A. İbadî
Mezhebi
İslâm dünyasının en güncel ve canlı problemlerinden biri olan
mezhep çatışmalarının temelleri, Hz. Peygamber’in vefatını takip eden yıllarda
atılmıştır. Hz. Peygamber hayatta iken müslümanlar bir çatı altında toplanmış,
ihtilaflar ve çekişmeler iman potasında eritilerek büyük ölçüde uzlaşma
sağlanmıştır. Ancak onun vefatının henüz 35. Yılında içinden çıkılmaz bir hal
alan muhtelif isyan hareketleri Hz. Osman’ın katliyle neticelenmiştir.
Sorunları çözme gayreti kisvesiyle atılan bu adım bilakis ihtilafları
derinleştirmiştir. Hilafete gelen Hz. Ali ise muhalif grupların gölgesinde bir
yönetim icra edebilmiştir.
Hz. Ali ile
Muaviye b. Ebu Sufyan arasındaki mücadelede önemli bir dönüm noktası olan
Sıffîn savaşı, tarihte adlarından oldukça söz ettirecek muhalif bir grubun
zuhur ettiği bir süreç olması hasebiyle de önem arz etmektedir. İslâm tarihinde
Haricîler olarak isimlendirilen bu muhalif grubun çıkış noktası “Hüküm ancak
Allah’ındır” şeklinde ihdas ettikleri bir slogandır. Bundan sonra Haricîler,
başta Hz. Ali olmak üzere birçok halifeyi tekfir ederek devlete karşı çeşitli
isyanlarda bulunmuşlardır. Bu grubun en bilinen özelliği, akide esasları ve
bunların icrasında takındıkları aşırı tutumdur.
Haricîler, Emevî
halifelerinin kendilerine karşı takındıkları sert tutuma rağmen yok olmamışlar
ve hatta zamanla büyüyerek farklı kollara ayrılmışlardır. Konumuz itibariyle
bizim üzerinde duracağımız fırka İbadîye fırkasıdır. Bu fırka 65/685 yılında
meydana gelmiştir. Nâfi b. Ezrak’ın Haricî olmayan müslümanlar hakkında ileri
sürdüğü aşırı görüşlerine katılmayı reddedenler Abdullah b. İbâd etrafında
toplanmışlar[1]
ve böylece İbadîye tarih sahnesinde yerini almaya başlamıştır. Kurucu olarak
genellikle fırkanın ismini kendisinden aldığı Abdullah b. İbâd zikredilir,
ancak onun bu grubun siyasi ve resmi sözcüsü olduğu ve asıl kurucunun Cabir b. Zeyd
olduğu ifade edilmiştir.[2]İbâdilerin
kendilerine şurat, ehlü’l-îmânve’l-istikāme,
ehlü’l-adlve’l-istikāme, cemâatü’l-müslimîn, ehlü’d-da‘ve gibi isimler
verdikleri kaydedilmiştir.[3]İbadîlerin
yayıldıkları bölgeler, Kuzey Afrika ve Mağrib, Doğu Afrika, Sudan, Yemen,
Hadramut, Horasan olarak zikredilebilir. Ayrıca İbâdiler kendi içlerinde birçok
kola ayrılmışlardır. Vehbiyye, Hârisiyye, Tureyfiyye, Nukkariyye, Neffâsiyye,
Halefiyye, Umeyriye, Hasaniyye, Sekkâkiyye, Hafsiyye ve Yezidiyye bu kolların
isimleridir.[4] İbadîler ayrıca, Cezayir
bölgesinde 160-297/777-909 yılları arasında hüküm süren Rüstemîler devletini
kurmuşlar ve baskı altındaki birçok İbadîyi bir çatı altına toplamışlardır.[5]
Günümüze ulaşan tek Haricî mezhebi olan İbadîler, Cezayir, Libya, Tunus ve Fas
bölgelerinde varlıklarını sürdürmektedirler.[6]
İbadîlik, haricilerden aşırılıkları en az barındıran, itidali en fazla olan
ve ehl-i sünnetin fikirlerine en yakın olan mezhep olarak tarif edilmiştir.[7]Onlara göre Kur’an-ı Kerim yorumlanmaya ihtiyaç
duymaz ve amelî ve itikâdî hayatta devlet düzeninin yegâne kaynağıdır. Adalet
ise bu sistemin en önemli parçalarından biridir.[8]Adalet
ilkesini, amelî hayatta tesis edilen nizamda müşahede etmek mümkündür. Sosyal
hayatı tanzim etmede İbadîlerin en çok üzerinde durdukları hususlardan biri
imar hukukudur. İmar fıkhı,
imar hareketlerini düzenleyen, insanların imara olan rağbetlerini arttırmayı ve
aralarında meydana gelecek çekişmeleri önlemeyi hedefleyen kurallar bütünü
olarak tanımlanabilir.[9]İmar hukuku, toplumun ortak yaşam alanlarını, nehir,
deniz, yağmur suları gibi herkesin hak sahibi olduğu umumî su kaynaklarının,
sulama kanallarının, dağların, meraların kullanım haklarının, özel mülkiyet
olan yapıların, bunların yapı malzemelerinin ve çevreye uygunluklarının, sokak,
cadde ve yolların inşasına dair fıkhî hükümlerin tesis edildiği geniş bir
ilimdir.
İbadîler, bulundukları bölgelerin imar faaliyetlerinde rol
almışlar ve bu hususta, genel prensiplerini teşmil eden bir imar hukuku meydana
getirmişlerdir. Esasen bulunduğu bölgeyi imar etme gayretinin, Müslümanlardan İbadîlere
hasredilmesi doğru değildir. Nitekim İslâm tarihi boyunca müslümanlar
yaşadıkları bölgelere oldukça önemli mimarî miraslar bırakmışlardır.
B.
İslâm’da
İmar Hukukuna Genel Bir Bakış
İslâm muhataplarını
dünya ve ahirette faydalanacakları maslahatları gerçekleştirmeye yönlendiren
medeni bir dindir.[10]Müslümanların imar faaliyetlerini Hz.
Peygamber’e kadar götürmek mümkündür. Hicretten sonra Hz. Peygamber’in ilk
icraatlarından birinin, bir mescid inşa etmek olduğu bilinmektedir. Hatta imar
hukukunun müeyyidelerinin belirlenmesinde, sade fakat kullanıma uygun olarak
inşa edilen bu mescidden, döneme ait diğer az sayıdaki yapılardan ve bunların
yapımı esnasında Hz. Peygamber’in sarf ettiği sözlerden de faydalanılmıştır.
İmaret ve yapı kurmada tanzim ve planlamayla Hz. Peygamber
döneminde tanışan müslümanlar, Hz. Peygamber’in, caddelerin genişliği ve
mahallelerin sınırlandırılması gibi konuları içeren hadislerini
kaydetmişlerdir. Daha sonra Hulefa-yiRâşidîn dönemi imar faaliyetlerinin
yoğunlaştığı bir dönem olarak karşımıza çıkmaktadır. Basra, Kûfe, Fustat,
Kayravan gibi önemli İslâm şehirlerinin söz konusu dönemde kurulması bu
bağlamda zikredilebilir. Bu şehirlerde meydanların, caddelerin ve tüm yapıların
itinalı bir biçimde tanzim edildiği görülmektedir. İslâm devletlerindeki diğer
gelişmelere paralel olarak gelişen ilim faaliyetleri kapsamında, zamanla, fıkıh
müellifleri eserlerine bu yapılara dair hükümleri almaya başlamışlardır. Böylece imaret hukukunun esasları meydana gelmiş, bu hukukta, gayrimenkule
dair ve onun şahsa faydasını temin etme esasına dayanan hükümler
oluşturulmuştur. İçme sularından faydalanma hakkı, kanal hukuku, mürur hakkı,
dere yatağı ile ilgili haklar, yapıların yükseltmesini tanzim eden kurallar
meydana gelmiştir.[11]
Bu
konuda eserleri olan bize ulaşan en erken dönemde yaşamış üç müellif vardır.
Mısırlı Abdullah b. Abdülhakem (ö. 238/816), “el-KadâFi’l-Bünyân” adlı eserinde
ve Endülüs’te yaşamış olan İsa b. Dînar’ın (ö. 212/827) “el-Cidâr” adlı eseri
ile Abdülmelik b. Habib’in (ö. 238/853) “el-Bünyan
Ve’l-EşcârVe;l-MiyahVe’l-Enhâr” eserlerinde imar hukuku işlenmiştir.[12]
Bu
eserlerin dışında imar hukuku alanında en önemli üç kaynak zikredilir. Bu
eserlerden biri, Maliki bir âlim olanİbnü’r-Râmi’nin (ö. 750/1350)
“el-İ’lânBiAhkâmi’l-BünyânLiİbni’r-Râmî” adlı eseridir. Bir diğeri Osmanlı
döneminde yaşamış olan Kadı KâmiMuhammed b. Ahmed el-Hanefî el-Edirnevî’nin (ö.
1689), Edirne’de 1723 yılında neşredilen “Fıkhü’l-Ümranü’l-İslâmî” adlı
eseridir.[13]
Üçüncü
eser ise bu alanda oldukça önemli bir kaynak olarak kabul edilir.Bu eser Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Muhammed b. Bekr el-Fursetâî en-Nufûsî’ye (ö. 504/1110) ait olan “el-Kısmetu
Ve Usûlu’l-Ardîn” adlı çalışmadır. Bizim de çalışmamızda en çok faydalandığımız
eser olması hasebiyle bu eser hakkında bazı bilgiler vermemiz yerinde
olacaktır. Bu eser 20. Yüzyılın başlarında, İbadîlere ait oldukça geniş bir
bölgeyi teşmil eden sözlü ve yazılı mirası koruma maksadıyla tesis edilen
Cem’iyyetu’t-Turastarafından hazırlanarak 1997[14]
yılında neşredilmiştir. Eser İbadîlerin imar fıkhında başvurulacak temel
kaynaklardandır. İbadîlerin ilim miraslarının az bir kısmının neşredilebilmesi,
eserin önemini arttırmaktadır.
İslâm’da
imar fıkhının üç önemli unsuru bulunmaktadır. Bu unsurlar, din, çevre ile örf
adet ve geleneklerdir.[15]
İmar hukukunun teşekkülünde birincil kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Bu bağlamda,
“Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.”[16]ayetinde
yer alan “iyilik” ifadesine yüklenen manalar zikredilebilir. Buna göre söz
konusu ifadenin Arapça formunda “العرف" şeklinde geçen kelimenin imar
fıkhına işaret ettiği ifade edilmiştir. Bu kelime örf kelimesi olarak da
anlaşılmış ve imar faaliyetlerini içine alan kamusal bir hukuka işaret ettiği
telakki edilmiştir. Nitekim fıkıhta yer alan bir hükme göre örf ve adetler
hukukun parçası olarak kabul edilmiştir.[17]
İmar hukukunun teşekkülünde Hz. Peygamber’in birçok hadisinin etkili olduğunu
daha önce ifade etmiştik. Konunun çerçevesine riayet etme bağlamında burada
sadece imar hukukunda en çok hükmün kendisinden istinbât edildiği hadisi
zikredeceğiz. Bu, “Zarar vermek de zarara karşılık vermek de yoktur.”[18]hadis-i
şerifidir. Sözleri dışında Hz. Peygamber’in uygulamaları da, Müslümanların
dikkate aldıkları unsurlardır. Hz. Peygamber’in evi, evinin yönü ve avlusu,
imar fıkhıyla ilgilenen âlimlerce incelenmiş ve esas alınmıştır.[19]
İslâm’da
imar hukukuna göre bir yapının inşasında iki unsur gözetilmelidir. Birincisi
yapının sağlam olmasıdır. İkincisi ise estetik bir görüntüye sahip olmasıdır.
Nitekim İslâm estetik ve temizlik dinidir ve mensuplarına görüntülerinde ve
kıyafetlerinde güzeli tercih etme sorumluluğunu yüklediği gibi, şehir
yapılandırmasında ve yapılarının görüntüsünde de aynı sorumluluğu yüklemiştir.[20]
C.
İbadîlerde İmar
Fıkhı
İmar
fıkhı, yukarıda belirttiğimiz gibi İbadîlerin ihdas ettikleri bir ilim
değildir. Ancak bu ilim dalı, İbadîler tarafından müstakil bir ilim dalı olarak
geliştirilmiş[21]
ve İbadîler bu sahada temayüz etmişlerdir.
İbadî fakihler, yurt kavramını iki kısım olarak görürler.
Daru’l-İslâm ve Darü’l-Küfür. Müslüman halkın yaşadığı ve müslüman hükümetin
idare ettiği tüm topraklar Darü’l-İslâm kapsamındadır ve halkın ve
yöneticilerin mezheplerinin ne olduğunun önemi yoktur. Putperest, ehli kitap,
laik, inançsız olsun fark etmeden İslâm dinine mensup olmayan yöneticilerce
idare edilen ve kâfir halkın iskân ettiği tüm topraklar da Darü’l-Küfür olarak
isimlendirilir. İbadîler, İslâm yurdu olarak niteledikleri topraklara önem
atfetmişler ve bu topraklarda birliği ve dirliği sağlamanın önemi üzerinde
durmuşlardır. Burası İslâm, tevhid ve adalet yurdudur ve ordusu İslâm, adalet
ve tevhid ordusudur. Burada bulunan mevcut hükümete itaat etmek vaciptir ve
buradan göç eden günahkâr olur. Çünkü müslüman ümmetin İslâm hukukuna mutabık
olarak aynı topraklarda yaşaması gereklidir.[22]
İslâm hukukunun gereklerinden biri olan imar hukukunun da İslâm
yurdunda tesis edilmesi gerekir. İbadîler, fıkıh kitaplarının önemli bir
kısmını, kamu hukuku ve kişisel haklara ayırmışlardır ki imar fıkhı için de
aynısını ifade etmek mümkündür. İbadîler imar fıkhı kapsamında, mülkiyet
esasları, ortaklık, kira, bağış, vasiyet, mal paylaşımı, satış, yetim, deli
veya çocukların mülkiyetlerine dair hükümler, fey gibi özel hükümleri haiz
arazilerin işlenmesi gibi konuları incelemeye tabi tutmuşlardır. Ayrıca özel
veya kamusal alanda imar hakkının tayin edilmesi, kuyu, nehir, yağmur suları
gibi su kaynakları ve su kanallarının inşa edilmesi gibi, suların kullanımına
dair hükümler, yerleşim birimlerinin tesis edilmesi, çarşı, köprü, sokak,
cadde, yol yapımı, gibi hususlara dair tafsilatlı hükümler, imar fıkhının
teşmil ettiği hususlardır.
Bu hususlarla ilgili bazı hükümlere yer vermeden önce, hükümlerin
teşekkülünde etkili olan unsurları ifade etmek gerekir. İbadîlerin imar
hukukunda Kur’ân-ı Kerim’in ayetlerinden sık sık faydalandıklarını
söyleyebiliriz. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de, “O sizi yeryüzünden (topraktan)
yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı.”[23]ayetinde
olduğu gibi doğrudan veya dolaylı olarak yeryüzünde imar faaliyetlerine atıfta
bulunmuştur. Bu bağlamda İbadî fakihleri, “O yeryüzünü sizin ayaklarınızın
altına serendir. Haydi, onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin.
Dönüş ancak onadır”[24]
ayetinden yollara dair bazı hükümler istinbat etmişlerdir. Ayrıca Hz.
Peygamber’in mevzuya dair hadislerinden faydalanılmıştır. Hz. Peygamber’e isnat
edilen, “İnsanlar üç şeyi müşterek kullanırlar: Su, ateş ve odun (veya su, ot
ve odun)” hadisi faydalanılan hadislerdendir.[25]
İbadî fıkhının, toplumun fertleri arasındaki ilişkilerde
gözetilmesi gereken genel prensiplerini ifade etmemiz, imar hukukunun daha iyi
anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Bir Müslümanın yokluğunda diğer
müslümanların, onun evini, arazisini, malını, ailesini ve evlatlarını
korumaları Müslümanın müslüman üzerindeki haklarındandır. Ayrıca Müslümanın
diğer Müslümana selam vermesi, iyiliğini arzulayarak dua etmesi, sırtını güçlendirmesi, hastalandığında
ziyaret etmesi, cenazesinde bulunması, ondan sonra evlatlarını gücü nispetinde
muhafaza etmesi, gücü yeterse borç vererek ihtiyacını gidermesi, ayıplarını
gizlemesi de gerekir. Birbirine hakkı ve sabrı tavsiye etmek, gücü yeterse
kötülüklerden ve zulümden korumak, malını paylaşmak ise arkadaşlık
haklarındandır. İbadîlere göre, komşusunun kendisinden emin olmadığı, ailesine
veya malına zarar getireceğinden korkarak kapılarını kilitlediği kimse mümin
sayılmaz ve kim komşusuna eziyet ederse Allah onunla savaşır. Yolcunun da
mukimler üzerinde hakkı vardır. Eğer evine bir konuk gelirse, ev sahibininonu üç
gün misafir etmesi ve ikramda bulunması gerekir.[26]
İbn sebil denen yolcunun ağırlanması için Rüstemî devletinin mensupları olan
İbadîler tarafından Daru’d-Duyuf denen yapılar imar edilmiş ve dışarıdan gelen
misafirlerin ihtiyaçlarının karşılanması temin edilmiştir. Devletin uhdesinde
bulunan misafirhanelerin yanı sıra kabile ve mahallelere ait misafirhanelerin
de bulunduğu ifade edilmiştir.[27]İbadî
imar fıkhının teşekkülünde, ayrıca bazı sahabeleri uygulamalarının da esas
alındığına rastlamak mümkündür. Nitekim İbadîlerinbazı aşırı grupların aksine
sahabeye değer verdikleri kaydedilmiştir.[28]
Hatta İbadîler için, sahabelerin arasından ilk iki halifenin icraatlarının özel
bir yeri olduğunu söyleyebiliriz.[29]
Mesela Hz. Ebu Bekir’in, “Kim (kendisi için) müslümanlara ait olan yoldan veya
avludan bir karış edinirse kıyamet günü Allah yedi yeri onun boynuna dolar.” İfadesini
kullanmaları bu bağlamda zikredilebilir.[30]
Bu ifade, umuma ait mekânların şahıslarca mülk edinilmesini yasaklamakta delil
olarak zikredilmiştir.
İmar fıkhında önemli bir kısım da genel fıkıh prensiplerinden
faydalanılarak meydana getirilen kurallardır. Bunların başında yukarıda yer
verdiğimiz, “Zarar vermek de zarara zararla karşılık vermek de yoktur” ilkesi
gelir. Bu ilkedenimar hukukuna dair pek çok hüküm istinbat edilmiştir. Mesela
bu ilkeden çıkarılan bir hükme göre, sokaklar ve caddelerde insanlar eşit hak
sahibidir ve şahısların umuma ait bu tür yerlerde dükkân, ev vb. bir yapı
edinmesi gibi eylemler yasaklanmıştır. Çünkü bu durum halka zarar getirir. Bu
tür eylemlerin denetlenmesi de devletin uhdesine bırakılmış ve devlet başkanına
mesuliyet verilmiştir. Devlet başkanı aynı zamanda kimseye böyle bir imtiyaz
tanımamalıdır. Bu tür hakları ihlal edenler için ise uhrevî sorumluluk
hatırlatılır. Bir başka hüküm de şöyledir:Bir kimse başkasına ait çiftlik, ev,
umuma ait mescit, yol veya bir yetimin mülküne zarar verirse bu zararı izale etmesinin
gerekir. Buna karşılık zarar gören tarafın, benzer bir zarar verme girişimiyle
mukabelede bulunması caiz değildir. Onun zararı, zarara sebep olan taraftan
tazmin edilerek giderilmelidir. Bu süreci denetlemek ve tazmin edilecek zararı
belirlemek hâkimin işidir. Hâkim, karar verirken zararın verildiği zamanı
dikkate almaz. Yani yeni veya eski olsun, verilen tüm zararlar tazmin
edilmelidir. Bu ilkeden çıkarılan bir başka hükme göre ise, insanlara zararının
dokunması ihtimali mevcut olan mekânlarda fırın ve tuvalet gibi yapıların ihdas
edilmesinin yasaklanmasıdır.[31]
Her Müslüman, kendi malında tasarruf etmekte özgürdür, ancak komşuya veya
mülküne yakın bir yolu kullanan kimselere zarar verme ihtimali bu özgürlüğü
kısıtlamaktadır. Umuma gelecek zararı önlemek için şahsın zarar görmesini
tercih etme ilkesi de gerekli durumlarda tatbik edilir.
İmar fıkhında geniş bir yer tutan kamu ve fert haklarının korunması
hususunda İbadîler teferruatlı hükümler meydana getirmişlerdir. Kişinin
mülkiyet hakkının muhafaza edilmesi esasına dayanan birçok hüküm söz konusudur.
Bir arazinin, evin, su kaynağının vb. kişiye ait olmasının hükmü ile kamuya ait
olması durumundaki hükümleri ayrılmıştır. Eğer bir arazi, özel mülk konumunda
ise, onun üzerinde tasarruf etme yetkisi sahibine bırakılmıştır ve mülkün
sahibi diğer insanların faydalanmaları için arazisini, su kaynağını veya
merasını kullanıma açmakta veya şahsına hasrederek diğerlerinin kullanımına
mani olmakta muhayyer bırakılmıştır. Bu konuda mülk sahibi şahsa vicdanî bir
sorumluluğun da yüklenmediği görülmektedir. Bazen de karşılıklı haklar söz
konusu olur. Aynı mülkte hak sahibi olan ortaklar veya hisse sahipleri bulunabilir.
Hatta bir bahçenin içinde sadece bir kısma veya bir ağaca sahip olanın hakları,
bir tarlaya aynı anda iki çiftçinin ekim yapması durumunda tarafların karşılıklı
hakları işlenmiştir. Bir mülkün umuma ait olması durumunda, şahısların onun
üzerinde tasarruf etme yetkileri yoktur. Bu tür mekânları şahıslar kullanıma
kapatamaz veya kullanımını kısıtlayamaz. Devlet erkânı dahi, bu tür kararlar
almamaları hususunda ikaz edilmişlerdir.
İbadî imar fıkhına dair müeyyideler zikredilirken bilhassa dört
hususun vurgulandığını ifade etmekte bir beis yoktur. Bunlardan ikisi en çok
zikredilen ve gerek müstakil başlıklar altında gerekse başka hükümlerin
içerisinde geniş yer bulan, yukarıda açıklamasını yaptığımız, zarar vermeme ve
karşılıklı haklara riayet etme hususlarıdır. Bunun dışında sık kullanılan
ifadelerden biri, “Allah ve onun arasındadır”[32]
şeklindedir. Bu ifadenin kullanımı oldukça önemlidir. Nitekim bununla,
şahıslara dinî ve vicdanî bir yükümlülük getirilmektedir. İmar hukukunu ihlal
eden herkes tespit edilemeyebilir veya cezası verilemeyebilir. Ayrıca bu ifadenin
kullanımı bir şuurun tesis edilmesine olanak sağlamıştır. Kişi sadece fertlere
ve topluma karşı değil, yüce Allah’a karşı sorumlu olduğunun bilinciyle hareket
etmelidir. İfade etmek istediğimiz son kavram da hâkimin karar vermekte güçlük
çektiği veya daha teknik bilgi sahibi olması gerektiği durumlarda “görüş sahibi/uzman”
bir kişiye danışılması gerektiğine dairdir. İmar kavramının kapsadığı geniş
sahada, su, yaşam alanı, ziraat arazileri gibi teknik bilgi gerektiren durumlarda
hâkimin, bir tür bilirkişi raporu istediği anlaşılmaktadır.
Ettafeyyiş de insanların canlarının ve mallarının selameti için
kendilerine yol ve suyun yerini tespit edecek uzmanların bulunması gerektiğini
ifade etmiştir. Uzman, ücret almadığı sürece, Allah’a karşı sorumludur. Yani
kılavuzluğu esnasında bir zarara sebep olursa kendisinden tazmin edilmez. Ancak
ücret almışsa veya bir görüşe göre bunun için insanları evlerinden çıkarmışsa,
bu durumda insanlara karşı da mesuldür. Kılavuzun yol masraflarının karşılanması
gerekir. Kılavuz, kendisi yorulmadan yol gösterecekse, baştan anlaşma yapmış
olmaları durumu istisna olmak üzere, ücret talep etme hakkına sahip değildir.
Ayrıca asi, yol kesici gibi kimselerin kılavuzluğuna itibar edilmez[33]
D.
İbadîlerde İmar
Fıkhına Dair Bazı Bazı Meseleler[34]
1.
Ev İnşaatı ve
Yol Yapımına Dair:
Bir kimse başkasının arazisiyle aynı hizada olan arazisinde bir
konut yapmak isterse, yapması gereken eve dört giriş yapmak ve doğudan batıya
uzanan bir cadde meydana getirmektir. Evden caddeye, komşularından kimseye
zarar vermemek kaydıyla yol açılır. Ev için Doğu, Batı, Kuzey ve Güney
yönlerinden ulaşım sağlanması gerekir. Evin sahip olduğu giriş sayısı kadar yol
yapılması gerektiğini söyleyenler de mevcuttur. Bazı fakihler evin dört yönden
de rüzgâr alabilecek bir biçimde inşa edilmesi gerektiğini söylerler. Bazılarına
göre evin meraya ulaşımı temin edilmelidir. Evin dağa giden bir yola, suya
giden bir yola ve çarşıya giden başka bir yola sahip olması gerektiğini
söyleyenler de mevcuttur. Eğer tüm bunlar tek bir güzergâhtaysa ve bir yolla
ulaşma imkânı varsa o zaman tek bir yolun yapılması kâfidir. Bir, iki, üç, beş
yol olması gözetilmez ve önemli olan bunlara ulaşım imkânının sağlanmasıdır.
Mescide de ulaşımı sağlayacak bir yolun bulunması gerekir. Ancak yol, çevredeki
arazi sahiplerinin izni olursa açılabilir.
İnsanlar, şehir veya evlerini bir arazinin ortasına bina etmişlerse,
daha sonra diğer yapılar eklenmek istendiğinde, bu yapıların da yukarıda
belirtilen şartları haiz bir şekilde inşa edilmesine özen gösterilmelidir. İmar
edilmek istenen alanda duvar, pınar, kuyular, diğer evler, ağaçlar ve benzeri
şeyler bulunabilir. Burada yolun açılması veya ev yapılması, ancak bunlardan
birinin zarar görmesi veya yok edilmesiyle mümkünse, o zaman köprü vb. bir
yapının yardımıyla zararsız bir biçimde inşa edilmeye çalışılır. Eğer bu yol
ziraat yapılan bir mevkideyse, ev imar edilmeden önce tarlaya ve ekinlere
verilecek zarar hesaplanmalı ve önlenmeye çalışılmalıdır. Yolun zarar vermeden
yapılması mümkün olmazsa, zarar verilen ekin nispetince bir kıymet belirlenerek
tazmin edilir.
Kimseye ait olmayan metruk yoldan
kişinin geçmesi ve hayvanlarını otlatmasında bir sakınca yoktur. İnsanlardan
birine ait olan ve imar edilmemiş metruk arazinin de durumu böyledir.
Sahiplerinin arazi üzerindeki haklarını gasp etmeye çalışmadan, kendisinin,
yolu kullanması ve hayvanlarını geçirmesi caizdir. İnsanların yaşadıkları yerin
yakınında veya etrafında bulunan yerin imar olmayan kısımlarını da, kişi, kendisi
ve hayvanları için yol edinebilir.
Bir kimsenin açmak istediği bir
yol, bir başkasının arazisinden geçiyorsa, bu arazi sahibiyle anlaşarak yolu
beraber açabilirler. Ancak yolun
genişliği, ulaşacağı yer, uzunluğu gibi konularda anlaşmazlığa düşmeleri halinde,
iki tarafın da zarar görmeyeceği orta bir yol bulunarak anlaşma sağlanması
gerekir.
Eğer yol, birinin özel mülkündeyse, diğer insanların yolu
kullanmasına mani olma hakkı vardır. Kendi evinden başka bir eve açılan yolda
ise, kişi böyle bir hak iddia edemez ve insanların kullanımını engelleyemez.
Yolun sahibi, geçtiği esnada, geçmek isteyen başka birileriyle karşılaşırsa ve
iki tarafın aynı anda geçmeleri mümkün değilse, geçiş hakkı yolun sahibine
aittir. Yolun ortak sahipleri karşılaşırlarsa, bu durumda daha fazla ilerlemiş
olan geçiş hakkına sahip olur. İki taraf da hak sahibi olduğu için birbirlerine
yol vermede kolaylık sağlamaları gerekir. Bir kabile, bir arazi sahibiyle
muayyen bir süre üzerine anlaşarak yol açmışsa, süre dolduğunda arazi sahibinin
anlaşmaya dayanarak yolu kaldırtma hakkı vardır.
Yapılmak istenen bir yolun etrafında kabristanın bulunması, yol
yapımına mani değildir. Ancak yolun geçeceği yerin altında kabir bulunursa,
yolun yapılması caiz değildir.
Yol, yürüyüş yolu olduğunda üç zira’ yapılmalıdır. Suyun ve
odununun taşınacağı yol için aynı ölçü zikredilmiştir ki bu beş zira’dır. Yük
taşıyan merkep vb. hayvanların ve çuval gibi yüklerin nakli için yedi zira’
genişliğinde yol yapılmalıdır. Devenin geçeceği yol için ise on iki zira’
genişlik belirlenmiştir. Mevaşi denen tüm otlak hayvanlarının meraya ve suya
giden yolları kırk zira’ genişliğinde olmalıdır. Hac kafilelerinin
kullanacakları yol da kırk zira’ olmalıdır. Bu hükümlerin, yeni yapılacak
yollar için olduğu, mevcut yolların değiştirilmesine, genişletilmesi veya
daraltılmasına lüzum olmadığı belirtilmiştir.
2.
Bahçe, Arazi Ve
Köprüye Dair:
Bayındır olmayan bir arazide, mülk sahibi men etmediği sürece,
başka bir kişi kendisi ve hayvanları için orayı yol olarak kullanabilir. Burası
çöl, metruk arazi gibi insanların eşit hak sahibi oldukları bir yer değilse ve
özel mülk konumundaysa, arazi sahibi onu engelleyebilir. Herhangi birine
mensubiyeti bilinmeyen arazi ise, yol edinilebilir, orada kuyu açılabilir,
imarda bulunabilir. Bu tür imar faaliyetlerinde bulunan şahsın, inşa ettirdiği
yapıların mülküne sahip olma hakkı vardır. Hakkından feragat etmesi de caizdir.
Bu durumda yollar, kanallar ve kuyular gibi yapılar insanların eşit hak sahibi oldukları
yapılardan sayılırlar. Bir araziyi gasp ederek orada imar faaliyetlerinde
bulunanın durumu ise farklıdır. Bu durumda gasıp, araziden çıkarıldığında kendi
imkânlarıyla inşa ettirdiği yapılarda hak sahibi addedilmez. Bu yapıların
mülkiyetinin arazi sahibine ait olup olmayacağı hususunda ihtilaf söz
konusudur.
Kime ait olduğu bilinmeyen ve kimsenin hak iddia etmediği bir arazi
üzerinde imar faaliyetlerinde bulunulabilir. Daha sonra araziyi imar eden kişi
arazinin mülkiyetine sahip olur. Eğer araziyi bulan ve imar eden birden fazla
kişi varsa, aralarında taksim edilir. Ancak birisi bulup imar ettikten sonra
başkalarının hak iddia etmeleri muhaldir.
Bir kimseye ait
olan arazide, başkasına ait bir ağaç bulunması, mülk sahibinin arazisinde
dilediği gibi tasarrufta bulunmasına mani değildir. Arazi sahibi, imarda
bulunmak ve koruma maksadıyla arazisinin etrafını çit vb. bir şeyle
çevreleyebilir. Ağaç sahibi, ağacına ulaşmak için koridor açabilir, ancak bu
koridorun araziye zarar vermeyecek biçimde konumlandırılması gerekir.
Bir bahçe
duvarında gedik bulunması halinde, buradan geçmenin caiz olup olmayacağı
tartışılmıştır. Bazılarına göre, bahçe sahibinin izni olursa gediğin
kullanılmasında bir sakınca yoktur. Bazıları ise, buradan geçişin caiz
olmasını, çıkış için yol bulunabilmesi şartına bağlamışlardır.
Bahçe sahibi,
bahçesini satar veya hibe ederse, içinde bulunan yol, sulama kanalı ve ev gibi
yapıların da mülkiyeti bahçenin yeni sahibine ait olur. Ancak bahçeyi satmadan
önce kişinin içinde bulunan yapıları veya belirli bir parseli istisna tutması
caizdir.
Umuma ait bir
yolda sulama kanalı yapmak isteyen kimseye cevaz verilmez. Bazı fakihlere göre
ise bu kişi, sulama kanalını yapabilir. Ancak insanların geçişlerini temin
etmek için kendi imkânlarıyla bir köprü inşa etmeli ve köprünün bakımını da
kendisi üstlenmelidir. Bu köprünün inşası esnasında vermek durumunda olduğu
zararı da tazmin etmek ona aittir.
3.
Sokaklar ve
Caddeler:
Sokaklar üç
kısımdır. Birincisi genel kullanıma açık olan caddedir. İkincisi bir kavme has
olan önü açık caddedir. Üçüncüsü ise umuma veya belli bir kavme ait olan çıkmaz
sokaktır.
Birinci kısım
olarak zikrettiğimiz genel kullanıma açık olan caddenin üzerinde evi olan bir
kişinin, caddeyi, kendisinin, ailesinin, hayvanlarının her türlü menfaati için
kullanmasında hiçbir sakınca görülmemiştir. Cadde üzerinde evi olmayan için de,
caddenin kullanımıserbesttir. Ancak misafir olarak caddeyi kullanan kimsenin
orada meskûn halka zarar vermemesi gerekir. Mesela orada bulunan yapılara zarar
verecek şekilde taş veya su benzeri şeyleri nakletmesi nehyedilmiştir. Bu tür
bir cadde üzerinde oturan bir ev sahibinin, evden sokağa açılan yeni kapılar
ihdas etmesinde ve eski kapıları sökmesinde bir sakınca yoktur. Ancak yeni
açılan kapının caddenin karşısında bulunan bir başka evin kapısıyla karşılıklı
olmaması gerektiği ifade edilmiştir. Buna cevaz verenlerin de mevcut olduğunu
belirtmek gerekir.
İkinci kısım
olan, bir kavme hasredilmiş sokakta yapılacak tasarrufların hükümleri
farklıdır. Bu sokakta yaşayanlar birbirlerine danışıp anlaşmadan herhangi bir
yenilik yapamazlar. Çünkü onlar sokağın kullanımında ortaktırlar. Üzerinde
anlaşma sağlanmadan değişiklik yapmaya kalkan kimseyi, diğerlerinin engelleme
hakları vardır.
Üçüncü kısım
olan çıkmaz sokakların durumu için umuma mı yoksa özel bir kavme mi ait
olduğuna bakılmalıdır. Eğer belli bir kesime tahsis edilmiş bir sokak ise,
ikinci kısım sokakta olduğu gibi, her yenilik için sakinlerinin anlaşmaları
gerekir. Umuma açık bir çıkmaz sokak ise, bu durumda birinci kısımda
zikrettiğimiz herkese açık caddenin hükümleri tatbik edilir.
Evinin önüne
bahçe yapmak isteyen bir kimsenin oturduğu sokak hangi hükümde olursa olsun,
bahçe yapmasına müsaade edilmez. Ancak oturduğu evin daha önce bir bahçesi olup
tahrip olmuşsa, bu bahçeyi düzenleme ve kullanma hakkına sahiptir. Aynı şekilde
daha önce var olmayan hela ve hayvanlarını bağlayacağı bir yer de yapması uygun
değildir.
Evden sokağa
dökülen bir kanalın yapımına da müsaade edilmemiştir. Daha önce yapılmış olan
kanallar kullanılabilir, ancak yeni kanal yapılmamalı, daraltılan bir kanal
varsa tekrar genişletilmemelidir. Geniş bir kanalın daraltılmasında ise sakınca
yoktur.
Sokakta bulunan
evlerin duvarların yüksekliği de bir nizama bağlanmıştır. Evlerin duvarları
istenildiği gibi yükseltilebilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlar
vardır. Evin duvarı, komşunun evine meyletmemelidir. Duvar, komşunun evine
doğru yıkılma ihtimali taşıyacak kadar yükseltilmemelidir. Bir de duvarları
yükseltilen ev, komşunun evini gölgede bırakmamalıdır. Bu üç kuraldan birisi
çiğnenirse komşunun itiraz etme hakkı doğar. Sokakta evi genişletmeye yönelik
her türlü imar faaliyeti de yasaklanmıştır.
Sokakta bulunan
ev sahiplerinden birinin evini bırakıp gitmesi durumunda, diğer sokak
sakinleri, hırsızın girmesi veya harap olduğu için evin yıkılması gibi bir
zarardan çekinebilirler. Bunun için tedbir almak isteyebilirler, ancak onların
evi onarmalarına izin verilmemiştir. Hatta ev sahibi kapısını söküp evi açık
bırakarak gitmiş olsa bile, onların yeni kapı taktırmamaları gerekir. Ancak bu
evden dolayı zarar vuku bulduğunda hüküm değişebilir.
Burada dar
sokağa ait bir hükme de değinmekte fayda vardır. Buna göre dar sokak umuma açık
veya belli bir kesime ait olabilir. Belli bir kesime ait olan dar sokaktan,
yabancıların geçmesi engellenebilir. Ancak umuma açık dar sokakta geçişi belli
bir kesime hasretmek doğru olmaz.
4.
Umumî Suların
Kullanımına Dair:
Bir kimse umuma
açık bir su bulursa bundan faydalanmasında bir sakınca yoktur. Bulduğu suyu
kendi mülkiyetine geçirmesi ise söz konusu değildir. Göl, nehir, yağmur suyu
gibi umumî sulardan herkesin faydalanma hakkı eşittir. Bu suların satılmaları caiz
değildir.Kişi umumi sudan ancak şahsî kabına aldığının sahibi olabilir. Yağmur
suyundan faydalanılarak bahçelerin ve arazilerin sulanmasında bir beis yoktur.
Aynı vadide
yaşayan bir topluluk, suyu kaynağından yükselterek kedilerine ulaştırmak
isterlerse kanal yapmaları gerekir. Kanal, bir veya birkaç kişiye ait özel mülk
olabilir. Bu durumda kullanım hakları sahiplerine ait olur. Diğer insanların,
zarar vermemek kaydıyla, buradan su içmelerinde ve hayvanlarına içirmelerinde
bir sakınca görülmemiştir. Bu tür kanallarda, az veya çok derinlikte kazı
yapılması, suyu geri döndürecek toprak, taş vb. bir engelin konması caiz
görülmemiştir.
Kuyu açmak
isteyen bir kimse, sadece kendi mülkünde veya sahibi meçhul bir arazide kazı
yapabilir.
E.
İbadîlerinİmar
Ettikleri İki Şehir: Tâhert ve Nizvâ:
İbadî mezhebi
mensuplarının bir çatı altında toplandığı Rüstemî devletinin imamlarından
Abdurrahman b. Rüstem’in 148/765 veya 161/778 kurduğu bir şehir olan Tâhert[35],
İslâm tarihinin önemli kentlerindendir. Nitekim şehir, İslâm şehir anlayışı
doğrultusunda imar edilmiştir. Tâhert’in birçok din ve mezhep mensubunu
bünyesinde barındıran, ticaret, ilim ve kültür merkezi olduğu rivayet
edilmiştir.
Tâhert,
Cebelü’z-Zûl’ün güney eteklerinde 1100 km yükseklikte kurulan bir şehirdir.
Çünkü şehir, sürekli dış tehditler altında bulunan İbadî imamının oturacağı üs
ve karargâh olarak planlanmıştır. Şehir surlarla çevrilmiş ve Ma’sume adı
verilen bir iç kale inşa edilmiştir. Şehrin içinden akan üç nehrin bulunduğu
rivayet edilmiştir. Tâhert bayındır bir şehir haline getirilmiştir. Çok sayıda
han, hamam, cami ve çarşının imar edildiği ifade dilmiştir.[36]
Şehir, merkezde
bir cami ve onun etrafında halka şeklinde inşa edilen evlerden müteşekkildir. Kuruluş
aşamasında kabileler, topraklarının karşılıksız olarak kamulaştırılmasına
olanak sağlamışlardır. Kurulan alan ormanlık olduğu için ağaçlar yakılmıştır.
Daha sonra ağaç köklerine hasis denen tereyağı ile hurma karışımının döküldüğü,
böylece yaban domuzlarının ağaçların köklerini kemirerek söktükleri rivayet
edilmiştir. Bütün şehir iç kalenin kapsayacağı biçimde konumlandırılmıştır.
Şehre dört girişin olduğu ifade edilmiştir. Böylece şehir, taştan inşa edildiği
anlaşılan iki muhkem surla çevrelenmiş olmaktadır.[37]
Şehirde yapılan
kazılar sonucunda, hamamların taştan yapıldığı, duvarlarının sıvandığı ve sıcak
soğuk kısmının bulunduğu tespit edilmiştir. Şüphesiz burada bulunan en önemli
yapılardan biri, barındırdığı eser sayısı 300.000 olarak ifade edilen ve daha
sonra Fatimî istilası esnasında yıkılan Masumiye Kütüphanesidir.[38]
Özellikle Rüstemî imamlarından Ebu Said Eflah zamanında, barış ve sükûnetin
hâkim olduğu bir ortamda refah seviyesinin yükseldiği ve imar faaliyetlerinin
arttığı ifade edilmiştir.[39]İbadîlerin
imar ettikleri Tâhert, muasırları arasında temayüz eden mühim bir şehir haline
gelmiştir.
177-280/793-893
yılları arasında İbadîlerin hüküm sürdüğü topraklar üzerindeki sosyal yapıya
dair önemli bilgiler (kadın ve erkeklerin kıyafetleri, takıları, mutfak gereçleri,
yemekler vb.) ihtiva eden bir eserde,[40]Nizvâ
isimli şehrin imar yapısına dair bilgiler de mevcuttur. Bir kısmına yer
vermemiz, o dönemde yaşayan İbadîlerin evleri hakkında daha net bilgi
edinmemize olanak sağlayacaktır.
Müellif
öncelikle Nizvâ kentinin topoğrafyası hakkında bilgi vermekte ve şehrin
imarının anlaşılması için topoğrafyasının ve sakinlerinin yerleşim planının da
bilinmesinin gerektiğini ifade etmektedir. Burası üç yerleşim birimine
ayrılmıştır. Bunlarda birisi merkez kısımdır ve şehrin idarî ve iktisadî
merkezi olma özelliğine sahiptir. Bunun dışında “Kelbûh” ve “Ebyad” ismiyle
anılan iki vadide yerleşim mevcuttur. Bu üç vadide meskûn bulunan topluluklar
vadilerin uç kısımlarına yerleşmişlerdir. Böylece, ortadaki vadide bulunan
ortak su kaynağından her topluluk doğrudan faydalanma imkânına sahip
olmaktadır. Ayrıca çiftçiler de böylece vadilerin arasında meydana gelen
akımdan faydalanmaktadırlar. Nitekim tarihin bu devirlerinde insanların, besin
ve ihtiyaçlarının büyük bir kısmını ziraattan elde ettiklerini hatırlamak
gerekir.
Yerleşim
birimlerini, imaretleri ve bölgeleri birbirine bağlayan birçok yol mevcuttur.
Yerleşim birimlerini bağlayan ana yolun genişliği altı ila sekiz zira’
arasındadır. Evlerin aralarındaki yollar dört zira’, mescitleri ve bahçeleri
bağlayan yollar üç zira’, su kanalına açılan yol ise iki zira’ ölçüsündedir.
Burada köyleri birbirine bağlayan yollar da mevcuttur ve bunların genişliği
kırk zira’ya kadar ulaşır.
Bu dönemde
evler, genişlikleriyle bilinirler. Bu durum bir yönden dönemdeki siyasi
istikrarın ve iktisadî refahın neticesidir. Evler, tuğla benzeri bir hale getirilmiş
çamurdan inşa edilir, çatıları hurma kütüğünden yapılan ahşapla kapatılırve su
sızmaması için çamur tabakasıyla desteklenirdi. Bu dönemde inşa edilen mescid
vb. yapılar için de benzer malzemelerin kullanıldığını görmekteyiz. Işığın ve
havanın eve girmesini sağlamak için duvarda pencereye benzeyen küçük gedikler
açılırdı. Kapıların yapıldığı malzeme ahşap veya demir olurdu ve kapıların
üzerinde yine ahşap veya demirden imal edilen kilitler bulunurdu. Yatak
odaları, gölgelik ve diğer odalar evin bölümlerinden bazılarıydı. Evlerde
bulunan helalar çoğu zaman evin dışına yapılır ve necis suların tahliyesi için
bir fosseptik çukuru açılırdı. İnsanların sütlerinden ve etlerinden besin
olarak; ulaşım için de binek olarak faydalandıkları hayvanlarının, evin
bulunduğu arazinin sınırları içinde tutuldukları bölümler de olurdu. Bu kısımda
evcil bir tür güvercin de beslendiği rivayet edilmiştir. Evin bulunduğu alanın
bir kısmında ufak çaplı ziraat yapılan bir bölüm de mevcut olurdu. Hurma ağacı
ve çeşitli meyve veren ağaçlar yetiştirilir, böylece yaz ve kış için meyve ve
sebze ihtiyacı temin edilmeye çalışılırdı. Su ihtiyacını karşılayan kuyu, bu
bahçenin içinde olurdu. Sedirler bahçede kullanıldığı düşünülen ev
eşyalarındandı. Evlerin yüksekliği, genişliği gibi unsurlar, insanların maddi
durumlarına göre değişirdi. Büyük tuğlalar ile muhafaza edilen evlere rastlamak
mümkündü. Evler kiraya da verilirdi.
Bu dönemde cami
yapımında büyük gelişmelerin olduğu kaydedilmiştir. Sadelik esası muhafaza
edilmiştir. Ancak bazılarında süslü yapılar görmek mümkündür. Bunlar da resim
kullanılmamış ve fakihler, mescidin kıble yönündeki duvarına, insanların namaz
kılarken dikkatlerini dağıtacağı endişesi ile ayet ve güzel sözlerin
yazılmasını yasaklamışlardı. Aydınlatma için kandiller kullanılırdı ve mescidde
en çok önem verilen unsur, temizlikti.
Yönetici imamın
evi, merkezde ve çarşıya yakın bir şekilde konumlandırılırdı. İmam, yönetimi
buradan icra ederdi. Bazı imamlar şehre yeni kaleler yaptırmış, bazıları mevcut
olanları restore ettirmiştir. Fakihler, özellikle dış tehlikelerin arttığı
zamanlarda müstahkem sur ve kalelerin yapımının önemi üzerinde durmuşlardır. Bu
şehirde hapishanenin de imar edildiği bilinmektedir.
SONUÇ
İbadîler,
İslâm’da mevcut olan imar fıkhını müstakil bir ilim dalı olarak geliştirerek
kendilerine has bir imar sistemi ortaya koymuşlardır. Bu sistemde yer alan hukukî
kurallarla, insanların imaretlerden elde edecekleri faydaları arttırmak ve
zararı izale etmek veya en aza indirmek hedeflenmiştir. Aynı bölgede, aynı sokakta veya mahallede
yaşayan insanların, mekânlar, sular, meralar vb. alanların kullanımı hususunda
ihtilafa düşmeleri kaçınılmazdır. İmar hukuku, bu ihtilafları bir nizama bağlı
olarak çözümlemeyi ve çekişmelerin önüne geçmeyi gaye edinen bir ilim dalı
olarak karşımıza çıkmaktadır.
İmar
hukukunun bağlı olduğu nizam, müslümanların temel kaynakları Kur’an-ı Kerîm ve
Hz. Peygamber’in sünnetinden faydalanılarak teşkil edilmiştir. Ayrıca
sahabelerin bu mecaldeki söz ve uygulamaları, genel fıkıh prensipleri, örf,
adet ve yaşanan yerin ihtiyaçları doğrultusunda bir kurallar silsilesinin
meydana getirildiğini söyleyebiliriz. İmar hukukuna dair hükümlerin, diğer
fıkhî hükümlerde olduğu gibi, oldukça teferruatlı bir biçimde tanzim edildiği
görülmektedir. Böylece açığı ve zaafı bulunmayan bir imar sistemi ortaya
konmaya çalışılmıştır. İmar hukukunun teşmil ettiği hususlar da oldukça geniş
tutulmuştur.İmar hukukunun meydana getirilerek bir literatürün doğması, İbadîlerin
İslâm hukukunun zenginliğineyaptıkları özgün ve önemli bir katkıdır.
KAYNAKÇA
Azeb,Halid, Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyye,
Darü’n-Neşri Lil-Câmiât, Kahire 1997.
el-Berîk,
Nasır el-Mürşid, “el-İbâdiyyeFi’l-Fikri’s-Siyasiyyi’l-İslâmî ve Eseruha Fî
Kiyami’d-Duvel”, el-İctihâd
(Darü’l-İctihâdLi’l-Ebhâsve’t-Terceme ve’n-Neşr), c. 4, S. 13, Lübnan 1991.
en-Nufûsî,
Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Bekr el-Fursetâî, el-Kısmetu Ve
Usûlu’l-Ardîn, tahk. Bekir b. Muhammed, Muhammed b. Salih Nasır,
Cem’iyyetü’t-Türâs, Ğardâya 1997.
es-Süleymanî, Abdurrahman b. Ahmed b. Abdullah, Medinet-ü Nizva
Fi Ahdi’- İmameti’l-İbadiyyeti’s-Sâniye (177-280h. /793-893 m.) (Dirasetu’t-
Tarihiyyetu ve Hadariyyetu), Darü’l-Farkad, Dımaşk 2011.
Erşum, Mustafa b. Hammu, el-Kavaidü’l-Fıkhiyyeİnde’l-İbâdiyye, Vizaretü’l-Evkaf
Ve’ş-Şuuni’d-Diniyye, Uman 2013.
Ettafeyyiş, Muhammed b. Yusuf, Şerh-i Kitabi’n-Nîl Ve
Şifâi’l-Âlîl, Dârü’l-Feth, Beyrut ty.
Fığlalı, Ethem Ruhi, “İbâdiyenin Siyasî Ve İtikâdî Görüşleri”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXI.
______, Ethem Ruhi, “İbâzıyye”, DİA,
c. 19, s. 256-261.
______, İbâdiye’nin Doğuşu Ve Görüşleri (Doktora Tezi),
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1983.
Meşkûr,
Cevad, Mezhepler Tarihi Sözlüğü, çev. Mehmet Mahfuz Söylemez vd, Ankara Okulu
Yayınları, Ankara 2011.
Muammer,
Ali Yahya, el-İbâdiyyeBeyne’l-Firaki’l-İslâmiyye, Saltanat-u Uman
Vezâretü’t-Türasi’l-Kavmî Ve’s-Sikafe, yy 1992.
Osman,
Muhammed Abdüssettar, “Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyyeBeyne’l-Bahsve’t-Tâlim”,
el-Mü’temiru’d-Düveli’l-ÛlâLi’t-Türâsi’l-İslâmî Fî’d-Düveli’l-İslâmîyye (First
International Conference For Urban HeritageInTheIslamicCountries),
el-Hey’etü’l-ÂmmeLi’s-SeyâheVe’l-Âsâr, 2010.
Özkuyumcu,
Nadir, “Rüstemîler”, DİA, c. 35.
Özkuyumcu,
Nadir, “Tâhert”, DİA, c. 39.
Söylemez,
Mehmet Mahfuz, “Afrika’da Kurulan İlk İslâm Kentlerinden: Tâhert”, İslâmî
İlimler Dergisi, c. 10, S. 1, 2015.
______________,“Cezayir
Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve
İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, c. VII/2, 2014.
______________,
“İlk Harici Devlet Rüstemîler (160-297/777-909)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c. XXXVII.
Yalçın,
İsmail, “Fıkhu’l-Umran:
el-İmaratuve’l-Müctema‘uve’d-Devletüfi’l-Hadarati’l-İslamiyye”, Pamukkale
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, 2014.
[1] Ethem Ruhi
Fığlalı, “İbâzıyye”, DİA, c. 19, s.
256-261.
[2] Mehmet Mahfuz
Söylemez, “Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile
“İbadî ve İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, c. VII/2, 2014.
[3]Fığlalı,
“İbâzıyye”.
[4]Cevad Meşkûr, Mezhepler Tarihi Sözlüğü, çev. Mehmet Mahfuz Söylemez vd, Ankara Okulu
Yayınları, Ankara 2011, s. 231-234.
[5] Nadir
Özkuyumcu, “Rüstemîler”, DİA, c. 35,
s. 295-296.
[6] Mehmet Mahfuz
Söylemez, “İlk Harici Devlet Rüstemîler (160-297/777-909)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c. XXXVII, s. 456-478.
[7] Nasır
el-Mürşid el-Berîk, “el-İbâdiyyeFi’l-Fikri’s-Siyasiyyi’l-İslâmî ve Eseruha Fî
Kiyami’d-Duvel”, el-İctihâd
(Darü’l-İctihâdLi’l-Ebhâsve’t-Terceme ve’n-Neşr), c. 4, S. 13, Lübnan
1991, s. 103-148.
[8] Ethem Ruhi
Fığlalı, “İbâdiyenin Siyasî Ve İtikâdî Görüşleri”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXI,322-344.
[9] Halid Azeb, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye
Ve Fıkhü’l-İmâre, Mektebetü’l-İskenderiyye, Mısır 2013, s. 7.
[10] Muhammed
Abdüssettar Osman, “Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyyeBeyne’l-Bahsve’t-Tâlim”,
el-Mü’temiru’d-Düveli’l-ÛlâLi’t-Türâsi’l-İslâmî Fî’d-Düveli’l-İslâmîyye (First
International Conference For Urban HeritageInTheIslamicCountries),
el-Hey’etü’l-ÂmmeLi’s-SeyâheVe’l-Âsâr, 2010, s. 2.
[13]http://www.tourath.org/ar/content/view/2066/1/; İslâm’da imar fıkhıyla alakalı daha fazla eser için ayrıca bkz: http://www.taddart.org/?p=12010; Halid Azeb, Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyye,
Darü’n-Neşri Lil-Câmiât, Kahire 1997, s. 9-13.
[14] Bu tarih,
eserin 2. Baskısının neşredildiği tarihtir.
[15] Osman,
“Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyyeBeyne’l-Bahsve’t-Tâlim”, s. 2.
[16] Araf, 7/199.
[17] Daha geniş
malumat için bkz: Azeb, Fıkhu’l-İmâreti’l-İslâmiyye,
s. 17-21.
[18] “لا ضرر و لا ضرار”
(İbn Mâce, Ahkâm; 17)
[19] İsmail
Yalçın, “Fıkhu’l-Umran:
el-İmaratuve’l-Müctema‘uve’d-Devletüfi’l-Hadarati’l-İslamiyye”, Pamukkale Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 1, 2014, s. 126-129.
[20]Azeb, es-Siyasetü’ş-Şer’iyye
Ve Fıkhü’l-İmâre, s. 7-8.
[21] Söylemez,
“Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve
İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”, s. 138.
[22] Ali Yahya
Muammer, el-İbâdiyyeBeyne’l-Firaki’l-İslâmiyye, Saltanat-u Uman
Vezâretü’t-Türasi’l-Kavmî Ve’s-Sikafe, yy 1992, c. 2, s. 60-70.
[23] Hûd, 11/61.
[24] Mülk, 67/15.
[25]Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Muhammed b. Bekr el-Fursetâî en-Nufûsî, el-Kısmetu Ve Usûlu’l-Ardîn,
tahk. Bekir b. Muhammed, Muhammed b. Salih Nasır, Cem’iyyetü’t-Türâs, Ğardâya
1997, s. 245, 283.
[26] Muhammed b.
Yusuf Ettafeyyiş, Şerh-i Kitabi’n-Nîl Ve Şifâi’l-Âlîl, Dârü’l-Feth,
Beyrut ty, c. 5, s. 160-200.
[27] Söylemez, “İlk
Harici Devlet Rüstemîler (160-297/777-909)”, s. 476-477.
[28] Söylemez,
“Cezayir Metodoloji Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Muhammed Babaammî ile “İbadî ve
İbadîlerle İlgili Meseleler” Başlıklı Söyleşi”.
[29]Fığlalı, İbâdiye’nin
Doğuşu Ve Görüşleri (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara
1983, s. 118.
[30] Mustafa b.
HammuErşum, el-Kavaidü’l-Fıkhiyyeİnde’l-İbâdiyye, Vizaretü’l-Evkaf
Ve’ş-Şuuni’d-Diniyye, Uman 2013, c. 3, s. 110.
[31]Erşum, el-Kavaidü’l-Fıkhiyyeİnde’l-İbâdiyye,
Vizaretü’l-Evkaf Ve’ş-Şuuni’d-Diniyye, c. 3, s. 110-115.
[32] Arapça
karşılığı “بينه و بين الله” şeklindedir.
[33]Ettafeyyiş, Şerh-i
Kitabi’n-Nîl Ve Şifâi’l-Âlîl, c. 17, s. 696-704.
[34] Bu bölümde yer
alan hükümler için el-Fursetâî’ninmezkur eserinden faydalanılmıştır.
[35] Nadir
Özkuyumcu, “Tâhert”, DİA, c. 39, s.
392-393.
[36] Özkuyumcu,
“Tâhert”.
[37]Mehmet Mahfuz
Söylemez, “Afrika’da Kurulan İlk İslâm Kentlerinden: Tâhert”, İslâmî İlimler
Dergisi, c. 10, S. 1, 2015, s. 7-33.
[38]Söylemez,
“Afrika’da Kurulan İlk İslâm Kentlerinden: Tâhert”, s. 7-33.
[39] Özkuyumcu,
“Rüstemîler”.
[40] Abdurrahman b.
Ahmed b. Abdullah es-Süleymanî, Medinet-ü Nizva Fi Ahdi’- İmameti’l-İbadîyyeti’s-Sâniye(177-280h.
/793-893 m.) (Dirasetu’t- Tarihiyyetu ve Hadariyyetu), Darü’l-Farkad,
Dımaşk 2011, s. 182-198.
0 yorum:
Yorum Gönder