12 Haziran 2018 Salı

Hocam Nazif Şahinoğlu'nun Ardından




HOCAM NAZİF ŞAHİNOĞLU’NUN ARDINDAN
Vahdettin İNCE
Prof. Dr. Mehmet Nazif Şahinoğlu, dostu Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma'yla...
Dostum Prof. Dr. Adnan Demircan’ın değerli ilim adamı Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma ile yaptığı ve “Pervari’den Paris’e” adıyla kitaplaştırdığı röportajı okuyordum. Sahur bitmiş, sabah namazını bekliyordum. Namazdan sonra yeniden elime aldım kitabı. Muhammed Hamidullah’ın Amerika’daki bir hastahanede geçirdiği son günlerini anlatıyordu hoca. Artık kimseyi tanımıyordu diyordu. Bildiği bütün dilleri…Arapçayı, Farsçayı, İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı…onca ilmi unutmuştu. Sadece ana dili Urducayı, bir de altı yaşında hıfzettiği Kur’an-ı Kerim’i unutmamıştı. İhsan Süreyya hocayı da tanımamış bu son ziyaretinde. Çarpıldım bu hatıra karşısında. Kitap boyunca, özellikle Pervari-Siirt-Ankara üçgeninde, daha sonra Erzurum’da Kürt oluşundan dolayı uğradığı haksızlıkları anlatırken İhsan hoca, kendimle özdeşleştiriyordum. Onun her bir hatırasına denk düşen bir hatıram vardı benim de. Hamiullah hoca ile ilgili bu hatırasını okuyunca bu sefer Nazif Şahinoğlu hoca aklıma geldi. Artık kimseyi tanımadığını, şuurunun kapalı olduğunu ve bir hastanede yattığını biliyordum. Kitabı okumaya devam ettim. Anılar çeşitlenerek devam ediyordu, ama aklımdan çıkmıyordu Nazif hoca. İkide bir de kalbime damlıyordu adı. Güneş doğmuş ve göz kapaklarım artık dayanamaz hale gelmişti. Uyudum. Öğlen dolaylarında uyandığımda telefonuma baktım. Epey arayan olmuş. İhsan Süreyya hocanın numarası gözüme ilişti. İlk aklıma gelen Nazif hocanın vefat etmiş olabileceğiydi. Evet Nazif hoca ya da biz öğrencilerinin deyişiyle Şahinoğlu hoca vefat etmişti. Çocuklar görmesin diye mutfağa çekildim ve ağladım.

1981 yılında Erzurum Atatürk üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars bölümüne kaydoldum. Köylü bir Kürt çocuğu olarak her şey yabancı geliyordu bana. Neticede Erciş gibi bir ilçeden adıyla sanıyla Erzurum’a gelmiştim. Ne de olsa büyük şehir. 12 Eylül darbe sürecinin baskıları da bütün hızıyla devam ediyordu. Nefes alamıyorduk. Bir gün Şahinoğlu hocanın dersinde Bulgarların oradaki Türklere uyguladıkları baskılar, ad değiştirmeler vs gündeme geldi. Bizim yaptığımız ne dedi hoca. Biz de Kürtlerin dilini yasaklıyoruz, köylerinin adlarını değiştiriyoruz, çocuklarına Kürtçe isim vermelerine izin vermiyoruz. Ne farkımız var? dedi. Milliyetçi ağırlıklı sınıfta soğuk bir hava esti. Hocanın bu sözleri karşısında memnun olmuştum. En çok da hocanın cesaretine hayran kalmıştım. Kürt yoktur diyen 12 Eylül rejiminde Kürtleri bu şekilde savunabilmek cesaret isterdi. Sevdim hocayı. Fikirde, duruşta Müslüman adaleti buydu benim için.
Galiba ikinci sınıftaydım. Yarıyıl tatiline gitmiştim. Babamın ekonomik durumu hiç iyi değildi. Kardeşlerimin yaşları da küçüktü. Çalışıp babama yardım etmem gerekir diye düşündüm. Sömestr bitti. Erzurum’a döndüm. Okula uğradım. Arkadaşlarıma veda etmek için. Şimdi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde profesör olan sınıf arkadaşım Mehmet Yavuz’la karşılaştık. İzmirliydi ama Batman, Diyarbekir dolaylarında Kürt medreselerinde okuduğu için kendisine “Seyda” diyordum. Hakkını helal et Seyda ben okulu bırakıyorum, dedim. Sebebini sordu, anlattım. Biraz duraksadı. Üzülüyordu. Bir tarafa gitme, beni bekle dedi. Bekledim. Sonra geldi ve Şahinoğlu hoca seni bekliyor dedi. Hayırdır, dedim. Bilmem, gidip öğrenirsin dedi. Hocanın odasına gittim. Bey diye hitap ederdi öğrencilerine hoca. “Vahdettin bey, Mehmet bey anlattı. Okulu bırakıyormuşsun. Kimseye bunu söylemem ama senin gibi birisi okumalı. Bu kararından vazgeç. Her ay sana ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir burs vereceğim” dedi. Vazgeçtim. Hoca dediğini yaptı. Geri kalan üç buçuk sene boyunca her ay benim ihtiyaçlarımı karşılayacak bir burs verdi. Aybaşı gelince odasına çağırırdı ve zarfın içindeki parayı bana verirdi. Bu parayı kendi cebimden vermiyorum, bu bursu Orhan Okay hoca (Allah rahmet etsin) İlim yayma cemiyetinden senin için temin etti diye de ekliyordu her seferinde.
Hocanın birine tam not, yani 100 verdiği pek nadirdir. Bir gün notlarımızı okuyordu. Bana önce teşekkür ederim Vahdettin bey, dedi. Sonra bugüne kadar benden 100 alan ikinci öğrencimsin dedi. Arapça klasik metinler dersimize geliyordu.
Son sınıftaydık. Başarılı bir öğrenciydim. Önümüzdeki dönem alınacak asistanlar için kulis yapıyorduk diğer başarılı arkadaşlarla. Odasına gittim bir gün. Hocam ben asistan olmak istiyorum, bana ne tavsiye edersiniz diye sordum. Senin gibi birinin akademisyen olmasını çok isterim dedi. Çünkü seni biliyorum, sen ders çalışmıyorsun, dersi dinlemek kavraman için yetiyor, akademisyenlikte bu özellik daha önemlidir diye ekledi. Sonra şunu dedi: Bölüm başkanına git. Bu niyetini söyle. Seni kapıdan kovarlarsa sen pencereden gir. Hoca bu işin benim Kürt ve İslamcı özelliklerimden dolayı zor olacağını biliyordu. Bölüm başkanına gittim. Niyetimi söyledim. Vahdettin sende Kürt damarı var mı?diye sordu. Anlamıştım. Başka damar yok dedim ve müsaade isteyip çıktım. Asistan olma defterini kapattım.
Okul bitti. Hocayla temasım koptu. Kırıkkale Üniversitesine gittiğini duydum sonra. Oradan da galiba emekli olup İstanbul’a gelmişti. Ben de Askerlikten geldikten sonra İstanbul’a yerleşmiş ve mütercimlik yapıyordum. Birgün Üsküdar’da yapılacak bir sempozyumun ilanını gördüm. Oturum başkanı Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu yazıyordu. Yıllar sonra hocayı görme şansı ayağıma gelmişti. Oturum bitti. Hocanın yanına gittim ve kendimi tanıtarak hatırladınız mı diye sordum. Hatırlamaz mıyım, ama sen biraz enine büyümüşsün diye takıldı. Evde oturup tercüme yapıyordum. Hareketsizlik yüzünden epey bir kilo almıştım. Hoca fazla kilolarımı kast ediyordu. Ne iş yaptığımı sordu. Kitapla, ilimle uğraştığımı duyunca çok sevindi.
Yine iletişim kopmuştu. Ben de artık evden çıkıp çalışmak için İSAM kütüphanesine gitmeye başlamıştım. Bir gün kütüphanenin kapısında hocayla karşılaştım. Elini öpmek istedim. Kızarak eline kaçırdı. Kendimi tanıttım. Hatırladı ve sen öpebilirsin dedi. Çünkü sen ilimle, kitapla uğraşıyorsun. Yoksa ben kimseye elimi öptürmem. Elini öptüm, ama sanki ben değil o benim elimi öpüyordu, ilimle uğraştığım için.
Bundan üç beş sene önceydi. Beyan yayınlarına gitmiştim. Günlerden cumartesi olunca Beyan’da çiğköfte var demektir. Hoca oradaydı. Oturumu yönetiyordu. Sınıftaki titizliği, söz verme adaletini büyük bir ciddiyetle burada da devam ettiriyordu. Beraber çıkalım dedi. Sirkeci’ye kadar beraber yürüdük. Ben karşıya geçecektim. O da oradan evine gidecekti. Gözleri bayağı zayıflamıştı. Yolda direklere, levhalara çarpacak gibi oluyordu. Çok yakınına gelince ancak fark edebiliyordu. Tedirgin oldum. Hocam kolunuza gireyim mi dedim. Olmaz dedi, sert bir ses tonuyla. Sonra ayrıldık. Bu hocayı son görüşüm oldu. Yüce Allah rahmet etsin.
“İnna lillah we inna ileyhi raciûn”  
       


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar