Bir müddetten beri süregelen, İlâhiyat Fakülteleri tartışmalarının
odağında ‘hakîkata ulaşma’ çabasının olduğunu düşünmek belki de
psikolojik bir vâkıa sayılabilir, muvakkaten tarafların bazısını
rahatlatabilirdi. Fakültelerin bir eğitim kurumu olarak eksiksiz oluşunu
ispatlamaya çalışanları görmezden gelerek, o halde bunca sapkın inançlı hoca
tâifesi nereden neş’et ediyor, sorusu rahatsızlık vericiydi ve bu türden isnâdların
fakülteler bağlamında tasavvur dahi edilemezliği, kimi platformlarda sert bir
şekilde vurgulanıyordu. Üstelik ‘Eğer sen bu fakültelerin ne idüğü belirsiz
kimlikler yetiştirdiğini iddia ediyorsan…’ şeklinde kurgulanan cümlelerin
yüklemleri de en az bir önceki sualin cevabı kadar bulantılara sebep oluyordu.
Oysa iyilik-kötülük meselesi çok daha özellikli düzlemde ele alınmalıydı. Nitekim
iyi bir hâl var ise onu tekzîb etmeye çalışan muhakkak bir kötü hâl de
gerekecekti. Dünyanın yaratılışından bu yana durum böyleydi. Her şey zıddıyla
kâimdi. Ayrıca Aziz Augustinus da
ölmüştü.
Yüksek İslâm Enstitüleri şu zamanda ve şuralarda, İlâhiyât
Fakülteleri de o ya da bu şekilde Yüksek İslâm Enstitüleri'nin yerine
kuruluverdi çerçevesinde sıkıcı teknik bilgiler vermektense, iki kurum
arasındaki korelasyonu biraz daha antik dönemden itibaren tahkîk etmek, sanırım
meseleyi vuzûha kavuşturacaktır. [İnşallah!] Hikâye bu ya, XVII. yüzyılın ilk
yarısında, Sultan Ahmet mahallinde yaşayan ve 41 yaşında öldüğü rivâyet edilen
Bekri Mustafa, sözümüz meclisten dışarı efendiler, hayli içer, gece gündüz
sarhoş ki aslı ser-hûştur, gezermiş.
Sultan Ahmet mahalli dediysek de mahalle şimdi ki hâl üzere
değildi. Yani neredeyse herkes birbirini tanırdı. Oysa günümüzde insan kapı
komşusunu bile tanımıyor, değil mi ki mahallesindeki Mustafa’yı tanısın!
Sosyolojik vâkıa olarak yabancılaşma, medeniyetlerin bir türlü çözüme
kavuşturamadığı, ittihad ve terakkîye engel teşkîl eden husûsâttandır. İttihad
ve terakkî demişken Enver Paşa’ya da haksızlık yapıldığı kanaatindeyiz. Genç
yaşında, hasede neden olabilecek seviyede makamlara erişen Enver Paşa yerine
mesela Hafız Hakkı Paşa araştırılsa, Sarıkamış’ta yaşananlar çok daha âşikâr
biçimde anlaşılabilir. Enver Paşa’yla sınıf arkadaşı olan Hafız Hakkı’yı kim
paşa yapmıştır? Efendim, Bekri Mustafa mahallesindeki bir caminin önünden
sırtında cübbesi, başında kavuğuyla geçerken cemaat tarafından durdurulur.
Buraya kadar her şey normal seyrindedir. Ama seyrinde olmayan tek şey belki de
musalladaki tabuttur. Takdir edileceği üzere cenaze namazı kılınacaktır ve imam
ortalıkta yoktur. Bu da seyrinde gitmeyen ikinci şeydir. Beklemekten sıkılan
cemaat, cüppeli-kavuklu Mustafa’yı cenaze namazını kıldırması için zorla öne
geçirir. İşte seyrinde gitmeyen en büyük hâdise de budur efendiler! Çaresiz
namazı kıldırır Mustafa. Namazın bitiminde mevtânın kulağına bir şeyler
fısıldar. Cemaat merak eder, ne dediğini. Sorarlar. Bekri Mustafa cevap verir:
‘Âhirette bu dünyanın ahvâlinden suâl olursa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam
oldu dersin, onlar durumu anlarlar.’
Esâs itibariyle gök kubbenin altında değişen çok şeyin olmadığını
izhâr eden lâkin uydurulduğunu düşündüğümüz bu hikâyeden ilk bakışta, modern
tartışmalara münhasır herhangi bir hisse çıkmamaktadır. Ancak derûna
inildiğinde imamların da o dönemde çeşitli meşguliyetlerinin olabileceği,
mahalle kültürünün çok da gelişmediği, Bekri Mustafa gibi birisinin o dönemdeki
cemaat tarafından dahi tanınmadığı, buna rağmen camiye gelmiyor ki nasıl
tanıyalım, itirazına mahal olmadığı anlaşılmaktadır. Neticede Bekri Mustafa, İbn
Kayyım el-Cevziyye gibi buyuracak olursak, her kim bu dünyada şarap içerse
âhirette içemez, her kim bu dünyada ipek giyerse âhirette giyemez, prensibi zımnında
bedel ödemek zorundadır. Mesele âhirete intikâl etmiştir. Bize her zamanki gibi
sükût düşmektedir. Lâkin İbn Kayyım el-Cevziyye’nin görüşü de, şimdikilerin
ifadesiyle, hayli sapkın görünmektedir. Bu dahi âhirete intikâl eden
mevzûlardandır.
Konumuza dönersek Yüksek İslâm Enstitüleri’nden farklı olarak
İlâhiyât Fakülteleri dinle ilgili tartışılması yasak olan sırları, TV ekranları
başta olmak üzere çeşitli sahalardan sıradan insanlara açmakla suçlanmaktadır.
Câmiaların tamamını kapsayıcı şekilde hüküm ibrâz etmemiz uygun olmasa da
insanların dinî alana ilişkin sırları, hayatlarında uygulamaya koymalarını
sağlayabilmek için tartışmaya açmak sufî bir gelenek değil midir?
[Mükâşefetü’l-Kulûb ne demektir?] Sırların keşfi olmazsa, muâmelâta dair olan
bilgiler de noksan olacaktır, demiyor muydu Gazalî? Zaten biz Gazalî’yi de
küfürle ithâm ediyorduk, sorun yok! Sahi, sır neydi? Deveyle ilgisi var mıydı?
Bu yazıyı baştan sonra, dikkatli biçimde okuyanlar konuyu ele
alırken yaşadığımız karmaşayı derhâl fark edecektir. Zira konuyla ilgili bir
savununun yapılması dahi zûldür. İlâhiyât kimliğine sahip bazı kesimlerin
eleştirilebilir faaliyetleri karşısında, kerâmeti kendinden menkûl hasımların
bunu sorumsuzluk ve sapkınlık olarak görmeleri, Resûlullâh’a (as) sürekli soru
soran sahabeyi de göz önüne alırsak, kabul edilemez bir tutumdur. Çağımızın
vebası olan ‘bir şekilde gündeme gelmek’le ve hatta ‘evlere arka
kapılarından girmekle’ ilgilidir. [Bkz. Bakara Sûresi, 189.] Başka da
tefsiri, te’vîli bulunmamaktadır. Sözün sonunda şunu da ifade etmeliyiz ki,
Bekri Mustafa’yı imamlığa terfî ettiren cemaatin hiç mi suçu yoktur?
Not: Bu konuyla ilgili oldukça vecîz
yazılar kaleme alındığından, konu tarafımızdan kısa kesilmiş, nerdeyse yazının
tamamını son cümlemize sıkıştırmışızdır. Gereği bu minvâl üzeredir. Bâkî selâm
ile.
0 yorum:
Yorum Gönder