışında imar hukuku alanında en önemli üç kaynak zikredilir. Bu eserlerden biri, Maliki bir âlim olanİbnü’r-Râmi’nin (ö. 750/1350) “el-İ’lânBiAhkâmi’l-BünyânLiİbni’r-Râmî” adlı eseridir. Bir diğeri Osmanlı döneminde yaşamış olan Kadı KâmiMuhammed b. Ahmed el-Hanefî el-Edirnevî’nin (ö. 1689), Edirne’de 1723 yılında neşredilen “Fıkhü’l-Ümranü’l-İslâmî” adlı eseridir.[13]
Üçüncü eser ise bu alanda oldukça önemli bir kaynak olarak kabul edilir.Bu eser Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Bekr el-Fursetâî en-Nufûsî’ye (ö. 504/1110) ait olan “el-Kısmetu Ve Usûlu’l-Ardîn” adlı çalışmadır. Bizim de çalışmamızda en çok faydalandığımız eser olması hasebiyle bu eser hakkında bazı bilgiler vermemiz yerinde olacaktır. Bu eser 20. Yüzyılın başlarında, İbadîlere ait oldukça geniş bir bölgeyi teşmil eden sözlü ve yazılı mirası koruma maksadıyla tesis edilen Cem’iyyetu’t-Turastarafından hazırlanarak 1997[14] yılında neşredilmiştir. Eser İbadîlerin imar fıkhında başvurulacak temel kaynaklardandır. İbadîlerin ilim miraslarının az bir kısmının neşredilebilmesi, eserin önemini arttırmaktadır.
İslâm’da imar fıkhının üç önemli unsuru bulunmaktadır. Bu unsurlar, din, çevre ile örf adet ve geleneklerdir.[15] İmar hukukunun teşekkülünde birincil kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Bu bağlamda, “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”[16]ayetinde yer alan “iyilik” ifadesine yüklenen manalar zikredilebilir. Buna göre söz konusu ifadenin Arapça formunda “العرف" şeklinde geçen kelimenin imar fıkhına işaret ettiği ifade edilmiştir. Bu kelime örf kelimesi olarak da anlaşılmış ve imar faaliyetlerini içine alan kamusal bir hukuka işaret ettiği telakki edilmiştir. Nitekim fıkıhta yer alan bir hükme göre örf ve adetler hukukun parçası olarak kabul edilmiştir.[17] İmar hukukunun teşekkülünde Hz. Peygamber’in birçok hadisinin etkili olduğunu daha önce ifade etmiştik. Konunun çerçevesine riayet etme bağlamında burada sadece imar hukukunda en çok hükmün kendisinden istinbât edildiği hadisi zikredeceğiz. Bu, “Zarar vermek de zarara karşılık vermek de yoktur.”[18]hadis-i şerifidir. Sözleri dışında Hz. Peygamber’in uygulamaları da, Müslümanların dikkate aldıkları unsurlardır. Hz. Peygamber’in evi, evinin yönü ve avlusu, imar fıkhıyla ilgilenen âlimlerce incelenmiş ve esas alınmıştır.[19]
İslâm’da imar hukukuna göre bir yapının inşasında iki unsur gözetilmelidir. Birincisi yapının sağlam olmasıdır. İkincisi ise estetik bir görüntüye sahip olmasıdır. Nitekim İslâm estetik ve temizlik dinidir ve mensuplarına görüntülerinde ve kıyafetlerinde güzeli tercih etme sorumluluğunu yüklediği gibi, şehir yapılandırmasında ve yapılarının görüntüsünde de aynı sorumluluğu yüklemiştir.[20]
C.     İbadîlerde İmar Fıkhı
İmar fıkhı, yukarıda belirttiğimiz gibi İbadîlerin ihdas ettikleri bir ilim değildir. Ancak bu ilim dalı, İbadîler tarafından müstakil bir ilim dalı olarak geliştirilmiş[21] ve İbadîler bu sahada temayüz etmişlerdir.
İbadî fakihler, yurt kavramını iki kısım olarak görürler. Daru’l-İslâm ve Darü’l-Küfür. Müslüman halkın yaşadığı ve müslüman hükümetin idare ettiği tüm topraklar Darü’l-İslâm kapsamındadır ve halkın ve yöneticilerin mezheplerinin ne olduğunun önemi yoktur. Putperest, ehli kitap, laik, inançsız olsun fark etmeden İslâm dinine mensup olmayan yöneticilerce idare edilen ve kâfir halkın iskân ettiği tüm topraklar da Darü’l-Küfür olarak isimlendirilir. İbadîler, İslâm yurdu olarak niteledikleri topraklara önem atfetmişler ve bu topraklarda birliği ve dirliği sağlamanın önemi üzerinde durmuşlardır. Burası İslâm, tevhid ve adalet yurdudur ve ordusu İslâm, adalet ve tevhid ordusudur. Burada bulunan mevcut hükümete itaat etmek vaciptir ve buradan göç eden günahkâr olur. Çünkü müslüman ümmetin İslâm hukukuna mutabık olarak aynı topraklarda yaşaması gereklidir.[22]
İslâm hukukunun gereklerinden biri olan imar hukukunun da İslâm yurdunda tesis edilmesi gerekir. İbadîler, fıkıh kitaplarının önemli bir kısmını, kamu hukuku ve kişisel haklara ayırmışlardır ki imar fıkhı için de aynısını ifade etmek mümkündür. İbadîler imar fıkhı kapsamında, mülkiyet esasları, ortaklık, kira, bağış, vasiyet, mal paylaşımı, satış, yetim, deli veya çocukların mülkiyetlerine dair hükümler, fey gibi özel hükümleri haiz arazilerin işlenmesi gibi konuları incelemeye tabi tutmuşlardır. Ayrıca özel veya kamusal alanda imar hakkının tayin edilmesi, kuyu, nehir, yağmur suları gibi su kaynakları ve su kanallarının inşa edilmesi gibi, suların kullanımına dair hükümler, yerleşim birimlerinin tesis edilmesi, çarşı, köprü, sokak, cadde, yol yapımı, gibi hususlara dair tafsilatlı hükümler, imar fıkhının teşmil ettiği hususlardır.
Bu hususlarla ilgili bazı hükümlere yer vermeden önce, hükümlerin teşekkülünde etkili olan unsurları ifade etmek gerekir. İbadîlerin imar hukukunda Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerinden sık sık faydalandıklarını söyleyebiliriz. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “O sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı.”[23]ayetinde olduğu gibi doğrudan veya dolaylı olarak yeryüzünde imar faaliyetlerine atıfta bulunmuştur. Bu bağlamda İbadî fakihleri, “O yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi, onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak onadır”[24] ayetinden yollara dair bazı hükümler istinbat etmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber’in mevzuya dair hadislerinden faydalanılmıştır. Hz. Peygamber’e isnat edilen, “İnsanlar üç şeyi müşterek kullanırlar: Su, ateş ve odun (veya su, ot ve odun)” hadisi faydalanılan hadislerdendir.[25]
İbadî fıkhının, toplumun fertleri arasındaki ilişkilerde gözetilmesi gereken genel prensiplerini ifade etmemiz, imar hukukunun daha iyi anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Bir Müslümanın yokluğunda diğer müslümanların, onun evini, arazisini, malını, ailesini ve evlatlarını korumaları Müslümanın müslüman üzerindeki haklarındandır. Ayrıca Müslümanın diğer Müslümana selam vermesi, iyiliğini arzulayarak dua etmesi,  sırtını güçlendirmesi, hastalandığında ziyaret etmesi, cenazesinde bulunması, ondan sonra evlatlarını gücü nispetinde muhafaza etmesi, gücü yeterse borç vererek ihtiyacını gidermesi, ayıplarını gizlemesi de gerekir. Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmek, gücü yeterse kötülüklerden ve zulümden korumak, malını paylaşmak ise arkadaşlık haklarındandır. İbadîlere göre, komşusunun kendisinden emin olmadığı, ailesine veya malına zarar getireceğinden korkarak kapılarını kilitlediği kimse mümin sayılmaz ve kim komşusuna eziyet ederse Allah onunla savaşır. Yolcunun da mukimler üzerinde hakkı vardır. Eğer evine bir konuk gelirse, ev sahibininonu üç gün misafir etmesi ve ikramda bulunması gerekir.[26] İbn sebil denen yolcunun ağırlanması için Rüstemî devletinin mensupları olan İbadîler tarafından Daru’d-Duyuf denen yapılar imar edilmiş ve dışarıdan gelen misafirlerin ihtiyaçlarının karşılanması temin edilmiştir. Devletin uhdesinde bulunan misafirhanelerin yanı sıra kabile ve mahallelere ait misafirhanelerin de bulunduğu ifade edilmiştir.[27]İbadî imar fıkhının teşekkülünde, ayrıca bazı sahabeleri uygulamalarının da esas alındığına rastlamak mümkündür. Nitekim İbadîlerinbazı aşırı grupların aksine sahabeye değer verdikleri kaydedilmiştir.[28] Hatta İbadîler için, sahabelerin arasından ilk iki halifenin icraatlarının özel bir yeri olduğunu söyleyebiliriz.[29] Mesela Hz. Ebu Bekir’in, “Kim (kendisi için) müslümanlara ait olan yoldan veya avludan bir karış edinirse kıyamet günü Allah yedi yeri onun boynuna dolar.” İfadesini kullanmaları bu bağlamda zikredilebilir.[30] Bu ifade, umuma ait mekânların şahıslarca mülk edinilmesini yasaklamakta delil olarak zikredilmiştir.
İmar fıkhında önemli bir kısım da genel fıkıh prensiplerinden faydalanılarak meydana getirilen kurallardır. Bunların başında yukarıda yer verdiğimiz, “Zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur” ilkesi gelir. Bu ilkedenimar hukukuna dair pek çok hüküm istinbat edilmiştir. Mesela bu ilkeden çıkarılan bir hükme göre, sokaklar ve caddelerde insanlar eşit hak sahibidir ve şahısların umuma ait bu tür yerlerde dükkân, ev vb. bir yapı edinmesi gibi eylemler yasaklanmıştır. Çünkü bu durum halka zarar getirir. Bu tür eylemlerin denetlenmesi de devletin uhdesine bırakılmış ve devlet başkanına mesuliyet verilmiştir. Devlet başkanı aynı zamanda kimseye böyle bir imtiyaz tanımamalıdır. Bu tür hakları ihlal edenler için ise uhrevî sorumluluk hatırlatılır. Bir başka hüküm de şöyledir:Bir kimse başkasına ait çiftlik, ev, umuma ait mescit, yol veya bir yetimin mülküne zarar verirse bu zararı izale etmesinin gerekir. Buna karşılık zarar gören tarafın, benzer bir zarar verme girişimiyle mukabelede bulunması caiz değildir. Onun zararı, zarara sebep olan taraftan tazmin edilerek giderilmelidir. Bu süreci denetlemek ve tazmin edilecek zararı belirlemek hâkimin işidir. Hâkim, karar verirken zararın verildiği zamanı dikkate almaz. Yani yeni veya eski olsun, verilen tüm zararlar tazmin edilmelidir. Bu ilkeden çıkarılan bir başka hükme göre ise, insanlara zararının dokunması ihtimali mevcut olan mekânlarda fırın ve tuvalet gibi yapıların ihdas edilmesinin yasaklanmasıdır.[31] Her Müslüman, kendi malında tasarruf etmekte özgürdür, ancak komşuya veya mülküne yakın bir yolu kullanan kimselere zarar verme ihtimali bu özgürlüğü kısıtlamaktadır. Umuma gelecek zararı önlemek için şahsın zarar görmesini tercih etme ilkesi de gerekli durumlarda tatbik edilir.
İmar fıkhında geniş bir yer tutan kamu ve fert haklarının korunması hususunda İbadîler teferruatlı hükümler meydana getirmişlerdir. Kişinin mülkiyet hakkının muhafaza edilmesi esasına dayanan birçok hüküm söz konusudur. Bir arazinin, evin, su kaynağının vb. kişiye ait olmasının hükmü ile kamuya ait olması durumundaki hükümleri ayrılmıştır. Eğer bir arazi, özel mülk konumunda ise, onun üzerinde tasarruf etme yetkisi sahibine bırakılmıştır ve mülkün sahibi diğer insanların faydalanmaları için arazisini, su kaynağını veya merasını kullanıma açmakta veya şahsına hasrederek diğerlerinin kullanımına mani olmakta muhayyer bırakılmıştır. Bu konuda mülk sahibi şahsa vicdanî bir sorumluluğun da yüklenmediği görülmektedir. Bazen de karşılıklı haklar söz konusu olur. Aynı mülkte hak sahibi olan ortaklar veya hisse sahipleri bulunabilir. Hatta bir bahçenin içinde sadece bir kısma veya bir ağaca sahip olanın hakları, bir tarlaya aynı anda iki çiftçinin ekim yapması durumunda tarafların karşılıklı hakları işlenmiştir. Bir mülkün umuma ait olması durumunda, şahısların onun üzerinde tasarruf etme yetkileri yoktur. Bu tür mekânları şahıslar kullanıma kapatamaz veya kullanımını kısıtlayamaz. Devlet erkânı dahi, bu tür kararlar almamaları hususunda ikaz edilmişlerdir.
İbadî imar fıkhına dair müeyyideler zikredilirken bilhassa dört hususun vurgulandığını ifade etmekte bir beis yoktur. Bunlardan ikisi en çok zikredilen ve gerek müstakil başlıklar altında gerekse başka hükümlerin içerisinde geniş yer bulan, yukarıda açıklamasını yaptığımız, zarar vermeme ve karşılıklı haklara riayet etme hususlarıdır. Bunun dışında sık kullanılan ifadelerden biri, “Allah ve onun arasındadır”[32] şeklindedir. Bu ifadenin kullanımı oldukça önemlidir. Nitekim bununla, şahıslara dinî ve vicdanî bir yükümlülük getirilmektedir. İmar hukukunu ihlal eden herkes tespit edilemeyebilir veya cezası verilemeyebilir. Ayrıca bu ifadenin kullanımı bir şuurun tesis edilmesine olanak sağlamıştır. Kişi sadece fertlere ve topluma karşı değil, yüce Allah’a karşı sorumlu olduğunun bilinciyle hareket etmelidir. İfade etmek istediğimiz son kavram da hâkimin karar vermekte güçlük çektiği veya daha teknik bilgi sahibi olması gerektiği durumlarda “görüş sahibi/uzman” bir kişiye danışılması gerektiğine dairdir. İmar kavramının kapsadığı geniş sahada, su, yaşam alanı, ziraat arazileri gibi teknik bilgi gerektiren durumlarda hâkimin, bir tür bilirkişi raporu istediği anlaşılmaktadır.
Ettafeyyiş de insanların canlarının ve mallarının selameti için kendilerine yol ve suyun yerini tespit edecek uzmanların bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Uzman, ücret almadığı sürece, Allah’a karşı sorumludur. Yani kılavuzluğu esnasında bir zarara sebep olursa kendisinden tazmin edilmez. Ancak ücret almışsa veya bir görüşe göre bunun için insanları evlerinden çıkarmışsa, bu durumda insanlara karşı da mesuldür. Kılavuzun yol masraflarının karşılanması gerekir. Kılavuz, kendisi yorulmadan yol gösterecekse, baştan anlaşma yapmış olmaları durumu istisna olmak üzere, ücret talep etme hakkına sahip değildir. Ayrıca asi, yol kesici gibi kimselerin kılavuzluğuna itibar edilmez[33]
D.    İbadîlerde İmar Fıkhına Dair Bazı Bazı Meseleler[34]
1.      Ev İnşaatı ve Yol Yapımına Dair:
Bir kimse başkasının arazisiyle aynı hizada olan arazisinde bir konut yapmak isterse, yapması gereken eve dört giriş yapmak ve doğudan batıya uzanan bir cadde meydana getirmektir. Evden caddeye, komşularından kimseye zarar vermemek kaydıyla yol açılır. Ev için Doğu, Batı, Kuzey ve Güney yönlerinden ulaşım sağlanması gerekir. Evin sahip olduğu giriş sayısı kadar yol yapılması gerektiğini söyleyenler de mevcuttur. Bazı fakihler evin dört yönden de rüzgâr alabilecek bir biçimde inşa edilmesi gerektiğini söylerler. Bazılarına göre evin meraya ulaşımı temin edilmelidir. Evin dağa giden bir yola, suya giden bir yola ve çarşıya giden başka bir yola sahip olması gerektiğini söyleyenler de mevcuttur. Eğer tüm bunlar tek bir güzergâhtaysa ve bir yolla ulaşma imkânı varsa o zaman tek bir yolun yapılması kâfidir. Bir, iki, üç, beş yol olması gözetilmez ve önemli olan bunlara ulaşım imkânının sağlanmasıdır. Mescide de ulaşımı sağlayacak bir yolun bulunması gerekir. Ancak yol, çevredeki arazi sahiplerinin izni olursa açılabilir.
İnsanlar, şehir veya evlerini bir arazinin ortasına bina etmişlerse, daha sonra diğer yapılar eklenmek istendiğinde, bu yapıların da yukarıda belirtilen şartları haiz bir şekilde inşa edilmesine özen gösterilmelidir. İmar edilmek istenen alanda duvar, pınar, kuyular, diğer evler, ağaçlar ve benzeri şeyler bulunabilir. Burada yolun açılması veya ev yapılması, ancak bunlardan birinin zarar görmesi veya yok edilmesiyle mümkünse, o zaman köprü vb. bir yapının yardımıyla zararsız bir biçimde inşa edilmeye çalışılır. Eğer bu yol ziraat yapılan bir mevkideyse, ev imar edilmeden önce tarlaya ve ekinlere verilecek zarar hesaplanmalı ve önlenmeye çalışılmalıdır. Yolun zarar vermeden yapılması mümkün olmazsa, zarar verilen ekin nispetince bir kıymet belirlenerek tazmin edilir.
Kimseye ait olmayan metruk yoldan kişinin geçmesi ve hayvanlarını otlatmasında bir sakınca yoktur. İnsanlardan birine ait olan ve imar edilmemiş metruk arazinin de durumu böyledir. Sahiplerinin arazi üzerindeki haklarını gasp etmeye çalışmadan, kendisinin, yolu kullanması ve hayvanlarını geçirmesi caizdir. İnsanların yaşadıkları yerin yakınında veya etrafında bulunan yerin imar olmayan kısımlarını da, kişi, kendisi ve hayvanları için yol edinebilir.
Bir kimsenin açmak istediği bir yol, bir başkasının arazisinden geçiyorsa, bu arazi sahibiyle anlaşarak yolu beraber açabilirler. Ancak yolun genişliği, ulaşacağı yer, uzunluğu gibi konularda anlaşmazlığa düşmeleri halinde, iki tarafın da zarar görmeyeceği orta bir yol bulunarak anlaşma sağlanması gerekir.
Eğer yol, birinin özel mülkündeyse, diğer insanların yolu kullanmasına mani olma hakkı vardır. Kendi evinden başka bir eve açılan yolda ise, kişi böyle bir hak iddia edemez ve insanların kullanımını engelleyemez. Yolun sahibi, geçtiği esnada, geçmek isteyen başka birileriyle karşılaşırsa ve iki tarafın aynı anda geçmeleri mümkün değilse, geçiş hakkı yolun sahibine aittir. Yolun ortak sahipleri karşılaşırlarsa, bu durumda daha fazla ilerlemiş olan geçiş hakkına sahip olur. İki taraf da hak sahibi olduğu için birbirlerine yol vermede kolaylık sağlamaları gerekir. Bir kabile, bir arazi sahibiyle muayyen bir süre üzerine anlaşarak yol açmışsa, süre dolduğunda arazi sahibinin anlaşmaya dayanarak yolu kaldırtma hakkı vardır.
Yapılmak istenen bir yolun etrafında kabristanın bulunması, yol yapımına mani değildir. Ancak yolun geçeceği yerin altında kabir bulunursa, yolun yapılması caiz değildir.
Yol, yürüyüş yolu olduğunda üç zira’ yapılmalıdır. Suyun ve odununun taşınacağı yol için aynı ölçü zikredilmiştir ki bu beş zira’dır. Yük taşıyan merkep vb. hayvanların ve çuval gibi yüklerin nakli için yedi zira’ genişliğinde yol yapılmalıdır. Devenin geçeceği yol için ise on iki zira’ genişlik belirlenmiştir. Mevaşi denen tüm otlak hayvanlarının meraya ve suya giden yolları kırk zira’ genişliğinde olmalıdır. Hac kafilelerinin kullanacakları yol da kırk zira’ olmalıdır. Bu hükümlerin, yeni yapılacak yollar için olduğu, mevcut yolların değiştirilmesine, genişletilmesi veya daraltılmasına lüzum olmadığı belirtilmiştir. 
2.      Bahçe, Arazi Ve Köprüye Dair:
Bayındır olmayan bir arazide, mülk sahibi men etmediği sürece, başka bir kişi kendisi ve hayvanları için orayı yol olarak kullanabilir. Burası çöl, metruk arazi gibi insanların eşit hak sahibi oldukları bir yer değilse ve özel mülk konumundaysa, arazi sahibi onu engelleyebilir. Herhangi birine mensubiyeti bilinmeyen arazi ise, yol edinilebilir, orada kuyu açılabilir, imarda bulunabilir. Bu tür imar faaliyetlerinde bulunan şahsın, inşa ettirdiği yapıların mülküne sahip olma hakkı vardır. Hakkından feragat etmesi de caizdir. Bu durumda yollar, kanallar ve kuyular gibi yapılar insanların eşit hak sahibi oldukları yapılardan sayılırlar. Bir araziyi gasp ederek orada imar faaliyetlerinde bulunanın durumu ise farklıdır. Bu durumda gasıp, araziden çıkarıldığında kendi imkânlarıyla inşa ettirdiği yapılarda hak sahibi addedilmez. Bu yapıların mülkiyetinin arazi sahibine ait olup olmayacağı hususunda ihtilaf söz konusudur.
Kime ait olduğu bilinmeyen ve kimsenin hak iddia etmediği bir arazi üzerinde imar faaliyetlerinde bulunulabilir. Daha sonra araziyi imar eden kişi arazinin mülkiyetine sahip olur. Eğer araziyi bulan ve imar eden birden fazla kişi varsa, aralarında taksim edilir. Ancak birisi bulup imar ettikten sonra başkalarının hak iddia etmeleri muhaldir.
Bir kimseye ait olan arazide, başkasına ait bir ağaç bulunması, mülk sahibinin arazisinde dilediği gibi tasarrufta bulunmasına mani değildir. Arazi sahibi, imarda bulunmak ve koruma maksadıyla arazisinin etrafını çit vb. bir şeyle çevreleyebilir. Ağaç sahibi, ağacına ulaşmak için koridor açabilir, ancak bu koridorun araziye zarar vermeyecek biçimde konumlandırılması gerekir.
Bir bahçe duvarında gedik bulunması halinde, buradan geçmenin caiz olup olmayacağı tartışılmıştır. Bazılarına göre, bahçe sahibinin izni olursa gediğin kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bazıları ise, buradan geçişin caiz olmasını, çıkış için yol bulunabilmesi şartına bağlamışlardır.
Bahçe sahibi, bahçesini satar veya hibe ederse, içinde bulunan yol, sulama kanalı ve ev gibi yapıların da mülkiyeti bahçenin yeni sahibine ait olur. Ancak bahçeyi satmadan önce kişinin içinde bulunan yapıları veya belirli bir parseli istisna tutması caizdir.
Umuma ait bir yolda sulama kanalı yapmak isteyen kimseye cevaz verilmez. Bazı fakihlere göre ise bu kişi, sulama kanalını yapabilir. Ancak insanların geçişlerini temin etmek için kendi imkânlarıyla bir köprü inşa etmeli ve köprünün bakımını da kendisi üstlenmelidir. Bu köprünün inşası esnasında vermek durumunda olduğu zararı da tazmin etmek ona aittir.
3.      Sokaklar ve Caddeler:
Sokaklar üç kısımdır. Birincisi genel kullanıma açık olan caddedir. İkincisi bir kavme has olan önü açık caddedir. Üçüncüsü ise umuma veya belli bir kavme ait olan çıkmaz sokaktır.
Birinci kısım olarak zikrettiğimiz genel kullanıma açık olan caddenin üzerinde evi olan bir kişinin, caddeyi, kendisinin, ailesinin, hayvanlarının her türlü menfaati için kullanmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. Cadde üzerinde evi olmayan için de, caddenin kullanımıserbesttir. Ancak misafir olarak caddeyi kullanan kimsenin orada meskûn halka zarar vermemesi gerekir. Mesela orada bulunan yapılara zarar verecek şekilde taş veya su benzeri şeyleri nakletmesi nehyedilmiştir. Bu tür bir cadde üzerinde oturan bir ev sahibinin, evden sokağa açılan yeni kapılar ihdas etmesinde ve eski kapıları sökmesinde bir sakınca yoktur. Ancak yeni açılan kapının caddenin karşısında bulunan bir başka evin kapısıyla karşılıklı olmaması gerektiği ifade edilmiştir. Buna cevaz verenlerin de mevcut olduğunu belirtmek gerekir.
İkinci kısım olan, bir kavme hasredilmiş sokakta yapılacak tasarrufların hükümleri farklıdır. Bu sokakta yaşayanlar birbirlerine danışıp anlaşmadan herhangi bir yenilik yapamazlar. Çünkü onlar sokağın kullanımında ortaktırlar. Üzerinde anlaşma sağlanmadan değişiklik yapmaya kalkan kimseyi, diğerlerinin engelleme hakları vardır.
Üçüncü kısım olan çıkmaz sokakların durumu için umuma mı yoksa özel bir kavme mi ait olduğuna bakılmalıdır. Eğer belli bir kesime tahsis edilmiş bir sokak ise, ikinci kısım sokakta olduğu gibi, her yenilik için sakinlerinin anlaşmaları gerekir. Umuma açık bir çıkmaz sokak ise, bu durumda birinci kısımda zikrettiğimiz herkese açık caddenin hükümleri tatbik edilir.
Evinin önüne bahçe yapmak isteyen bir kimsenin oturduğu sokak hangi hükümde olursa olsun, bahçe yapmasına müsaade edilmez. Ancak oturduğu evin daha önce bir bahçesi olup tahrip olmuşsa, bu bahçeyi düzenleme ve kullanma hakkına sahiptir. Aynı şekilde daha önce var olmayan hela ve hayvanlarını bağlayacağı bir yer de yapması uygun değildir.
Evden sokağa dökülen bir kanalın yapımına da müsaade edilmemiştir. Daha önce yapılmış olan kanallar kullanılabilir, ancak yeni kanal yapılmamalı, daraltılan bir kanal varsa tekrar genişletilmemelidir. Geniş bir kanalın daraltılmasında ise sakınca yoktur.
Sokakta bulunan evlerin duvarların yüksekliği de bir nizama bağlanmıştır. Evlerin duvarları istenildiği gibi yükseltilebilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Evin duvarı, komşunun evine meyletmemelidir. Duvar, komşunun evine doğru yıkılma ihtimali taşıyacak kadar yükseltilmemelidir. Bir de duvarları yükseltilen ev, komşunun evini gölgede bırakmamalıdır. Bu üç kuraldan birisi çiğnenirse komşunun itiraz etme hakkı doğar. Sokakta evi genişletmeye yönelik her türlü imar faaliyeti de yasaklanmıştır.
Sokakta bulunan ev sahiplerinden birinin evini bırakıp gitmesi durumunda, diğer sokak sakinleri, hırsızın girmesi veya harap olduğu için evin yıkılması gibi bir zarardan çekinebilirler. Bunun için tedbir almak isteyebilirler, ancak onların evi onarmalarına izin verilmemiştir. Hatta ev sahibi kapısını söküp evi açık bırakarak gitmiş olsa bile, onların yeni kapı taktırmamaları gerekir. Ancak bu evden dolayı zarar vuku bulduğunda hüküm değişebilir.
Burada dar sokağa ait bir hükme de değinmekte fayda vardır. Buna göre dar sokak umuma açık veya belli bir kesime ait olabilir. Belli bir kesime ait olan dar sokaktan, yabancıların geçmesi engellenebilir. Ancak umuma açık dar sokakta geçişi belli bir kesime hasretmek doğru olmaz.
4.      Umumî Suların Kullanımına Dair:
Bir kimse umuma açık bir su bulursa bundan faydalanmasında bir sakınca yoktur. Bulduğu suyu kendi mülkiyetine geçirmesi ise söz konusu değildir. Göl, nehir, yağmur suyu gibi umumî sulardan herkesin faydalanma hakkı eşittir. Bu suların satılmaları caiz değildir.Kişi umumi sudan ancak şahsî kabına aldığının sahibi olabilir. Yağmur suyundan faydalanılarak bahçelerin ve arazilerin sulanmasında bir beis yoktur.
Aynı vadide yaşayan bir topluluk, suyu kaynağından yükselterek kedilerine ulaştırmak isterlerse kanal yapmaları gerekir. Kanal, bir veya birkaç kişiye ait özel mülk olabilir. Bu durumda kullanım hakları sahiplerine ait olur. Diğer insanların, zarar vermemek kaydıyla, buradan su içmelerinde ve hayvanlarına içirmelerinde bir sakınca görülmemiştir. Bu tür kanallarda, az veya çok derinlikte kazı yapılması, suyu geri döndürecek toprak, taş vb. bir engelin konması caiz görülmemiştir.
Kuyu açmak isteyen bir kimse, sadece kendi mülkünde veya sahibi meçhul bir arazide kazı yapabilir.
E.     İbadîlerinİmar Ettikleri İki Şehir: Tâhert ve Nizvâ:
İbadî mezhebi mensuplarının bir çatı altında toplandığı Rüstemî devletinin imamlarından Abdurrahman b. Rüstem’in 148/765 veya 161/778 kurduğu bir şehir olan Tâhert[35], İslâm tarihinin önemli kentlerindendir. Nitekim şehir, İslâm şehir anlayışı doğrultusunda imar edilmiştir. Tâhert’in birçok din ve mezhep mensubunu bünyesinde barındıran, ticaret, ilim ve kültür merkezi olduğu rivayet edilmiştir.
Tâhert, Cebelü’z-Zûl’ün güney eteklerinde 1100 km yükseklikte kurulan bir şehirdir. Çünkü şehir, sürekli dış tehditler altında bulunan İbadî imamının oturacağı üs ve karargâh olarak planlanmıştır. Şehir surlarla çevrilmiş ve Ma’sume adı verilen bir iç kale inşa edilmiştir. Şehrin içinden akan üç nehrin bulunduğu rivayet edilmiştir. Tâhert bayındır bir şehir haline getirilmiştir. Çok sayıda han, hamam, cami ve çarşının imar edildiği ifade dilmiştir.[36]
Şehir, merkezde bir cami ve onun etrafında halka şeklinde inşa edilen evlerden müteşekkildir. Kuruluş aşamasında kabileler, topraklarının karşılıksız olarak kamulaştırılmasına olanak sağlamışlardır. Kurulan alan ormanlık olduğu için ağaçlar yakılmıştır. Daha sonra ağaç köklerine hasis denen tereyağı ile hurma karışımının döküldüğü, böylece yaban domuzlarının ağaçların köklerini kemirerek söktükleri rivayet edilmiştir. Bütün şehir iç kalenin kapsayacağı biçimde konumlandırılmıştır. Şehre dört girişin olduğu ifade edilmiştir. Böylece şehir, taştan inşa edildiği anlaşılan iki muhkem surla çevrelenmiş olmaktadır.[37]
Şehirde yapılan kazılar sonucunda, hamamların taştan yapıldığı, duvarlarının sıvandığı ve sıcak soğuk kısmının bulunduğu tespit edilmiştir. Şüphesiz burada bulunan en önemli yapılardan biri, barındırdığı eser sayısı 300.000 olarak ifade edilen ve daha sonra Fatimî istilası esnasında yıkılan Masumiye Kütüphanesidir.[38] Özellikle Rüstemî imamlarından Ebu Said Eflah zamanında, barış ve sükûnetin hâkim olduğu bir ortamda refah seviyesinin yükseldiği ve imar faaliyetlerinin arttığı ifade edilmiştir.[39]İbadîlerin imar ettikleri Tâhert, muasırları arasında temayüz eden mühim bir şehir haline gelmiştir.
177-280/793-893 yılları arasında İbadîlerin hüküm sürdüğü topraklar üzerindeki sosyal yapıya dair önemli bilgiler (kadın ve erkeklerin kıyafetleri, takıları, mutfak gereçleri, yemekler vb.) ihtiva eden bir eserde,[40]Nizvâ isimli şehrin imar yapısına dair bilgiler de mevcuttur. Bir kısmına yer vermemiz, o dönemde yaşayan İbadîlerin evleri hakkında daha net bilgi edinmemize olanak sağlayacaktır.
Müellif öncelikle Nizvâ kentinin topoğrafyası hakkında bilgi vermekte ve şehrin imarının anlaşılması için topoğrafyasının ve sakinlerinin yerleşim planının da bilinmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Burası üç yerleşim birimine ayrılmıştır. Bunlarda birisi merkez kısımdır ve şehrin idarî ve iktisadî merkezi olma özelliğine sahiptir. Bunun dışında “Kelbûh” ve “Ebyad” ismiyle anılan iki vadide yerleşim mevcuttur. Bu üç vadide meskûn bulunan topluluklar vadilerin uç kısımlarına yerleşmişlerdir. Böylece, ortadaki vadide bulunan ortak su kaynağından her topluluk doğrudan faydalanma imkânına sahip olmaktadır. Ayrıca çiftçiler de böylece vadilerin arasında meydana gelen akımdan faydalanmaktadırlar. Nitekim tarihin bu devirlerinde insanların, besin ve ihtiyaçlarının büyük bir kısmını ziraattan elde ettiklerini hatırlamak gerekir.
Yerleşim birimlerini, imaretleri ve bölgeleri birbirine bağlayan birçok yol mevcuttur. Yerleşim birimlerini bağlayan ana yolun genişliği altı ila sekiz zira’ arasındadır. Evlerin aralarındaki yollar dört zira’, mescitleri ve bahçeleri bağlayan yollar üç zira’, su kanalına açılan yol ise iki zira’ ölçüsündedir. Burada köyleri birbirine bağlayan yollar da mevcuttur ve bunların genişliği kırk zira’ya kadar ulaşır.
Bu dönemde evler, genişlikleriyle bilinirler. Bu durum bir yönden dönemdeki siyasi istikrarın ve iktisadî refahın neticesidir. Evler, tuğla benzeri bir hale getirilmiş çamurdan inşa edilir, çatıları hurma kütüğünden yapılan ahşapla kapatılırve su sızmaması için çamur tabakasıyla desteklenirdi. Bu dönemde inşa edilen mescid vb. yapılar için de benzer malzemelerin kullanıldığını görmekteyiz. Işığın ve havanın eve girmesini sağlamak için duvarda pencereye benzeyen küçük gedikler açılırdı. Kapıların yapıldığı malzeme ahşap veya demir olurdu ve kapıların üzerinde yine ahşap veya demirden imal edilen kilitler bulunurdu. Yatak odaları, gölgelik ve diğer odalar evin bölümlerinden bazılarıydı. Evlerde bulunan helalar çoğu zaman evin dışına yapılır ve necis suların tahliyesi için bir fosseptik çukuru açılırdı. İnsanların sütlerinden ve etlerinden besin olarak; ulaşım için de binek olarak faydalandıkları hayvanlarının, evin bulunduğu arazinin sınırları içinde tutuldukları bölümler de olurdu. Bu kısımda evcil bir tür güvercin de beslendiği rivayet edilmiştir. Evin bulunduğu alanın bir kısmında ufak çaplı ziraat yapılan bir bölüm de mevcut olurdu. Hurma ağacı ve çeşitli meyve veren ağaçlar yetiştirilir, böylece yaz ve kış için meyve ve sebze ihtiyacı temin edilmeye çalışılırdı. Su ihtiyacını karşılayan kuyu, bu bahçenin içinde olurdu. Sedirler bahçede kullanıldığı düşünülen ev eşyalarındandı. Evlerin yüksekliği, genişliği gibi unsurlar, insanların maddi durumlarına göre değişirdi. Büyük tuğlalar ile muhafaza edilen evlere rastlamak mümkündü. Evler kiraya da verilirdi.
            Bu dönemde cami yapımında büyük gelişmelerin olduğu kaydedilmiştir. Sadelik esası muhafaza edilmiştir. Ancak bazılarında süslü yapılar görmek mümkündür. Bunlar da resim kullanılmamış ve fakihler, mescidin kıble yönündeki duvarına, insanların namaz kılarken dikkatlerini dağıtacağı endişesi ile ayet ve güzel sözlerin yazılmasını yasaklamışlardı. Aydınlatma için kandiller kullanılırdı ve mescidde en çok önem verilen unsur, temizlikti.
            Yönetici imamın evi, merkezde ve çarşıya yakın bir şekilde konumlandırılırdı. İmam, yönetimi buradan icra ederdi. Bazı imamlar şehre yeni kaleler yaptırmış, bazıları mevcut olanları restore ettirmiştir. Fakihler, özellikle dış tehlikelerin arttığı zamanlarda müstahkem sur ve kalelerin yapımının önemi üzerinde durmuşlardır. Bu şehirde hapishanenin de imar edildiği bilinmektedir.
SONUÇ
İbadîler, İslâm’da mevcut olan imar fıkhını müstakil bir ilim dalı olarak geliştirerek kendilerine has bir imar sistemi ortaya koymuşlardır. Bu sistemde yer alan hukukî kurallarla, insanların imaretlerden elde edecekleri faydaları arttırmak ve zararı izale etmek veya en aza indirmek hedeflenmiştir.  Aynı bölgede, aynı sokakta veya mahallede yaşayan insanların, mekânlar, sular, meralar vb. alanların kullanımı hususunda ihtilafa düşmeleri kaçınılmazdır. İmar hukuku, bu ihtilafları bir nizama bağlı olarak çözümlemeyi ve çekişmelerin önüne geçmeyi gaye edinen bir ilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır.
İmar hukukunun bağlı olduğu nizam, müslümanların temel kaynakları Kur’an-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in sünnetinden faydalanılarak teşkil edilmiştir. Ayrıca sahabelerin bu mecaldeki söz ve uygulamaları, genel fıkıh prensipleri, örf, adet ve yaşanan yerin ihtiyaçları doğrultusunda bir kurallar silsilesinin meydana getirildiğini söyleyebiliriz. İmar hukukuna dair hükümlerin, diğer fıkhî hükümlerde olduğu gibi, oldukça teferruatlı bir biçimde tanzim edildiği görülmektedir. Böylece açığı ve zaafı bulunmayan bir imar sistemi ortaya konmaya çalışılmıştır. İmar hukukunun teşmil ettiği hususlar da oldukça geniş tutulmuştur.İmar hukukunun meydana getirilerek bir literatürün doğması, İbadîlerin İslâm hukukunun zenginliğineyaptıkları özgün ve önemli bir katkıdır.





                                                           KAYNAKÇA
Azeb,Halid, Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyye, Darü’n-Neşri Lil-Câmiât, Kahire 1997.

__________,es-Siyasetü’ş-Şer’iyye Ve Fıkhü’l-İmâre, Mektebetü’l-İskenderiyye, Mısır 2013.

el-Berîk, Nasır el-Mürşid, “el-İbâdiyyeFi’l-Fikri’s-Siyasiyyi’l-İslâmî ve Eseruha Fî Kiyami’d-Duvel”, el-İctihâd (Darü’l-İctihâdLi’l-Ebhâsve’t-Terceme ve’n-Neşr), c. 4, S. 13, Lübnan 1991.
en-Nufûsî, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Bekr el-Fursetâî, el-Kısmetu Ve Usûlu’l-Ardîn, tahk. Bekir b. Muhammed, Muhammed b. Salih Nasır, Cem’iyyetü’t-Türâs, Ğardâya 1997.
es-Süleymanî, Abdurrahman b. Ahmed b. Abdullah, Medinet-ü Nizva Fi Ahdi’- İmameti’l-İbadiyyeti’s-Sâniye (177-280h. /793-893 m.) (Dirasetu’t- Tarihiyyetu ve Hadariyyetu), Darü’l-Farkad, Dımaşk 2011.

Erşum, Mustafa b. Hammu, el-Kavaidü’l-Fıkhiyyeİnde’l-İbâdiyye, Vizaretü’l-Evkaf Ve’ş-Şuuni’d-Diniyye, Uman 2013.

Ettafeyyiş, Muhammed b. Yusuf, Şerh-i Kitabi’n-Nîl Ve Şifâi’l-Âlîl, Dârü’l-Feth, Beyrut ty.

Fığlalı, Ethem Ruhi, “İbâdiyenin Siyasî Ve İtikâdî Görüşleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXI.

______, Ethem Ruhi, “İbâzıyye”, DİA, c. 19, s. 256-261.

______, İbâdiye’nin Doğuşu Ve Görüşleri (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1983.

Meşkûr, Cevad, Mezhepler Tarihi Sözlüğü,  çev. Mehmet Mahfuz Söylemez vd, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011.
Muammer, Ali Yahya, el-İbâdiyyeBeyne’l-Firaki’l-İslâmiyye, Saltanat-u Uman Vezâretü’t-Türasi’l-Kavmî Ve’s-Sikafe, yy 1992.
Osman, Muhammed Abdüssettar, “Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyyeBeyne’l-Bahsve’t-Tâlim”, el-Mü’temiru’d-Düveli’l-ÛlâLi’t-Türâsi’l-İslâmî Fî’d-Düveli’l-İslâmîyye (First International Conference For Urban HeritageInTheIslamicCountries), el-Hey’etü’l-ÂmmeLi’s-SeyâheVe’l-Âsâr, 2010.
Özkuyumcu, Nadir, “Rüstemîler”, DİA, c. 35.
Özkuyumcu, Nadir, “Tâhert”, DİA, c. 39.
Söylemez, Mehmet Mahfuz, “Afrika’da Kurulan İlk İslâm Kentlerinden: Tâhert”, İslâmî İlimler Dergisi, c. 10, S. 1, 2015.
______________,“Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, c. VII/2, 2014.
______________, “İlk Harici Devlet Rüstemîler (160-297/777-909)”,  Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXXVII.
Yalçın, İsmail, “Fıkhu’l-Umran: el-İmaratuve’l-Müctema‘uve’d-Devletüfi’l-Hadarati’l-İslamiyye”, Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, 2014.








[1] Ethem Ruhi Fığlalı, “İbâzıyye”, DİA, c. 19, s. 256-261.
[2] Mehmet Mahfuz Söylemez, “Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, c. VII/2, 2014.
[3]Fığlalı, “İbâzıyye”.
[4]Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü,  çev. Mehmet Mahfuz Söylemez vd, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011, s. 231-234.
[5] Nadir Özkuyumcu, “Rüstemîler”, DİA, c. 35, s. 295-296.
[6] Mehmet Mahfuz Söylemez, “İlk Harici Devlet Rüstemîler (160-297/777-909)”,  Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXXVII, s. 456-478.
[7] Nasır el-Mürşid el-Berîk, “el-İbâdiyyeFi’l-Fikri’s-Siyasiyyi’l-İslâmî ve Eseruha Fî Kiyami’d-Duvel”, el-İctihâd (Darü’l-İctihâdLi’l-Ebhâsve’t-Terceme ve’n-Neşr), c. 4, S. 13, Lübnan 1991,  s. 103-148.
[8] Ethem Ruhi Fığlalı, “İbâdiyenin Siyasî Ve İtikâdî Görüşleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXI,322-344.
[9] Halid Azeb, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye Ve Fıkhü’l-İmâre, Mektebetü’l-İskenderiyye, Mısır 2013, s. 7.
[10] Muhammed Abdüssettar Osman, “Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyyeBeyne’l-Bahsve’t-Tâlim”, el-Mü’temiru’d-Düveli’l-ÛlâLi’t-Türâsi’l-İslâmî Fî’d-Düveli’l-İslâmîyye (First International Conference For Urban HeritageInTheIslamicCountries), el-Hey’etü’l-ÂmmeLi’s-SeyâheVe’l-Âsâr, 2010, s. 2.
[13]http://www.tourath.org/ar/content/view/2066/1/; İslâm’da imar fıkhıyla alakalı daha fazla eser için ayrıca bkz: http://www.taddart.org/?p=12010; Halid Azeb, Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyye, Darü’n-Neşri Lil-Câmiât, Kahire 1997, s. 9-13.
[14] Bu tarih, eserin 2. Baskısının neşredildiği tarihtir.
[15] Osman, “Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyyeBeyne’l-Bahsve’t-Tâlim”, s. 2.
[16] Araf, 7/199.
[17] Daha geniş malumat için bkz: Azeb, Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyye, s. 17-21.
[18]لا ضرر و لا ضرار” (İbn Mâce, Ahkâm; 17)
[19] İsmail Yalçın, “Fıkhu’l-Umran: el-İmaratuve’l-Müctema‘uve’d-Devletüfi’l-Hadarati’l-İslamiyye”, Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, 2014, s. 126-129.
[20]Azeb, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye Ve Fıkhü’l-İmâre, s. 7-8.
[21] Söylemez, “Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”, s. 138.
[22] Ali Yahya Muammer, el-İbâdiyyeBeyne’l-Firaki’l-İslâmiyye, Saltanat-u Uman Vezâretü’t-Türasi’l-Kavmî Ve’s-Sikafe, yy 1992, c. 2, s. 60-70.
[23] Hûd, 11/61.
[24] Mülk, 67/15.
[25]Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Bekr el-Fursetâî en-Nufûsî, el-Kısmetu Ve Usûlu’l-Ardîn, tahk. Bekir b. Muhammed, Muhammed b. Salih Nasır, Cem’iyyetü’t-Türâs, Ğardâya 1997, s. 245, 283.
[26] Muhammed b. Yusuf Ettafeyyiş, Şerh-i Kitabi’n-Nîl Ve Şifâi’l-Âlîl, Dârü’l-Feth, Beyrut ty, c. 5, s. 160-200.
[27] Söylemez, “İlk Harici Devlet Rüstemîler (160-297/777-909)”, s. 476-477.
[28] Söylemez, “Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”.
[29]Fığlalı, İbâdiye’nin Doğuşu Ve Görüşleri (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1983, s. 118.
[30] Mustafa b. HammuErşum, el-Kavaidü’l-Fıkhiyyeİnde’l-İbâdiyye, Vizaretü’l-Evkaf Ve’ş-Şuuni’d-Diniyye, Uman 2013, c. 3, s. 110.
[31]Erşum, el-Kavaidü’l-Fıkhiyyeİnde’l-İbâdiyye, Vizaretü’l-Evkaf Ve’ş-Şuuni’d-Diniyye, c. 3, s. 110-115.
[32] Arapça karşılığı “بينه و بين الله” şeklindedir.
[33]Ettafeyyiş, Şerh-i Kitabi’n-Nîl Ve Şifâi’l-Âlîl, c. 17, s. 696-704.
[34] Bu bölümde yer alan hükümler için el-Fursetâî’ninmezkur eserinden faydalanılmıştır.
[35] Nadir Özkuyumcu, “Tâhert”, DİA, c. 39, s. 392-393.
[36] Özkuyumcu, “Tâhert”.
[37]Mehmet Mahfuz Söylemez, “Afrika’da Kurulan İlk İslâm Kentlerinden: Tâhert”, İslâmî İlimler Dergisi, c. 10, S. 1, 2015, s. 7-33.
[38]Söylemez, “Afrika’da Kurulan İlk İslâm Kentlerinden: Tâhert”, s. 7-33.
[39] Özkuyumcu, “Rüstemîler”.
[40] Abdurrahman b. Ahmed b. Abdullah es-Süleymanî, Medinet-ü Nizva Fi Ahdi’- İmameti’l-İbadîyyeti’s-Sâniye(177-280h. /793-893 m.) (Dirasetu’t- Tarihiyyetu ve Hadariyyetu), Darü’l-Farkad, Dımaşk 2011, s. 182-198.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar