MÜMİNLERİN KARDEŞLİĞİ
Prof. Dr. Âdem APAK
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in (s.a.s) risâleti boyunca temsil ve tebliğ ettiği evrensel davetinin temel unsurları Vedâ hutbelerinde açık olarak son defa insanlığa ilân edilmiştir. Hutbelerde İslâm’ın bütün insanlığa hitap eden prensip ve esaslar dile getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s), Âdem peygamberin (as) soyundan gelen bütün insanların eşit olduğunu ifade etmiş, Allah’a iman, insan haklarına saygı, özellikle kadın haklarının gözetilmesi gibi hususlara dikkat çekmiş, Allah’ın affetmeyeceği iki günahtan biri olan kul hakkına önemle işarette bulunmuştur. Aynı şekilde câhiliye adetlerinden olan faiz ve kan davalarının kaldırıldığı bu hutbe vesilesiyle bir kez daha hatırlatılmış, suçun şahsîliği esasına atıfta bulunulmuş, ayrıca eşlerin birbirleri üzerindeki hak ve sorumlulukları, Müslümanların kardeşliği, emânetlerin sahiplerine iade edilmesinin önemi üzerinde durulmuş; inanç bağlarının güçlendirilerek Kur’ân’a ve Sünnet’e sarılmanın önemi gibi dinin temel, insanlığın evrensel konuları vurgulanmıştır. Veda hutbelerinde dile getirilen temel hususlardan birisi de İslâm dinin en önemli hedeflerinde birisi olan ve tebliğ süreci boyunca Allah Rasûlü’nün (s.a.s) inşa etmeye çalıştığı din kardeşliği anlayışının korunması ve sürdürülmesidir. Zira Müslümanlar arasında inanç merkezli olarak kurulan ümmet bilincinin devamı ancak müminler arasındaki din kardeşliğinin tesisi ve güçlendirilmesiyle mümkün olacaktır.
A. Din Kardeşliğinin
Temelleri
Sözlükte kardeşlik, aynı ana babadan veya bunlardan birinden dünyaya
gelenler arasındaki kan bağını belirtmesi yanında aynı sülâleye, kabile veya
millete mensup olma hali olarak açıklanır.[1]
İslâmî literatürde kardeşlik (uhuvvet) ise aynı inanç ve değerleri,
dünya görüşünü paylaşma gibi ortaklık ve benzerlikleri bulunan kişi ya da
gruplar arasındaki birlik ve dayanışma ruhu olarak anlaşılır. Dolayısıyla yeni
durumda maddî anlamda kan birliğinin veya ortaklığının yerini manevî anlamda
inanç birliği almıştır.[2]
Din kardeşliği hususu İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm ve
Hz. Peygamber’in (s.a.s) hadislerinde câhiliye telakkisinde soy birliğine ve
kan bağına dayanan asabiyet kavramının yerine tevhid inancını esas alan manevî
birliği, dayanışma ve paylaşma sorumluluğunu ifade sadedinde yaygın biçimde
kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de ihvân kelimesi çoğu yerde manevî kardeşlik olmak
üzere her iki anlamda geçerken, müminlerin birbirlerinin kardeşleri olduğunu
bildiren âyet[3]
dışında ihve kelimesi özellikle kana dayalı gerçek kardeşleri ifade eder.
Kur’ân’da ayrıca bilinen kardeşlik kavramının farklı ilişki
biçimleri de ortaya konulur. Nesep ilişkisi, miras, evlenme gibi fıkhî
düzenlemeler üzerinde durulurken kardeşlerden söz edilmesi yanında, ahlâk
açısından Hz. Âdem’in oğullarından Kâbil'in kıskançlık ve menfaat duygularına
mağlûp olarak kardeşi Hâbil'i öldürmesi[4], yine kıskançlık yüzünden
Hz. Ya’kûb’un oğullarının kardeşleri Yûsuf’a ihanet etmeleri[5]
anlatılır. Kur’ân’da manevî kardeşlikten kastedilen ise inanç, amaç ve davranış
birliğidir. Kur’ân bu açıdan Müslümanları birbirinin kardeşleri olarak gördüğü
gibi[6],
Müslümanların dışında kalan inanç grupları arasındaki ortaklık ve iş birliğini
de yine kardeşlik kavramıyla ifade eder. Buna göre inkârcılar ve münafıklar da
birbirinin kardeşleridir.[7]
Hatta Kur’ân’da münafıklarla Ehl-i kitap arasında bir kardeşlik bağı olduğuna
da işaret edilir.[8] Bu
iki tarafın kardeş olmalarını sağlayan ortak unsur ise her iki tarafın da Hz.
Muhammed’in (s.a.s) peygamberliğini inkâr etmeleri, ona karşı tutumlarında
aynı düşmanca niyeti beslemeleridir.
B. Cahiliyye
Kardeşliğinden İslâm Kardeşliğine Dönüşümü: Asabiyetten Uhuvvete
Allah Rasûlü (s.a.s) kabile asabiyetinin bir sonucu olarak kan
bağına büyük değer veren ve bütün inanç ve davranış kalıplarını kabile
çerçevesinde düzenleyen bir topluma gönderilmişti. Bundan dolayı onun getirdiği
inanç sisteminin toplumda yerleştirilebilmesi için eski anlayışın tamamen
değişmesi gerekiyordu. Arap sosyal hayatı dikkate alındığında bu değişim ve
dönüşümü bir beşerin başarması neredeyse mümkün değildi. Allah’ın elçisi
sıfatıyla Hz. Muhammed (s.a.s) Mekke döneminde aile, aşiret, nesep, kavim gibi
kan bağına dayalı birlik duygularının ve ilişkilerin önemini ve etkisini kabul
etmekle birlikte, ilkel şekliyle şahsî veya ırkî çıkarlara yönelik olan
asabiyet kavramının içeriğinde köklü bir değişiklik yaparak bu kavramı
özellikle dinî öğretilerin yayılması, gerçeğin gün ışığına çıkarılması, daha
faziletli bir toplum kurulması gibi yüksek hedefler için bir araç olarak
görmüştür. Buna göre İslâm'ın temel toplumsal dinamiği başından itibaren inanç
birliği etrafında yoğunlaşan manevî kardeşlik duygusu olmuş, asabiyetten
kaynaklanan farklılaşma ve çatışma eğilimleri en alt düzeye indirilmek
suretiyle ilkelerini Kur’ân'ın belirlediği inanç ve değerler birliğine dayalı
bir kardeşlik ruhu geliştirilmiştir. Nitekim Âl-i İmrân sûresinde câhiliye
Araplarındaki kabilecilik çatışmaları kendilerini bir yıkım noktasına
sürüklemişken, İslâm sayesinde onların gönüllerinde barış ve kardeşlik
duygularının gelişmesi, bu suretle de bir kardeşler topluluğu haline gelmeleri
Allah'ın onlara bir yardım ve nimeti olarak değerlendirilmiştir.[9]
Hz. Peygamber (s.a.s)
risâletinin başlangıcından itibaren İslâmî dünya görüşünü tesis etmek, toplumda
din kardeşliği esasını yerleştirmek için Arap sosyal hayatında derin tesirleri
olan câhiliye asabiyetiyle mücadele etmeye ve asabiyetin menfî tesirlerini en
aza indirmeye çalışmıştır. Çünkü asabiyet ruhu câhiliye döneminde Arap
kabilelerinin dağılmasına sebep olmuş, kabileler arasında devamlı düşmanlık
üretmiş, intikam hislerini körüklemiş ve neticede onların güçlü bir millet
haline gelmelerine imkân tanımamıştır. Hâlbuki İslâm dini inananlar arasında
kardeşliği ve birliği hedefliyordu. Bundan dolayı geçmişten beri Arab’ın
nefsine yerleşmiş olan asabiyetin toplumu parçalayıcı yönüyle mücadele etme,
onu tesirsiz hale getirme ve dağınık halde yaşamaya alışmış kabileleri din
kardeşliği merkezinde bütünleştirme zarureti vardı. Ancak onların adeta damarlarındaki
kan gibi dolaşan ve asırlar geçtikçe daha da derinleşen asabiyetin kısa sürede
etkisiz hale getirilmesi de neredeyse imkânsızdı. Bunun için Allah Rasûlü
(s.a.s) asabiyetin yerine din kardeşliğini geçirebilmek adına tedrici ve
devamlı bir dönüşüm stratejisi takip etmiştir. Öncelikli olarak bütün
müminlerin kardeş olduklarını ilân etmiş[10] ve
asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını
reddetmiştir.[11]
Kur’ân’da insanların doğuştan
kazanılan, soylarından gelen bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında
üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek olan takvada ve kullukta
gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği
hususları açıkça ifade edilmiştir.[12] Allah
Rasûlü (s.a.s) Mekke’nin fethi günündeki
hutbesinde İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden
câhiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün
insanlar Âdem’dendir, Âdem de
topraktandır”[13] sözleriyle
açıkça ortaya koymuş, Veda hutbelerinde aynı gerçeği daha şümullü bir şekilde
şöyle dile getirmiştir:
“Ey insanlar, sizin
Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takvâ dışında hiçbir Arabın
Arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın
siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en
müttakî olanınızdır”.[14]
Allah Rasûlü’nün (s.a.s)
atmış olduğu bu önemli adımlara rağmen İslâm öncesi dönemden beri devam eden
soya dayalı övünme ve ırkın üstünlüğüne dayanma anlayışının tamamen ortadan
kaldırılması mümkün olmamıştır. Çünkü Araplar geleneksel olarak neseplerine son
derece düşkün bir milletti ve nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı.
Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.s) soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme
fiillerini kınamış, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade
etmiştir:
“Asabiyet, bir kişinin
kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”.[15] “Asabiyet
duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası
güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliye
ölümüdür”.[16]
İslâm Peygamberi (s.a.s)
her şeyden önce kabile ruhu demek olan asabiyet uğruna gayreti câhiliye davası
olarak nitelemiştir: “Câhiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir”[17].
“Şu câhiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”.[18] Bu
hadislerde geçen câhiliye davası, aslında câhiliye çağrısı demektir ki, bir
kimsenin kendi kabile mensuplarından “Yetişin ey filan oğulları” diyerek yardım
istemesidir. Bunu işiten kabile halkının çağrıyı yapan kimseye haklı veya
haksız, zalim veya mazlum olsun tereddütsüz yardıma koşması esastır ve bu da
asabiyetin faaliyete geçmesinden başka bir şey değildir. İslâm dini kabile
taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların
kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, câhiliye davasına
çağırmayı da buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır.
İslâm, kabilevî
yönelimlere karşı koymaya çalışmıştır. Bu durum güçlü bir şekilde İslâm’ın
kabile asabiyetine karşı savaşında, fertler arasındaki kan bağı yerine akîde ve
imana dayanan yeni bir kan bağı oluşturmasında, kan davası, otlak ve su için
savaş düşüncesini ilke ve din uğruna cihad, ümmeti savunmak ve himaye etmek
için düzenli savaş düşüncesiyle değiştirmesinde ve kabile sınırlarını aşarak,
çıkarları diğer bütün çıkarların üzerinde olan kabileler üstü bir ümmet
oluşturmasında açığa çıkar. Hz. Peygamber (s.a.s), gelenek ve kabile
düşüncesinin yerini tutmak üzere devlet ve kanun düşüncesini-din aracılığı ile-
yerleştirdi. Kabile dışındaki otorite bedevîlere yabancı gelen bir düşünceydi.
Zira onlar kabile geleneği dışında herhangi bir kanun tanımazlardı. Oysa İslâm
otoritenin yalnız Allah’a ait olduğunu ve ancak onun adıyla var olabileceğini
belirterek yönetimin adaleti gerçekleştirmeyi ve ümmeti korumayı hedeflemesi
gerektiğini açıklamıştır.[19]
Rasûlüllah (s.a.s) kabile asabiyetini önleme ve
müminlerini din kardeşliğinde birleştirme hususunda sadece yakınındaki
Müslümanları değil, uzak beldelerdeki insanları da uyarma ihtiyacı hissetmiş,
muhtelif kabilelerle yaptığı anlaşmalarda ve onlara gönderdiği mektuplarda
halkı kabilecilik konusunda dikkatli olmaya çağırmış, onlardan din kardeşliği
çerçevesinde birlik oluşturmalarını istemiştir.
Nitekim Hâris b. Ka‘b kabilesiyle yaptığı anlaşmada, ihtilâf vukuunda
onları asabiyete çağrı yapmaktan menetmiş, davetin ancak Allah’ın birliğine
olmasını istemiş, Allah’ı bırakıp da kabile veya aşiretine çağıranın
engellenmesini emretmiştir.[20]
Hz. Peygamber (s.a.s)
tebliğ döneminde kabilelerin İslâm’a hizmetlerini göz önünde bulundurarak onlar
arasında yeni bir derecelendirmeye gitmiştir. Bu davranışıyla câhiliye
dönemindeki kabile üstünlüğü kriteri sayılan güce ve nesebe bağlı
derecelendirme yerine, dine hizmet noktasında yeni bir kıstas ortaya koyarak bu
yolla asabiyet hissi yerine inanç birliği ve din kardeşliği esasını öne
çıkarmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s), Arap kabilelerini sadece İslâm’a hizmetleri
nispetinde derecelendirmekle iktifa etmemiş, başka ırklara mensup olan ilk
Müslümanlardan Selmân-ı Farisî ve Bilâl-i Habeşî gibi sahâbîleri de en
yakın dostları arasına almış, benzer şekilde köle asıllı olan Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı’na birinci komutan olarak tayin etmiş,
onun oğlu Üsâme’yi de ashâptan ileri gelen pek çok kişinin iştirak ettiği bir
askerî seferin komutasına getirmiştir.[21]
Allah Rasûlü (s.a.s),
asabiyeti, câhiliye davası olarak tanımlayıp zararlarına vurgu yapmakla
birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal
etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemelidir: Mazlumsa onu
korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır.[22]
C. Örnek Kardeşlik Hukunun Teşekkülü: Ensâr-Muhâcir
Kardeşliği
İslâm
dininin ortaya koyduğu din kardeşliği idealinin pratik örneklerini Allah
Rasûlü’nün Medine’ye hicretinden hemen sonra gerçekleştirdiği Ensâr-Muhâcir
kardeşliği uygulamasında bulmak mümkündür. Allah Rasûlü (s.a.s)
bunu sağlamak için Ensâr ve Muhâcirûn’u genel bir çağrı ile
kardeş ilânını yeterli görmeyip, her iki taraftan birer kişiyi karşılıklı
olarak kardeş ilân etmiştir.[23]
Böylece birlikteliği kan unsurundan çıkarıp manevî bir temele dayandırmak suretiyle
soya dayalı kabilevî ittifakı akîdevî ittifaka çevirmiş; kandan inanca,
kabileden gelen statüden akideden kaynaklanan birliğe geçişi sağlamış; artık
kabile ve aşiretin yerini ümmet ve millet almıştır. Câhiliye döneminde
kabilelerin anlaşmasıyla (hilf) birbirlerine yardımcı olan kabile mensupları,
artık din kardeşliği paydasında bir araya gelen müminler haline gelmişlerdir.[24]
Görüldüğü gibi Medine’de gerçekleştirilen
faaliyet, câhiliye döneminde yaygın olarak görülen bir kabilenin
diğerine iltihakından yahut herhangi iki kabilenin başka kabilelere karşı
savunma veya saldırı amacıyla oluşturdukları ittifaktan tamamen farklıydı. Zira
yeni durumda bütün halinde kabile hükm-i şahsiyetinin yerini ferdî olarak tek
tek Müslümanlar alıyor, bu şekilde sorumluluk mensup olunan
kabilelere değil, din kardeşliğinde birleşen Müslüman bireylere yükleniyordu.
Sonuçta bütün Müslümanlar kabile mensubu olmanın sınırlarını aşarak bir inanç
etrafında kardeş kabul edilen topluluğun eşit hak ve sorumluluklara sahip
üyeleri konumuna geliyorlardı. Bu uygulama bütün halinde kabileyi ve
gelenekleri esas alan bir toplumdan, ferdi ve inancı esas kabul eden yeni bir
topluma geçişin ilk adımıdır. Karşılıklı akdedilen kardeşlik Kur’ân’da şu ifadelerle övülmektedir:
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (Muhâcirleri)
barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek müminlerdir. Onlar
için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret eden
ve sizinle cihad edenlere gelince, işte onlar da sizdendir. Allah’ın kitabınca,
kan akrabaları birbirlerine (varis olmaya) daha layıktırlar. Şüphesiz Allah
hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir”.[25]
Hz. Peygamber’in (s.a.s) Medine‘de tesis ettiği Ensâr-Muhâcir din kardeşliği anlayışı o noktaya varmıştı ki
aralarında kan bağı bulunmayan, ancak inançları sebebiyle birbirleriyle manevî
kardeş kabul edilen Müslümanlar başlangıçta aralarında mirasçı dahi kabul
edilmişlerdi. Kur’ân’da bu hususa “İman edip hicret eden
ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler (Muhâcirler) ve
barındırıp onlara yardım edenler (Ensâr) var ya, işte onlar birbirlerinin
velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar,
onların velâyetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım
isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça,
yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir”[26] âyetiyle işaret edilir.
Ancak daha sonra Muhâcirlerin durumu düzelince bu uygulama “Akrabalık yönünden
yakınlıkları olanlar Allah’ın hükmüne göre mirasta birbirine daha yakındır”[27]
hükmüyle neshedilmiştir.[28]
Medine‘de gerçekleştirilen örnek din
kardeşliği uygulaması her şeyden önce Evs ve Hazrec arasında geçmişte meydana gelen üzücü
hadiseleri sona erdirmiş görünmektedir. Gerçekten de yıllardan beri Medine’de
yaşayan bu iki kabile arasındaki kan ortaklığı, birleştiricilik vazifesini
yerine getirmek bir yana, intikam sebebiyle onların uzun yıllar boyunca
birbirlerini kırmalarına neden olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) kan bağı yerine
dinî inancı esas alınca öncelikle Medine’deki Araplar düşmanlığı bırakıp gerçek kardeşliğe adım
atarak eski davalarını unutmuşlardır. “Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti.
Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken
oradan sizi kurtardı” âyetlerinde[29] onların
geçmişleri ve yeni durumları mukayese edilir.
Hz. Peygamber’in (s.a.s) Medine’de işlerlik
kazandırdığı din kardeşliği uygulaması, esasında hicret öncesi Mekke‘deki Müslümanların kendi aralarında
kardeş kabul edilmelerinin devamından başka bir şey değildi. Zira Allah Rasûlü
(s.a.s), Mekke döneminde müşriklerin baskı ve işkenceleri karşısında
Müslümanlar arasında güçlü bir dayanışmayı temin ve İslâm’ın ancak inanç
kardeşliği üzerine yükselebileceğini vurgulama amacıyla müminlerini kendi
aralarında kardeş yapmış, bu adımın başlangıcı olarak kendisi Hz. Ali ile amcası Hz. Hamza da azatlısı Zeyd b. Hârise ile kardeş olmuşlardır. Daha sonra da Hz.
Osman ile Abdurrahmân b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm ile Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyde b. Hâris ile Bilâl b. Rebâh, Mus’ab b. Umeyr ile Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ile Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sâlim, Saîd b. Zeyd ile de Talhâ b. Ubeydullah kardeş sayılmışlardır.[30] Medine’deki yeni eşleşmede
ise, Hz. Ebû Bekir, Hârice b. Zeyd ile Abdullah b.
Mes’ûd, Muâz b. Cebel ile Mus’ab b. Umeyr ise Ka’b b. Mâlik ile kardeş olmuşlardır.[31]
D. Kardeşlik Hukukunun
Kazanımları
Medine’de Ensâr-Muhâcir kardeşliği sayesinde evvelemirde bütün
varlıklarını Mekke‘de bırakmak zorunda kalan Kureyş Müslümanlarının maddî ve manevî ihtiyaçlarının
karşılanması temin edilmiştir. Nitekim Medineliler Kur’ân’ın emriyle öz kardeşleri olarak
kabul ettikleri Muhâcirlerle sahip oldukları bütün imkânları paylaşmışlardır.
Bu faaliyet neticesinde her iki taraf arasında ruhî, ictimaî ve iktisadî birlik
ve tesânüd gerçekleştirilmiş adeta onlar kader ortağı olmuşlardır.
Hz. Peygamber’in (s.a.s) Medine‘de inanç merkezli oluşturduğu
Müslüman topluluk zamanla şehrin en güçlü ve organize unsuru haline gelmiştir.
Bu birlik daha sonraki süreçte hiçbir şekilde zafiyete uğramamış, hatta Allah
Rasûlü’nün (s.a.s) liderliğinde etkisini ve kuvvetini daha da artırmıştır. O
kadar ki, bu sağlam yapı sayesinde hem Medine içindeki münafıklara hem Medineli
Yahûdî düşmanlara, hem de Mekke ve Hicaz’ın diğer müşrik Araplarına karşı
aynı anda mücadele edilebilmiş, güçlü yardım ve dayanışma duygusuyla bütün bu
hasım unsurlar Müslümanlar tarafından sırasıyla etkisiz hale
getirilebilmiştir. Medine’de Ensâr-Muhâcir arasında gerçekleştirilen bu hadise
tarihsel bir değer taşımasının yanı sıra esasında İslâm dünya görüşünün
evrensel kardeşlik prensiplerinin pratik uygulamasını da göstermesi açısından
son derece önemlidir. Dolayısıyla bu tarihî örneklerle verilmek istenen mesaj,
bütün Müslümanların her dönemde Ensâr ile Muhâcirûn arasındaki din kardeşliğini
kendileri için örnek almaları ve bunu kendi yaşadıkları çağda uygulamaya
geçirmeleridir.
Din kardeşliğini soy ortaklığının önüne geçiren
İslâmî öğreti bunun yanı sıra insanların yakınlarıyla ilgilenmelerini, yani soy
esaslı dayanışmalarını da inkâr etmemiş, üstelik sıla-i rahim uygulamasıyla
bunu dinin hususî bir emri haline getirmiştir. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber
(s.a.s), Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy
bağlılığı anlayışının yerine sıla-i rahim çerçevesinde Müslümanlara birtakım
dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının
sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil,
akrabalık ilişkilerini de içine alan toplum düzeninin sağlanması ve yardımlaşma
duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayıdır ki,
İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, üstelik soyları ile bağını kesenleri
yermiştir. “Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve
akrabalık bağını koparmaktan sakının”.[32] Hz. Peygamber (s.a.s) de akrabayı gözetmeyi Allah ve âhiret gününe
imanın bir gereği kabul etmiştir: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden
kimse misafirine ikram etsin, Allah’a ve ahiret gününe iman eden sıla-i rahimde
bulunsun”[33],
“Sılayı terk eden cennete giremez”.[34]
İslâm’a göre akraba olmak,
dinî ve ahlakî sorumlulukların yanında yakınlara bazı sosyal yükümlülükler de
getirmiştir. İslâm hukukunda sadece akrabalık ilişkileriyle ortaya çıkan özel
hukukî hükümler vardır.[35] Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse
hadislerde akrabalık bağlarının karşılıklı ziyaret, haberleşme, maddî ve manevî
yardım gibi çeşitli yollarla korunması ve güçlendirilmesi hususunda önemle
durulmuştur. İslâm dini, akrabalık konusunda tabiî olarak kan bağını esas
almakla birlikte, evlilik ve emzirmeden meydana gelen akrabalığa da ehemmiyet
vermiş, bunları da bazı dinî ve hukukî sonuçlar doğuracak şekilde akrabalık
meydana getiren unsurlar içerisine dâhil etmiştir. [36]
SONUÇ
Hz. Muhammed (s.a.s) son peygamber ve âlemlere
rahmet olarak gönderilmiştir. Onun mesajı belli bir bölgeye veya millete değil,
bütün insanlığadır. Nitekim Kur’ân’ın pek çok yerinde “Ey insanlar” ifadesiyle
sadece Müslümanlara değil, beşeriyetin tamamına hitap edilmekte, onlardan
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem’e (s.a.s) uymaları
istenmektedir. İslâm inancına göre Allah bütün insanların yaratıcısıdır,
dolayısıyla daveti bütün insanlığa şâmildir. Risâletinin evrenselliği sebebiyle
Hz. Peygamber (s.a.s) sadece içinde yaşadığı Arap Yarımadası’ndaki sadece belli
kabilelere değil, zamanının büyük devletlerinin idarecilerine elçiler göndermek
suretiyle onları İslâm’a davet etmiş, bu şekilde tebliğinin evrenselliğini en
açık bir şekilde ortaya koymuştur. Allah Rasûlü (s.a.s) vefatından kısa süre
önce hac esnasında îrâd ettiği Veda hutbelerinde sadece Müslümanları değil, “Ey
insanlar” ifadesiyle bütün insanlığı muhatap almış ve evrensel bir hitap
kullanmıştır. Son peygamber olması hasebiyle Hz. Muhammed’in (s.a.s) risâleti
evrenseldir ve kıyamete kadar sürekli olacaktır. Binâenaleyh onun mesajlarını
bütün insanlığı muhatap alacak şekilde anlamak, ardından da onu evrensel
mesajlar çerçevesinde insanlara tanıtmak gerekir. Zira unutulmamalıdır ki, Allah
Rasûlü (s.a.s), İslâm medeniyetinin üzerine inşa edildiği değerler sistemini
hayata geçiren, onlara dinamiklik kazandıran bir şahsiyettir. Bu sebeple onun
doğru bir şekilde tanıtılması, esasında çağımızda kimlik bunalımı yaşayan
Müslümanlar ve tüm insanlık için büyük bir imkân olacaktır. Zira ferdî ve
sosyal düzeyde hayatı anlamlandıran, kimlik, kişilik oluşturan, güven ve
dinamizm kazandıran, hâsılı medeniyetin çerçevesini çizen ana unsur şüphesiz
değerler sistemidir. İslâm medeniyetinin üzerine inşa edildiği inanç, aile,
sevgi, saygı, doğruluk, adalet, eşitlik, dayanışma, çalışma, cömertlik,
dostluk, merhamet, iyilik, tevekkül, hoşgörü, barış ve özellikle de din
kardeşliği gibi belli başlı değerler ise bizzat Rasûlüllah (s.a.s) tarafından
en güzel şekilde hayata geçirilen, Müslümanlara ve tüm insanlığa örnek olarak
sunulan evrensel değerlerdir. İslâm medeniyetinin oluşum ve gelişme
aşamalarında bu değerler Müslümanlara ruh vermiş ve bu ruh, zamanla eserlere ve
kurumlara yansımıştır. Dolayısıyla bu değerler merkezinde tanıtılan Hz.
Peygamber (s.a.s) de, şüphesiz hem Müslümanlar hem bütün insanlık için en büyük
rehber olma özelliğini güçlü bir şekilde devam ettirecektir.
KAYNAKLAR
Afzalurrahman, Sîret Ansiklopedisi, I-VI, (çev.
Komisyon), İstanbul 1996.
Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah
(281/855), Müsned, I-V, Beyrut ts.
Akyüz, Vecdi, “Akraba”,
DİA, II, 286.
Buhârî, Ebû
Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (256/870), Sahîh-i Buhârî, I-VIII, İstanbul 1979.
Çağrıcı, Mustafa, “Kardeşlik”, DİA, XXIV, 485-486.
Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, (çev. Hayrettin Yücesoy), İstanbul 1991.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as b. İshâk el-Ezdî es-Sicistanî
(275/889), Sünen, (thk. Muhammed Avvâme), Cidde 1998.
Fayda, Mustafa, “Câhiliyye”, DİA, VII,
17-19.
Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut 1985.
İbn
Habîb, Ebû Ca’fer Muhammed (245/859), Kitabu’l-Muhabber, (thk.
Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde).
İbn
Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî
(218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim
el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.
İbn
İshâk, Ebû Bekir b. Muhammed (151/768), Sîretü İbn İshâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981.
İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd Mâce el-Kazvinî
(273/887), Sünen, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), I-II, Kahire 1953.
İbn
Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed b.
Mükrim (771/1369), Lisânü’l-Arab,
I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır).
İbn
Sa’d, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim
(230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ,
I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).
Müslim, İmam
Ebu’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kureşî en-Nisâbûrî (261/874), Sahîh-i Müslim, (thk. Muhammed Fuad
Abdulbâki), I-V, Beyrut 1972.
[1] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, XIV, 19-24.
[2] Çağrıcı, Mustafa, “Kardeşlik”, DİA,
XXIV, 485-486.
[3] Hucurât, 49/10.
[4] Mâide, 5/ 27-31.
[5] Yûsuf, 12/8-15.
[6] Âl-i İmrân, 3/103; Tevbe, 9/ 11; Hucurât,
49/10; Haşr 59/10.
[7] Âl-i İmrân, 3/156, 168; Ahzâb, 33/18.
[8] Haşr, 59/11.
[9] “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a)
sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani
siz birbirinize düşman kişilerdiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun
nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam
kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle
açıklar ki doğru yolu bulasınız. (Âl-i İmrân, 3/103.
[10] Hucurât, 49/10.
[11] Tekâsür, 102/1-8.
[12] Hucurât, 49/9-13.
[13] İbn İshâk, Sîre, s. 94.
[14] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 11.
[15] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160;
Ebû Davud, Edeb 112.
[16] Müslim, İmâre 57; İbn Mâce, Fiten
7.
[17] Buhârî, Cenâiz 39.
[18] Buhârî, Menâkıb 8.
[19] Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, s. 75-76.
[20] Hamidullah, Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye,
s. 208.
[21] İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 15, 253.
[22] Buhârî, Mezâlim 4, İkrah 7.
[23] Buhârî, Nikâh 68.
[24] Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr 3.
[25] Enfâl, 8/74-75.
[26] Enfâl, 8/72.
[27] Enfâl, 8/75.
[28] Buhârî, Kefâle 2, Tefsîru’l-Kur’ân
7, Ferâiz 16.
[29] Âl-i İmrân, 3/103.
[30] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 70-71.
[31] İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 238-329.
[32] Nisâ, 4/1.
[33] Buhârî, Edeb 31.
[34] Müslim, Birr 18.
[35] Bakara, 2/179.
[36] İbn İshâk, Sîre, s. 94; İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 71-75; İbn
Sa’d, et-Tabakât, I, 238-329; Hamidullah,
Muhammed, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, s. 208; Dûrî, Abdülaziz, İlk Dönem İslâm Tarihi, s. 75-76; Afzalurrahman, Sîret
Ansiklopedisi, III, 411-438; Akyüz, Vecdi, “Akraba”, DİA, II, 286; Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, DİA, VII, 18
0 yorum:
Yorum Gönder