7 Ağustos 2017 Pazartesi

Allah’ın Dilemesi mi İnsanın İcraatı mı?-III

Prof. Dr. Mehmet Azimli 
İnsanın Fonksiyonu
Allah’ın yeryüzünde imtihan olsun diye gönderdiği varlık olan insan ve onlara rehberlik eden peygamberler, bir şey üretmeyen, pasif bir zihin yapısından (mükevven akıl) çok; üretici, sorgulayan, oluşturucu, aktif (mükevvin akıl) bir yapıda yaratılmıştır.[1] Bu anlayış, insanı olaylar karşısında pasif bir nesne olma yerine, aktif bir özne olma konumunda görmektedir. Özetle insan tarihin bir nesnesi değil, öznesi durumunda olmalıdır. Hz. Peygamber de başarılarını buna borçludur ve bu yönüyle bize örnektir. O, konulara ağırlığını koymuş, müdahil olmuş, istişare etmiş, karar verip cesaretle uygulayıp başarılı bir şekilde tarihteki yerini almıştır.

Bu bağlamda insanın ve özelde insanlara örnek olarak gönderilen elçinin dilemesi ve iradesi konusu çok önem arz etmektedir. Onu Allah’ın çizdiği kader çerçevesinde işler yapan bir kişilik olarak sunmak, onun başarılarını insani gayretlerle oluşmuş ve bu anlamda örnekliği olan başarılar değil de Allah’ın yardımı ve takdiri ile oluşmuş olgular olarak görmek, Hz. Peygamber’in hayat hikayesini anlamamak hatta başarılarını küçümsemek olur. Ayrıca Hz. Peygamber’in hayatını bu şekilde Cebriyeci bir mantıkla sunmak ve örnek alınamaz konuma oturtmak onu olaylar karşısında nesne hale getirmektir. Ancak hem o, hem insanlar olaylar karşısında nesne değil özne konumdadırlar ve bu konumları sebebiyle yaptıklarından sorumludurlar.
Hz. Peygamber, insanlık tarihinin ender gördüğü bir gayret ve çalışma ile dünyanın en kaba toplumunu hizaya getirmeyi başarmış bir dahidir ve aynı zamanda Allah’tan vahiy alan bir peygamberdir. O bu özelliğini şu ayette şöyle anlatır: “Ben, sadece insan olan bir elçiden başka neyim ki?”[2]
Eğer onun başarıları kendi gayretine değil de Allah’a izafe edilecekse o zaman tarihte hiçbir mensubu bulunmayıp dolayısıyla bu anlamda başarı kazanamamış peygamberlerle Hz. Peygamber’in farkı ne olacaktır? Son peygamberin ayrıcalığı Allah’ın ona yüklediği görevi bütün kabiliyet ve becerilerini ortaya koyarak dünya çapında bir kurtuluş hareketini oluşturmasıdır. Değilse İslam’ın bu başarılı serüvenini cebriyeci bir zihinle kader çerçevesinde düşünürsek, o zaman Allah, tarihin bir diliminde bir peygamberinin başarısız -mesela Hz. Eyyub- olmasını dilemiştir, diğer bir döneminde ise başarılı olmasını dilemiştir -Hz. Peygamber- şeklinde ifade edilen sonuçlara varmak durumunda kalırız ki bu doğru değildir. Bu mantık sonucu Allah Hz. Yahya, Hz. Zekeriyya gibi peygamberlerinin katledilmesine göz yumarken, son peygamberi suikastlerden korumuştur. Olaylara böyle ya seyirci kalmış veya müdahale etmiştir. Böyle bir durum Allah için ne zaman, nerede, ne yapacağı belli olmayan bir durumu ve ilkesizliği ifade eder ki bu doğru değildir. Çünkü Allah koyduğu yasaların değişmeyeceğine sık sık değinir. Bu sebeple bu başarıları kader düşüncesi çerçevesinde değil, insani gayret, dönemin koşulları ve tarihsel olayların durumu çerçevesinde yorumlamak daha tutarlı olacaktır.[3]
Hz. Peygamber’in bütün savaşları tetkik edilirse bunların hepsinde Allah’ın koyduğu evrensel savaş kurallarının geçerli olduğunu görürüz. Onlar ya gayretle savaşıp kazanmışlar -Bedir’de ve Mekke fethinde olduğu gibi- ya da hata yaparak savaş kurallarına uymayarak -Huneyn’de ve Uhut’ta olduğu gibi- bozguna uğramış veya yenilmişlerdir. Allah’ın koyduğu evrensel kural şudur: “Nice az topluluk çok topluluğa Allah’ın izniyle üstün gelmiştir “Allah sabredenlerle beraberdir!” dediler.”
Bir ordunun kazanması veya mağlup olması konusunda Allah’ın bir dahli yoktur. Allah yukarıdaki ayette yasayı koymuştur. Tarihte de ister Müslüman olsun ister başka dinden insanlar olsun savaşın kurallarına ve Allah’ın koydukları yasalara uydukları müddetçe zafer kazanmışlardır. Bu yasalardan biri de sayıları az da olsa inançla savaşan kimselerin galip geleceğidir. Değilse Allah’ın bir grubun galip gelmesini, diğerinin de mağlup olmasını sağlaması onun yeryüzünde koyduğu sünnetullaha ve yasalara uymaz. Bu aynı zamanda onun adil sıfatıyla da uyumlu değildir.
Bedir’de işte bu kural geçerli olmuştur. Kazanmak isteyen inançlı fakat sayı olarak az olan grup Allah’ın koyduğu yasa gereği kazanmıştır. Değilse kader öyle gerektirdiği için veya Allah’ın dilemesi (meşieti) sonucu müdahalesi ile zafer gelmemiştir. Olayı kader çerçevesinde düşünmek bu savaşta olağanüstü gayret gösteren sahabenin gayretini en azından hafife almak olur. Ancak Huneyn’de ise çokluklarıyla övünen bu insanlar mağlup olmak üzere iken, savaşın kurallarını uygulayan Hz. Peygamber ve bir avuç sahabesi sayesinde savaş kazanılmıştır. Burada da yine bir kader söz konusu değildir, savaş kuralları işlemiştir. Bunların hiç biri kader çerçevesinde değerlendirilerek “Allah böyle olmasını istedi de böyle oldu” şeklinde yorumlanmamalıdır.
Böyle bir durumda Allah’ın ne dileyeceğini (meşietini) bilemeyen bizlerin olaylar karşısında pasifleşmemiz söz konusu olacaktır. Bu pasifleşme maalesef günümüz İslam dünyasının bugünkü geri kalmışlığına da tesiri vardır. “Allah istemedikten sonra bir şey olmaz” mantığı gerek teknolojik gerek diğer yönlerden işleri Allah’a havale etmeye götürmüştür ki bu da bu geri kalmanın en başat amillerindendir. Allah yeryüzünde her şeyi bir ölçü içerisinde yaratmıştır. Her şey bu ölçüye uygun olarak uygulanmaktadır. Yeryüzünün savaş yasası da bunu gerektirmektedir. Allah şu şekilde ifade eder: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.”[4]
Neticede Hz. Peygamber Kur’an’ın iz düşümüdür. Bu manada Hz. Aişe’nin tabiriyle o Kur’an’ın yaşayan bir uygulayıcısı olmuştur.[5] Onun hayatı iyi tetkik edilirse Kur’an’daki ifadelerin anlaşılması da kolaylaşacaktır. Hz. Peygamber hayatının hiçbir bölümünde cebriyeci mantığın ileri sürdüğü Sünniliğin de bir şekilde savunduğu takdir ve kader anlayışına sahip olmamıştır ve bu anlayışa teslim olmamıştır. O, bütün olaylar karşısında kendisini aktif olarak ortaya koymuş, yapılması gerekeni sonuna kadar yapmış, gerekli istişarelerde bulunmuş, hayata müdahaleden ve mücadeleden vazgeçmemiştir. Bu anlayışı sahabesine de öğretip başarının çalışma ve gayretten geçeceği konusunda teşviklerde bulunmuştur.
Esasen onu anlamada, Allah’ın meşietinin bir kurallar bütünü içerisinde gerçekleştiği bilinirse o zaman mesele netleşebilir. Ne zaman yardım edeceği belli olmayan bir ilişki biçimi, Allah’ın Kur’an’da belirttiği insanla ilişki biçimine de uygun düşmemektedir.[6] Allah, insanla olan ilişkilerini sünnetullah dediği yasalar çerçevesinde nitelemekte ve bu ilişki biçiminin değişmeyeceğini söylemektedir.[7]
Hz. Peygamber, Kur’an’da teslimiyetçi kadercilik anlamında kullanılan ayetleri de hiçbir zaman böyle anlamamış aksine “önce deveni bağla sonra tevekkül et!”[8] diyerek bu ayetlere açıklık getirmiştir. Onun ağzından “Allah var keder yok!”, “Allah takdir ettiyse yapacak bir şey yok!” gibi teslimiyetçi sözler yerine, tedbir alıp olaylara müdahil olmayı gerektirici öğütler çıkmıştır. İşte bu terbiye ile yetişen ilk nesil olan sahabe nesli bu mantıkla, tarihçilerin bu gün bile hayretler içinde kaldığı hızlı ancak kalıcı fütuhatı gerçekleştirmiştir.





[1]       Muhammed Abid el-Cabirî, Arap-İslam Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbaba, İstanbul, 2000, 19.

[2]       İsra, 90-93.

[3]       Bu konularla ilgili olarak İbn Haldun’un Mukaddime adlı eserine bakılabilir.

[4]       Kamer, 49.

[5]       Müslim, Müsafirin, 139.

[6]       Enfal, 67.

[7]       Fatır Suresi, 43; Rad Suresi 11; bu konuda sadece bu ayetin açıklaması sadedinde bkz. Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları, İstanbul, 1991.

[8]       Tirmizi, Kıyame, 60.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar