6 Kasım 2023 Pazartesi

Müminlerin Kardeşliği


MÜMİNLERİN KARDEŞLİĞİ

Prof. Dr. Âdem APAK

GİRİŞ

Hz. Peygamber’in (s.a.s) risâleti boyunca temsil ve tebliğ ettiği evrensel davetinin temel unsurları Vedâ hutbelerinde açık olarak son defa insanlığa ilân edilmiştir. Hutbelerde İslâm’ın bütün insanlığa hitap eden prensip ve esaslar dile getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), Âdem peygamberin (as) soyundan gelen bütün insanların eşit olduğunu ifade etmiş, Allah’a iman, insan haklarına saygı, özellikle kadın haklarının gözetilmesi gibi hususlara dikkat çekmiş, Allah’ın affetmeyeceği iki günahtan biri olan kul hakkına önemle işarette bulunmuştur. Aynı şekilde câhiliye adetlerinden olan faiz ve kan davalarının kaldırıldığı bu hutbe vesilesiyle bir kez daha hatırlatılmış, suçun şahsîliği esasına atıfta bulunulmuş, ayrıca eşlerin birbirleri üzerindeki hak ve sorumlulukları, Müslümanların kardeşliği, emânetlerin sahiplerine iade edilmesinin önemi üzerinde durulmuş; inanç bağlarının güçlendirilerek Kur’ân’a ve Sünnet’e sarılmanın önemi gibi dinin temel, insanlığın evrensel konuları vurgulanmıştır. Veda hutbelerinde dile getirilen temel hususlardan birisi de İslâm dinin en önemli hedeflerinde birisi olan ve tebliğ süreci boyunca Allah Rasûlü’nün (s.a.s) inşa etmeye çalıştığı din kardeşliği anlayışının korunması ve sürdürülmesidir. Zira Müslümanlar arasında inanç merkezli olarak kurulan ümmet bilincinin devamı ancak müminler arasındaki din kardeşliğinin tesisi ve güçlendirilmesiyle mümkün olacaktır.

A.  Din Kardeşliğinin Temelleri

Sözlükte kardeşlik, aynı ana babadan veya bunlardan birinden dünya­ya gelenler arasındaki kan bağını belirt­mesi yanında aynı sülâleye, kabile veya millete mensup olma hali olarak açıklanır.[1]

İslâmî literatürde kardeşlik (uhuvvet) ise aynı inanç ve de­ğerleri, dünya görüşünü paylaşma gibi ortaklık ve benzerlikleri bulunan kişi ya da gruplar arasındaki birlik ve dayanışma ruhu olarak anlaşılır. Dolayısıyla yeni durumda maddî anlamda kan birliğinin veya ortaklığının yerini manevî anlamda inanç birliği almıştır.[2]

Din kardeşliği hususu İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in (s.a.s) hadislerinde câhiliye telakkisinde soy birliğine ve kan bağına dayanan asabiyet kavra­mının yerine tevhid inancını esas alan manevî birliği, dayanışma ve paylaş­ma sorumluluğunu ifade sadedinde yay­gın biçimde kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de ihvân kelimesi çoğu yerde manevî kardeşlik olmak üzere her iki anlamda ge­çerken, müminlerin birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildiren âyet[3] dışında ihve kelimesi özellikle kana dayalı ger­çek kardeşleri ifade eder.

Kur’ân’da ayrıca bilinen kardeşlik kavramının farklı ilişki biçimleri de ortaya konulur. Nesep ilişkisi, miras, evlenme gibi fıkhî düzenlemeler üzerinde duru­lurken kardeşlerden söz edilmesi ya­nında, ahlâk açısından Hz. Âdem’in oğullarından Kâbil'in kıskançlık ve menfaat duygularına mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi[4], yine kıskançlık yüzünden Hz. Ya’kûb’un oğullarının kardeşleri Yûsuf’a iha­net etmeleri[5] anlatılır. Kur’ân’da manevî kardeşlikten kastedilen ise inanç, amaç ve davranış birliğidir. Kur’ân bu açıdan Müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gör­düğü gibi[6], Müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini de yine kar­deşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münafıklar da birbirinin kar­deşleridir.[7] Hatta Kur’ân’da münafıklarla Ehl-i kitap arasında bir kardeşlik bağı olduğuna da işaret edilir.[8] Bu iki tarafın kardeş olmalarını sağlayan ortak unsur ise her iki tarafın da Hz. Muhammed’in (s.a.s) peygamberliğini inkâr etmeleri, ona kar­şı tutumlarında aynı düşmanca niyeti bes­lemeleridir.

B. Cahiliyye Kardeşliğinden İslâm Kardeşliğine Dönüşümü: Asabiyetten Uhuvvete

Allah Rasûlü (s.a.s) kabile asabiyetinin bir sonucu olarak kan bağına büyük değer veren ve bütün inanç ve davranış kalıplarını kabile çerçevesinde düzenleyen bir topluma gönderilmişti. Bundan dolayı onun getirdiği inanç sisteminin toplumda yerleştirilebilmesi için eski anlayışın tamamen değişmesi gerekiyordu. Arap sosyal hayatı dikkate alındığında bu değişim ve dönüşümü bir beşerin başarması neredeyse mümkün değildi. Allah’ın elçisi sıfatıyla Hz. Muhammed (s.a.s) Mekke döneminde aile, aşiret, nesep, kavim gibi kan bağına dayalı birlik duygularının ve ilişkilerin önemini ve etkisini kabul etmekle birlikte, ilkel şekliyle şahsî veya ırkî çıkarlara yö­nelik olan asabiyet kavramının içeriğinde köklü bir değişiklik yaparak bu kavramı özellikle dinî öğretilerin yayılması, gerçe­ğin gün ışığına çıkarılması, daha faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedef­ler için bir araç olarak görmüştür. Buna göre İslâm'ın temel toplumsal dinamiği başından itibaren inanç birliği etrafında yoğunlaşan manevî kardeşlik duygusu olmuş, asabiyetten kaynaklanan farklılaşma ve çatışma eğilimleri en alt düzeye indirilmek suretiyle ilkelerini Kur’ân'ın belirledi­ği inanç ve değerler birliğine dayalı bir kardeşlik ruhu geliştirilmiştir. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde câhiliye Araplarındaki kabilecilik çatışmaları kendilerini bir yıkım noktasına sürüklemişken, İslâm sayesinde onların gönüllerinde barış ve kardeşlik duygularının gelişmesi, bu suretle de bir kardeşler topluluğu haline gelmeleri Al­lah'ın onlara bir yardım ve nimeti olarak değerlendirilmiştir.[9]

Hz. Peygamber (s.a.s) risâletinin başlangıcından itibaren İslâmî dünya görüşünü tesis etmek, toplumda din kardeşliği esasını yerleştirmek için Arap sosyal hayatında derin tesirleri olan câhiliye asabiyetiyle mücadele etmeye ve asabiyetin menfî tesirlerini en aza indirmeye çalışmıştır. Çünkü asabiyet ruhu câhiliye döneminde Arap kabilelerinin dağılmasına sebep olmuş, kabileler arasında devamlı düşmanlık üretmiş, intikam hislerini körüklemiş ve neticede onların güçlü bir millet haline gelmelerine imkân tanımamıştır. Hâlbuki İslâm dini inananlar arasında kardeşliği ve birliği hedefliyordu. Bundan dolayı geçmişten beri Arab’ın nefsine yerleşmiş olan asabiyetin toplumu parçalayıcı yönüyle mücadele etme, onu tesirsiz hale getirme ve dağınık halde yaşamaya alışmış kabileleri din kardeşliği merkezinde bütünleştirme zarureti vardı. Ancak onların adeta damarlarındaki kan gibi dolaşan ve asırlar geçtikçe daha da derinleşen asabiyetin kısa sürede etkisiz hale getirilmesi de neredeyse imkânsızdı. Bunun için Allah Rasûlü (s.a.s) asabiyetin yerine din kardeşliğini geçirebilmek adına tedrici ve devamlı bir dönüşüm stratejisi takip etmiştir. Öncelikli olarak bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmiş[10] ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını reddetmiştir.[11] Kur’ân’da insanların doğuştan kazanılan, soylarından gelen bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek olan takvada ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususları açıkça ifade edilmiştir.[12] Allah Rasûlü (s.a.s) Mekke’nin fethi günündeki hutbesinde İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden câhiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Âdem’dendir, Âdem de topraktandır”[13] sözleriyle açıkça ortaya koymuş, Veda hutbelerinde aynı gerçeği daha şümullü bir şekilde şöyle dile getirmiştir: 

“Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takvâ dışında hiçbir Arabın Arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır”.[14]

Allah Rasûlü’nün (s.a.s) atmış olduğu bu önemli adımlara rağmen İslâm öncesi dönemden beri devam eden soya dayalı övünme ve ırkın üstünlüğüne dayanma anlayışının tamamen ortadan kaldırılması mümkün olmamıştır. Çünkü Araplar geleneksel olarak neseplerine son derece düşkün bir milletti ve nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.s) soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir:

“Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”.[15] “Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliye ölümüdür”.[16]

İslâm Peygamberi (s.a.s) her şeyden önce kabile ruhu demek olan asabiyet uğruna gayreti câhiliye davası olarak nitelemiştir: “Câhiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir”[17]. “Şu câhiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”.[18] Bu hadislerde geçen câhiliye davası, aslında câhiliye çağrısı demektir ki, bir kimsenin kendi kabile mensuplarından “Yetişin ey filan oğulları” diyerek yardım istemesidir. Bunu işiten kabile halkının çağrıyı yapan kimseye haklı veya haksız, zalim veya mazlum olsun tereddütsüz yardıma koşması esastır ve bu da asabiyetin faaliyete geçmesinden başka bir şey değildir. İslâm dini kabile taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, câhiliye davasına çağırmayı da buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır.

İslâm, kabilevî yönelimlere karşı koymaya çalışmıştır. Bu durum güçlü bir şekilde İslâm’ın kabile asabiyetine karşı savaşında, fertler arasındaki kan bağı yerine akîde ve imana dayanan yeni bir kan bağı oluşturmasında, kan davası, otlak ve su için savaş düşüncesini ilke ve din uğruna cihad, ümmeti savunmak ve himaye etmek için düzenli savaş düşüncesiyle değiştirmesinde ve kabile sınırlarını aşarak, çıkarları diğer bütün çıkarların üzerinde olan kabileler üstü bir ümmet oluşturmasında açığa çıkar. Hz. Peygamber (s.a.s), gelenek ve kabile düşüncesinin yerini tutmak üzere devlet ve kanun düşüncesini-din aracılığı ile- yerleştirdi. Kabile dışındaki otorite bedevîlere yabancı gelen bir düşünceydi. Zira onlar kabile geleneği dışında herhangi bir kanun tanımazlardı. Oysa İslâm otoritenin yalnız Allah’a ait olduğunu ve ancak onun adıyla var olabileceğini belirterek yönetimin adaleti gerçekleştirmeyi ve ümmeti korumayı hedeflemesi gerektiğini açıklamıştır.[19]

Rasûlüllah (s.a.s) kabile asabiyetini önleme ve müminlerini din kardeşliğinde birleştirme hususunda sadece yakınındaki Müslümanları değil, uzak beldelerdeki insanları da uyarma ihtiyacı hissetmiş, muhtelif kabilelerle yaptığı anlaşmalarda ve onlara gönderdiği mektuplarda halkı kabilecilik konusunda dikkatli olmaya çağırmış, onlardan din kardeşliği çerçevesinde birlik oluşturmalarını istemiştir.  Nitekim Hâris b. Ka‘b kabilesiyle yaptığı anlaşmada, ihtilâf vukuunda onları asabiyete çağrı yapmaktan menetmiş, davetin ancak Allah’ın birliğine olmasını istemiş, Allah’ı bırakıp da kabile veya aşiretine çağıranın engellenmesini emretmiştir.[20]

Hz. Peygamber (s.a.s) tebliğ döneminde kabilelerin İslâm’a hizmetlerini göz önünde bulundurarak onlar arasında yeni bir derecelendirmeye gitmiştir. Bu davranışıyla câhiliye dönemindeki kabile üstünlüğü kriteri sayılan güce ve nesebe bağlı derecelendirme yerine, dine hizmet noktasında yeni bir kıstas ortaya koyarak bu yolla asabiyet hissi yerine inanç birliği ve din kardeşliği esasını öne çıkarmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s), Arap kabilelerini sadece İslâm’a hizmetleri nispetinde derecelendirmekle iktifa etmemiş, başka ırklara mensup olan ilk Müslümanlardan Selmân-ı Farisî ve Bilâl-i Habeşî gibi sahâbîleri de en yakın dostları arasına almış, benzer şekilde köle asıllı olan Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı’na birinci komutan olarak tayin etmiş, onun oğlu Üsâme’yi de ashâptan ileri gelen pek çok kişinin iştirak ettiği bir askerî seferin komutasına getirmiştir.[21]

Allah Rasûlü (s.a.s), asabiyeti, câhiliye davası olarak tanımlayıp zararlarına vurgu yapmakla birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemelidir: Mazlumsa onu korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır.[22]

C.  Örnek Kardeşlik Hukunun Teşekkülü: Ensâr-Muhâcir Kardeşliği

İslâm dininin ortaya koyduğu din kardeşliği idealinin pratik örneklerini Allah Rasûlü’nün Medine’ye hicretinden hemen sonra gerçekleştirdiği Ensâr-Muhâcir kardeşliği uygulamasında bulmak mümkündür. Allah Rasûlü (s.a.s) bunu sağlamak için Ensâr ve Muhâcirûn’u genel bir çağrı ile kardeş ilânını yeterli görmeyip, her iki taraftan birer kişiyi karşılıklı olarak kardeş ilân etmiştir.[23] Böylece birlikteliği kan unsurundan çıkarıp manevî bir temele dayandırmak suretiyle soya dayalı kabilevî ittifakı akîdevî ittifaka çevirmiş; kandan inanca, kabileden gelen statüden akideden kaynaklanan birliğe geçişi sağlamış; artık kabile ve aşiretin yerini ümmet ve millet almıştır. Câhiliye döneminde kabilelerin anlaşmasıyla (hilf) birbirlerine yardımcı olan kabile mensupları, artık din kardeşliği paydasında bir araya gelen müminler haline gelmişlerdir.[24]

Görüldüğü gibi Medine’de gerçekleştirilen faaliyet, câhiliye döneminde yaygın olarak görülen bir kabilenin diğerine iltihakından yahut herhangi iki kabilenin başka kabilelere karşı savunma veya saldırı amacıyla oluşturdukları ittifaktan tamamen farklıydı. Zira yeni durumda bütün halinde kabile hükm-i şahsiyetinin yerini ferdî olarak tek tek Müslümanlar alıyor, bu şekilde sorumluluk mensup olunan kabilelere değil, din kardeşliğinde birleşen Müslüman bireylere yükleniyordu. Sonuçta bütün Müslümanlar kabile mensubu olmanın sınırlarını aşarak bir inanç etrafında kardeş kabul edilen topluluğun eşit hak ve sorumluluklara sahip üyeleri konumuna geliyorlardı. Bu uygulama bütün halinde kabileyi ve gelenekleri esas alan bir toplumdan, ferdi ve inancı esas kabul eden yeni bir topluma geçişin ilk adımıdır. Karşılıklı akdedilen kardeşlik Kur’ân’da şu ifadelerle övül­mektedir: “İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (Muhâcirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek müminlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret eden ve sizinle cihad edenlere gelince, işte onlar da sizdendir. Allah’ın kitabınca, kan akrabaları birbirlerine (varis olmaya) daha layıktırlar. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”.[25]

Hz. Peygamber’in (s.a.s) Medine‘de tesis ettiği Ensâr-Muhâcir din kardeşliği anlayışı o noktaya varmıştı ki aralarında kan bağı bulunmayan, ancak inançları sebebiyle birbirleriyle manevî kardeş kabul edilen Müslümanlar başlangıçta aralarında mirasçı dahi kabul edilmişlerdi. Kur’ân’da bu hususa “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler (Muhâcirler) ve barındırıp onlara yardım edenler (Ensâr) var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velâyetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir[26] âyetiyle işaret edilir. Ancak daha sonra Muhâcirlerin durumu düzelince bu uygulama “Akrabalık yönünden yakınlıkları olanlar Allah’ın hükmüne göre mirasta birbirine daha yakındır”[27] hükmüyle neshedilmiştir.[28]

Medine‘de gerçekleştirilen örnek din kardeşliği uygulaması her şeyden önce Evs ve Hazrec arasında geçmişte meydana gelen üzücü hadiseleri sona erdirmiş görünmektedir. Gerçekten de yıllardan beri Medine’de yaşayan bu iki kabile arasındaki kan ortaklığı, birleştiricilik vazifesini yerine getirmek bir yana, intikam sebebiyle onların uzun yıllar boyunca birbirlerini kırmalarına neden olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) kan bağı yerine dinî inancı esas alınca öncelikle Medine’deki Araplar düşmanlığı bırakıp gerçek kardeşliğe adım atarak eski davalarını unutmuşlardır. “Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti. Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi kurtardı” âyetlerinde[29] onların geçmişleri ve yeni durumları mukayese edilir.

Hz. Peygamber’in (s.a.s) Medine’de işlerlik kazandırdığı din kardeşliği uygulaması, esasında hicret öncesi Mekke‘deki Müslümanların kendi aralarında kardeş kabul edilmelerinin devamından başka bir şey değildi. Zira Allah Rasûlü (s.a.s), Mekke döneminde müşriklerin baskı ve işkenceleri karşısında Müslümanlar arasında güçlü bir dayanışmayı temin ve İslâm’ın ancak inanç kardeşliği üzerine yükselebileceğini vurgulama amacıyla müminlerini kendi aralarında kardeş yapmış, bu adımın başlangıcı olarak kendisi Hz. Ali ile amcası Hz. Hamza da azatlısı Zeyd b. Hârise ile kardeş olmuşlardır. Daha sonra da Hz. Osman ile Abdurrahmân b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm ile Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyde b. Hâris ile Bilâl b. Rebâh, Mus’ab b. Umeyr ile Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ile Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sâlim, Saîd b. Zeyd ile de Talhâ b. Ubeydullah kardeş sayılmışlardır.[30] Medine’deki yeni eşleşmede ise, Hz. Ebû Bekir, Hârice b. Zeyd ile Abdullah b. Mes’ûd, Muâz b. Cebel ile Mus’ab b. Umeyr ise Ka’b b. Mâlik ile kardeş olmuşlardır.[31]

D.  Kardeşlik Hukukunun Kazanımları

Medine’de Ensâr-Muhâcir kardeşliği sayesinde evvelemirde bütün varlıklarını Mekke‘de bırakmak zorunda kalan Kureyş Müslümanlarının maddî ve manevî ihtiyaçlarının karşılanması temin edilmiştir. Nitekim Medineliler Kur’ân’ın emriyle öz kardeşleri olarak kabul ettikleri Muhâcirlerle sahip oldukları bütün imkânları paylaşmışlardır. Bu faaliyet neticesinde her iki taraf arasında ruhî, ictimaî ve iktisadî birlik ve tesânüd gerçekleştirilmiş adeta onlar kader ortağı olmuşlardır.

Hz. Peygamber’in (s.a.s) Medine‘de inanç merkezli oluşturduğu Müslüman topluluk zamanla şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelmiştir. Bu birlik daha sonraki süreçte hiçbir şekilde zafiyete uğramamış, hatta Allah Rasûlü’nün (s.a.s) liderliğinde etkisini ve kuvvetini daha da artırmıştır. O kadar ki, bu sağlam yapı sayesinde hem Medine içindeki münafıklara hem Medineli Yahûdî düşmanlara, hem de Mekke ve Hicaz’ın diğer müşrik Araplarına karşı aynı anda mücadele edilebilmiş, güçlü yardım ve dayanışma duygusuyla bütün bu hasım unsurlar Müslümanlar tarafından sırasıyla etkisiz hale getirilebilmiştir. Medine’de Ensâr-Muhâcir arasında gerçekleştirilen bu hadise tarihsel bir değer taşımasının yanı sıra esasında İslâm dünya görüşünün evrensel kardeşlik prensiplerinin pratik uygulamasını da göstermesi açısından son derece önemlidir. Dolayısıyla bu tarihî örneklerle verilmek istenen mesaj, bütün Müslümanların her dönemde Ensâr ile Muhâcirûn arasındaki din kardeşliğini kendileri için örnek almaları ve bunu kendi yaşadıkları çağda uygulamaya geçirmeleridir.

Din kardeşliğini soy ortaklığının önüne geçiren İslâmî öğreti bunun yanı sıra insanların yakınlarıyla ilgilenmelerini, yani soy esaslı dayanışmalarını da inkâr etmemiş, üstelik sıla-i rahim uygulamasıyla bunu dinin hususî bir emri haline getirmiştir. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber (s.a.s), Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy bağlılığı anlayışının yerine sıla-i rahim çerçevesinde Müslümanlara birtakım dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, akrabalık ilişkilerini de içine alan toplum düzeninin sağlanması ve yardımlaşma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayıdır ki, İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, üstelik soyları ile bağını kesenleri yermiştir. “Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağını koparmaktan sakının”.[32] Hz. Peygamber (s.a.s) de akrabayı gözetmeyi Allah ve âhiret gününe imanın bir gereği kabul etmiştir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse misafirine ikram etsin, Allah’a ve ahiret gününe iman eden sıla-i rahimde bulunsun”[33], “Sılayı terk eden cennete giremez”.[34]

İslâm’a göre akraba olmak, dinî ve ahlakî sorumlulukların yanında yakınlara bazı sosyal yükümlülükler de getirmiştir. İslâm hukukunda sadece akrabalık ilişkileriyle ortaya çıkan özel hukukî hükümler vardır.[35] Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse hadislerde akrabalık bağlarının karşılıklı ziyaret, haberleşme, maddî ve manevî yardım gibi çeşitli yollarla korunması ve güçlendirilmesi hususunda önemle durulmuştur. İslâm dini, akrabalık konusunda tabiî olarak kan bağını esas almakla birlikte, evlilik ve emzirmeden meydana gelen akrabalığa da ehemmiyet vermiş, bunları da bazı dinî ve hukukî sonuçlar doğuracak şekilde akrabalık meydana getiren unsurlar içerisine dâhil etmiştir. [36]

SONUÇ

Hz. Muhammed (s.a.s) son peygamber ve âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Onun mesajı belli bir bölgeye veya millete değil, bütün insanlığadır. Nitekim Kur’ân’ın pek çok yerinde “Ey insanlar” ifadesiyle sadece Müslümanlara değil, beşeriyetin tamamına hitap edilmekte, onlardan müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem’e (s.a.s) uymaları istenmektedir. İslâm inancına göre Allah bütün insanların yaratıcısıdır, dolayısıyla daveti bütün insanlığa şâmildir. Risâletinin evrenselliği sebebiyle Hz. Peygamber (s.a.s) sadece içinde yaşadığı Arap Yarımadası’ndaki sadece belli kabilelere değil, zamanının büyük devletlerinin idarecilerine elçiler göndermek suretiyle onları İslâm’a davet etmiş, bu şekilde tebliğinin evrenselliğini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Allah Rasûlü (s.a.s) vefatından kısa süre önce hac esnasında îrâd ettiği Veda hutbelerinde sadece Müslümanları değil, “Ey insanlar” ifadesiyle bütün insanlığı muhatap almış ve evrensel bir hitap kullanmıştır. Son peygamber olması hasebiyle Hz. Muhammed’in (s.a.s) risâleti evrenseldir ve kıyamete kadar sürekli olacaktır. Binâenaleyh onun mesajlarını bütün insanlığı muhatap alacak şekilde anlamak, ardından da onu evrensel mesajlar çerçevesinde insanlara tanıtmak gerekir. Zira unutulmamalıdır ki, Allah Rasûlü (s.a.s), İslâm medeniyetinin üzerine inşa edildiği değerler sistemini hayata geçiren, onlara dinamiklik kazandıran bir şahsiyettir. Bu sebeple onun doğru bir şekilde tanıtılması, esasında çağımızda kimlik bunalımı yaşayan Müslümanlar ve tüm insanlık için büyük bir imkân olacaktır. Zira ferdî ve sosyal düzeyde hayatı anlamlandıran, kimlik, kişilik oluşturan, güven ve dinamizm kazandıran, hâsılı medeniyetin çerçevesini çizen ana unsur şüphesiz değerler sistemidir. İslâm medeniyetinin üzerine inşa edildiği inanç, aile, sevgi, saygı, doğruluk, adalet, eşitlik, dayanışma, çalışma, cömertlik, dostluk, merhamet, iyilik, tevekkül, hoşgörü, barış ve özellikle de din kardeşliği gibi belli başlı değerler ise bizzat Rasûlüllah (s.a.s) tarafından en güzel şekilde hayata geçirilen, Müslümanlara ve tüm insanlığa örnek olarak sunulan evrensel değerlerdir. İslâm medeniyetinin oluşum ve gelişme aşamalarında bu değerler Müslümanlara ruh vermiş ve bu ruh, zamanla eserlere ve kurumlara yansımıştır. Dolayısıyla bu değerler merkezinde tanıtılan Hz. Peygamber (s.a.s) de, şüphesiz hem Müslümanlar hem bütün insanlık için en büyük rehber olma özelliğini güçlü bir şekilde devam ettirecektir.

