HOCAM NAZİF ŞAHİNOĞLU’NUN ARDINDAN
Vahdettin İNCE
Prof. Dr. Mehmet Nazif Şahinoğlu, dostu Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma'yla... |
Dostum Prof. Dr. Adnan Demircan’ın değerli ilim adamı Prof.
Dr. İhsan Süreyya Sırma ile yaptığı ve “Pervari’den Paris’e” adıyla
kitaplaştırdığı röportajı okuyordum. Sahur bitmiş, sabah namazını bekliyordum.
Namazdan sonra yeniden elime aldım kitabı. Muhammed Hamidullah’ın Amerika’daki
bir hastahanede geçirdiği son günlerini anlatıyordu hoca. Artık kimseyi
tanımıyordu diyordu. Bildiği bütün dilleri…Arapçayı, Farsçayı, İngilizceyi,
Fransızcayı, Almancayı…onca ilmi unutmuştu. Sadece ana dili Urducayı, bir de
altı yaşında hıfzettiği Kur’an-ı Kerim’i unutmamıştı. İhsan Süreyya hocayı da
tanımamış bu son ziyaretinde. Çarpıldım bu hatıra karşısında. Kitap boyunca,
özellikle Pervari-Siirt-Ankara üçgeninde, daha sonra Erzurum’da Kürt oluşundan
dolayı uğradığı haksızlıkları anlatırken İhsan hoca, kendimle
özdeşleştiriyordum. Onun her bir hatırasına denk düşen bir hatıram vardı benim
de. Hamiullah hoca ile ilgili bu hatırasını okuyunca bu sefer Nazif Şahinoğlu
hoca aklıma geldi. Artık kimseyi tanımadığını, şuurunun kapalı olduğunu ve bir
hastanede yattığını biliyordum. Kitabı okumaya devam ettim. Anılar çeşitlenerek
devam ediyordu, ama aklımdan çıkmıyordu Nazif hoca. İkide bir de kalbime
damlıyordu adı. Güneş doğmuş ve göz kapaklarım artık dayanamaz hale gelmişti.
Uyudum. Öğlen dolaylarında uyandığımda telefonuma baktım. Epey arayan olmuş.
İhsan Süreyya hocanın numarası gözüme ilişti. İlk aklıma gelen Nazif hocanın
vefat etmiş olabileceğiydi. Evet Nazif hoca ya da biz öğrencilerinin deyişiyle
Şahinoğlu hoca vefat etmişti. Çocuklar görmesin diye mutfağa çekildim ve
ağladım.
1981 yılında Erzurum Atatürk üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Arap-Fars bölümüne kaydoldum. Köylü bir Kürt çocuğu olarak her şey yabancı
geliyordu bana. Neticede Erciş gibi bir ilçeden adıyla sanıyla Erzurum’a
gelmiştim. Ne de olsa büyük şehir. 12 Eylül darbe sürecinin baskıları da bütün
hızıyla devam ediyordu. Nefes alamıyorduk. Bir gün Şahinoğlu hocanın dersinde Bulgarların
oradaki Türklere uyguladıkları baskılar, ad değiştirmeler vs gündeme geldi.
Bizim yaptığımız ne dedi hoca. Biz de Kürtlerin dilini yasaklıyoruz, köylerinin
adlarını değiştiriyoruz, çocuklarına Kürtçe isim vermelerine izin vermiyoruz.
Ne farkımız var? dedi. Milliyetçi ağırlıklı sınıfta soğuk bir hava esti.
Hocanın bu sözleri karşısında memnun olmuştum. En çok da hocanın cesaretine
hayran kalmıştım. Kürt yoktur diyen 12 Eylül rejiminde Kürtleri bu şekilde
savunabilmek cesaret isterdi. Sevdim hocayı. Fikirde, duruşta Müslüman adaleti
buydu benim için.
Galiba ikinci sınıftaydım. Yarıyıl tatiline gitmiştim.
Babamın ekonomik durumu hiç iyi değildi. Kardeşlerimin yaşları da küçüktü.
Çalışıp babama yardım etmem gerekir diye düşündüm. Sömestr bitti. Erzurum’a
döndüm. Okula uğradım. Arkadaşlarıma veda etmek için. Şimdi İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesinde profesör olan sınıf arkadaşım Mehmet Yavuz’la
karşılaştık. İzmirliydi ama Batman, Diyarbekir dolaylarında Kürt medreselerinde
okuduğu için kendisine “Seyda” diyordum. Hakkını helal et Seyda ben okulu
bırakıyorum, dedim. Sebebini sordu, anlattım. Biraz duraksadı. Üzülüyordu. Bir
tarafa gitme, beni bekle dedi. Bekledim. Sonra geldi ve Şahinoğlu hoca seni
bekliyor dedi. Hayırdır, dedim. Bilmem, gidip öğrenirsin dedi. Hocanın odasına
gittim. Bey diye hitap ederdi öğrencilerine hoca. “Vahdettin bey, Mehmet bey anlattı.
Okulu bırakıyormuşsun. Kimseye bunu söylemem ama senin gibi birisi okumalı. Bu
kararından vazgeç. Her ay sana ihtiyaçlarını karşılayacak kadar bir burs
vereceğim” dedi. Vazgeçtim. Hoca dediğini yaptı. Geri kalan üç buçuk sene
boyunca her ay benim ihtiyaçlarımı karşılayacak bir burs verdi. Aybaşı gelince
odasına çağırırdı ve zarfın içindeki parayı bana verirdi. Bu parayı kendi
cebimden vermiyorum, bu bursu Orhan Okay hoca (Allah rahmet etsin) İlim yayma
cemiyetinden senin için temin etti diye de ekliyordu her seferinde.
Hocanın birine tam not, yani 100 verdiği pek nadirdir. Bir
gün notlarımızı okuyordu. Bana önce teşekkür ederim Vahdettin bey, dedi. Sonra
bugüne kadar benden 100 alan ikinci öğrencimsin dedi. Arapça klasik metinler
dersimize geliyordu.
Son sınıftaydık. Başarılı bir öğrenciydim. Önümüzdeki dönem
alınacak asistanlar için kulis yapıyorduk diğer başarılı arkadaşlarla. Odasına
gittim bir gün. Hocam ben asistan olmak istiyorum, bana ne tavsiye edersiniz
diye sordum. Senin gibi birinin akademisyen olmasını çok isterim dedi. Çünkü
seni biliyorum, sen ders çalışmıyorsun, dersi dinlemek kavraman için yetiyor,
akademisyenlikte bu özellik daha önemlidir diye ekledi. Sonra şunu dedi: Bölüm
başkanına git. Bu niyetini söyle. Seni kapıdan kovarlarsa sen pencereden gir.
Hoca bu işin benim Kürt ve İslamcı özelliklerimden dolayı zor olacağını
biliyordu. Bölüm başkanına gittim. Niyetimi söyledim. Vahdettin sende Kürt
damarı var mı?diye sordu. Anlamıştım. Başka damar yok dedim ve müsaade isteyip
çıktım. Asistan olma defterini kapattım.
Okul bitti. Hocayla temasım koptu. Kırıkkale Üniversitesine
gittiğini duydum sonra. Oradan da galiba emekli olup İstanbul’a gelmişti. Ben
de Askerlikten geldikten sonra İstanbul’a yerleşmiş ve mütercimlik yapıyordum.
Birgün Üsküdar’da yapılacak bir sempozyumun ilanını gördüm. Oturum başkanı
Prof. Dr. Nazif Şahinoğlu yazıyordu. Yıllar sonra hocayı görme şansı ayağıma
gelmişti. Oturum bitti. Hocanın yanına gittim ve kendimi tanıtarak hatırladınız
mı diye sordum. Hatırlamaz mıyım, ama sen biraz enine büyümüşsün diye takıldı.
Evde oturup tercüme yapıyordum. Hareketsizlik yüzünden epey bir kilo almıştım.
Hoca fazla kilolarımı kast ediyordu. Ne iş yaptığımı sordu. Kitapla, ilimle
uğraştığımı duyunca çok sevindi.
Yine iletişim kopmuştu. Ben de artık evden çıkıp çalışmak
için İSAM kütüphanesine gitmeye başlamıştım. Bir gün kütüphanenin kapısında
hocayla karşılaştım. Elini öpmek istedim. Kızarak eline kaçırdı. Kendimi
tanıttım. Hatırladı ve sen öpebilirsin dedi. Çünkü sen ilimle, kitapla
uğraşıyorsun. Yoksa ben kimseye elimi öptürmem. Elini öptüm, ama sanki ben
değil o benim elimi öpüyordu, ilimle uğraştığım için.
Bundan üç beş sene önceydi. Beyan yayınlarına gitmiştim.
Günlerden cumartesi olunca Beyan’da çiğköfte var demektir. Hoca oradaydı.
Oturumu yönetiyordu. Sınıftaki titizliği, söz verme adaletini büyük bir
ciddiyetle burada da devam ettiriyordu. Beraber çıkalım dedi. Sirkeci’ye kadar
beraber yürüdük. Ben karşıya geçecektim. O da oradan evine gidecekti. Gözleri
bayağı zayıflamıştı. Yolda direklere, levhalara çarpacak gibi oluyordu. Çok
yakınına gelince ancak fark edebiliyordu. Tedirgin oldum. Hocam kolunuza
gireyim mi dedim. Olmaz dedi, sert bir ses tonuyla. Sonra ayrıldık. Bu hocayı
son görüşüm oldu. Yüce Allah rahmet etsin.
“İnna lillah we inna ileyhi raciûn”
0 yorum:
Yorum Gönder