Erken Dönem İslâm Tarihinde Asabiyet, Prof. Dr. Âdem Apak[1], Ensar
Yayınevi, İstanbul 2016, ISBN: 978-605-9223-49-2, 335 sayfa
Asabiyetin oluşum sürecini ve nedenlerini temelden ele alan bu eser,
İslâm Tarihinin ilk asrını cahiliye döneminden başlatarak asabiyetin o döneme
etkilerini okuyucuya yeniden görme imkânı sağlıyor. Şüphesiz kapsamlı tarih
okumaları yapmak farklı pencerelerden değerlendirmelerle mümkündür. Söz konusu
dönem İslâm tarihinin ilk asırları ise bu dönemi asabiyetten bağımsız ele almak
elbette ki mümkün değildir. Kabîle hayatının en etkin tezahürlerinden biri olan
asabiyet, ilk dönem İslâm tarihinde gerçekleşen bütün olay ve olgularda kendini
belli ettirmiştir.
Bu eser bir giriş dört bölümden oluşmaktadır. Yazar eserin giriş
kısmında asabiyetin arka planı olan kabîle hayatına genel bir bakışı gözler
önüne sermektedir. Arap sosyal yapısının topluluk derecelendirmelerinin genelde
cizm, cumhur, şa‘b, kabîle, imâre, batn, fahz, aşîre, fâsıla, raht şeklinde
onlu bir sistemde ele alındığını ifade eder. Buna karşılık Arap sosyal hayatını
ele alan eserler, genellikle yukarda zikri geçen isimlerin birçoğunu kabîle
kelimesiyle ifade eder. Gerek aynı ataya mensup olduğu kabul edilen öz evlatlardan,
gerek mevali gibi kabîleye sonradan katılanlardan, gerekse efendisine bağlı
olarak yaşayan kölelerden oluşan farklı sınıflar, kabile dairesi içinde birçok
sebep ve ortak menfaat doğrultusunda bir araya gelmişlerdir(s. 35). Yazar
girişin devamında kabîle hayatına mensubiyeti ve kabîle hayatında ferdin yetki
ve sorumluluklarından bahseder. Kabîle içinde fert kendi başına değil ancak
kabîlesinin bir üyesi olarak varlık gösterir. Bu da kişiye sen kimsin?
Yerine kim oğullarındansın? Sorusunu önemli kılar. Kabîle içerisinde
himaye hakkını kaybeden bir ferdin artık hiçbir hayat garantisi yoktur. Yine
kabîle hayatının belki de en önemli meselesi olan liderlik konusunu ele alır.
Kabîle liderinin asıl görevi emretmekten ziyade kabîleyi diğer kabîlelere karşı
temsil etmektir. Lider kabîle adına savaş ilan eder, barış yapar, ihtiyaç
halinde diyet öder, misafirleri ağırlar. Bütün bunlar da kabîle liderinin
yetkilerinden ziyade sorumluluklarının ön planda olduğunu gösterir.
Yazar birinci bölümde asabiyetin tezahürlerinden bahseder.
Öncelikle asabiyetin mahiyetini ele alan yazar asabiyeti aralarında kan bağı
bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış
tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk
üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini
sağlayan birlik ve dayanışma ruhudur(s. 39) diye tanımlar. Bununla birlikte
özellikle İbn Haldun’un asabiyet konusundaki yaklaşımına vurgu yapan yazar O’nun
asabiyet toplumun maddi manevi tüm dinamiklerinin temeli şeklindeki
tanımlamasının daha özgün bir tanım olduğunu ifade eder.
Asabiyetin toplum hayatına etkileri bakımından farklı yaklaşımlar
vardır. Bunlardan bir kısmına göre asabiyet toplum hayatını olumsuz etkileyen
ve parçalamaya dönük etkisi olan zararlı bir olgudur. Bu yönüyle ırkçılığın
temel kaynağı da asabiyet olarak ifade edilir. Başka bir yaklaşıma göre
asabiyet toplumun her yönüyle temel mayası hükmündedir. Özellikle bu noktada İbn
Haldun, asabiyeti ferdin ve toplumun hastalıklı yönü olmak bir tarafa, beşerin
fıtri bir özelliği olduğunu dile getirmekte, onu en küçük sosyal birlik kabul
edilen aileden başlayarak büyük imparatorluklara kadar bütün toplulukların
kuruluş, gelişme ve yıkılışlarında önemli rol oynayan bir kitle enerjisi olarak
kabul etmekte ve öfke, sevgi, nefret benzeri psikolojik hususiyetler gibi
asabiyetin de insanda müspet ve menfi tarafları bulunan manevi enerji olduğunu
ileri sürmektedir. Yine bu bölümde İzzet Derveze’nin de benzer yaklaşımlarından
bahsedilmektedir. Câbirî’nin asabiyet konusundaki yaklaşımı da şöyle ifade
edilir: asabiyet bir taraftan toplayıcı ve birleştiricidir, aynı zamanda da
ayırıcı ve parçalayıcıdır. Asabiyet sebebiyle kabîle, birlik içinde çokluk,
yarış ve rekabet dairesinde dayanışma üzerine kurulmuş cemaat haline dönüşür.
Yazar asabiyetin gücü başlığı(s. 51) altında Arap sosyal hayatında
asabiyetin birçok fıtri duygu ve histen daha güçlü olduğunu ifade eder.
Asabiyet Arabın ruhunda mutlak bir otoriteye sahiptir. Asabiyet nedeniyle en
yakın dostluklar birden düşmanlığa dönüşebilir, muhalif kabîlelere mensup
karı-kocayı dahi hemen birbirinden ayırabilir. Asabiyette öncelikli hedef,
genelde kabîlenin özelde ferdin menfaatini korumaktır. Bu nedenle bazen kabilenin
yakın menfaati, kabileyi yakın akrabayla değil, rakip soyun kabileleri ile
ittifaka zorlayabilir. Nitekim Emevîler döneminde Adnanî kabilelerden olan
Rebîalılar, bölgede kendileriyle birlikte yaşayan soydaşları Mudar kabileleri
yerine, asabiyete göre Mudarlılar’la ortak rakipleri olması gereken
Yemenîler’le birlikte hareket etmiştir.
Ensâp cetvellerine göre Arapların tamamı nesep itibariyle Sâm b.
Nuh’dan gelir. Bu sebeple Araplar Sâmi kavimlerinden kabul edilir. Arap milli
geleneği umumi olarak bu kavmi el-Arabu’l-Bâide ve el-Arabu’l-Bâkiye olarak
tasnif eder. Birincisinden soyları tükenmiş Âd, Semûd, Medyen gibi topluluklar,
ikincisinden de soyları devam eden Araplar kastedilmiştir. En yaygın tasnife
göre Araplar, Arîbe, Mütearribe ve Müstarîbe olmak üzere üç kısma ayrılır.
El-Arabu’l-Arîbe, nesli tükenen ilk Araplardır. El-Arabu’l-Mütearribe,
el-Arabu’l-Arîbe’nin dilini kullanan ve onların yurtlarını mekân tutan
Kahtânoğulları olarak bilinir. Arabu’l-Müstarîbe ise aslen Arap olmayıp, Arap
dilini öğrenerek sonradan Araplaşmış kabul edilen İsmailoğulları’nı içine alır.
Araplar’ın esasta iki soy temeline dayandıkları söylenebilir. Bunlar güney
Arapları’nı temsil eden Kahtânîler ve Kuzey Arabistan’ı mekân tutmuş
Adnânîler’dir. Nesep âlimleri Adnan’ın İsmail’in (as) neslinden olduğu
hususunda ittifak halindedirler. Ancak Adnan ile İsmail arasındaki şahısların
adedi ve isimleri konusunda fikir birliği yoktur. Aynı şekilde Kahtân’ın nesebi
de ihtilaflıdır. Nesepçilerin birçoğu onun Tevrat’ta adı geçen Yaktan olduğunu
ileri sürerler. İslam Tarihinde en çok karşımıza çıkacak olan genel çerçevede
Arap yarımadasında kuzey Araplarını temsil eden Adnanîler onun iki kolu olan
Mudar ve Rebîa ile güney Araplarını temsil eden Kahtânîler’dir.
Ayrıca yazar Ensâp cetvelleri
üzerine yapılan çeşitli tartışmaları da yine bu bölümde ele alır. Yazar, asabiyetin
tezahürlerinin en çok nesebe düşkünlük, Kabîle övünmesi, kan davaları ve intikam
savaşlarında kendini gösterdiğini ifade eder.
Yazar eserin ikinci bölümünde Hz. Peygamber döneminde asabiyeti ele
alır. İslâm öncesi dönemde Mekke site yönetimindeki kabile hayatı hakkında
bilgi veren yazar, bu devletin asıl kurucusunun Hz. Peygamber’in dördüncü
dedesi Kusay b. Kilâb olduğunu söyler. Ayrıca Kureyş, Mekke’yi Kusay b. Kilâb
sayesinde yurt edinerek bedevîlikten hadarîliğe geçiş yapmıştır(s. 83). Hz.
Peygamber’in tebliğ vazifesini aldığı döneme kadar Kureyş farklı dönemlerde
kabileler arası bloklaşmalara sahne olmuştur. Bu bloklaşmanın en önemlilerinden
olan Kusay’ın iki oğlu Abdümenâf ve Abdüddar oğulları arasındaki bloklaşmadır. Ahlâf-Mutayyebûn
bloklaşması olarak da bilinen bu bölünmeden sonra en önemli bir diğer bloklaşma
da Abdümenâfoğulları arasında gerçekleşen Ümeyye- Hâşimî bloklaşmasıdır. Ayrıca
bu bölümde yazar, gerek M.Watt’ın gerekse Câbiri’nin Mekke’deki kabileler arası
iktidar, muhalefet ve tarafsızlar tarzındaki tasniflerini kritize eder. Asabiyetin
Mekke döneminde tebliğe hem menfî hem de müspet etkisi olmuştur. Menfi etkisini
en iyi gösteren yaklaşımın kodlarını Ebû Cehîl’in şu sözlerinde görmek
mümkündür: “Biz Abdümenâfoğulları ile şan ve şeref yönünden şimdiye kadar
çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdi, biz de yedirdik. Onlar bağışta
bulundular, biz de bulunduk. Onlar arabuluculuk yapıp diyet yüklendiler, biz de
yüklendik. Şimdi kulak kulağa giden yarış atı durumuna gelince, onlar ‘şimdi
bizden kendisine vahiy gelen bir peygamber var’ dediler. Biz bunun dengini
nereden bulup çıkaracağız. Vallahi hiçbir zaman onu tasdik etmeyiz”.
Peygamberliğin ilk yıllarında Ümeyyeli reisler Ebû Uhayha Saîd b. El-Âs, Ukbe
b. Ebû Muayt, Utbe ve Şeybe b. Rebîa ile Ebû Süfyân Mekke’nin sözü dinlenen
şahısları haline gelmişlerdi. Siyasî ve ticarî alanda tarihî rakipleri
Hâşimîler’e üstünlük sağladıkları bir dönemde Hz. Muhammed’in (sav)
peygamberliği vasıtasıyla onların tekrar eski konumlarına geleceğinden
endişelenen Ümeyye kabilesi, tabiî olarak tebliğin karşısında yer aldılar.
Asabiyetin tebliğe müspet etkisinin en bariz örneği Ebû Tâlib’tir. Yine
Hâşimoğulları’nın diğer fertleri de ister inansın ister inanmasın bu sâikle
tebliğe bu süreçte destek olmuşlardır.
Yazar İslâm’ın asabiyete bakışı adlı başlık altında İslâmî tebliğin
nihaî hedefinin, kabîlevî ve ırkî boyutu aşan milletler üstü din kardeşliği
şuuru oluşturmak olduğunu ifade eder. İslâm, Arap sosyal hayatında derin
tesirleri olan câhiliye asabiyetiyle mücadele etmeye, onun tesirlerini en aza
indirmeye çalışmıştır. Tebliğ vazifesinin en önemli unsurlarından biri bu
bağlamda Kabîlevî toplumdan Akîde toplumuna bir geçiş sağlamak olmuştur.
Asabiyetin sıla-i rahme dönüştürülmesiyle ilgili değerlendirmeler dikkate
alındığında İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in asabiyeti tamamen kaldırmaya
çalıştığını veya kaldırdığını ileri sürmek doğru olmaz. Bu hususta Hz.
Peygamber iki türlü strateji takip etmiştir. İlkinde asabiyeti cahiliye davası
olarak niteleyip, bu uğurda hareket edenleri kınayarak onun menfi etkilerinden
Müslümanlar’ı korumaya çalışmış, ikinci olarak da asabiyete karşı, asabiyetle
bir çok ortak noktası olan sıla-i rahim uygulamasını dinin emirleri içine dahil
ederek, bu sayede eski asabiyet duygusunu hem tesirsiz hale getirme, hem ıslah
etmek, hem de İslâmîleştirmek suretiyle ondan faydalanmak ister.
Medine döneminde asabiyete karşı atılan en büyük adım şüphesiz
muâhata yani Ensâr-Muhâcir kardeşliğinin ihdas edilmesi olmuştur. Hicret öncesi
asabiyet tezahürünün en yıkıcı örneklerinden birini sergileyen Evs-Hazreç
mücadelesi yerini tamamen İslâm kardeşliğine bırakmıştır. Ancak buna rağmen
Medine’de yer yer asabiyet damarlarının canlanması neticesinde daha Hz.
Peygamber hayattayken bile bazen Ensâr-Muhâcir bazen de Evs-Hazreç arasında
münferid olaylar olmuştur(s. 119).
Üçüncü bölümde yazar Hulefâ-i Raşidîn döneminde asabiyeti ele
alıyor. Hz. Peygamber vefatından önce yerine herhangi bir kimseyi halife olarak
bırakmadı. Bu durum Hz. Peygamber sonrası süreçte Müslümanların dâhili bünyede
karşı karşıya geldikleri ilk siyasî problemdir. Bu siyasi krizde öne çıkan iki
sosyal grup, Medine’de İslâm toplumunun ana unsurlarını oluşturan Ensâr ve
Muhâcirûn’dur. Ensâr’ın tertip ettiği Benî Sâide Çardağı toplantısı bir
istişareden ziyade, önceden tespit edilen Medineli adayın ilân edilmesi ve
meşrulaştırılması için düşünülmüş görünmektedir. Bu toplantıda Evsli Huzeyme b.
Sâbit, bu işte Kureyş’e öncelik tanınırsa Medineliler’in kıyamete kadar bu
makama erişemeyeceğini ifade etmiştir. Hz. Ebû Bekir Sakîfe toplantısındaki
konuşmasında özellikle kendilerinin Hz. Peygamberin akrabaları olduğunu ve
Kureyş’in üstün özelliklerini vurgulayarak bu hakkın Muhacir’e daha layık
olduğunu ifade etmiştir. Netice Muhacir’den yana şekillenince Ensar’dan bu
duruma muhalefet edenler yine de olmuştur. İlginç olan Evsliler’in bu konuda
Kureyş’ten birinin halîfe olmasına itiraz etmemiş olmalarıdır. Hazreçli Sa‘d b.
Ubâde yerine Kureyş’ten Hz. Ebû Bekir’e daha sıcak bakmaları veya en azından
Hazreç kadar itiraz etmemeleri İslâm öncesi kabîle çekişmesinin tekrar
hatırlandığını gösterir.
Yazar, “İmamlar Kureyştendir” hadisinin konjonktürel bir uygulama
olmakla birlikte bu durumun asırlar boyunca etkisini devam ettirdiği üzerinde
durur. Bu uygulama 1517 de Osmanlı’nın Mısır’ı ele geçirmesine kadar
etkinliğini devam ettirmiştir. Öte yandan Şia’nın öne sürdüğü Hilâfetin
Hâşimiliği meselesi de yine meselenin farklı bir iddiayla ele alınmasıdır.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen önce başlayan yalancı
peygamberlerin ortaya çıkışı ve Hz. Ebû Bekir döneminin en önemli olayı sayılan
ridde hâdiseleri asabiyet etkisiyle oluşan en zirve olaylardır. Ancak Hz. Ebû
Bekir’in dirayetli mücadelesi bu oluşumu etkisiz hale getirip devlet birliğini
tekrar sağlamıştır. Hulefâ-i Raşidîn döneminde asabiliğin etkilerini ortadan
kaldırma konusunda Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer aynı politikayı takip etmişlerdir.
Yazar bu konuyu şu başlıklar altında mütalaa etmiştir: Kendi kabîle
mensuplarını iktidardan uzak tutma, yönetimde kabîleler arası denge politikası
takip etme ve Hâşimoğulları’nı devlet yönetiminden uzak tutma şeklindeki politikalar
sayesinde asabiyetin olumsuz etkileri toplumdan uzak tutulmuştur. Ancak aynı
şeyleri Hz. Osman’ın hilâfeti için söylemek mümkün değildir. Hz. Osman Hilâfeti
kabilesi ve akrabalarıyla beraber yönetmiş bunun neticesi olarak asabiyetin de
körüklediği toplumda sonraları etkisi hiç bitmeyecek bir muhalefet hareketi
başlamıştır. Bu dönemde meydana gelen siyasi, içtimaî ve dinî sâikler halife
aleyhine faaliyetleri harekete geçirmiş bunun üzerine Basra, Kûfe ve Mısır’dan
gelen asiler yaklaşık 40 gün süren kuşatmanın ardından Hz. Osman’ı şehit
etmişlerdir. Bu olay İslâm tarihinin dönüm noktalarında biri olmuştur. Her
şeyden önce Müslümanların halîfesi yine Müslümanlar tarafından katledilmiştir.
Hz. Osman dönemi hadiselerinde asabiyetin tesirinden bahsederken, o zamanın
siyasetine etki eden iki asabiyet mücadelesi ortaya çıkmıştır. Bunlardan
birincisi Emevî-Hâşimî şeklindeki Kureyş dâhilî çekişme, diğeri ise Kureyşli
ile Kureyşli olmayan Araplar rekabetidir.
Hz. Ali’nin halifeliğini başlangıç döneminde Kureyş-Kureyş Harici
Araplar şeklindeki siyasi gruplaşmanın etkinliğinin özellikle Kûfe merkezli
olarak devam ettiği söylenebilir. Ancak başta Yemenli kabîleler olmak üzere
Kureyş dışındaki Araplar’ın bir kısmının Hz. Ali bir kısmının Cemel Ashabı, bir
kısmının da Muâviye tarafında yer almaları, bu asabiyetin bölünmesine ve
gücünün parçalanmasına sebep olduğu için, Kureyş’e karşı plânlı bir asabiyet
mücadelesinden bahsetmek zordur. Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Hz.
Osman’ın şehit edildiği ve Hz. Ali’nin halîfeliği üstlendiği dönemdeki olaylar,
Müslüman toplumda büyük bir kargaşa meydana getirmiş ve buna bağlı olarak gerek
kabileler, gerekse fertler siyasi savrulmaya maruz kalmışlardır. Bütün bunlara
rağmen, siyasi gruplar içinde en hedefli ve plânlı hareketin Muâviye
liderliğindeki Şamlılar tarafından yürütüldüğünü de ifade etmek gerekir. Hz.
Ali hilâfeti tepkisel olarak uzun yıllar muhalefette kalan iki grup arasında
paylaştı. Bunlar Hâşimoğulları ve Ensar idi. Bununla beraber Hz. Ali Kûfe
yerlilerini de unutmadı. Buna karşılık Muaviye’nin Hz. Ömerin yönetimine benzer
bir iktidar paylaşımı gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Muâviye İktidârı ele
geçirene kadar ihtiyaç duyduğu Ümeyye gücünden tam istifade etmiş iktidara
gelince de onlarla iktidarını paylaşmamıştır.
Yazar büyüyen İslâm topraklarında oluşan göçlerden ve bunların
kabîle çerçevesinde iskânı ve bölgelerinde bu yeni toplulukların asabiyet
etkisiyle iktidara etkileri üzerinde durur. Ayrıca edebiyat- asabiyet konusunu
özellikle Arap şairleri ve şiirleri üzerinden değerlendirir.
Dördüncü bölümde Emevîler döneminde asabiyeti ele alan yazar, bu
dönemde asabiyetin artması ve sebepleri üzerinde durur. Bu sebepleri içtimai ve
siyasi-iktisadi sebepler üzerinden değerlendirir. Emevîler devleti sürecinde
asabiyeti beş farklı boyutta ele almak mümkündür. Bunlar dar kapsamdan genişe
doğru şöyle sıralanabilir: 1. Emevî hânedânı iç mücadelesi, 2. Emevî-Hâşimi
mücadelesi, 3. Kureyş-Kureyşli olmayan Araplar mücadelesi, 4. Adnânî-Kahtânî
mücadelesi, 5. Arap-Mevâlî mücadelesi. Emevî iktidarı boyunca göze çarpan en
büyük kamplaşma Kaysî-Yemenî bloklaşmasıdır.
Emevî halîfeleri genellikle kuzeyli(Adnânî) olmaları dolayısıyla Kaysî
asabiyeti gütmüşler ve buna karşılık önemli ölçüde Yemenî muhalefetle karşı
karşıya kalmışlardır. Özellikle Yezid b. Abdülmelik bu politikasıyla öne
çıkmıştır. Ancak duruma göre Yemenî bloklaşmayı iktidara taşıyıp Kaysîleri
muhalefete koyan halîfeler de olmuştur. Bununla beraber Ömer b. Abdulazîz gibi
denge politikası güdenler de olmuştur. Abdülmelik de kendi hilâfetini
Yemenîlere borçlu olduğu halde denge politikasını tercih etmiştir.
İsmail TANRIVERDİ
[1] Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi.
[2] İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı doktora öğrencisi.
0 yorum:
Yorum Gönder