23 Kasım 2023 Perşembe

Mekke Fethi’nin Arkaplanı


MEKKE FETHİ’NİN ARKAPLANI

Prof. Dr. Adem APAK

Mekke‘den Medine‘ye yapılan hicreti Müslümanlar için bir kaçış ve sığınma olarak değerlendirmemek gerekir. Esasında buraya göç Müslümanlar adına nihaî hedef değil, daha yakın ve uzak hedefler için bir başlangıç teşkil eder. Bu anlamıyla Medine’ye gerçekleştirilen hicret, daha önce yapılan Habeşistan hicretinden hem sebepleri hem gerçekleşme şekli hem de sonuçları itibariyle tamamen farklıdır. Habeşistan göçü, Mekke’de can güvenliği endişesi duyan bazı Müslümanların hayatlarını koruma amacıyla gerçekleştirdiği geçici bir çözümdü. Gidenlerin burayı yurt edinme gibi bir hedefleri de bulunmuyordu. Nitekim onlardan bir kısmı gitmelerinden kısa süre sonra dönmüş, geri kalanlar da şartlar uygun hale geldiğinde Yarımada’ya geri gelmişlerdir. Bütün bunlara karşılık Medine’ye göçte Müslümanlar için can güvenliği ve sığınma ihtiyacı tâlî derecede bir etkiye sahiptir. Buraya hicretteki esas gaye ise Müslümanlar için huzur ve güven ortamını tesis etmek, davete uygun yeni bir merkez sağlamaktır. Daha açıkçası Medine yeni bir millet (ümmet) ve yeni bir devletin kuruluş merkezi olarak seçilmiştir. İşte bütün bunlar sebebiyle gerek Hz. Peygamber’in (s.a.s), gerekse diğer Müslümanların Medine’ye hicretini Mekke’den bir kaçış, Medine’ye sığınma değil, daha koordineli dinî ve siyasî projenin başlangıcı olarak görmek daha doğru olur.

Unutulmamalıdır ki medeniyetlerin kurulmasında hicretin büyük etkisinin olduğu bir gerçektir. Dünyada meydana gelen büyük değişimlerin hicretle, yani zorunlu nedenlerle gerçekleşen göç hareketleriyle yakın ilişkisi bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük medeniyetlerin doğuşu, göç hareketleriyle ve göçmenler eliyle gerçekleşmiştir. Böyle olduğu içindir ki, ilkel (bedevî) bir topluluğun, yaşadığı yurdu bırakıp başka bir yere göç etmeden medenileşebildiğine dair tarihte örnek bulmak zordur, olsa da istisnaî mahiyettedir.[1] Buradan hareketle Hz. Peygamber’in (s.a.s) ve Müslümanların Mekke‘den Medine‘ye hicretini, yeni bir medeniyetin kuruluşunun, aynı zamanda Mekke’ye tekrar ve daha muhteşem dönüşün ilk adımları olarak kabul etmek gerekir.

 A.  HİCRET SONRASI MEDİNE-MEKKE İLİŞKİLERİ

Mekke müşrikleri, Mekke döneminde olduğu gibi bütün imkânlarını kullanmak suretiyle Allah Rasûlü'nün (s.a.s) ve Müslümanların peşlerini Medine’de de bırakmamışlardır. Nitekim sonraki süreçte Medine’ye karşı düzenlenecek siyasî ve askerî faaliyetleri planlayan ve uygulamasını sağlayan Mekke reislerinden Ebû Süfyân ile Ubey b. Halef, Ensâr'a bir mektup yazarak Hz. Peygamber'i (s.a.s) himaye etmekten vaz geçmelerini, aksi takdirde Medine ile bir savaşın çıkabileceğini söyleyip onları tehdit etmişlerdir:

“…Gerçekte siz, bizim aramızda çıkan pek asil ve aynı zamanda pek ulu bir kimseye yardım etmeye teşebbüs etmiş bulunuyorsunuz; ona emân hakkı tanıdınız ve onu himaye altına aldınız. Bu, gerçekten sizin için utanılacak bir lekedir. Bizimle onun arasına girmeyin. Şayet o doğru yola, iyi tutuma sahip biri ise buradan çıkarılacak saadet payı bize aittir. Şayet kötü biriyse, onu ele geçirmede biz herkesten daha çok hak sahibiyiz”.[2]

Kureyş liderlerinin mektupta dile getirdikleri bu ifadeler aslında Mekke’nin Medine üzerine savaş ilânından başka bir şey değildi. Ancak Medineli Müslümanlar gelen bütün tehditlere rağmen kendilerine katılan Müslümanlarla kurmuş oldukları ittifakı hiçbir surette bozmayacaklarını beyan etmişlerdir. Ensâr’dan bekledikleri cevabı alamayan Mekke müşrikleri, bu defa Hz. Muhammed’in (s.a.s) Medine’ye hicretinden rahatsızlık duyan Abdullah b. Übey gibi münafık liderlerine benzer muhtevalı bir tehdit mektubu göndermişlerdir: “Sizler (firardaki) bir arkadaşımıza kucağınızı açıp sığınma hakkı verdiniz. Allah’a yemin ederiz ki, eğer onunla mücadele etmez, ya da onu şehrinizden sürüp çıkarmazsanız savaşçılarınızı öldürmek ve kadınlarınızın iffetini çiğnemek için üzerinize yürüyeceğiz”. Mekkelilerden gelen bu tehdidin Medine’de kısa süreli bir kargaşa meydana getirdiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, Ensâr grubu bu hususta kendi arasında tam bir kardeş kavgası içine sürükleneceği sırada Allah Rasûlü (s.a.s) araya girmek suretiyle mezkür çağrıya karşılık verilmemesi konusunda kendilerini ikna etmiştir.[3]

Medinelilerden beklentilerine karşılık bulamayan Mekke müşrikleri Müslümanlar üzerine yakın zamanda saldırı düzenleyeceklerinin işaretlerini vermişlerdir. Buna karşılık Müslümanlar da düşmanlarının muhtemel saldırıları konusunda hazırlık yapmaya ve yakın zamanda çıkması muhtemel bir savaşı beklemeye başladılar. İşte bu süreçte Hicretin 2. yılında (M.624) Müslümanlar için cihad izni anlamına gelen ilk âyetler nâzil oldu:

“Şüphesiz, Allah inananları savunur. Doğrusu Allah hiçbir haini, nankörü sevmez. Kendilerine savaş açılan müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeğe gücü yeter. Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çok anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir. Onlar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin akıbeti Allah’a aittir”.[4] “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke’den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Harâm yanında onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır”.[5]

Burada zikredilen son âyet-i kerîme gayet açık bir şekilde Müslümanların hangi şartlarda savaşmalarına izin verildiğini ortaya koyar. Âyette öncelikli olarak bir durum tespiti yapılmıştır ki, bu da Müminlerin haksız yere yurtlarından çıkarılmış olmasıdır. Öyleyse bu haksızlığa karşı mücadele edebilmek için Müslümanlar gerekirse savaşabileceklerdir. İkinci önemli nokta ise ibadet yerlerinin korunması ve dinin zorbalar karşısında serbest bir şekilde yaşanabilmesi için savaşın gerekebileceği hususudur. Dolayısıyla inkârın tahribatının engellenmesi için müminlere savaş izni verilmiştir. Bu izin, savaşarak ve kılıç kullanarak dini yayma izni veya emri değil, tam aksine sahip olunan inanç değerlerinin yok edilmesine karşı onları koruma haklarının kullanılması için verilen bir imkândır.[6] Çağdaş İslâm hukuku âlimlerinden Muhammed Ebû Zehra İslâm’da Savaş Kavramı adlı kitabında bu hususu şu şekilde açıklar: Müslüman değildir diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı ve kâfirliği sebebiyle hiç kimsenin canına kıyılamaz. Bir insan, yalnız ve yalnız Müslümanlara saldırması sebebiyle öldürülür. Âlimlerin büyük ekseriyeti bu görüştedir. Küfrün savaş sebebi olacağı görüşündeki kimi Şâfii âlimlerin görüşleri kabul görmemiş ve naslara aykırılığı sebebiyle reddedilmiştir. Buna göre Müslümanlar için herhangi bir savaş durumu olabilmesi için düşman saldırısı, aşırı gitme ve yapılan fiilî bir zulmün olması gerekmektedir. Görüldüğü gibi İslâm’da savaşın sebebi saldırıyı önlemektir. Herhangi bir inancı dayatmak değildir. Esasında barış, Müslümanlar ile diğer insanlar arasındaki ilişkinin temelidir. Ancak Müslümanlar, herhangi bir saldırı ile karşı karşıya kalırlarsa şüphesiz bu durumda savaş kaçınılmaz olur.[7]

Cihad ile ilgili âyetlerin nâzil olmasıyla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s) Medine dışına seriyye adı verilen küçük askerî birlikler göndermeye başladı. Bunların görevleri devletin varlığını duyurmak, haber toplamak, Medine’yi müdafaa, müşrik kervanlarını takip, anlaşmalar çiğnendiğinde karşı tarafı cezalandırmaktı. Mekke–Şam ticaret yolunu kontrol altına almak da seriyyelerin önemli vazifeleri arasında yer alıyordu. Zira Kureyş ticaretinin can damarı olan bu güzergâhı elde tutmak ve bu sayede Mekke müşriklerinin kervanlarını engellemek Müslümanlara Kureyş’le mücadelelerinde büyük avantaj sağlayacaktı.[8] Nitekim Allah Rasûlü (s.a.s) Medine’ye gelişinden yaklaşık bir yıl sonra ilk Müslüman askerî birliğini gönderirken onlara “artık Kureyş kervanlarının da İslâmî nüfuz bölgesinden geçemeyeceklerini” bildirmiştir. Bunun için hepsi de Mekkeli otuz kadar gönüllü Müslüman, Rasûlüllah’ın (s.a.s) amcası Hz. Hamza kumandasında Medine’nin batısında Kızıldeniz sahillerine kadar ilerleyerek burada Cüheyne kabilesinin arazisi üzerine kamp kurmuş olan Ebû Cehil kumandasında üç yüz kadar deveden oluşan bir kervanı hedef aldılar. Cüheynîlerin başkanı Mecdî b. Amr her iki tarafın da müttefiki durumundaydı. Onun girişimi sayesinde herhangi bir silahlı çatışma meydana gelmedi. Her iki taraf da sükûnetle yurtlarına döndüler. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu ve daha sonraki askerî seferlerde Müslümanlar sadece savaş halinde oldukları Mekkelilere ait kervanlara saldırı düzenleyip ülkedeki diğer gayrı müslim topluluklara müdahale etmemiş olmalarıdır. Dolayısıyla taraflar arasında basit yağmalama ve çete faaliyetlerinden farklı olarak, tam bir savaş hukuku söz konusudur. [9]

Hz. Peygamber’in (s.a.s) keşif niyetiyle Medine civarına gönderdiği seriy­yelerden birisi de Abdullah b. Cahş komutasında Hicretin 2. yılının Cemâziyelâhir ayında hareket etti. Allah Rasûlü (s.a.s) haberin etrafa yayılmasını engellemek için de giden askerlere üzeri mühürlü talimat verdi. Askerî birlik iki gün boyunca bölgede keşif görevi yaparak hareket edecek, talimatname ancak bu yolculuğun sonunda açılacaktı. Seriyye komutanı Abdullah elindeki belgeyi açtığında şu satırları okudu: “Bu yazıyı okur okumaz Mekke ile Tâif arasındaki Nahle’ye gidecek ve orada konaklayacaksın. Orada Kureyşlileri gözetleyerek topladığın bilgileri bize bildireceksin.”

Recep ayının sonlarına doğru kuru üzüm, deri, şarap vs. yüklü Mekkelilere ait küçük bir ticaret kervanı görüldü. Biraz duraksadıktan sonra Müslümanlar ani bir saldırıya karar verdiler: Sonuçta düşman tarafından bir kişiyi okla öldürüp iki kişiyi esir aldılar, mallarına el koydular. Bu arada diğer kervancılar kaçıp kurtuldular. Seriyyenin öncelikli görevi gözcülük vazifesi yapmak olduğu halde Abdullah b. Cahş yetkilerini aşarak Kureyş ticaret kervanına saldırmış, kafilede bulunan Amr b. el-Hadramî’yi öldürüp iki kişiyi esir aldıktan sonra ellerindeki mallara da el koyarak Medine’ye dönmüştü. Hz. Peygamber (s.a.s) askerlerin yaptıklarından son derece rahatsız oldu. Diğer taraftan da Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in (s.a.s) haram ayları dikkate almayarak kan döktüğünü söylemek suretiyle Müslümanlar aleyhine propaganda yapmaya başladılar. Allah Rasûlü (s.a.s) ve Müslümanlar için büyük sıkıntıya neden olan bu durum, nâzil olan âyetlerle açıklığa kavuşmuştur:

“Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük bir günahtır. Allah’ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Harâm’ın ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, Âhirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır”.[10] “Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler (saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O halde kim size saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin). Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir”.[11]

Mezkür âyetlerin nüzulü üzerine Allah Rasûlü (s.a.s) söz konusu seriyye neticesinde kendisine düşen ganimeti teslim aldı. Ele geçirilen esirleri de fidye karşılığında serbest bıraktı. Buna rağmen Abdullah b. Cahş seriyyesi neticesinde olanlar Mekke müşriklerinin Müslümanlar üzerine Bedir’de gerçekleştirdikleri saldırının mühim gerekçelerinden biri olmuştur.[12]

1. Bedir Savaşı (H.2/M.624)

Bedir, Medine‘den Mekke‘ye doğru 80 mil uzaklıkta bulunan bir yerin adı olup[13], Mekke müşrikleri ile Müslümanların askerî anlamda ilk ciddî karşılaşmaları burada gerçekleşmiştir. Bedir savaşının görünen sebeplerinden biri Amr b. el-Hadramî’nin intikamının alınması, diğeri ise Şam’dan dönen Mekke kervanının Müslümanların eline geçme ihtimalidir. Ancak savaşın asıl sebebi Kureyş müşriklerinin Müslümanlara karşı besledikleri düşmanlıkları, onları tamamen yok etme niyetleridir. Zira Mekke önderleri hicretin hemen akabinde Medinelileri muhtemel bir savaşla tehdit etmişlerdi.[14]

Hz. Peygamber (s.a.s), büyük bir Kureyş kervanının Şam’dan Medine istikametine doğru geldiğini haber alınca ashâbıyla birlikte Medine'den hareket etmişti. Sahâbenin birçoğu hareketin hedefinin yalnızca kervanı vurmak olduğunu düşündükleri için fazla silah kuşanmadan harekete geçmişlerdi. Oysa neredeyse bütün Mekke halkı ayaklanmış büyük bir kalabalık teşkil ederek Ebû Cehil kumandasında Medine’ye doğru saldırı niyetiyle hareket etmişti. Gelen haberlere göre düşman ordusu bin kişiye ulaşan bir toplulukla Bedir’e doğru ilerliyordu. Hâlbuki Müslümanlar Bedir’e vardıklarında dahi hala kendi aralarında Kureyş’in ticaret kervanını soruşturuyorlardı. Ancak burada karşılaştıkları insanlar onlara kervan yerine üzerlerine doğru gelmekte olan büyük bir Kureyş ordusundan bahsediyorlardı. Tabiatıyla kervanla karşılaşmayı umanlar duyduklarından hoşlanmadılar; çünkü orduyla karşılaşmak tehlikeliydi, riskliydi. Oysa onlar daha kolay olan ticaret kervanını ele geçirmek istiyorlardı.[15] Ancak âyetlerde de vurgulandığı gibi Allah’ın muradı Müslümanların düşman ordusuyla hesaplaşmaya girişmeleri ve Kureyş’in ağır şekilde cezalandırılmasıydı. Âyetin devamında yer alan, “Oysa Allah sözleriyle hakkı meydana çıkarmak istiyor” kısmı, “Allah dinini açıkça ortaya koymak istiyor” manasındadır. “Ve kâfirlerin ardını kesmek istiyordu” [16] kısmı ise Bedir’de öldürülen Kureyşlilere işaret etmektedir.[17]

Mekke müşriklerinin Bedir’e doğru harekete geçtiğinin haberi alındıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) 305 kişiden oluşan ashabıyla birlikte yola çıkıp Ramazan’ın on ikisi Pazar günü askerlerini el-Buk denilen yere konuşlandırdı. Diğer taraftan Kureyş kervanına karşı Medinelilerin muhtemel saldırılarından endişelenen Ebû Süfyân yanındakilerle istişare ettikten sonra Damdam b. Amr el Ğıfârî’yi Mekke’ye göndermeye karar verip Müslümanların Kureyş kervanına saldırmak üzere olduğu bilgisini şehrin önde gelenlerine iletmesini emretmişti.[18] Aynı anda kendisi de bilinen dönüş yolundan farklı bir güzergâh takip ederek kervanını tehlikeden uzak bir tarafa yöneltti.[19] Müslümanların kervanı ele geçirmek üzere olduğu haberi Mekke‘ye ulaşınca Ebû Cehil şehir ileri gelenlerini bir araya topladı. Yeterli zamanları bulunmadığı için çevre kabilelere haber gönderip onların desteğini alma fırsatları yoktu. Belki de baştan beri Müslümanları küçük gördükleri için buna ihtiyaç da duymamışlardı. Kısa sürede bir araya getirdikleri yaklaşık bin kişilik toplulukla Medine‘ye doğru harekete geçtiler.[20]

Kervanın Müslümanların eline geçme ihtimali ortadan kalkınca Ebû Süfyân, Mekke’ye Kays b. İmruülkays vasıtasıyla kervanlarının kurtulduğunu ileten yeni bir haber gönderdi. Kureyş önderlerine kendilerinin yakında Mekke’ye ulaşacaklarını, dolayısıyla Müslümanların üzerine yürümenin şu an için gereksiz ve erken olduğunu bildirdi.[21] Anlaşılan Ebû Süfyân, kervanın Mekke’ye varmasından sonra daha planlı ve çok katılımlı bir saldırının kendileri açısından daha faydalı olacağını düşünüyordu. Ancak onun çağrı ve uyarılarını Ebû Cehil hiç dikkate almadı. Üstelik Ebû Süfyân gibi düşünen başka kabile reislerini de korkaklıkla suçlayıp onların da savaş taraftarı olmalarını sağladı.[22]

Bedir savaşı o döneme kadar sadece kabile esaslı gruplaşmaların hâkim olduğu Arap toplumunda asabiyet ile inancın karşı karşıya geldiği ilk mühim hadisedir. Zira savaşta aynı kabileye, hatta aynı aileye mensup insanlar inanç esaslı olarak farklı taraflarda yer almışlardır. Öyle ki Hz. Peygamber’in (s.a.s) amcalarından Hamza Müslümanlar tarafında iken, diğer amcası Abbâs müşrikler arasındadır.[23] Hz. Ebû Bekir ile oğlu Abdur­rahmân karşı karşıya savaşmışlardır. Bunun tersi durum Ebû Huzeyfe ile müşrik babası Utbe b. Rebîa[24] için gerçekleşmiş, yine Ebû Huzeyfe kardeşi Velîd b. Utbe ile ayrı saflarda bulunmuştur. Mus’ab b. Umeyr ile kardeşi Ebû Azîz b. Umeyr[25], Hz. Ali ile ağabeyi Akîl b. Ebû Tâlib[26] birbirlerine karşı kılıç çekmişlerdir. Dolaysıyla Bedir savaşı inanç uğruna babalar ile oğulların, kardeşlerin birbirleriyle çarpışmak üzere bir araya geldikleri Hicaz’daki ilk büyük iç savaş örneğidir. Öyle ki, bu zamana kadar hep kabilesi yoluna kan dökmeyi, ölmeyi ve öldürülmeyi kutsal bir değer olarak gören Araplar, bu defa kabile asabiyetini hiçe sayarcasına bir ideal uğruna babaları ve kardeşlerine karşı savaşmışlardır.

Hicretin ikinci yılında 17 Ramazan (13 Mart 624) Cuma günü gerçekleşen ve Medinelilerle Mekke müşriklerinin ilk kez karşı karşıya geldikleri Bedir savaşı Müslümanların kesin bir zaferiyle neticelenmiştir. Öyle ki, Müslümanlar çarpışmalar sonucunda verdikleri 14 şehide karşılık Mekkelilerden 70 kişiyi esir edip 70 kişiyi de öldürmüşlerdir. Müşriklerin sağ kalanları ise canlarını savaş meydanından kaçarak kurtarabilmişlerdir.[27]

Bedir savaşının mühim neticelerinden biri de Müslümanlara karşı her türlü baskı ve şiddeti organize eden, hicretten sonra da Medine üzerine saldırıyı gerçekleştiren Mekke liderlerinin hemen hepsinin öldürülmesiyle Mekke yönetiminin adeta çökmesidir. Zira müşrik ordunun komutanı, aynı zamanda Mahzûmoğulları kabilesinin reisi Ebû Cehil başta olmak üzere Cumahoğulları lideri Ümeyye b. Halef, Benî Ümeyye reisi Utbe b. Rebîa, Sehm­oğulları reisleri Nübeyh ve Münebbih b. Haccâc başta olmak üzere yaklaşık 25 kabile önderi bu savaşta öldürülmüşlerdir. Ayrıca esirler arasında bulunan Ukbe b. Ebû Muayt ile Nadr b. Hâris de Mekke’de Hz. Peygamber (s.a.s) ve Müslümanlara yaptıkları düşmanlıklarına karşılık olarak infaz edilmişlerdir.[28]

Bedir savaşı Mekke müşriklerini hezimete uğratırken, Müslümanlar için muazzam bir başarı kabul edilir. Her şeyden önce onlar, bu savaş başarısıyla Mekke’den kaçmadıklarını, Medine‘ye hicret ettiklerini göstermişler, artık Mekkelilerin “içlerimizden çıkan ayak takımı” diyerek küçümsedikleri bir topluluk olmadıklarını, bilakis Mekke’ye karşı siyasî ve askerî güç haline geldiklerini ispat etmişlerdir. Bu sonuç, sürekli olarak müşrik eziyetlerinin mağduru olan, taktik gereği pasif direnişi tercih ettikleri için müşrikler tarafından sinmiş kabul edilen Müslümanların özgüvenlerini tazelemiş, onlarda var olan düşmanı yenebilecekleri düşüncesini kuvveden fiile geçirmiştir.

2. Uhud Savaşı (H.3/M.625)

Uhud Savaşı Mekke müşriklerinin Medine’deki Müslümanları yok etmek amacıyla Bedir’in ardından gerçekleştirdikleri ikinci büyük saldırı teşebbüsüdür. Savaşın müşrikler için diğer önemli hedefi ise Bedir’de yaşadıkları hezimetin intikamını almaktır.

Bedir hezimetinden ders aldıkları anlaşılan Mekke müşrikleri Müslümanları yok edebilmek için bu defa sadece kendi güçlerini yeterli görmeyip çevre kabilelerden başka müşrik Arapların da desteğini almaya, bu şekilde daha fazla sayıdaki kuvvetle Medine üzerine yürümeye karar verdiler. Bu amaçla civarda yaşayan kabilelerden asker desteği talebinde bulunmak üzere Amr b. el-Âs, Hübeyre b. Ebû Vehb, İbnü’z-Zağberî ve Ebû Azze el-Cümahî’yi elçi gönderdiler. Bu ve benzeri girişimler neticesinde Kureyş müşriklerinin riyâsetinde müşrik Araplardan müteşekkil yaklaşık 3000 kişilik bir kuvvet temin edildi. Sadece asker sayısı olarak değil, aynı zamanda savaş teçhizatı anlamında da kısa zamanda donanımlı bir savaş gücü meydana getirilmiş oldu.[29]

Kureyşlilerin Mekke‘den harekete geçtiğini haber alan Hz. Peygamber (s.a.s) onlara karşı nasıl bir savaş stratejisi takip edilmesi gerektiği hususunda ashâbıyla bir istişare toplantısı gerçekleştirdi. Kendisi bu defa Medine dışına çıkılmadan şehrin savunulmasını uygun buluyordu. Ancak Hz. Hamza, Sa’d b. Ubâde, Numân b. Mâlik gibi ashâb ileri gelenleri Bedir’de kazanılan savaşın verdiği cesaretle düşmanı şehir dışında karşılamayı teklif ettiler. Allah Rasûlü (s.a.s) yenilgiye uğramalarından endişe duyduğunu bildirmesine rağmen ashâbın çoğunluğunun bu kanaatte olduğunu görünce meydan savaşı yapmaya karar verdi.[30]

Hz. Peygamber (s.a.s) savaş planında en önemli görevi Abdullah b. Cübeyr komutasındaki okçulara vermişti. Savaş hazırlıkları yapıldıktan sonra onların vazifelerini kendilerine son defa hatırlattı: “Bizleri koruyunuz. Zira biz onların arkadan saldırılmasından korkuyoruz. Öyleyse onları yenilgiye uğrattığımızı görseniz dahi, biz onların karargâhlarına girmedikçe burada kalın ve yerinizi terk etmeyin. Hatta öldürüldüğümüzü görseniz dahi bize yardım etmeyin ve bizi savunmayın. Ya Rabbi! Seni onlara şahit tutuyorum. Onların atlarına ok atınız; çünkü atlar okların üzerine gelmezler”.[31]

Uhud’da Müslümanların konuşlandıkları mekân kendilerinden neredeyse dört kat daha kalabalık olan düşmana karşı koymalarına imkân verecek nitelikteydi. Nitekim savaşın ilk safhasında Müslümanların hücumuna maruz kalan düşman askerlerinin geri çekildikleri görüldü. Saldırı neticesinde müşriklerin süvari birliğini adeta yerinden kıpırdayamaz hale getiren Müslüman okçular, Rasûlüllah’ın (s.a.s) savaştan önce kendilerine: “Kuşların cesetlerimizi didikleyip parçalamaya başladığını görseniz bile, görev yerlerinizi terk etmeyin!” diyerek sıkı sıkıya yapmış olduğu uyarıyı unutmuşlar[32], savaşın birinci safhasının kendi lehlerine geliştiğini görünce düşmanın tamamen bozguna uğradığı düşüncesiyle mevzilerini terk ederek ganimet peşine düşmüşler, yerlerinde kalmaları konusunda uyaran komutanlarını dinlememişlerdir.[33] Müslüman okçuların vazifelerini ihmal edip yerlerini terk ettiğini gören müşrik ordusu komutanlarından Hâlid b. Velîd ve Amr b. el-Âs Müslümanları arkadan kuşatma altına almaya başladılar. Çarpışmaların başlangıç aşamasındaki ilk bozgun anında panikle kaçmaya çalışan müşrik askerler, komutanlarının yeni taktiğini fark edince derhal geriye döndüler. Müslümanlar düşman tarafından çembere alınınca dağılma belirtileri bu defa Medine ordusu arasında görülmeye başladı. Bozgun yaşayan Müslümanlar kargaşa sırasında birbirlerini dahi öldürdüler.[34] Çarpışmalar esnasında Hz. Peygamber (s.a.s) çeşitli yerlerinden yaralanmış, birkaç dişi kırılmıştı. Bu arada Müslümanların morallerini bozmak için müşrikler Hz. Peygamber’in (s.a.s) öldürüldüğü şayiasını yaymaya başladılar. Bu yalan haberin bir kısım ashâbın maneviyatını zaafa uğrattığı anlaşılmaktadır. Ancak kısa süre sonra Allah Rasûlü’nün (s.a.s) öldürülmediği haberi alınınca Müslümanların mücadele azmi yeniden canlandı. Onun çağrısıyla yeniden toparlanan ashâb sonunda düşmanla başa baş mücadeleye girişti. Karşılıklı çarpışmalara rağmen kesin bir sonuç alınamadan her iki ordu da kendi karargâhına geri çekildi.[35]

İki ordu arasındaki savaşın karşılıklı geri çekilmeyle neticelenmesi üzerine Kureyş müşriklerinin komutanı Ebû Süfyân yüksek bir yere çıkıp sırasıyla Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in adını anmak suretiyle Bedir’in intikamını aldıkları ilân etti. Ona cevap vermek üzere Allah Rasûlü’nden (s.a.s) konuşma izni alan Hz. Ömer hem Rasûlüllah’ın, (s.a.s) hem Hz. Ebu Bekir’in hem de kendisinin hayatta olduklarını, hiçbir zaman Bedir ile Uhud neticesinin bir olamayacağını, zira Bedir’de ölen müşriklerin cehenneme, Uhud’da şehit olan Müslümanların ise cennete gideceklerini açıkladı.[36] Ebû Süfyân bu defa savaşın hiçbir taraf için kesin bir üstünlükle neticelenmediğini, bu sebeple gelecek yıl Bedir’de Medinelileri yeniden savaşa beklediklerini söyledi. Allah Rasûlü’nün (s.a.s) onayını alan Hz. Ömer Müslümanların da kararlaştırılan yerde hazır olacaklarını duyurdu. [37]

3. Hendek Savaşı (H.5/M.627)

Hendek savaşı neticesiz kalan Uhud harbinin bir devamı olarak değerlendirilebilir. Mekke müşrikleri Müslümanları tamamen yok etme hedeflerini ilk iki girişimde gerçekleştirememişlerdi. Uhud savaşında Medinelilere çok kayıp verdirmekle birlikte onları tamamen yok edemediklerinin farkındaydılar. Dolayısıyla daha kapsamlı ve organize bir saldırıya karar verdiler. Bunun için Müslümanlara karşı Arap Yarımadası’ndaki bütün düşman unsurları bir araya getirmeye ve büyük bir orduyla Medine üzerine yürümeye karar verdiler. Nitekim Hendek savaşına iştirak eden müşrik ordusu Kureyşliler, müşrik Arap kabileleri ile Müslümanlara düşman Yahûdîlerin güç birliğinden meydana gelmiştir.

Hendek savaşının tertibinde Yahûdîlerin rolü gerçekten büyüktür. Çünkü Huyey b. Ahtab, Kinâne b. Ebu’l-Hukayk, Hevze b. Hukayk gibi Yahûdî önderleri önce Mekke müşriklerine, ardından Gatafân gibi müşrik Arap kabilelerine heyetler göndermek suretiyle onları Medine‘ye karşı birleşmeye çağırmışlar, savaşa katılmaları karşılığında onlara Hayber hurmalıklarının bir yıllık hasadını vaadetmişlerdi.[38] Yahûdîlerin maddî katkısı sayesinde Mekke dışında Gatafân, Benî Süleym, Benî Esed, Benî Fezâre, Benî Eşca’, Benî Mürre ve Sakîf gibi müşrik Araplar Kureyş ordusuna iştirak etmeye karar verdiler. Gatafân ve Fezâre kabileleri Medine’nin kuzeyinde; Benî Süleymler doğuda, Mekke, Kinâne ve Sakîfliler ise güneyde oturuyorlardı. Bir başka deyişle Medine üç taraftan kuşatılmış ve tehdit altında bulunuyordu. Yahûdî-Müşrik ittifakının Müslümanlara karşı planladıkları strateji şu şekildeydi: Mekkelilerin saldırısı sebebiyle aynen Bedir ve Uhud’da olduğu gibi Müslümanların Medine’den çıkmaları temin edilecek, bundan faydalanan Gatafân ve Fezâre arkadan saldırarak Mekke’den gelen müttefiklerle birlikte Hz. Peygamber’i (s.a.s) ve beraberinde bulunan az sayıdaki arkadaşlarını kuşatarak sonuçta kendileri için büyük bir sıkıntı meydana getiren ortak düşmandan kurtulacaklardı. 

Yahûdîler ile Mekke müşriklerinin organizesiyle bu şekilde Müslümanlara karşı ilk kez Kureyşliler, Müşrik Araplar ve Yahûdîler olmak üzere üçlü bir ittifak gerçekleşmiş oldu. Başka bir ifadeyle Kureyşli müşrik Araplar, Yahûdîlerin de destekleriyle Arap Yarımadası’nın bütün güçlerini Müslümanlara karşı birleştirmişlerdir. Bundan dolayı Hendek savaşı Ahzâb (Gruplar) Savaşı olarak da anılmıştır. Toplam 10-12 bin kişiye ulaşan ordunun başkomutanı Uhud’da olduğu gibi Kureyş reisi Ebû Süfyân’dı.[39]

Mekkelilerin çok büyük orduyla Medine’ye doğru hareket edecekleri haberini alan Allah Rasûlü (s.a.s), düşmana karşı geliştirilecek savaş stratejisi hakkında düşüncelerini almak üzere ashâbını bir araya getirdi. Görüşmeye davet edilen ashâb önderleri arasında öncelikli olarak Bedir ve Uhud’un aksine şehrin içinde kalıp dışarıdan gelebilecek bir kuşatmaya direnme seçeneği üzerinde duruldu. Şehrin çevresinde çok sayıda bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çitler bulunuyordu. Üstelik şehrin ara sokakları ise alabildiğine dardı. Dolayısıyla açık araziden gelebilecek her türlü saldırıyı bu şekilde savuşturma imkânı vardı. Ancak Müslümanlara karşı harekete geçen müttefik kabilelerin sayısının sürekli arttığını bildiren haberler geldikçe durum endişe verici bir hal aldı. Bu sebeple salt şehri koruma şeklindeki tedbirlerin yanı sıra buna takviye olarak daha başka savunma önlemlerine başvurmanın gereği ortaya çıktı. Allah Rasûlü (s.a.s) atına binip şehrin etrafında bir keşif turu yaptığında özellikle şehrin batı yakasındaki savunma hatlarının son derece zayıf olduğunu tespit etmişti. Ashâb arasında yapılan istişarelerden sonra İranlı Selmân-ı Fârisî’nin teklifi gündeme geldi: Selmân kendi ülkesinde bir askerî sefer durumunda hem geceleyin düşman tarafından gelebilecek saldırılara, hem de düşman süvarilerinin savunma hatlarını aşıp geçmelerine engel olmak için, şehirlerin veya ordu karargâhlarının etrafına hendek kazıldığı bilgisini verdi. Gerçekten de bu kadar büyük bir orduya karşı gerek meydan savaşı yapmak, gerekse şehri savunma amaçlı gerilla mücadelesi gerçekleştirmek Müslümanlar için çok büyük risk taşıyordu. Bu hususta yapılan müzakereler neticesinde Selmân-ı Fârisî’nin tavsiyesi doğrultusunda Arabistan’da ilk kez uygulanacak olan yeni bir savunma taktiği olan hendek kazılmasına karar verildi: Esas itibariyle düşman Medine’nin güneyinde bulunan Mekke tarafından gelecekti. Ancak Medine üç tarafı volkanik lav kayalarıyla çevrili bir ova olduğu için sadece kuzey ve kuzey-batı tarafları saldırı düzenlenmesine izin veriyordu. Bu durumda kayalardan oluşan bu üçgenin kuzey ve kuzey-batıya bakan iki ucunun bir hendekle bağlanması neticesinde Medine’nin savunulması mümkün olacaktı.[40]

Başta Hz. Peygamber (s.a.s) olmak üzere bütün Müslümanların birlikte gerçekleştirdikleri hendek inşa faaliyeti altı gün içinde daha müşrikler Medine’ye ulaşmadan tamamlandı.[41] Başlangıçta bir kilometreden biraz fazla olan hendek, daha sonra Medineli bazı kabilelerin de katkısıyla biraz daha uzatıldı.[42] Hendek düz bir şekilde değil, daha güçlü savunma temini için büyükçe bir “N” şeklinde düşünülmüştü. Buna göre Kuzey-doğuda Şeyheyn burçlarından itibaren kazıya başlanmış (günümüzde bu nokta, iki kubbeli Şeyheyn Mescidi adıyla anılmaktadır), buradan Zûbâb Tepesi’ne kadar inilmiştir (günümüzde burada Zûbâb Mescidi bulunmaktadır). Daha sonra, nisbeten daha alçak tepelere doğru kazma ameliyesi sürdürülmüş, nihayet kuzeydeki Vedâ Tepesi denilen yere ulaşan hendek, burayı stratejik bir yer olan Sel’ Dağı’yla birleştirmiştir. Yol boyunca rastlanılan alçak tepelere ise keşif ve gözcü birlikleri konuşlandırılmak suretiyle savunma hattı takviye edilmiştir. Hendek bir düşman atlısı dörtnala gelse bile aşamayacağı genişlikte kazılmış, derinliği ise içine bir piyade asker düşse ya da girse, kaçıp kurtulamayacak şekilde ayarlanmıştır.[43]

Müttefik kuvvetler Medine‘ye geldiklerinde karşılarında aşılmaz hendekleri görünce büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Ancak Müslümanların emr-i vâki olarak ortaya koydukları bu savaş tarzını çaresiz kabul etmek zorunda kaldılar. Aynı anda kısa süreli bir savaş için yanlarında getirmiş oldukları azıkların tükenmesinin doğuracağı güçlükleri de yakından hissetmeye başladılar. Onları bekleyen Müslümanlar hendeğin özellikle zayıf taraflarını daha fazla yığınak yaparak geçilmez hale getirmişlerdi. Aynı anda Medineli devriyeler müşrik ordusunun taarruzuna karşı hendeği gece-gündüz murakabe altında tutuyorlardı. Hattâ bazen düşman birliklerine erzak getiren kervanların önünü keserek getirmekte oldukları yiyeceklere el koydukları bile olmuştu.[44]

Taraflar arasında savaş fiilen başlamış olmakla birlikte aradaki engel sebebiyle yüz-yüze çarpışmalar bir türlü gerçekleşmiyor, taraflar birbirlerine sadece uzaktan ok atabiliyorlardı. Bu esnada hendeği aşmaya teşebbüs eden müşrik süvariler ise derhal ok yağmuruna tutulmak suretiyle geri püskürtülüyordu. Nitekim böyle bir teşebbüse yeltenen Nevfel b. Abdullah el-Mahzûmî hendeğin içinde yakalanarak Hz. Ali ile Hz. Zübeyr b. el-Avvâm tarafından öldürülmüştür.[45] 

Hendek Savaşı’nın başlangıç aşamasında herhangi bir ciddi çarpışma meydana gelmedi.[46] Ancak şartlar ve zaman Müslümanların lehine işliyordu. Çünkü günler geçtikçe müşriklerin erzağı azalıyor, sabırları tükeniyor, sonuçta şehri ele geçirme ümitleri kayboluyordu. Bununla birlikte Müslümanlar da kuşatma esnasında çok zor anlar yaşadılar. Öyle ki Allah Rasûlü (s.a.s) bu anlarda bir kısım namazlarını kılamamıştır.[47]

Gerek Hz. Peygamber’in (s.a.s) aldığı yerinde tedbirler, gerekse Nuaym b. Mes’ûd’un taktiği neticesinde Mekke müşriklerinin Medine‘yi ele geçirme ihtimali tamamen ortadan kalkmış oldu. Aslında düşman ancak kısa süreli bir savaş için hazırlık yapmıştı. Kuşatmanın uzayıp gitmesi hem insanlar hem de binek hayvanları için ciddi erzak sıkıntısına yol açtı. Hiç kuşkusuz müşrikler çok yüksek fiyata da olsa Benû Kureyza Yahûdîlerinden bazı yiyecek maddeleri ve hayvan yemi satın aldılar. Ancak bu malların tamamı, karargâhlarına taşınması esnasında bir Müslüman birliğinin eline düştü. Ayrıca havalar iyice soğumuş, Medine’nin şiddetli soğuğu Mekkelilerin direncini kırmıştı. Üstelik Şevvâl ayının sona ermesiyle Haram aylar devreye girmekte ve Hac mevsimi yaklaşmaktaydı. Mekkeliler bu dönemde şehirlerinden uzak kalıp önemli bir gelir kaynağından mahrum kalmayı göze alamazlardı. Bu durumda Mekkelilerin komutanı Ebû Süfyân için eve dönmek üzere kuşatmayı kaldırmak, paralı askerlere de gitmekten başka çare kalmamış görünüyordu. Mekkeliler adına bütün bu olumsuz gelişmelere ilave olarak Hendek Savaşı’nın sonuna doğru meydana gelen şiddetli çöl fırtınası müşrik ordusunda ümitlerin tamamen tükenmesine sebep oldu. Öyle ki rüzgârın etkisiyle çadırlar yıkıldı, yemek kazanları devrildi, yük taşımak ve savaşta kullanılmak için getirilen hayvanlar etrafa dağıldı. Bu gelişmeler karşısında Ebû Süfyân yaptığı açıklamayla muhasaranın kaldırıldığını ilan etti:

“Ey Kureyş topluluğu. Şüphesiz siz artık kalınabilecek bir yurtta bulunmuyorsunuz. Atlar ve develer helâk oldu. Benî Kureyza bize vadini yerine getirmedi. Üstelik bizler gördüğünüz gibi rüzgârın şiddetine de maruz kaldık. Artık ateşimiz yanmıyor, yemek çömleklerimiz devrildi, çadırlarımız ise tamamen yıkıldı. Artık yola çıkıp burayı terk edin. İşte ben yola çıkıyorum”. [48]

Hicretin 5. yılı Zilkâde ayında (Nisan 627) gerçekleşen Hendek Savaşı, sonuçları itibariyle hem Medineli Müslümanlar, hem de Mekke müşrikleri için Hicretle başlayan mücadelede yeni bir dönüm noktası olmuştur. Herhangi bir kayıp vermeden müttefik ordusunu Medine‘den uzaklaştırmış olmaları sebebiyle bu sonuç Müslümanlar için büyük bir zafer sayılmalıdır. Mekkeliler açısından bakıldığında ise Arap Yarımadası’nda Müslümanlara düşman olan bütün unsurları bir araya getirmelerine rağmen onları yok etme hedefine yine ulaşamadıkları için bu sonuç tartışmasız bir başarısızlıktır. Dolayısıyla son neticesiz teşebbüs, müşriklerin Müslümanları mağlup edeceklerine dair bütün umutlarını söndürmüş, onların artık on bin kişilik bir orduyu tekrar bir araya getirme imkânı da kalmadığı için Medine üzerine yeni bir saldırı ihtimali tamamen ortadan kalkmıştır. Binâenaleyh Hendek Savaşı, Kureyş müşriklerinin Medine’ye karşı gerçekleştirdikleri son saldırı harekâtı olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), ashâbına Kureyş’in bundan sonra kendilerine karşı savaş tertip edemeyeceğini, askerî faaliyetlerin artık kendileri tarafından gerçekleştirileceğini müjdelemiştir.[49] Artık bundan sonra Müslümanlar karşısında şehirlerini koruma endişesi taşıyan ve savunmaya çekilenler Mekkeliler olacaktır.

4. Hudeybiye Musâlahası (H.6/M.628)

Müslümanların Medine’ye hicreti sıradan bir kaçma veya karşı tarafa sığınma değil, aslında Mekke‘ye tekrar dönme hedefi taşıyan planlı bir göç hareketiydi. Hz. Peygamber (s.a.s) görevini Mekke’de sağlıklı bir şekilde yerine getiremediğini, buranın bir tebliğ merkezi olamayacağını görünce Medine‘ye göç etmişti. Müslümanlar gerçekten de onun önderliğinde Medine merkezli büyük bir siyasî ve askerî güç oluşturmuşlardı. Artık onlar için dönüş yolunun ilk adımlarının atılma zamanı gelmişti.

Müslümanlar Hendek Savaşı’ndan sonra Benî Kureyza’yı tamamen etkisiz hale getirerek Medine‘nin iç güvenliğini sağlamışlar, bunun ardından Mustalikoğulları Gazvesi’yle Medine’ye saldırmak isteyen müşrik Arapları kendilerine itaat eder hale getirmişlerdi. Müslümanlar lehine gerçekleşen bu ortamdan istifade etmek isteyen Hz. Peygamber (s.a.s), umre niyetiyle silahsız bir şekilde yaklaşık 1600 kişiye ulaşan ashâbıyla birlikte hicretin 6. Yılı Zilkâde ayında (Mart 628) tarihinde Medine’den Mekke‘ye doğru harekete geçti.[50]

Müslümanların Mekke’ye gidişleri her zaman için bir çatışma ihtimali taşısa da, Allah Rasûlü’nün (s.a.s) bu adımıyla esasında Medine ile Mekke arasında savaş dışında bir temas fırsatı aradığı anlaşılmaktadır. Zira Medine’deki Müslüman toplulukla Mekkelilerin pek çok irtibat kurma imkânları bulunuyordu. Her şeyden önce Allah Rasûlü (s.a.s) ve çok sayıda Müslüman muhâcir aslen Mekkeli idi. Ayrıca İslâm dini, günlük vakit namazları ve Hac görevi dolayısıyla Mekke’deki Kâbe’yi dinî merkez olarak seçmişti. Aralarındaki kan akrabalığı göz önünde bulundurulmasa bile, sırf Mekke ile yapılacak bir uzlaşma, Müslümanların geleceği bakımından bu şehri tahrip ve yok etmekten daha çok tercih edilebilir görünüyordu. Zira bu şehir, sadece hürmet gösterilen Kâbe’nin burada bulunmasından dolayı değil, aynı zamanda ekonomik ilişkileri sebebiyle de bütün Arabistan’da büyük bir saygınlığa sahipti. Her şeyden önce kültürel bakımdan Arap Yarımadası’nın diğer çoğu bölgesinden daha ileri ve gelişmiş durumda idi. Üstelik bir takım göçebe insanların oluşturduğu bir yer olmaktan öte, burada çok iyi örgütlenmiş bir Şehir-Devleti mevcuttu. Diğer taraftan Mekke sakinlerinin de özellikle Hendek Savaşı’ndan sonra Müslümanlarla bir barış anlaşması yapmayı arzu ettikleri düşünülebilir. Çünkü bir yandan kervan ticaretlerinin sekteye uğraması, öte yandan Medine ile tutuştukları savaş onların üzerlerinde büyük bir siyasî ve iktisadî baskı oluşturmaktaydı. Dolayısıyla, en azından durumlarını kurtaracak onurlu bir anlaşma onlar tarafından da kabul edilebilir görünüyordu. Üstelik Müslümanların Hudeybiye seferine çıktıkları yıl kıtlık ve açlık Mekke’yi tehdit etmekteydi. Bu yetmezmiş gibi Arabistan’ın tahıl ambarlarından Necid bölgesinde bulunan Yemâme kabilesi reislerinden Sümâme b. Usâl İslâm’ı kabul etmiş, ardından kendisinin de düşman gördüğü Mekke’ye yapılan her türlü tahıl ürünü ihracını yasaklamış, bu da Mekke’de ciddi boyutlarda gıda sıkıntısına sebep olmuştu. Bunun üzerine bazı Mekkeliler, Rasûlüllah’a (s.a.s) hem kendisinin cömertliğini hem de aralarındaki akrabalık ilişkilerini hatırlatan bir haber gönderip bu ambargonun kaldırılmasını rica etmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.s) bu talebi derhal kabul etmiş, ayrıca ilave olarak 500 dinar (altın para) gibi önemli bir meblağı Mekke’nin yoksullarına dağıtılmak üzere göndermişti.[51] Anlaşılan o ki, bu son gelişme iki taraf arasındaki düşmanca hislerin bir nebze ortadan kalkmasına fırsat tanımıştı. Allah Rasûlü (s.a.s) bu iyi niyet adımlarıyla iktifa etmeyip Mekkeliler ile esaslı bir anlaşma ihtimalini kuvvetlendirmek için başka girişimlerde de bulunmuştur. Bu amaçla şehrin lideri Ebû Süfyân’a önemli miktarda Medine hurması gönderip bunları Mekke’nin ihraç ürünü olan ve Ebû Süfyân’ın depolarında çürümeye terk edilen derilerle takas etmeyi önermiş, aynı zamanda Mekke reisine bir ticaret kervanının başında olduğu halde büyük bir sükûnet ve emniyet içerisinde İslâm topraklarından geçerek Suriye-Filistin yönüne gitmesine izin vermişti.[52] Zikri geçen gelişmeler vesilesiyle Mekkelilerle uzlaşma ihtimalini en üst düzeye çıkaran Rasûlüllah (s.a.s), tam o sıralarda Ebû Süfyân’ın Habeşistan’a hicret etmiş olan ve kocası orada öldüğü için dul ve himayesiz kalan kızı ile evlendi. Müfessirler “Olur ki Allah sizinle düşman olduklarınız arasında bir dostluk meydana getirir.” âyetinin[53] bu gelişmelere işaret ettiği kanaatindedirler.[54]

Hz. Peygamber (s.a.s) Kureşlilere karşı sergilediği bütün bu olumlu girişimlerden sonra barışın tesisi adına daha esaslı bir adım atmaya karar verdi. Bunun için önce umre yapmak niyetinde olduğunu ilan edip ardından da Mekke’ye gizli görevliler göndererek şehirdekilerin bu teşebbüse olan tepkisini ölçmeye çalıştı. Bununla birlikte Müslümanlar karşı taraftan hemen hoş bir karşılanma da beklemiyorlardı. Ancak Allah Rasûlü (s.a.s) kötü niyetli bazı kuşkuları gidermek adına yolculuk için savaşın yasak olduğu Haram Aylar mevsimini tercih etti. Onun bütün hareketleri sadece Mekke’ye dinî bir vecibe olan umrenin yerine getirilmesi için yola çıktığını göstermek içindi. Hakikaten de Müslümanların sefere savaş silahlarıyla değil, sadece zaruri yolcu tertibatıyla çıkmış olmaları da onları barışçıl amaçla harekete geçtiklerinin açık bir deliliydi. Nitekim Müslümanlardan bir kısmının kendileriyle savaş halinde olan bir topluluğa karşı herhangi bir askerî techizât bulundurmadan gitmelerinin ne kadar doğru olduğuna dair endişelerini dile getirmeleri ve Kureyşli müşriklerin bundan istifadeyle kendilerine saldırı düzenleyebileceği ihtimalini hatırlatmaları üzerine Allah Rasûlü (s.a.s) “Umreye gidiyorum ve yanımda silah taşımak istemiyorum” diyerek savaş yapma niyetinde olmadığını bir kez daha vurgulamıştır.[55]

Sefer için bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra Medine’den yola çıkan kafile yeni katılanlarla birlikte Mekke’ye yaklaşık 12 km uzaklıkta bulunan Hudeybiye mevkiine ulaştı. Allah Rasûlü (s.a.s) niyetinin savaş olmadığını, sadece Beytullâh’ı ziyaret etmek istediğini göstermek amacıyla yanında kurbanlık hayvanlar getirmiş, umre için ihrama girmişti. Hz. Peygamber’in (s.a.s) Mekke’ye yöneldiği haberi müşriklere ulaşınca durumu görüşmek üzere bir acil toplantı tertip ettiler. Şehrin ileri gelenleri istişare sonucunda şu görüşe ulaştılar: Muhammed umre için ordusuyla birlikte Mekke’ye girmek istemektedir. Kureyş dışındaki Araplar, Müslümanlarla kendi aralarında meydana gelen hadiseleri bildiği için Muhammed’in zorla şehre girmek istediğini anlarlar ki, bu durum Kureyş’in sâir Araplar nazarındaki itibarına büyük zarar verir. Bu durumda hiçbir şekilde onların Mekke’ye girmelerine müsaade edilmemelidir. Müşrikler bu konudaki kararlılıklarını göstermek amacıyla Gamîm tarafına 200 süvari göndermeye, birliğin başına da Hâlid b. Velîd’i getirmeye karar verdiler.[56] Kureyşliler aynı anda müttefik müşrik kabileleri de bu hususta kendileriyle birlikte hareket etmeye çağırdılar. Nitekim Tâif’te meskun Sakîf kabilesi onlarla birlikte hareket edeceğini açıkladı. Bunun ardından Mekke müşrikleri tedbir amacıyla dağların başına varıncaya kadar etrafa gözcü yerleştirdiler.[57]

Müslümanlar Hudeybiye’de iken onlarla Mekkeliler arasında elçiler gidip gelmeye başladı. Önce Hz. Peygamber’i (s.a.s) temsilen Huzâa kabilesi reislerinden Büdeyl b. Verkâ başkanlığında bir heyet, daha sonra da aynı kabileden Hırâş b. Ümeyye Mekke’ye gittiler. Buna karşılık Kureyşliler de Hz. Peygamber’e (s.a.s) sırasıyla Mikrez b. Hafs ile Urve b. Mes’ûd es-Sekafî’yi gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.s) hem gönderdiği hem de kendisine gelen elçilere ısrarla savaş niyetlerinin olmadığını, sadece Kâbe’yi ziyaret etmek istediklerini iletiyor, buna karşılık Kureyşliler Müslümanların Mekke’ye girmelerine hiçbir şekilde müsaade etmeyeceklerini tekrarlıyorlardı.[58] Görüşmelerin kilitlenmesi üzerine bu defa Hz. Peygamber (s.a.s) geliş niyetlerini iletmek üzere Hz Osman‘ı Kureyşlilere göndermeye karar verdi. Hz. Osman‘ın görüştüğü Kureyşliler Medine‘den gelenlerin şehre girmelerine kesinlikle izin vermeyeceklerini, ancak isterse kendisinin Kâbe’yi tavaf edebileceğini bildirdiler. Ancak Allah Rasûlü’nden (s.a.s) önce Kâbe’yi tek başına tavaf etmeyeceğini söylediğinde onu hapsettiler. Hz. Osman’ın dönmesi birkaç gün gecikince onun öldürülmüş olduğundan endişelenen Hz. Peygamber (s.a.s) müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair ashâbıyla sözleşti. Bu ahitleşme, altında biat yapılan ağaca nisbetle Rıdvan Biatı olarak anılmıştır.[59]  Kur’ân-ı Kerîm‘de bu biata şöyle bir atıf vardır:

Şüphesiz sana baş eğerek ellerini verenler (biat edenler), Allah'a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir. Verdiği bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük ecir verecektir”.[60] “Allah inananlardan, ağaç altında sana baş eğerek el verirlerken andolsun ki hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir. Allah, güçlü olandır, Hakîm olandır. Allah size, ele geçireceğiniz bol bol ganimetler vadetmiştir. İnananlar için bir belge olması, sizi doğru yola eriştirmesi için bunları size hemen vermiş ve insanların size uzanan ellerini önlemiştir. Bundan başka, sizin gücünüzün yetmediği fakat Allah'ın sizin için sakladığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kâdir olandır”.[61]

 Hudeybiye’de Müslümanların savaş için sözleştiklerini haber alan Mekkeliler durumun ciddiyetini fark ederek Hz. Osman‘ı serbest bıraktıkları gibi, Allah Rasûlü (s.a.s) ile görüşmeler yapmak üzere Süheyl b. Amr başkanlığında bir heyet gönderdiler. Anlaşılan Hendek savaşında on bin kişilik bir ordu toplayan müşrikler, sadece basit yolcu kılıçlarıyla yanlarına kadar gelen ve sayıları ancak 1400 kişiyi bulan Müslümanlara saldırmak ve onları bölgeden uzaklaştırmak cesaretini ve gücünü kendilerinde bulamamışlar, onlarla görüşme yapmaya mecbur kalmışlardı.

Kureyş elçisi Süheyl b. Amr Müslümanların bulunduğu yere ulaşınca, onlara muhtemel bir anlaşmanın temel şartlarını açıkladı. Buna göre Müslümanlar bu yıl kesinlikle Mekke’ye girmeyecekler, ancak gelecek yıl gelip üç gün içinde umrelerini yapıp geri dönecekler, bu esnada kesinlikle Mekkeliler ile bir araya gelmeleri de mümkün olmayacaktı.[62] Kureyş temsilcilerinin en azından görüşme şartlarını öne sürmüş olmaları dahi Müslümanlarla müşrikler arasında bir anlaşma zemininin olduğunu ortaya koymuş oldu. Bunun ardından sıra bir anlaşma metni kaleme almaya geldi. Ancak Hz. Ömer başta olmak üzere bir kısım Müslümanlar Mekkelilerin ileri sürdükleri şartların kendi aleyhlerine olduğunu, kendileri üstün durumda iken böyle bir teklife razı olmanın zillete razı olmak anlamına geleceğini ifade ettiler. Hz. Ebû Bekir ise itirazcılara bu bahiste Allah ve Rasûlü’ne (s.a.s) itaatin esas olduğu kanaatini açıkladıktan sonra, kendilerine düşenin Hz. Peygamber’in (s.a.s) verdiği karara uymak olduğunu bildirdi.[63] Nitekim kısa süre sonra taraflar arasında şu şartlarda bir barış antlaşması imzalandı:

1. Müslümanlar ile Mekkeliler arasında on yıl süreli bir barış anlaşması yapılacaktır. Taraflardan herhangi biri üçüncü bir tarafla savaşa girerse diğeri bu çatışmaya müdahil olmayacaktır.

2.     Müslümanlar bu yıl Mekke‘ye girmeyeceklerdir.

3. Ziyaretlerini gelecek yıl yapacaklar, ancak şehirde üç günden fazla kalmayacaklardır.

4.     Bu esnada Müslümanların yanında sadece yolcu kılıçları bulunacaktır.

5.     Anlaşmadan sonra Mekkelilerden biri Müslümanların yanına sığınırsa geri çevrilecek, fakat Müslümanlardan biri Mekke’ye dönerse şehirden çıkarılmayacaktır.

6.     Başka kabileler istedikleri tarafla ittifak yapabileceklerdir. Nitekim bu maddeye istinaden Mekke müşrikleri Benî Bekir, Müslümanlar ise Huzâa kabilesi ile anlaşma yapmışlardır.[64]

Allah Rasûlü’nün (s.a.s) Kureyş müşrikleriyle yapmış olduğu Hudeybiye Antlaşması’nın başlangıçta Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından bir mağlubiyet olarak algılandığı anlaşılmaktadır. Onların Hudeybiye öncesindeki konumları dikkate alındığında bu hususta haklılık payları da yok değildi. Zira Müslümanlar uzun ve tehlikeli yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşmışlar, ancak Kâbe’yi ziyaret etmeden geri dönmek durumunda kalmışlardı. Bu sonuç kendilerinde Mekke müşriklerine karşı bir nevi mağlup oldukları hissini uyandırdı. Ayrıca anlaşmanın ikinci maddesinde geçen Mekkelilerden bir fırsatını bulup kaçmayı başaran Müslümanların Medine’ye hiçbir şekilde kabul edilmeyecekleri hükmü onların rahatsızlığını daha da artırmıştı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Müslümanların tek tesellisi Mekkelilerle bir barış anlaşması yapılmış olmasıydı.   

Hudeybiye Barış Antlaşması ilerleyen zaman içerisinde Müslümanlara çok büyük imkânlar sağlamıştır. Aslında anlaşmadan önce Müslümanlar için şartlar pek de iç açıcı değildi: Güneyde sürekli düşmanca niyetler besleyen bir Mekke, Müslümanların varlığını açıkça tehdit etmekteydi. Kuzeyde yegâne meslek ve uğraşları yağmacılık olan Gatafân ve Fezâre kabileleri, ilk haince girişimleri Hendek Savaşı’nda boşa çıkarılan ama Medine’nin geleceği bakımından hiç de güven vaat etmeyen Hayberli Yahûdîlerle güç birliği içine girmişlerdi. Kaldı ki, Mekke ve Hayber toplulukları arasında Müslümanlar aleyhine çoktan bir anlaşma yapılmıştı. Buna göre, Allah Rasûlü (s.a.s) iki taraftan biri üzerine yürüyecek olursa, diğeri Medine’ye karşı saldırı düzenleyebilirdi. Dolayısıyla her iki düşmandan da kurtulmak gerekiyordu, ama İslâm Devleti o sıralarda hem Mekke’ye hem de Hayber’e aynı anda sefer düzenleyecek kudrete sahip değildi. Bu sebeple Müslümanların umumî menfaati bu iki düşmandan biri ile barış yapılmasını zaruri kılıyordu.  Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s) Hayber’e karşı bir sefer düzenlemesi durumunda Mekkelilerin tarafsızlığını sağlamak için bazı tavizler vermek suretiyle onlarla bir anlaşma imzalandı. Neticede Müslümanların Arap Yarımadası’nda en büyük düşmanları olan Mekkelilerin Medine’ye dönük muhtemel bir saldırı tehlikesi resmen ortadan kalkmış oldu. Bu vaziyet aynı zamanda Hz. Peygamber’in (s.a.s) bir yönetici olarak başarılı bir siyaset yürüttüğünü, bu anlaşmayla güçlenen ve kendine güvenen tarafın Müslümanlar olduğunu, buna mukabil Mekkelilerin ise bu anlaşmayla esasında özgüvenlerini kaybeden ve savunmaya geçen taraf haline geldiğini açıkça ortaya koyar.

Hudeybiye Barışı’nın Hz. Peygamber’e (s.a.s) sağladığı diğer bir önemli kazanç Mekke müşriklerinin ilk kez Müslümanları siyasî bir muhatap olarak kabul etmeleri, onları nihayet hukuken tanımış olmalarıdır. Halbuki bu döneme kadar Mekkeliler Müslümanları bozguncu ve âsî topluluk olarak görmüşler, kendilerini de daima onları yola getirecek efendiler olarak kabul etmişlerdir. Diğer yandan alınan sonuç, aynı zamanda Arap Yarımadası’nda Kureyş’in itibarının sarsılmasına sebep olmuş, artık diğer Arap kabileleri Kureyş otoritesi konusunda şüpheye düşmüşler, artık Kureyş’e karşı kendilerini daha bağımsız hissetmeye başlamışlardır. Bu durumda Mekkelilerin Arap kabileleri üzerindeki siyasî nüfuzunun ve tesirinin azalmaya başladığı yeni bir döneme geçilmiştir. Öyle ki, daha önce Kureyş’in gücünden çekinerek Müslümanlarla ilişki kuramayan bazı Arap kabileleri, bu anlaşmayla birlikte Medine ile daha rahat bir şekilde irtibata geçme imkânı bulmuşlardır. Aynı anda Müslümanlar adına gelişen olumlu şartlardan istifadeyle Hz. Peygamber (s.a.s) gerek Arap Yarımadası’ndaki kabileleri gerekse komşu ülke idarecilerini İslâm’a davet etme imkânı bulmuş, bir taraftan onları Müslümanların siyasî varlığından haberdar etmiş, diğer taraftan da risâlet vazifesini îfâ etmiştir. Bunun sonucunda Arabistan’da Müslümanların etkisi ve sayısı hızla artmaya başlamıştır. Öyle ki, Hudeybiye Barış Antlaşması’dan Mekke’nin fethine kadar geçen yaklaşık iki yıllık zaman zarfında İslâm’a girenler, tebliğin başlangıcından o döneme kadar geçen sürede Müslüman olanlardan kat kat fazla sayıya ulaşmıştır. Nitekim Hicretin 6. (M.628) yılında Kâbe’yi ziyaret için Hz. Peygamber (s.a.s) ile birlikte Mekke’ye gelenlerin sayısı kaynaklarda en fazla 1700 iken[65], bundan sadece iki yıl sonra aynı şehri fethe çıkan ordu 10.000 kişiye ulaşmıştır.[66] Hudeybiye hadisesi hakkında aktarılan bilgiler ve verilen rakamlar İslâm’ın yayılması için nasıl bir sosyal ortama ihtiyaç duyulduğunu da açıkça ortaya koyar. Buna göre, dinin yayılabilmesi için en önemli şart savaş ve çatışma değil, karşılıklı barış ortamının tesis edilmesidir. Müslümanlarla Kureyş arasındaki savaş hukukunu sona erdiren Hudeybiye Barış Antlaşması, savaş şartları ve psikolojisini ortadan kaldırdığı için Kureyşliler, Müslümanlar ve İslâmiyet hakkında daha sağlıklı düşünme ve değerlendirme yapma fırsatı bulmuşlardır. Özellikle gençler Medine‘ye göç etmiş olan akrabaları ile yakın ilişkiler geliştirmişler, bu ortamda Mekke ile Medine arasında ticarî ve insanî gidiş – gelişler önyargısız diyaloga vesile olmuş, bu da İslâm dininin Kureyşliler arasında hızla yayılmasını temin etmiştir. O kadar ki, barış sürecinde sadece sıradan Mekkeliler değil, Kureyş’in önde gelen şahsiyetlerinden Hâlid b. Velîd ile Amr b. el-Âs gibi şahıslar Mekke’den Medine’ye hicret ederek Müslüman olmuşlardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), huzuruna Müslüman olmak üzere gelen bu şahısları görünce “Mekke ciğerparelerini kucağınıza atmıştır” sözleriyle memnuniyetini izhar etmiştir.[67]

B. MEKKE FETHİ’NİN HUKÛKÎ GEREKÇESİ: HUDEYBİYE ANTLAŞMASININ BOZULMASI

Mekke civarında yaşayan Benî Bekir ile Benî Huzâa kabileleri İslâm öncesi dönemden beri birbirine düşmandılar. Vâkıdî’nin rivayetine göre Huzâa kabilesi, Cahiliye döneminde Benî Bekr’den bir adamı ele geçirip malını gasp etmişti. Bu olaydan sonra onlar da Huzâalılardan bir adamı intikam için öldürdüler. Böylece taraflar arasında kan davası başlamış oldu. Benî el-Esved b. Rezen’den Züeyb, Sülmâ ve Külsûm gibi şahıslar başka bir zaman Huzâalıların yanından geçerken Huzâalılar da onları Harem’in sınırlarının yanında katlettiler.[68] Hudeybiye Antaşması sayesinde taraflar arasında kısa süreli de olsa bir çatışmasız dönem yaşandı. Ancak Hudeybiye’den yaklaşık iki yıl sonra Bekiroğulları’nın Benî Nüfâse kolu anlaşmaya göre Müslümanların müttefiki olan Huzâa’ya Mekke yakınlarında Vetîr adı verilen su kıyısında ani bir baskın düzenledi. Saldırıya maruz kalan Huzâalılar kaçarak Harem’e sığınmışlarsa da onları takip eden Benî Bekir mensupları haremin kurallarını çiğnemek suretiyle onlardan kabile reislerinden Ka’b b. Amr da dâhil olmak üzere yaklaşık yirmi kişiyi katlettiler. Saldırı esnasında Kureyşliler de Benî Bekir’e yardımcı olmuş, hatta Safvân b. Ümeyye, İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Kureyş ileri gelenleri yüzlerini gizlemek suretiyle baskına katılmışlardı.[69]

Siyer kaynaklarına göre taraflar arasında yeniden çatışmanın çıkmasına, dolayısıyla Hudeybiye Barış Anlaşması’nın geçersiz olmasına sebebiyet veren hadisenin Benî Bekir kabilesine mensup bir kişinin Hz. Peygamber’i (s.a.s) hicveden bir şiir söylemesi, aynı kabileye mensup başka bir kişinin bu sözleri şarkı şeklinde terennüm ederek gerek Allah Rasûlü (s.a.s), gerekse Müslümanlara hakaret etmesinden kaynaklandığı zikredilir. Bunun üzerine Huzâa kabilesi mensupları müttefiklerine karşı yapılan bu sözlü saldırıya cevaben Hz. Peygamber’e (s.a.s) dil uzatan şahsı öldürmüşler, buna karşılık olarak da Benî Bekir mensupları Mekke müşriklerini de yardıma çağırmak suretiyle Huzâa’ya saldırı düzenlemişlerdir. [70]

Benî Bekir’in Huzâalılara yönelik gerçekleştirdiği saldırının ardından Huzâa ileri gelenleri Hudeybiye Antlaşması’ndan müttefikleri olan Müslümanlardan yardım istemek amacıyla önce Amr b. Sâlim, ardından da Büdeyl b. Verkâ başkanlığında iki heyeti peş peşe Medine‘ye gönderdiler.[71] Gelen ilk heyetin sözcüsü Amr b. Sâlim, Allah Rasûlü’nün (s.a.s) huzurunda şu şiiri okuyarak Müslümanlardan yardım talebinde bulunmuştur:

“Ey Allah’ım… Muhammed’e babası ve bizim babamız arasındaki ittifak anlaşmasını hatırlaması için yalvarırım.

Gerçekte Kureyşliler anlaşmayı bozdular ve senin muhteşem anlaşmanı böylece çözmüş oldular;

Onlar bana Kedâ’da bir pusu kurdular ve böylece benim kimseden yardım isteyemeyeceğimi sandılar…

Bununla birlikte onların başları öne eğik ve sayıca daha azdılar. Onlar bizi, diz üstü veya secdede iken basıp öldürenlerdir”.[72]

Huzâalıların Benî Bekr kabilesinin kendilerine saldırdığını haber vermeleri üzerine Allah Rasûlü (s.a.s) Mekke‘ye derhal bir haberci göndererek onlardan ya Huzâa’dan öldürülen kişilerin diyetlerini ödemeleri ya da Bekiroğulları’yla olan ittifaklarını bozmalarını, aksi takdirde aralarındaki anlaşmanın hükümsüz sayılacağını bildirdi. Mekkeliler ilk önce Hz. Peygamber’in (s.a.s) elçisine olumsuz cevap verdiler.[73] Bu durum Ebû Süfyân’a bildirildiğinde yapılanın son derece yanlış olduğunu ifade edip bunun Mekkeliler için kötü sonuçlar getireceği değerlendirmesinde bulunmuştur: “Vallahi bu (Huzâalılara yapılan saldırı), öyle bir iştir ki ne onda hazır bulundum, ne de ondan haberim vardı. Bunun vebali de benim üzerimde olacaktır. Vallahi bana danışılmadı ve bana haber geldiğinde sevinmedim. Vallahi eğer tahminim beni yanıltmıyorsa ki, beni yanıltmıyor, Muhammed üzerimize gelecektir. Bu haber Muhammed’e ulaşmadan benim bir an önce gidip barış sürecini uzatması ve yeni bir antlaşma yapması için onunla konuşmaktan başka çarem yok.” dedi. Diğer taraftan Kureyşliler, Huzâalılara karşı Benî Bekr’e yaptıkları yardım sebebiyle pişman oldular. Hz. Peygamber’in (s.a.s), savaş ilan etmeden onları bırakmayacağını anladılar. Bunun üzerine Ebû Süfyân ve bir mevlası iki deve üzerinde yola çıktılar. Medine’ye ulaşan Ebû Süfyân önce Rasûlüllah’ın (s.a.s) yanına gittiyse de kendisinden hiç yüz bulamadı. Onun barış antlaşmasını yenileme talebine Hz. Peygamber’in (s.a.s) olumlu cevap vermemiş olması, ilk anda barış yerine savaşı tercih etmiş olduğu kanaatini akla getirebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, barışı ihlâl eden Kureyş ve müttefikleriydiler, ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s) barışın devamını sağlayacak tekliflerine kulak tıkayarak anlaşmayı tümden geçersiz hale getirenler yine onlardı. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) Ebû Süfyân’ın talebi doğrultusunda anlaşmayı yenilemiş olsaydı bile, buna gerek Mekke müşriklerinin gerekse onların müttefikleri olan Bekiroğulları’nın uyacağını kim garanti edebilirdi.[74] Ayrıca Benî Bekir’in saldırıları olmamış gibi kabul edilip Huzâalardan öldürülenlerin hukuki durumları çözülmeden yeni bir anlaşma yapmak da doğru olmazdı. Ebû Süfyân, Hz. Peygamber’le (s.a.s) görüşmesinden herhangi bir netice elde edemeyince Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer gibi ashâb ileri gelenleri nezdindeki girişimler de sonuçsuz kalınca, son çare olarak Hz. Ali‘nin tavsiyesi doğrultusunda şehir meydanında tek taraflı olarak anlaşmayı yenilediğini ilân ederek Mekke’ye döndü.[75] Ebû Süfyân şehir ileri gelenlerine barışı yenileme çabaları hakkında bilgi vermiş, ancak bu konuda kimseyi ikna edememiştir. Nitekim Mekkeliler kendisine “Senden daha ahmak bir kişi görmedik. Bize savaş haberi getirmedin ki, savaş için hazırlık yapalım, barış haberi getirmedin ki, ona göre davranalım” sözleriyle tepki göstermişlerdir.[76]

Her iki tarafın mutabakatıyla gerçekleşmediği için Ebû Süfyân’ın Medine’deki anlaşmayı devam ettirme ilanının hukuken hiçbir geçerliliği yoktu. Böylece on yıl sürmesi planlanan anlaşma daha iki yıl geçmeden hükmünü yitirmiş oldu. Kureyşliler tarafından Hudeybiye Antlaşması’na karşı gerçekleştirilen bu ihlâl girişimi Müslümanlar için ise Mekke fethinin hukukî dayanağını teşkil etmiştir. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.s) vakit kaybetmeden Mekke üzerine sefer hazırlıkları başlattı. Esasında Mekke’nin er ya da geç Müslümanların eline geçeceği hususu Hudeybiye dönüşünde nâzil olan Fetih sûresi ile Müslümanlara müjdelenmişti. Dolaysıyla Mekke müşriklerinin Hudeybiye Barışı’nı geçersiz hale getirmiş olmaları Müslümanlar için hukukî mesned oluşturmanın yanında, aslında fetih tarihinin de belirlenmesini sağlamıştır.

Kendisinden imdat isteyen Huzâa kabilesine yardım vaadinde bulunan Allah Rasûlü (s.a.s) ashâbına sefer için hazırlık yapmalarını emretmekle birlikte harekâtın nereye yapılacağını gizli tutmuştur. Öyle ki, askerî faaliyetin hedefi hakkında onun en yakınları dahi başlangıç aşamasında bilgi sahibi olamadılar. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.s) eşi Hz. Âişe’ye de yolculuk için hazırlanmasını istemiş, ancak onun seferle ilgili sorularına cevap vermemiştir. Benzer şekilde kızının yanına uğrayan Hz. Ebû Bekir (ra) onun hareket için hazırlık yaptığına şahit olunca bilgi öğrenmek istemiş, ancak Hz. Âişe kendisinin de bu konuda bilgisinin olmadığını söyledikten sonra bir tahmin yürüterek “kim bilir, belki Hevâzin, belki Sakîf, belki de Benî Süleym üzerine gidecektir” demiştir. Kızından bilgi alamayan Hz. Ebû Bekir, bu defa doğrudan Hz. Peygamber’e (s.a.s) seferin nereye yapılacağını sorduğunda ondan “Kureyş” cevabını alınca onlarla anlaşmanın var olduğunu söylemiş, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s) anlaşmanın bizzat Kureyşliler tarafından ihlâl edildiğini, bundan dolayı kendilerinin Mekke üzerine yürümeleri gerektiğini ifade etmiştir.[77]

Hz. Peygamber (s.a.s) Mekke için sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra Hicrî 8. yılın 10 Ramazan’ında (1 Ocak Miladî 630) Medine’den harekete geçti. Yola çıkmadan önce Medine civarındaki Müslüman kabilelere haber gönderip yakında gerçekleştirecekleri sefer için hazırlıklı olmalarını tenbihlemiş, sefere iştirak edecek kabilelerin Medine’ye gelmek yerine kendilerine sefer esnasında katılmalarını istemiştir. Nitekim Ensâr ve Muhâcirler Medine’den ayrıldıktan sonra Eslem, Ğıfâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca’ gibi farklı kabileler yolda Müslümanlara katıldılar.[78] Allah Rasûlü (s.a.s) mîkât yeri olan Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek seferin yönü konusundaki gizliliği devam ettirdi. Dolayısıyla Kureyşliler harekâtın gerçek hedefi konusunda herhangi bir işaret alamadılar. Nihayet uzun bir yolculuğun ardından on bin sayısına ulaşan Müslüman askerler günümüzde Mekke’ye 16 km. mesafede bulunan Merrüzzahrân’da ulaşıp burada konakladılar.[79]

Hz. Peygamber (s.a.s) Müslüman askerlere konak yerinde binlerce meşalenin yakılmasını emretti. Kısa süre sonra tutuşturulan meşaleler sayesinde Mekke’nin üst kısımları gece karanlığında aydınlandı. Şehrin dışındaki olağandışı gelişmeler tabiatıyla Kureyşlileri endişelendirmeye başlayınca Ebû Süfyân başta olmak üzere birkaç Mekkeli durumun mahiyetini anlamak amacıyla Müslümanların bulunduğu mevkiye doğru yöneldiler. Kısa süre zarfında gelen şahıslar Müslüman gözcüler tarafından alınıp Müslümanların toplandıkları mevkie getirildiler. Hz. Ömer yakalanmış bulunan Ebû Süfyân’ı öldürmek istediyse de Abbâs ona emân verdiğini bildirerek bu teşebbüse izin vermemiştir.[80] Abbâs’ın himayesiyle Müslümanların karargâhına götürülen Mekke önderleri Allah Rasûlü (s.a.s) ile ilk görüşmenin ardından Müslüman askerlerce gerçekleştirilen büyük bir geçit törenini izlediler. Düzenlenen merasimin asıl hedefi gelen ordunun gücünü Mekke liderlerine göstermek suretiyle onların herhangi bir direniş göstermeden Müslümanlara teslim olmalarını sağlamaktı. Müşrik önderlerinin de korku ve şaşkınlıkla şahit oldukları merasimin ardından Hz. Peygamber’in (s.a.s) amcası Abbâs’ın da teşebbüsüyle gelenlerden Ebû Süfyân gönüllü-gönülsüz müslüman olduğunu açıkladı. Ebû Süfyân, Müslüman ordunun azametine şahit olduktan sonra böylesi bir güce karşı Kureyşlilerin direnmesinin imkânsız olacağına ikna edilmiş, bundan sonra da kendisinin Mekke’ye dönmesine izin verilmiştir. Rasûlüllah (s.a.s) ayrıca Ebû Süfyân’ın evine sığınanın, Kâbe’ye sığınanın hatta kendi evinden çıkmayıp Müslümanlara direnmeyen Mekkelilerin emniyette olacağını şehir halkına duyurması için Ebû Süfyân ile yanındaki şahısları serbest bıraktı. Allah Rasûlü’nün (s.a.s) başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyhâ ve Büdeyl b. Verkâ gibi başka Mekkeliler’in evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırmış ve gönüllerini İslâm’a ısındırmak istemiştir. Ayrıca Ebû Süfyân’ın ardından Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in (s.a.s) amcası Abbâs da şehir halkına evlerine çekilerek Müslümanlara karşı direnmemeleri tavsiyesinde bulundu. Bunun üzerine Mekkelilerin pek çoğu Mescid-i Harâm’a sığındılar ya da evlerine çekildiler.[81]

Ebû Süfyân Mekke’ye döner dönmez Kureyşlilere Müslümanlara karşı koymanın mümkün olmadığını, dolayısıyla şehir halkı için teslim olmaktan başka çaresinin bulunmadığını açıkladı. Bu durum karşısında Mekkeliler İslâm ordusuna karşı konulamayacağını gördüler. Üstelik şehrin önde gelen bir liderinden duydukları bu sözler direnme kararında olanların ümidini kırmış, onlardan pek çoğunun Müslümanlara karşı koyma niyetinden vazgeçmelerine sebep olmuştur.[82] Kaldı ki, Ebû Süfyân’ın Kâbe’nin avlusunda Mekkelilere kendisinin İslâmiyet’i kabul ettiğini ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını söyleyerek Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etmesi aslında Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu.  Binâenaleyh Ebû Süfyân’ın Mekke’nin Müslümanlarca kolay bir şekilde fethedilmesinde dolaylı olarak katkısının bulunduğunu ifade etmek mümkündür. Buna rağmen Müslümanların kuşatma esnasında bazı müşrik gruplarla çatışmak durumuna kaldıkları da bir gerçektir. Ancak bu direniş mevzi ve küçük çaplı sokak çatışmaları şeklinde kendini göstermiştir. Ebû Süfyân’ın fetih öncesindeki teslim olma çağrısı ise daha çok müşrikin iştirak edebileceği ve karşılıklı olarak her iki tarafta da pek çok insan kaybına sebep olabilecek kanlı çatışmaları engellemiştir. 

 

KAYNAKLAR

Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî, (241/855), Müsned, I-V, Beyrut ts.

Ali Şeriati, İslâm Sosyolojisi Üzerine, (çev. Kamil Can), İstanbul 1980.

Belâzürî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir (279/892), Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963.

Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail el-Buhârî (256/870), Sahîh-i Buhârî, I-VIII, İstanbul 1979.

Ebû Dâvûd, Süleyman b. Eş’as b. İshâk el-Ezdî es-Sicistanî (275/889), Sünen, (thk. Muhammed Avvâme), Cidde 1998.

Ebû Zehra, Muhammed, İslâm’da Savaş Kavramı, (çev. Cemal Karaağaç), İstanbul 1985.

Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1991.

İbn Habîb, Ebû Ca’fer Muhammed (245/859), Kitabü’l-Muhabber, (thk. Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde).

İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik el-Himyerî (218/833), es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts.

İbn Sa’d, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim (230/845), et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır).

Keleş, Ahmet, “Cihad-Kılıç-Tebliğ Bağlamında İslâm’ın Yayılışı”, Cahiliye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed Sempozyumu Bildiri Kitabı, Ankara 2007, s. 260-261.

Makrîzî, Takiyyüddin Ahmed b. Ali (845/1444), İmtâü’l-Esmâ, I-XV, (thk. Muhammed Abdülhamid en-Nümeysî), Beyrut 1999.

Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil b. Süleyman (150/767), I-III, (thk. Ahmed Ferîd), Beyrut 2003.

Özdemir, Serdar, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul 2001.

Sâlih, Ahmed Ali, Devletü’r-Rasûl fi’l-Medîne, Beyrut ts.,

Vâkıdî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer (207/823), Kitabu’l-Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984.



[1] Ali Şeriati, İslâm Sosyolojisi Üzerine, (çev. Kamil Can), İstanbul 1980, s. 50-51.

[2] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, (thk. Eliza Lichtenstadter), Beyrut ts. (Dâru’l-Âfâki’l-Cedîde), s. 271.

[3] Ebû Dâvûd, (thk. Muhammed Avvâme), Cidde 1998, Harac ve’el-İmâre 23.

[4] Hacc, 22/38-41.

[5] Bakara, 2/190-193.

[6] Ahmet Keleş, “Cihad-Kılıç-Tebliğ Bağlamında İslâm’ın Yayılışı”, Câhiliyye Toplumundan Günümüze Hz. Muhammed Sempozyumu Bildiri Kitabı, Ankara 2007, s. 260-261.

[7] Ebû Zehra, İslâm’da Savaş Kavramı, (çev. Cemal Karaağaç), İstanbul 1985, s. 47.

[8] İbn Habîb, Kitabu’l-Muhabber, s. 116-124. Bu konuda geniş bilgi için bk. Serdar Özdemir, Hz. Peygamber’in Seriyyeleri, İstanbul 2001, s. 15-87.

[9] Vâkıdî, Kitâbü’l-Meğâzî, I, 9-10; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I-XV, (thk. Muhammed Abdülhamid en-Nümeysî), Beyrut 1999, I, 71.

[10] Bakara, 2/ 217.

[11] Bakara, 2/194.

[12] Vâkıdî, Meğâzî, (thk. Marsden Jones), I-III, Beyrut 1984, I, 9-19, 395-404; İbn Hişâm, es-Sîretü’n Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., II, 241-256, III, 213-224; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts. (Dâru Sâdır), II, 5-11; Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, I, (thk. Muhammed Hamidullah), Jerusalem, 1963, I, 287, 371-372.

[13] İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 13.

[14] Ebû Dâvûd, Harâc 23.

[15] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 322.

[16] Enfâl, 8/7.

[17] Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil b. Süleyman, I-III, (thk. Ahmed Ferîd), Beyrut 2003, II, 6; Vâkıdî, Meğâzî, I, 131-132.

[18] Vâkıdî, Meğâzî, I, 28; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 257-258.

[19] Vâkıdî, Meğâzî, I, 28-31, 41; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 269-270; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 13; Belâzürî, Ensâb, I, 290.

[20] Vâkıdî, Meğâzî, I, 31-36.

[21] Vâkıdî, Meğâzî, I, 43; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 270; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 13.

[22] Vâkıdî, Meğâzî, I, 43-44; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 270.

[23] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 281, 320.

[24] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 281.

[25] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 300.

[26] İbn Hişâm, es-Sîre, III, 3.

[27] Buhârî, Sahîh-i Buhârî, I-VIII, İstanbul 1979, Meğâzî 2, 10; Vâkıdî, Meğâzî, I, 128-130, 138-144, 145 147, 147-152; Belâzürî, Ensâb, I, 296-306.

[28] Vâkıdî, Meğâzî, I, 42; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 300, 365-374; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 17-18.

[29] Vâkıdî, Meğâzî, I, 199-202; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 37; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I-XV, (thk. Muhammed Abdülhamid en-Nümeysî), Beyrut 1999, I, 131.

[30] Vâkıdî, Meğâzî, I, 209-214; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 38-39; Belâzürî, Ensâb, I, 314-315.

[31] Vâkıdî, Meğâzî, I, 224-225; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 141.

[32] Vâkıdî, Meğâzî, I, 219-220, 224-225; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 69-70; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 39-40, 47.

[33] Buhârî, Meğâzî 17; Vâkıdî, Meğâzî, I, 229-230; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 144-145.

[34] Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 145-146.

[35] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 164, Meğâzî 17-25; Vâkıdî, Meğâzî, I, 229-296; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 84-92.

[36] Buhârî, Meğâzî 10.

[37] Vakıdî, Meğâzî, I, 296-298; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 99-100; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 47.

[38] Vâkıdî, Meğâzî, II, 441-443; Belâzürî, Ensâb, I, 343.

[39] Vâkıdî, Meğâzî, II, 443-444; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 224-226, 230; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 65-66.

[40] Buhârî, Meğâzî 29.

[41] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 34; Vâkıdî, Meğâzî, II, 448-449, 454; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 226-230, 235.

[42] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 34.

[43] Buhârî, Cihâd ve’s-Siyer 34; Vâkıdî, Meğâzî, II, 454; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 226-230, 235.

[44] İbn Hişâm, es-Sîre, III, 230-231.

[45] Vâkıdî, Meğâzî, II,471-496.

[46] Vâkıdî, Meğâzî, II,440, 464-466, 471-472, 491; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 233, 235; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 67-68.

[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-V, Beyrut ts., I, 375.

[48] İbn Hişâm, es-Sîre, III, 243-244.

[49] Buhârî, Meğâzî 29; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 266.

[50] Buhârî, Meğâzî 35; Vâkıdî, Meğâzî, II, 572-579; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 321-323; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 95.

[51] İbn Sa‘d, et-Tabakât, V, 550.

[52] Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1991, I, 252.

[53] Mümtehine, 60/7.

[54] Mukâtil b. Süleyman, Tefsîru Mukâtil b. Süleyman, III, 350; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 238, 277, IV, 6, 10.

[55] Vâkıdî, Meğâzî, III, 573.

[56] Buhârî, Meğâzî 35; Vâkıdî, Meğâzî, II, 572-579; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 321-323; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 95.

[57] Vâkıdî, Meğâzî, II, 579-580.

[58] Vâkıdî, Meğâzî, II, 593-600; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 325-329; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 96.

[59] Vâkıdî, Meğâzî, II, 600-603; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 329-330.

[60] Fetih, 48/10.

[61] Fetih, 48/18-21.

[62] Vâkıdî, Meğâzî, II, 605.

[63] Vâkıdî, Meğâzî, II, 606-607; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 291.

[64] Buhârî, Cizye ve’l-Muvâdaa 19, Meğâzî 35; Vâkıdî, Meğâzî, II, 603-607, 611-612; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 331-332.

[65] Buhârî, Meğâzî 35; Vâkıdî, Meğâzî, II, 572-579; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 321-323; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 95.

[66] Buhârî, Meğâzî 47;Vâkıdî, Meğâzî, II, 799-802, 806; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 135; Belâzürî, Ensâb, I, 355.

[67] Vâkıdî, Meğâzî, II, 741-750; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 289-291.

[68] Vâkıdî, Meğâzî, II, 781; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 31.

[69] Vâkıdî, Meğâzî, II, 783-784; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 31-32; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 134.

[70] Vâkıdî, Meğâzî, II, 782-783.

[71] Vâkıdî, Meğâzî, II, 789, İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 31-38; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 134.

[72]  İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 36-37.

[73] Vâkıdî, Meğâzî, II, 786-787.

[74] Sâlih, Ahmed Ali, Devletü’r-Rasûl fi’l-Medîne, Beyrut ts., s. 312.

[75] Vâkıdî, Meğâzî, II, 785, 788, 792-795; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 38-39; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 134.

[76] Belâzürî, Futûh, s. 51; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 351.

[77] Vâkıdî, Meğâzî, II, 796; Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 352.

[78] Makrîzî, İmtâü’l-Esmâ, I, 353-354.

[79] Buhârî, Meğâzî 47; Vâkıdî, Meğâzî, II, 799-802, 806, 814; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 135; Belâzürî, Ensâb, I, 355.

[80] Vâkıdî, Meğâzî, II, 817-818; Belâzürî, Futûh, s. 52.

[81] Buhârî, Meğâzî 48; Vâkıdî, Meğâzî, II, 818-820; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 39-47; İbn Sa’d, et-Tabakât, II, 135.

[82] Vâkıdî, Meğâzî, 823; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 47; Belâzürî, Futûh, s. 52, 54-55.


 

1 yorum:

  1. Uzun fakat faydalı bir yazı olmuş harita veya kroki ile desteklense daha faydalı olurdu diye düşünüyorum
    Allah razı olsun

    YanıtlaSil

Yazarlar