11 Temmuz 2018 Çarşamba

Kitap Tanıtımı: Erken Dönem İslâm Tarihinde Asabiyet


Erken Dönem İslâm Tarihinde Asabiyet, Prof. Dr. Âdem Apak[1], Ensar Yayınevi, İstanbul 2016, ISBN: 978-605-9223-49-2, 335 sayfa
                                            Hazırlayan: İsmail TANRIVERDİ[2]
Asabiyetin oluşum sürecini ve nedenlerini temelden ele alan bu eser, İslâm Tarihinin ilk asrını cahiliye döneminden başlatarak asabiyetin o döneme etkilerini okuyucuya yeniden görme imkânı sağlıyor. Şüphesiz kapsamlı tarih okumaları yapmak farklı pencerelerden değerlendirmelerle mümkündür. Söz konusu dönem İslâm tarihinin ilk asırları ise bu dönemi asabiyetten bağımsız ele almak elbette ki mümkün değildir. Kabîle hayatının en etkin tezahürlerinden biri olan asabiyet, ilk dönem İslâm tarihinde gerçekleşen bütün olay ve olgularda kendini belli ettirmiştir. 

Bu eser bir giriş dört bölümden oluşmaktadır. Yazar eserin giriş kısmında asabiyetin arka planı olan kabîle hayatına genel bir bakışı gözler önüne sermektedir. Arap sosyal yapısının topluluk derecelendirmelerinin genelde cizm, cumhur, şa‘b, kabîle, imâre, batn, fahz, aşîre, fâsıla, raht şeklinde onlu bir sistemde ele alındığını ifade eder. Buna karşılık Arap sosyal hayatını ele alan eserler, genellikle yukarda zikri geçen isimlerin birçoğunu kabîle kelimesiyle ifade eder. Gerek aynı ataya mensup olduğu kabul edilen öz evlatlardan, gerek mevali gibi kabîleye sonradan katılanlardan, gerekse efendisine bağlı olarak yaşayan kölelerden oluşan farklı sınıflar, kabile dairesi içinde birçok sebep ve ortak menfaat doğrultusunda bir araya gelmişlerdir(s. 35). Yazar girişin devamında kabîle hayatına mensubiyeti ve kabîle hayatında ferdin yetki ve sorumluluklarından bahseder. Kabîle içinde fert kendi başına değil ancak kabîlesinin bir üyesi olarak varlık gösterir. Bu da kişiye sen kimsin? Yerine kim oğullarındansın? Sorusunu önemli kılar. Kabîle içerisinde himaye hakkını kaybeden bir ferdin artık hiçbir hayat garantisi yoktur. Yine kabîle hayatının belki de en önemli meselesi olan liderlik konusunu ele alır. Kabîle liderinin asıl görevi emretmekten ziyade kabîleyi diğer kabîlelere karşı temsil etmektir. Lider kabîle adına savaş ilan eder, barış yapar, ihtiyaç halinde diyet öder, misafirleri ağırlar. Bütün bunlar da kabîle liderinin yetkilerinden ziyade sorumluluklarının ön planda olduğunu gösterir.
Yazar birinci bölümde asabiyetin tezahürlerinden bahseder. Öncelikle asabiyetin mahiyetini ele alan yazar asabiyeti aralarında kan bağı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur(s. 39) diye tanımlar. Bununla birlikte özellikle İbn Haldun’un asabiyet konusundaki yaklaşımına vurgu yapan yazar O’nun asabiyet toplumun maddi manevi tüm dinamiklerinin temeli şeklindeki tanımlamasının daha özgün bir tanım olduğunu ifade eder.
Asabiyetin toplum hayatına etkileri bakımından farklı yaklaşımlar vardır. Bunlardan bir kısmına göre asabiyet toplum hayatını olumsuz etkileyen ve parçalamaya dönük etkisi olan zararlı bir olgudur. Bu yönüyle ırkçılığın temel kaynağı da asabiyet olarak ifade edilir. Başka bir yaklaşıma göre asabiyet toplumun her yönüyle temel mayası hükmündedir. Özellikle bu noktada İbn Haldun, asabiyeti ferdin ve toplumun hastalıklı yönü olmak bir tarafa, beşerin fıtri bir özelliği olduğunu dile getirmekte, onu en küçük sosyal birlik kabul edilen aileden başlayarak büyük imparatorluklara kadar bütün toplulukların kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında önemli rol oynayan bir kitle enerjisi olarak kabul etmekte ve öfke, sevgi, nefret benzeri psikolojik hususiyetler gibi asabiyetin de insanda müspet ve menfi tarafları bulunan manevi enerji olduğunu ileri sürmektedir. Yine bu bölümde İzzet Derveze’nin de benzer yaklaşımlarından bahsedilmektedir. Câbirî’nin asabiyet konusundaki yaklaşımı da şöyle ifade edilir: asabiyet bir taraftan toplayıcı ve birleştiricidir, aynı zamanda da ayırıcı ve parçalayıcıdır. Asabiyet sebebiyle kabîle, birlik içinde çokluk, yarış ve rekabet dairesinde dayanışma üzerine kurulmuş cemaat haline dönüşür.
Yazar asabiyetin gücü başlığı(s. 51) altında Arap sosyal hayatında asabiyetin birçok fıtri duygu ve histen daha güçlü olduğunu ifade eder. Asabiyet Arabın ruhunda mutlak bir otoriteye sahiptir. Asabiyet nedeniyle en yakın dostluklar birden düşmanlığa dönüşebilir, muhalif kabîlelere mensup karı-kocayı dahi hemen birbirinden ayırabilir. Asabiyette öncelikli hedef, genelde kabîlenin özelde ferdin menfaatini korumaktır. Bu nedenle bazen kabilenin yakın menfaati, kabileyi yakın akrabayla değil, rakip soyun kabileleri ile ittifaka zorlayabilir. Nitekim Emevîler döneminde Adnanî kabilelerden olan Rebîalılar, bölgede kendileriyle birlikte yaşayan soydaşları Mudar kabileleri yerine, asabiyete göre Mudarlılar’la ortak rakipleri olması gereken Yemenîler’le birlikte hareket etmiştir.
Ensâp cetvellerine göre Arapların tamamı nesep itibariyle Sâm b. Nuh’dan gelir. Bu sebeple Araplar Sâmi kavimlerinden kabul edilir. Arap milli geleneği umumi olarak bu kavmi el-Arabu’l-Bâide ve el-Arabu’l-Bâkiye olarak tasnif eder. Birincisinden soyları tükenmiş Âd, Semûd, Medyen gibi topluluklar, ikincisinden de soyları devam eden Araplar kastedilmiştir. En yaygın tasnife göre Araplar, Arîbe, Mütearribe ve Müstarîbe olmak üzere üç kısma ayrılır. El-Arabu’l-Arîbe, nesli tükenen ilk Araplardır. El-Arabu’l-Mütearribe, el-Arabu’l-Arîbe’nin dilini kullanan ve onların yurtlarını mekân tutan Kahtânoğulları olarak bilinir. Arabu’l-Müstarîbe ise aslen Arap olmayıp, Arap dilini öğrenerek sonradan Araplaşmış kabul edilen İsmailoğulları’nı içine alır. Araplar’ın esasta iki soy temeline dayandıkları söylenebilir. Bunlar güney Arapları’nı temsil eden Kahtânîler ve Kuzey Arabistan’ı mekân tutmuş Adnânîler’dir. Nesep âlimleri Adnan’ın İsmail’in (as) neslinden olduğu hususunda ittifak halindedirler. Ancak Adnan ile İsmail arasındaki şahısların adedi ve isimleri konusunda fikir birliği yoktur. Aynı şekilde Kahtân’ın nesebi de ihtilaflıdır. Nesepçilerin birçoğu onun Tevrat’ta adı geçen Yaktan olduğunu ileri sürerler. İslam Tarihinde en çok karşımıza çıkacak olan genel çerçevede Arap yarımadasında kuzey Araplarını temsil eden Adnanîler onun iki kolu olan Mudar ve Rebîa ile güney Araplarını temsil eden Kahtânîler’dir.
 Ayrıca yazar Ensâp cetvelleri üzerine yapılan çeşitli tartışmaları da yine bu bölümde ele alır. Yazar, asabiyetin tezahürlerinin en çok nesebe düşkünlük, Kabîle övünmesi, kan davaları ve intikam savaşlarında kendini gösterdiğini ifade eder.
Yazar eserin ikinci bölümünde Hz. Peygamber döneminde asabiyeti ele alır. İslâm öncesi dönemde Mekke site yönetimindeki kabile hayatı hakkında bilgi veren yazar, bu devletin asıl kurucusunun Hz. Peygamber’in dördüncü dedesi Kusay b. Kilâb olduğunu söyler. Ayrıca Kureyş, Mekke’yi Kusay b. Kilâb sayesinde yurt edinerek bedevîlikten hadarîliğe geçiş yapmıştır(s. 83). Hz. Peygamber’in tebliğ vazifesini aldığı döneme kadar Kureyş farklı dönemlerde kabileler arası bloklaşmalara sahne olmuştur. Bu bloklaşmanın en önemlilerinden olan Kusay’ın iki oğlu Abdümenâf ve Abdüddar oğulları arasındaki bloklaşmadır. Ahlâf-Mutayyebûn bloklaşması olarak da bilinen bu bölünmeden sonra en önemli bir diğer bloklaşma da Abdümenâfoğulları arasında gerçekleşen Ümeyye- Hâşimî bloklaşmasıdır. Ayrıca bu bölümde yazar, gerek M.Watt’ın gerekse Câbiri’nin Mekke’deki kabileler arası iktidar, muhalefet ve tarafsızlar tarzındaki tasniflerini kritize eder. Asabiyetin Mekke döneminde tebliğe hem menfî hem de müspet etkisi olmuştur. Menfi etkisini en iyi gösteren yaklaşımın kodlarını Ebû Cehîl’in şu sözlerinde görmek mümkündür: “Biz Abdümenâfoğulları ile şan ve şeref yönünden şimdiye kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdi, biz de yedirdik. Onlar bağışta bulundular, biz de bulunduk. Onlar arabuluculuk yapıp diyet yüklendiler, biz de yüklendik. Şimdi kulak kulağa giden yarış atı durumuna gelince, onlar ‘şimdi bizden kendisine vahiy gelen bir peygamber var’ dediler. Biz bunun dengini nereden bulup çıkaracağız. Vallahi hiçbir zaman onu tasdik etmeyiz”. Peygamberliğin ilk yıllarında Ümeyyeli reisler Ebû Uhayha Saîd b. El-Âs, Ukbe b. Ebû Muayt, Utbe ve Şeybe b. Rebîa ile Ebû Süfyân Mekke’nin sözü dinlenen şahısları haline gelmişlerdi. Siyasî ve ticarî alanda tarihî rakipleri Hâşimîler’e üstünlük sağladıkları bir dönemde Hz. Muhammed’in (sav) peygamberliği vasıtasıyla onların tekrar eski konumlarına geleceğinden endişelenen Ümeyye kabilesi, tabiî olarak tebliğin karşısında yer aldılar. Asabiyetin tebliğe müspet etkisinin en bariz örneği Ebû Tâlib’tir. Yine Hâşimoğulları’nın diğer fertleri de ister inansın ister inanmasın bu sâikle tebliğe bu süreçte destek olmuşlardır.
Yazar İslâm’ın asabiyete bakışı adlı başlık altında İslâmî tebliğin nihaî hedefinin, kabîlevî ve ırkî boyutu aşan milletler üstü din kardeşliği şuuru oluşturmak olduğunu ifade eder. İslâm, Arap sosyal hayatında derin tesirleri olan câhiliye asabiyetiyle mücadele etmeye, onun tesirlerini en aza indirmeye çalışmıştır. Tebliğ vazifesinin en önemli unsurlarından biri bu bağlamda Kabîlevî toplumdan Akîde toplumuna bir geçiş sağlamak olmuştur. Asabiyetin sıla-i rahme dönüştürülmesiyle ilgili değerlendirmeler dikkate alındığında İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in asabiyeti tamamen kaldırmaya çalıştığını veya kaldırdığını ileri sürmek doğru olmaz. Bu hususta Hz. Peygamber iki türlü strateji takip etmiştir. İlkinde asabiyeti cahiliye davası olarak niteleyip, bu uğurda hareket edenleri kınayarak onun menfi etkilerinden Müslümanlar’ı korumaya çalışmış, ikinci olarak da asabiyete karşı, asabiyetle bir çok ortak noktası olan sıla-i rahim uygulamasını dinin emirleri içine dahil ederek, bu sayede eski asabiyet duygusunu hem tesirsiz hale getirme, hem ıslah etmek, hem de İslâmîleştirmek suretiyle ondan faydalanmak ister.
Medine döneminde asabiyete karşı atılan en büyük adım şüphesiz muâhata yani Ensâr-Muhâcir kardeşliğinin ihdas edilmesi olmuştur. Hicret öncesi asabiyet tezahürünün en yıkıcı örneklerinden birini sergileyen Evs-Hazreç mücadelesi yerini tamamen İslâm kardeşliğine bırakmıştır. Ancak buna rağmen Medine’de yer yer asabiyet damarlarının canlanması neticesinde daha Hz. Peygamber hayattayken bile bazen Ensâr-Muhâcir bazen de Evs-Hazreç arasında münferid olaylar olmuştur(s. 119).
Üçüncü bölümde yazar Hulefâ-i Raşidîn döneminde asabiyeti ele alıyor. Hz. Peygamber vefatından önce yerine herhangi bir kimseyi halife olarak bırakmadı. Bu durum Hz. Peygamber sonrası süreçte Müslümanların dâhili bünyede karşı karşıya geldikleri ilk siyasî problemdir. Bu siyasi krizde öne çıkan iki sosyal grup, Medine’de İslâm toplumunun ana unsurlarını oluşturan Ensâr ve Muhâcirûn’dur. Ensâr’ın tertip ettiği Benî Sâide Çardağı toplantısı bir istişareden ziyade, önceden tespit edilen Medineli adayın ilân edilmesi ve meşrulaştırılması için düşünülmüş görünmektedir. Bu toplantıda Evsli Huzeyme b. Sâbit, bu işte Kureyş’e öncelik tanınırsa Medineliler’in kıyamete kadar bu makama erişemeyeceğini ifade etmiştir. Hz. Ebû Bekir Sakîfe toplantısındaki konuşmasında özellikle kendilerinin Hz. Peygamberin akrabaları olduğunu ve Kureyş’in üstün özelliklerini vurgulayarak bu hakkın Muhacir’e daha layık olduğunu ifade etmiştir. Netice Muhacir’den yana şekillenince Ensar’dan bu duruma muhalefet edenler yine de olmuştur. İlginç olan Evsliler’in bu konuda Kureyş’ten birinin halîfe olmasına itiraz etmemiş olmalarıdır. Hazreçli Sa‘d b. Ubâde yerine Kureyş’ten Hz. Ebû Bekir’e daha sıcak bakmaları veya en azından Hazreç kadar itiraz etmemeleri İslâm öncesi kabîle çekişmesinin tekrar hatırlandığını gösterir.
Yazar, “İmamlar Kureyştendir” hadisinin konjonktürel bir uygulama olmakla birlikte bu durumun asırlar boyunca etkisini devam ettirdiği üzerinde durur. Bu uygulama 1517 de Osmanlı’nın Mısır’ı ele geçirmesine kadar etkinliğini devam ettirmiştir. Öte yandan Şia’nın öne sürdüğü Hilâfetin Hâşimiliği meselesi de yine meselenin farklı bir iddiayla ele alınmasıdır.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen önce başlayan yalancı peygamberlerin ortaya çıkışı ve Hz. Ebû Bekir döneminin en önemli olayı sayılan ridde hâdiseleri asabiyet etkisiyle oluşan en zirve olaylardır. Ancak Hz. Ebû Bekir’in dirayetli mücadelesi bu oluşumu etkisiz hale getirip devlet birliğini tekrar sağlamıştır. Hulefâ-i Raşidîn döneminde asabiliğin etkilerini ortadan kaldırma konusunda Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer aynı politikayı takip etmişlerdir. Yazar bu konuyu şu başlıklar altında mütalaa etmiştir: Kendi kabîle mensuplarını iktidardan uzak tutma, yönetimde kabîleler arası denge politikası takip etme ve Hâşimoğulları’nı devlet yönetiminden uzak tutma şeklindeki politikalar sayesinde asabiyetin olumsuz etkileri toplumdan uzak tutulmuştur. Ancak aynı şeyleri Hz. Osman’ın hilâfeti için söylemek mümkün değildir. Hz. Osman Hilâfeti kabilesi ve akrabalarıyla beraber yönetmiş bunun neticesi olarak asabiyetin de körüklediği toplumda sonraları etkisi hiç bitmeyecek bir muhalefet hareketi başlamıştır. Bu dönemde meydana gelen siyasi, içtimaî ve dinî sâikler halife aleyhine faaliyetleri harekete geçirmiş bunun üzerine Basra, Kûfe ve Mısır’dan gelen asiler yaklaşık 40 gün süren kuşatmanın ardından Hz. Osman’ı şehit etmişlerdir. Bu olay İslâm tarihinin dönüm noktalarında biri olmuştur. Her şeyden önce Müslümanların halîfesi yine Müslümanlar tarafından katledilmiştir. Hz. Osman dönemi hadiselerinde asabiyetin tesirinden bahsederken, o zamanın siyasetine etki eden iki asabiyet mücadelesi ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi Emevî-Hâşimî şeklindeki Kureyş dâhilî çekişme, diğeri ise Kureyşli ile Kureyşli olmayan Araplar rekabetidir.
Hz. Ali’nin halifeliğini başlangıç döneminde Kureyş-Kureyş Harici Araplar şeklindeki siyasi gruplaşmanın etkinliğinin özellikle Kûfe merkezli olarak devam ettiği söylenebilir. Ancak başta Yemenli kabîleler olmak üzere Kureyş dışındaki Araplar’ın bir kısmının Hz. Ali bir kısmının Cemel Ashabı, bir kısmının da Muâviye tarafında yer almaları, bu asabiyetin bölünmesine ve gücünün parçalanmasına sebep olduğu için, Kureyş’e karşı plânlı bir asabiyet mücadelesinden bahsetmek zordur. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Hz. Osman’ın şehit edildiği ve Hz. Ali’nin halîfeliği üstlendiği dönemdeki olaylar, Müslüman toplumda büyük bir kargaşa meydana getirmiş ve buna bağlı olarak gerek kabileler, gerekse fertler siyasi savrulmaya maruz kalmışlardır. Bütün bunlara rağmen, siyasi gruplar içinde en hedefli ve plânlı hareketin Muâviye liderliğindeki Şamlılar tarafından yürütüldüğünü de ifade etmek gerekir. Hz. Ali hilâfeti tepkisel olarak uzun yıllar muhalefette kalan iki grup arasında paylaştı. Bunlar Hâşimoğulları ve Ensar idi. Bununla beraber Hz. Ali Kûfe yerlilerini de unutmadı. Buna karşılık Muaviye’nin Hz. Ömerin yönetimine benzer bir iktidar paylaşımı gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Muâviye İktidârı ele geçirene kadar ihtiyaç duyduğu Ümeyye gücünden tam istifade etmiş iktidara gelince de onlarla iktidarını paylaşmamıştır.
Yazar büyüyen İslâm topraklarında oluşan göçlerden ve bunların kabîle çerçevesinde iskânı ve bölgelerinde bu yeni toplulukların asabiyet etkisiyle iktidara etkileri üzerinde durur. Ayrıca edebiyat- asabiyet konusunu özellikle Arap şairleri ve şiirleri üzerinden değerlendirir.
Dördüncü bölümde Emevîler döneminde asabiyeti ele alan yazar, bu dönemde asabiyetin artması ve sebepleri üzerinde durur. Bu sebepleri içtimai ve siyasi-iktisadi sebepler üzerinden değerlendirir. Emevîler devleti sürecinde asabiyeti beş farklı boyutta ele almak mümkündür. Bunlar dar kapsamdan genişe doğru şöyle sıralanabilir: 1. Emevî hânedânı iç mücadelesi, 2. Emevî-Hâşimi mücadelesi, 3. Kureyş-Kureyşli olmayan Araplar mücadelesi, 4. Adnânî-Kahtânî mücadelesi, 5. Arap-Mevâlî mücadelesi. Emevî iktidarı boyunca göze çarpan en büyük kamplaşma Kaysî-Yemenî bloklaşmasıdır.  Emevî halîfeleri genellikle kuzeyli(Adnânî) olmaları dolayısıyla Kaysî asabiyeti gütmüşler ve buna karşılık önemli ölçüde Yemenî muhalefetle karşı karşıya kalmışlardır. Özellikle Yezid b. Abdülmelik bu politikasıyla öne çıkmıştır. Ancak duruma göre Yemenî bloklaşmayı iktidara taşıyıp Kaysîleri muhalefete koyan halîfeler de olmuştur. Bununla beraber Ömer b. Abdulazîz gibi denge politikası güdenler de olmuştur. Abdülmelik de kendi hilâfetini Yemenîlere borçlu olduğu halde denge politikasını tercih etmiştir.    
                                                                                  
İsmail TANRIVERDİ        


[1] Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi.
[2] İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı doktora öğrencisi.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar