30 Ağustos 2017 Çarşamba

Yüksek İslâm Enstitüleri ve İlâhiyât Fakülteleri’nin Korelasyonu

Doç. Dr. Cahit Külekçi
Bir müddetten beri süregelen, İlâhiyat Fakülteleri tartışmalarının odağında ‘hakîkata ulaşma’ çabasının olduğunu düşünmek belki de psikolojik bir vâkıa sayılabilir, muvakkaten tarafların bazısını rahatlatabilirdi. Fakültelerin bir eğitim kurumu olarak eksiksiz oluşunu ispatlamaya çalışanları görmezden gelerek, o halde bunca sapkın inançlı hoca tâifesi nereden neş’et ediyor, sorusu rahatsızlık vericiydi ve bu türden isnâdların fakülteler bağlamında tasavvur dahi edilemezliği, kimi platformlarda sert bir şekilde vurgulanıyordu. Üstelik ‘Eğer sen bu fakültelerin ne idüğü belirsiz kimlikler yetiştirdiğini iddia ediyorsan…’ şeklinde kurgulanan cümlelerin yüklemleri de en az bir önceki sualin cevabı kadar bulantılara sebep oluyordu. Oysa iyilik-kötülük meselesi çok daha özellikli düzlemde ele alınmalıydı. Nitekim iyi bir hâl var ise onu tekzîb etmeye çalışan muhakkak bir kötü hâl de gerekecekti. Dünyanın yaratılışından bu yana durum böyleydi. Her şey zıddıyla kâimdi. Ayrıca Aziz Augustinus da ölmüştü.

Yüksek İslâm Enstitüleri şu zamanda ve şuralarda, İlâhiyât Fakülteleri de o ya da bu şekilde Yüksek İslâm Enstitüleri'nin yerine kuruluverdi çerçevesinde sıkıcı teknik bilgiler vermektense, iki kurum arasındaki korelasyonu biraz daha antik dönemden itibaren tahkîk etmek, sanırım meseleyi vuzûha kavuşturacaktır. [İnşallah!] Hikâye bu ya, XVII. yüzyılın ilk yarısında, Sultan Ahmet mahallinde yaşayan ve 41 yaşında öldüğü rivâyet edilen Bekri Mustafa, sözümüz meclisten dışarı efendiler, hayli içer, gece gündüz sarhoş ki aslı ser-hûştur, gezermiş.
Sultan Ahmet mahalli dediysek de mahalle şimdi ki hâl üzere değildi. Yani neredeyse herkes birbirini tanırdı. Oysa günümüzde insan kapı komşusunu bile tanımıyor, değil mi ki mahallesindeki Mustafa’yı tanısın! Sosyolojik vâkıa olarak yabancılaşma, medeniyetlerin bir türlü çözüme kavuşturamadığı, ittihad ve terakkîye engel teşkîl eden husûsâttandır. İttihad ve terakkî demişken Enver Paşa’ya da haksızlık yapıldığı kanaatindeyiz. Genç yaşında, hasede neden olabilecek seviyede makamlara erişen Enver Paşa yerine mesela Hafız Hakkı Paşa araştırılsa, Sarıkamış’ta yaşananlar çok daha âşikâr biçimde anlaşılabilir. Enver Paşa’yla sınıf arkadaşı olan Hafız Hakkı’yı kim paşa yapmıştır? Efendim, Bekri Mustafa mahallesindeki bir caminin önünden sırtında cübbesi, başında kavuğuyla geçerken cemaat tarafından durdurulur. Buraya kadar her şey normal seyrindedir. Ama seyrinde olmayan tek şey belki de musalladaki tabuttur. Takdir edileceği üzere cenaze namazı kılınacaktır ve imam ortalıkta yoktur. Bu da seyrinde gitmeyen ikinci şeydir. Beklemekten sıkılan cemaat, cüppeli-kavuklu Mustafa’yı cenaze namazını kıldırması için zorla öne geçirir. İşte seyrinde gitmeyen en büyük hâdise de budur efendiler! Çaresiz namazı kıldırır Mustafa. Namazın bitiminde mevtânın kulağına bir şeyler fısıldar. Cemaat merak eder, ne dediğini. Sorarlar. Bekri Mustafa cevap verir: ‘Âhirette bu dünyanın ahvâlinden suâl olursa, Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam oldu dersin, onlar durumu anlarlar.
Esâs itibariyle gök kubbenin altında değişen çok şeyin olmadığını izhâr eden lâkin uydurulduğunu düşündüğümüz bu hikâyeden ilk bakışta, modern tartışmalara münhasır herhangi bir hisse çıkmamaktadır. Ancak derûna inildiğinde imamların da o dönemde çeşitli meşguliyetlerinin olabileceği, mahalle kültürünün çok da gelişmediği, Bekri Mustafa gibi birisinin o dönemdeki cemaat tarafından dahi tanınmadığı, buna rağmen camiye gelmiyor ki nasıl tanıyalım, itirazına mahal olmadığı anlaşılmaktadır. Neticede Bekri Mustafa, İbn Kayyım el-Cevziyye gibi buyuracak olursak, her kim bu dünyada şarap içerse âhirette içemez, her kim bu dünyada ipek giyerse âhirette giyemez, prensibi zımnında bedel ödemek zorundadır. Mesele âhirete intikâl etmiştir. Bize her zamanki gibi sükût düşmektedir. Lâkin İbn Kayyım el-Cevziyye’nin görüşü de, şimdikilerin ifadesiyle, hayli sapkın görünmektedir. Bu dahi âhirete intikâl eden mevzûlardandır.
Konumuza dönersek Yüksek İslâm Enstitüleri’nden farklı olarak İlâhiyât Fakülteleri dinle ilgili tartışılması yasak olan sırları, TV ekranları başta olmak üzere çeşitli sahalardan sıradan insanlara açmakla suçlanmaktadır. Câmiaların tamamını kapsayıcı şekilde hüküm ibrâz etmemiz uygun olmasa da insanların dinî alana ilişkin sırları, hayatlarında uygulamaya koymalarını sağlayabilmek için tartışmaya açmak sufî bir gelenek değil midir? [Mükâşefetü’l-Kulûb ne demektir?] Sırların keşfi olmazsa, muâmelâta dair olan bilgiler de noksan olacaktır, demiyor muydu Gazalî? Zaten biz Gazalî’yi de küfürle ithâm ediyorduk, sorun yok! Sahi, sır neydi? Deveyle ilgisi var mıydı?
Bu yazıyı baştan sonra, dikkatli biçimde okuyanlar konuyu ele alırken yaşadığımız karmaşayı derhâl fark edecektir. Zira konuyla ilgili bir savununun yapılması dahi zûldür. İlâhiyât kimliğine sahip bazı kesimlerin eleştirilebilir faaliyetleri karşısında, kerâmeti kendinden menkûl hasımların bunu sorumsuzluk ve sapkınlık olarak görmeleri, Resûlullâh’a (as) sürekli soru soran sahabeyi de göz önüne alırsak, kabul edilemez bir tutumdur. Çağımızın vebası olan ‘bir şekilde gündeme gelmek’le ve hatta ‘evlere arka kapılarından girmekle’ ilgilidir. [Bkz. Bakara Sûresi, 189.] Başka da tefsiri, te’vîli bulunmamaktadır. Sözün sonunda şunu da ifade etmeliyiz ki, Bekri Mustafa’yı imamlığa terfî ettiren cemaatin hiç mi suçu yoktur?

Not: Bu konuyla ilgili oldukça vecîz yazılar kaleme alındığından, konu tarafımızdan kısa kesilmiş, nerdeyse yazının tamamını son cümlemize sıkıştırmışızdır. Gereği bu minvâl üzeredir. Bâkî selâm ile.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar