Prof. Dr. Mehmet Azimli
İnsanın
Fonksiyonu
Allah’ın yeryüzünde imtihan olsun diye gönderdiği varlık olan
insan ve onlara rehberlik eden peygamberler, bir şey üretmeyen, pasif bir zihin
yapısından (mükevven akıl) çok; üretici,
sorgulayan, oluşturucu, aktif (mükevvin akıl) bir yapıda yaratılmıştır.[1]
Bu anlayış, insanı olaylar karşısında pasif bir nesne olma yerine, aktif bir
özne olma konumunda görmektedir. Özetle insan tarihin bir nesnesi değil, öznesi
durumunda olmalıdır. Hz. Peygamber de başarılarını buna borçludur ve bu yönüyle
bize örnektir. O, konulara ağırlığını koymuş, müdahil olmuş, istişare etmiş,
karar verip cesaretle uygulayıp başarılı bir şekilde tarihteki yerini almıştır.
Bu bağlamda insanın ve özelde insanlara örnek olarak gönderilen
elçinin dilemesi ve iradesi konusu çok önem arz etmektedir. Onu Allah’ın
çizdiği kader çerçevesinde işler yapan bir kişilik olarak sunmak, onun
başarılarını insani gayretlerle oluşmuş ve bu anlamda örnekliği olan başarılar
değil de Allah’ın yardımı ve takdiri
ile oluşmuş olgular olarak görmek, Hz. Peygamber’in hayat hikayesini anlamamak
hatta başarılarını küçümsemek olur. Ayrıca Hz. Peygamber’in hayatını bu şekilde
Cebriyeci bir mantıkla sunmak ve örnek alınamaz konuma oturtmak
onu olaylar karşısında nesne hale getirmektir. Ancak hem o, hem insanlar
olaylar karşısında nesne değil özne konumdadırlar ve bu konumları sebebiyle
yaptıklarından sorumludurlar.
Hz. Peygamber, insanlık tarihinin ender
gördüğü bir gayret ve çalışma ile dünyanın en kaba toplumunu hizaya getirmeyi
başarmış bir dahidir ve aynı zamanda Allah’tan vahiy alan bir
peygamberdir. O bu özelliğini şu ayette şöyle anlatır: “Ben, sadece insan
olan bir elçiden başka neyim ki?”[2]
Eğer onun başarıları kendi gayretine değil de Allah’a izafe
edilecekse o zaman tarihte hiçbir mensubu bulunmayıp dolayısıyla bu anlamda
başarı kazanamamış peygamberlerle Hz. Peygamber’in farkı ne olacaktır? Son
peygamberin ayrıcalığı Allah’ın ona yüklediği görevi bütün kabiliyet ve
becerilerini ortaya koyarak dünya çapında bir kurtuluş hareketini
oluşturmasıdır. Değilse İslam’ın bu başarılı serüvenini cebriyeci bir zihinle
kader çerçevesinde düşünürsek, o zaman Allah, tarihin bir diliminde bir
peygamberinin başarısız -mesela Hz. Eyyub- olmasını dilemiştir, diğer bir
döneminde ise başarılı olmasını dilemiştir -Hz. Peygamber- şeklinde ifade
edilen sonuçlara varmak durumunda kalırız ki bu doğru değildir. Bu mantık
sonucu Allah Hz. Yahya, Hz. Zekeriyya gibi peygamberlerinin katledilmesine göz yumarken, son
peygamberi suikastlerden korumuştur. Olaylara böyle ya seyirci kalmış veya
müdahale etmiştir. Böyle bir durum Allah için ne zaman, nerede, ne yapacağı
belli olmayan bir durumu ve ilkesizliği ifade eder ki bu doğru değildir. Çünkü
Allah koyduğu yasaların değişmeyeceğine sık sık değinir. Bu sebeple bu
başarıları kader düşüncesi çerçevesinde değil, insani gayret, dönemin koşulları
ve tarihsel olayların durumu çerçevesinde yorumlamak daha tutarlı olacaktır.[3]
Hz. Peygamber’in bütün savaşları tetkik edilirse bunların hepsinde
Allah’ın koyduğu evrensel savaş kurallarının geçerli olduğunu görürüz. Onlar ya
gayretle savaşıp kazanmışlar -Bedir’de ve Mekke fethinde olduğu gibi- ya da hata yaparak savaş kurallarına
uymayarak -Huneyn’de ve Uhut’ta olduğu gibi- bozguna uğramış veya yenilmişlerdir. Allah’ın
koyduğu evrensel kural şudur: “Nice az topluluk çok topluluğa Allah’ın
izniyle üstün gelmiştir “Allah sabredenlerle beraberdir!” dediler.”
Bir ordunun kazanması veya mağlup olması
konusunda Allah’ın bir dahli yoktur. Allah yukarıdaki ayette yasayı koymuştur.
Tarihte de ister Müslüman olsun ister başka dinden insanlar olsun savaşın kurallarına
ve Allah’ın koydukları yasalara uydukları müddetçe zafer kazanmışlardır. Bu
yasalardan biri de sayıları az da olsa inançla savaşan kimselerin galip
geleceğidir. Değilse Allah’ın bir grubun galip gelmesini, diğerinin de mağlup
olmasını sağlaması onun yeryüzünde koyduğu sünnetullaha ve yasalara
uymaz. Bu aynı zamanda onun adil sıfatıyla da uyumlu değildir.
Bedir’de işte bu kural geçerli olmuştur. Kazanmak isteyen inançlı
fakat sayı olarak az olan grup Allah’ın koyduğu yasa gereği kazanmıştır.
Değilse kader öyle gerektirdiği için veya Allah’ın dilemesi (meşieti) sonucu müdahalesi ile zafer gelmemiştir. Olayı kader
çerçevesinde düşünmek bu savaşta olağanüstü gayret gösteren sahabenin gayretini
en azından hafife almak olur. Ancak Huneyn’de ise çokluklarıyla övünen bu insanlar mağlup olmak üzere
iken, savaşın kurallarını uygulayan Hz. Peygamber ve bir avuç sahabesi
sayesinde savaş kazanılmıştır. Burada da yine bir kader söz konusu değildir, savaş
kuralları işlemiştir. Bunların hiç biri kader çerçevesinde değerlendirilerek
“Allah böyle olmasını istedi de böyle oldu” şeklinde yorumlanmamalıdır.
Böyle bir durumda Allah’ın ne dileyeceğini (meşietini) bilemeyen bizlerin olaylar karşısında pasifleşmemiz söz
konusu olacaktır. Bu pasifleşme maalesef günümüz İslam dünyasının bugünkü geri
kalmışlığına da tesiri vardır. “Allah istemedikten sonra bir şey olmaz” mantığı
gerek teknolojik gerek diğer yönlerden işleri Allah’a havale etmeye götürmüştür
ki bu da bu geri kalmanın en başat amillerindendir. Allah yeryüzünde her şeyi
bir ölçü içerisinde yaratmıştır. Her şey bu ölçüye uygun olarak
uygulanmaktadır. Yeryüzünün savaş yasası da bunu gerektirmektedir. Allah şu
şekilde ifade eder: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.”[4]
Neticede Hz. Peygamber Kur’an’ın iz düşümüdür. Bu manada Hz. Aişe’nin tabiriyle o Kur’an’ın yaşayan bir uygulayıcısı
olmuştur.[5]
Onun hayatı iyi tetkik edilirse Kur’an’daki ifadelerin anlaşılması da
kolaylaşacaktır. Hz. Peygamber hayatının hiçbir bölümünde cebriyeci mantığın ileri sürdüğü Sünniliğin de bir şekilde
savunduğu takdir ve kader anlayışına sahip olmamıştır ve bu anlayışa teslim olmamıştır.
O, bütün olaylar karşısında kendisini aktif olarak ortaya koymuş, yapılması
gerekeni sonuna kadar yapmış, gerekli istişarelerde bulunmuş, hayata
müdahaleden ve mücadeleden vazgeçmemiştir. Bu anlayışı sahabesine de öğretip
başarının çalışma ve gayretten geçeceği konusunda teşviklerde bulunmuştur.
Esasen onu anlamada, Allah’ın meşietinin bir kurallar bütünü içerisinde gerçekleştiği bilinirse
o zaman mesele netleşebilir. Ne zaman yardım edeceği belli olmayan bir ilişki
biçimi, Allah’ın Kur’an’da belirttiği insanla ilişki biçimine de uygun
düşmemektedir.[6]
Allah, insanla olan ilişkilerini sünnetullah dediği yasalar çerçevesinde nitelemekte ve bu ilişki
biçiminin değişmeyeceğini söylemektedir.[7]
Hz. Peygamber, Kur’an’da teslimiyetçi kadercilik anlamında kullanılan ayetleri de hiçbir
zaman böyle anlamamış aksine “önce deveni bağla sonra tevekkül et!”[8]
diyerek bu ayetlere açıklık getirmiştir. Onun ağzından “Allah var keder yok!”,
“Allah takdir ettiyse yapacak bir şey yok!” gibi teslimiyetçi sözler yerine, tedbir alıp olaylara müdahil olmayı
gerektirici öğütler çıkmıştır. İşte bu terbiye ile yetişen ilk nesil olan
sahabe nesli bu mantıkla, tarihçilerin bu gün bile hayretler içinde kaldığı
hızlı ancak kalıcı fütuhatı gerçekleştirmiştir.
[1] Muhammed
Abid el-Cabirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba,
İstanbul, 2000, 19.
[2] İsra,
90-93.
[3] Bu konularla ilgili olarak İbn Haldun’un Mukaddime adlı
eserine bakılabilir.
[4] Kamer,
49.
[5] Müslim,
Müsafirin, 139.
[6] Enfal,
67.
[7] Fatır
Suresi, 43; Rad Suresi 11; bu konuda sadece bu ayetin açıklaması sadedinde bkz.
Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İstanbul, 1991.
[8] Tirmizi,
Kıyame, 60.
0 yorum:
Yorum Gönder