Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA
Yusuf Emmi’nin yirmi tane
güzel keçisi vardı. Dünyanın değişik yerlerinden temin ettiği keçilerine,
çocukları gibi bakar, dünyadan bir beklentisi olmadığı için de, otların en
nadidelerini satın alıp onlara yedirirdi. İnanamayacaksınız amma, tıpkı
insanlar gibi o keçilerini ayda bir dereye götürür banyolarını yaptırırdı.
Üşenmeden her birini ayrı ayrı yıkar ve onlar başlarını sağa sola sallayarak
kurumaya çalışınca da bundan büyük bir haz duyardı. Yusuf Emmi keçilerini
öylesine severdi ki, kazara birisi “keçi gibi inatçı” tabirini kullansa, onlara
çok sert bir şekilde çıkışarak, “kendi kabahatlerinizi, neden benim keçilerimde
bulmaya çalışırsınız ki?” der, “belki keçilerin ve diğer bütün hayvanların
ahlâklarını siz bozuyorsunuz!” şeklinde garip açıklamalar da yapardı. Fakat
herkes onun, keçileri üzerinde ne kadar titrediğini bildiği için, kimse
alınmaz, onun gibi kendi koyunlarına bakmadıkları için üzülür, ama Yusuf Emmi
haklı çıkmasın diye, üzüntülerini göstermezlerdi.
Ne varki Allah’ın her bir
yaratığı için koyduğu kurallar, kanunlar vardı. İnsanlar kulluk, hayvanlar da bu
kulluğa yardımcı olarak yaratılmışlardı. Yusuf Emminin keçileri de bu konuda
bir istisna değildi tabi. Günü gelecek; onlar da kesilecek, etlerinden,
derilerinden, kıllarından insanlar istifade edeceklerdi. Ve bu şekilde onlardan
yararlanan insanlar, Allah’ın kendileri için yarattığı bu nimetlerin
hesaplarını vereceklerdi bir gün.
Nihâyet o gün geldi ve
Yusuf Emmi, kesilmek üzere yirmi keçisini kombinaya verdi.
Keçiler kesildi; etleri
kasaplara, derileri tabakhanelere, kılları da dokuma tezgâhlarına gönderildi.
Etleri kimler yedi, kılları hangi beyefendinin ya da hanımefendinin sırtına
giydiği bir aba oldu bilmiyoruz.
Gelgelelim derilere:
Yusuf Emmi’nin yirmi
keçisinin derileri tabaklandıktan sonra, bir çanta firmasına satıldı ve fazla
bir zaman geçmeden, her birisi, tezgâhlardan bir çanta olarak çıktı. Çantalar o
kadar güzeldi ki, hemen satılıverdiler. Her biri ayrı ayrı insanlar tarafından
satın alınan çantalar, yeni sahiplerinin mesleklerine göre çok değişik
alanlarda kullanıldılar.
Böylece seneler geçti…
Bir gün, şehrin çöplüğünün yanından geçen meraklı bir
adam, çöplükten bazı seslerin geldiğini duydu. Kulaklarına inanamamıştı. Çöpler
de konuşur muymuş? Adam çöplükten gelen sesleri dinlemeden önce kendisini
yokladı. Bir anormallik yoktu kulaklarında ve de aklında. Sesler hâlâ
geliyordu. Merakından yoluna devam edemedi ve oracığa oturup, çöplüğün kokusu
kendisini rahatsız etmemesi için burun deliklerini kapattı ve gelen sesleri
dinlemeye başladı. Konuşanlar, envaiçeşit çöpler arasına sıkışmış deri
parçalarıydı.
Bir deri parçası şöyle
sesleniyordu diğer deri parçalarına:
-Bizleri çanta yapıp her birimizi ayrı bir kimseye
sattılar ya; beni çok zengin bir adam almıştı. Her gün içime bir sürü para,
çek, senet koyar, banka banka, holding holding, esnaf esnaf dolaştırırdı. İçim
para dolu olduğu zamanlar itina ile beni taşır, bana bir zarar gelmemesi için
elinden geleni yapardı. Kilidim iyice kapalı mı değil mi diye defaatla kontrol
eder, öylece üzerime titrerdi. Fakat işi bitip içimdeki paralar boşaldı mı,
sanki ben çantası değilmişim gibi, arabasının bagajına atar, bazen da üzerime
fena hâlde kokan soğanları ve başka şeyleri atardı. Bana bu şekilde ikiyüzlü
davranan sahibim, yanından bir fakir geçip, Allah rızası için biraz para istedi
mi, “git Allah versin!” diye onu kovar, çoğu kez de azarlardı. Bir tek gün bir
fakire yardımda bulunduğuna şahit olmadım vesselam. Üstelik, “yahu bu fakirler
ne zaman doyacak?” diye söylenip dururdu sinirli sinirli. Ve nihâyet, içimin Dolar
ve Euro’larla dolu olduğu bir gün, sahibim mağazasındaki masasında koltuğuna
yaslanmış piposunu tüttürürken, içeriye, siyah elbiseler giymiş olan bir adam
girip, doğruca sahibimin karşısında durdu ve tabancasını çıkararak, hemen
yanında bulunan çantasını, yâni beni vermesini istedi. O gün, her zamankinden
farklı olarak beni öyle doldurmuştu ki, kapağımı zor kapatmıştı.
Konuşulanlardan öyle anlıyordum ki sahibim yeni bir iş çevirmek için bankadaki
bütün parasını çekmişti… Sahibim, içimde bulunan paralarını çok seviyordu.
Seviyordu amma, onlara değişemiyordu canını… O herkese bağırıp çağıran,
azarlayan zalim sahibim korkusundan sapsarı kesilmiş, zavallılaşıvermişti bir anda. Ya parasından,
ya da canından olacaktı. Titreye titreye beni alıp, tabancalı adama uzattı.
Tabancalı adam da beni alıp mağazadan uzaklaştı. Sonra da karanlık bir yere
götürdü; içimi iyice boşalttıktan sonra, orada bulunan çöp bidonuna attı;
ertesi gün de, beni diğer çöpler arasında fark edemeyen Belediye çalışanları,
çöp arabası içerisinde beni ezerek işte bu çöplüğe attılar…
Birinci deri parçası
susunca, ikinci deri parçası konuşmaya başladı:
- Aman kardeşim
benim hâlimi sormayın! O malum günde, beni de resmi bir kurum satın alıp,
“müfettiş” denen birine teslim etti.
Üçüncü deri parçası şu
şekilde anlatıyordu başından geçenleri:
- Hepiniz gibi beni de
birileri satın aldı. Ama benim, sizin gibi bir tek sahibim olmadı ki! Her gün
yeni bir sahibim oluyor; birini tanımadan ötekinin eline geçiyordum. Öylesine
el değiştirdim ki, bu kadar kişi içerisinde esas sahibim kimdi, bir türlü
anlayamadım. Bazen içime küçücük bir beyaz poşet konuyor, fevkâlâde gizlilikler
içerisinde bir yerlere götürülüp veriliyordu. Yâni o küçücük poşet neden o
kadar önemliydi bilmiyorum amma, onlarca kişinin elinden geçtikten sonra
nihâyet birinin elinde kalıyordu. Bazen de bu poşet, ya da poşetler
kahverengine çalan renklerde oluyordu. Fakat rengi ne olursa olsun, bu poşetler
içimde olunca, beni tuhaf tuhaf insanlar taşıyordu. Çoğu silâhlıydı
taşıyıcılarımın… Zavallı Yusuf Emmi’nin keçilerinden birinin deri parçası olan
ben, benim vasıtamla neler yapıldığını nereden bilebilirdim ki! İnsanlar için
faydalı mıydım, zararlı mıydım, bilmiyorum. Fakat beni taşıyanların kendi
aralarında konuşurlarken, içimde taşıdıklarını, “toz”, ya da “beyaz” diye
tanımladıklarına şahit oluyordum. Bir gün çok ilginç bir olayla karşılaştım.
İçime çok küçük bir poşet konmuştu. Beni taşıyanlar birçok el değiştirdikten
sonra, “Dayı” diye çağırdıkları adama verdiler. “Dayı”, etrafına bir göz
attıktan sonra, içimdeki küçük poşeti aldı ve neredeyse kasasındaki bütün
paraları benim içime koyup kapattı; ardından da beni getirmiş olan
“postacı”ya (bazen bu postacıya “kurye” de diyorlardı) geri verdi. Postacı, ya
da diğer adıyla kurye çıkacakken, Dayı onu çağırıp, paranın çantaya, yâni benim
içime sığmadığını, geri kalanını da başka şekilde göndereceğini söyledi. Ne
olup bittiğini anlamayan ben ise, şaşırıp kalıyordum bu dönen dolaplara. İşler
böyle sürüp giderken, yâni içime koydukları poşetlerde taşıdıkları “mal”ı bir
yerlere götürürlerken, müthiş bir arbede yaşandı. Ne olduğunu anlayamıyordum.
Hatırladığım tek şey, beni taşıyan kuryenin can havliyle sokak aralarına dalıp
kaçtığıydı. Neden ve kimden kaçıyordu, bilmiyordum. Daha doğrusu bilemezdim.
Çünkü kurye denen bu çocuklar öylesine sık değişiyorlardı ki, birinin adını
öğrenemeden başka yerlere postalanıyorlardı… Sonra beni kaçıran çocuk tam
sokağın köşesinden dönecekken, bir düdük sesi geldi. Meğer bizim kuryeyi
kovalayanlar, kendilerine “polis” denen insanlarmış ve benim içimde oradan
oraya götürülüp satılan poşetlerin içerisindeki maddenin alım-satımı da
yasakmış! Çünkü bu madde, yâni “beyaz”, “mal”, “toz” diye tanımlanan şey,
insanlara çok zararlıymış. Oysaki sahibimiz Yusuf Emmi, bizi insanlara yararlı
olalım diye besliyordu… O “Polis” denen insanların tabiriyle “eroin”, ya da
“esrar” denen maddeyi taşıyalım diye değil! Bu insan denen varlıklar ne kadar
da vahşilermiş!!!
Çöplükteki sesleri
dinleyen adam, çöpün kokusuna daha fazla dayanamadı ve bütün deri parçalarının
serüvenlerini öğrenemeden oradan uzaklaştı…
Kim bilir taşınmaları hiç
de hoş olmayan anahtarlarımızı barındıran küçük deri çantacıkları bizim için
neler konuşuyorlar neler!
0 yorum:
Yorum Gönder