KAYNAKLAR

Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, I-VI, (çev. Komisyon), İstanbul 1996.

Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah (281/855), Müsned, I-V, Beyrut ts.

Akyüz, Vecdi, “Akraba”, DİA, II, 286.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (256/870), Sahîh-i Buhârî, I-VIII, İstanbul 1979.

Çağrıcı, Mustafa, “Kardeşlik”, DİA, XXIV, 485-486.

Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991.

Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as b. İshâk el-Ezdî es-Sicistanî (275/889), Sünen, (thk. Muhammed Avvâme), Cidde 1998.

Fayda, Mustafa, “Câhiliyye”, DİA, VII, 17-19.

Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut 1985.

İbn Habîb, Ebû Ca’fer Muhammed (245/859), Kitabu’l-Muhabber, (thk. Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde).

İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.

İbn İshâk, Ebû Bekir b. Muhammed (151/768), Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981.

İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd Mâce el-Kazvinî (273/887), Sünen, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-II, Kahire 1953.

İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükrim (771/1369), Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır).

İbn Sa’d, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).

Müslim, İmam Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kureşî en-Nisâbûrî (261/874), Sahîh-i Müslim, (thk. Muhammed Fuad Abdulbâki), I-V, Beyrut 1972.

 



[1]    İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 19-24.

[2]    Çağrıcı, Mustafa, “Kardeşlik”, DİA, XXIV, 485-486.

[3]    Hucurât, 49/10.

[4]    Mâide, 5/ 27-31.

[5]    Yûsuf, 12/8-15.

[6]    Âl-i İmrân, 3/103; Tevbe, 9/ 11; Hucurât, 49/10; Haşr 59/10.

[7]    Âl-i İmrân, 3/156, 168; Ahzâb, 33/18.

[8]    Haşr, 59/11.

[9]    “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. (Âl-i İmrân, 3/103.

[10] Hucurât, 49/10.

[11] Tekâsür, 102/1-8.

[12] Hucurât, 49/9-13.

[13] İbn İshâk, Sîre, s. 94.

[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 11.

[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Ebû Davud, Edeb 112.

[16] Müslim, İmâre 57; İbn Mâce, Fiten 7.

[17] Buhârî, Cenâiz 39.

[18] Buhârî, Menâkıb 8.

[19] Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, s. 75-76.

[20] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 208.

[21] İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 15, 253.

[22] Buhârî, Mezâlim 4, İkrah 7.

[23] Buhârî, Nikâh 68.

[24] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 3.

[25] Enfâl, 8/74-75.

[26] Enfâl, 8/72.

[27] Enfâl, 8/75.

[28] Buhârî, Kefâle 2, Tefsîru’l-Kur’ân 7, Ferâiz 16.

[29] Âl-i İmrân, 3/103.

[30] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 70-71.

[31] İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 238-329.

[32] Nisâ, 4/1.

[33] Buhârî, Edeb 31.

[34] Müslim, Birr 18.

[35] Bakara, 2/179.

[36] İbn İshâk, Sîre, s. 94; İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 71-75; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 238-329; Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye,  s. 208; Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, s. 75-76; Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, III, 411-438; Akyüz, Vecdi, “Akraba”, DİA, II, 286; Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, DİA, VII, 18


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar