Yüce Allah’a hamd, son Elçisine ve yolundan gidenlere selam olsun…
Harman kurulmuş, öbek öbek her yerde… Harman yığınları gibi göğe ağmış kubbeler, minareler ve kale burçları… Her kesimden herkesler var. Kimi gölgesinde duldalanma hesabında, kimi tadımlık alıp gitme hevesinde, kimi kendine gelecek biriktirme telaşında, kimi de biriktirdiğini ihtiyaç sahiplerine ve taliplere kadrince ve kararınca dağıtma derdinde. Eee… Harman yeri burası… Herkes nasibini niyetine göre alır ve götürür.
Bizim de bir niyetimiz vardı dostlar… Özlemimiz vardı, yıllardır içimizde sakladığımız. Sanki daha önce görmüşüz ve yaşamışız da içimizde bir ukde gibi birikmiş kalmış bir görme niyeti. Sonunda Rabbim nasip etti. Semerkant ve Buhara yolu bize de göründü. Biz de o harman yerinden nasibimizi alalım diye yola çıktık halis niyetle…
Kastamonu Üniversitesi’nin projesi kapsamında Rektör Yardımcısı Ali Rafet Özkan beyin büyük gayretleriyle 30 civarında bilim adamından oluşan bir heyetle yola çıkıldı. Özbekistan Turizmi Geliştirme Devlet Komitasının davetlisiydik. Bu işin resmi tarafı… Biz gelelim gözlem ve duygularımıza…
Seyahatin her anı bir olaydı. Olay kavramını dikkat çekmek için kullandığımı düşünmeyin. Gerçek anlamda olaydı. Sabırsızlanmayın efendim anlatacağım… Haydi bismillah…
Havaalanındaki ilk buluşmamız şurada mı, burada mı olsun derken buluşma mekanı kendiliğinden cami olarak gerçekleşti. Eee... o kadar ilahiyatçının başka yerde buluşması da beklenemezdi. Aylardan Ramazan ve herkes oruçlu… Akşam yakın, iftar yapılması gerekiyor. Ne mekan belli, ne kaç kişi olacağımız ne de neyle iftar edeceğimiz. Hepsi bir anda gerçekleşti. Şöyle kuytu bir yer bulalım derken, yer önümüze çıktı adeta. Toplaştık, valizlerden bir sofra oluşturduk. Herkes çantasındaki nevaleyi döktü ortaya. Aman Allah’ım! Bu kadar zengin, renkli ve çeşidi bol yiyecek her babayiğidin lokantasında bulunmaz. Çünkü bu sofra gönül sofrasıydı. Hesapsız, beklentisiz, arz-talep dengesi gözetilmeyen kelimenin tam anlamıyla Allah ne verdiyse sofrası… Rabbim neler vermemişti ki?.. Biraz önce ne yiyeceğiz diyen kulları, nasıl yiyeceğiz telaşına düşmüştü… Oruçtan çıkmıştık da, bu kadar yiyeceğin üstesinden nasıl gelecektik… Gözümüz korktu, etraftan yardım istedik. Bildiğimiz, bilmediğimiz herkesleri davet ettik soframıza…
Sonra namaz başladı. Hayatımın ikinci en uzun namaz vakası gerçekleşti. Uzuuun bir akşam namazı. Teravihe mi başladık diye düşünenler olmuş... Birinci vaka yıllar önce bir dostumun Kur’an’dan bir cüz ile yani 20 sayfayla iki rekat sabah namazı kıldırmasıydı bana. Bir daha senin arkadan sabah namazı kılmam demiştim o dosta. Bu ise uzuuun bir akşam namazıydı… Namazın uzunluğundan uçağı kaçıracağımızdan korktuk doğrusu… İmam olan benim kadim dostum namaza başladı, unuttu dünyayı. Okuyor da okuyor… Eee… namaz kılınca böyle kılacaksın… Allah’tan, korktuğumuz başımıza gelmedi. Uçağa salimen yetiştik. Ama gezi boyu espri konusu olmayı başardı gezinin bu ilk akşam namazı… İsimleri söylemiyorum onlar içimizde saklı. Anlayan anladı zaten efendim… Bunlar güzel hallerdir… Bir kere yaşanır, tadı adeta ebediyen dillerde ve gönüllerde kalır… Anlayacağınız böyle tecrübeler kahve mırra gibidir dostlar... İçimi acıdır ama sonrasında ağızlarda sürüp giden tatlı bir lezzet ve keyif bırakır… Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var sözünü boş söylememiş atalar…
Yatsı vakti çıktığımız İstanbul’dan gecenin bir yarısı Semerkant’a inmeyi düşünürken sabah namazını kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. O kadar ki bazı dostlar uçakta namüsait şerait altında sabah namazını eda etmek gibi bir yola bile gittiler… Neyse ki kaçırmadık, büyük bir camide toplaştık abdestlerimizi aldık ve güneş doğmadan önce namazımızı eda etmenin huzurunu yaşadık. Otelimize vardığımızda artık güneş doğmuştu. Niye böyle oldu? Çünkü biz güneşin doğduğu yerlere doğru gitmiştik. İstanbul ile Semerkant arasında iki saatlik bir zaman farkı vardı.
Biraz dinlenmeden sonra sevinçle düştük yollara… Aslında karış karış dolaşmaktı gönlümüzdeki program… Ancak gördük ki bunun için aylar belki yıllar lazım. Bin yılı aşan bir İslam mirasını, binlerce yıllık tarihi birikimi bir günlük süre içinde gezmek ve görmek mümkün mü efendim?! Nitekim öyle oldu, tadımlık bir gezi yapabildik… Ama gönlümüzün en mutena yerine o koca Semerkant’ı sığdırdık… O bize azımızı çoğa sayın, her daim gelip durun, bir kere gelmekle geldik demeyin, bakın gözden ırak olan gönülden de ırak olur dedi lisan-ı haliyle… Biz de haliyle başımızı önümüze eğdik; ihmalkarlığımızın, vefasızlığımızın, unutkanlığımızın verdiği pişmanlığı en derinden hissettik... Bir daha, bir daha gelmeye azm-i cezm-i kast ettik oracıkta. Rabbim nasip etsin inşaallah…
Kimlerin mekanı yok ki orada: muhaddislerin şahı İmam Buharî, Ehl-i Sünnet’in reislerinden İmam Matüridî, büyük sufiler Emir Kulal, Muhammed Bahauddîn Şah-ı Nakşibend ve hocasının ayakucunda yatan cihan sultanı koca hakan Emir Timur… Biz onu Timur Lenk yani Topal Timur diye tanımışız. Ankara ovasında canımızı yaktığı için olsa gerek. Sultan Yıldırım’ı mağlup edip Osmanlı diyarını hallaç pamuğu gibi savurmuştu nitekim. Ancak bıraktığı eserleri görünce doğrusu gönlümüzden kopan dilimizden dökülen bu zat ancak koca hakannam tesmiye edilmeye layıktır oldu. Devrinde yapılan eserlerin çetelesi tutulsa o bile büyük bir eser olurdu efendim. Yıldırım Beyazıd da da boş adam değildi hani. O da koca Osmanlı’nın koca hakanıydı. Şu Hüdavendigar Bursa’daki eserlerini bir görseniz bu sıfatı fazlasıyla hak ettiğini siz dahi söylersiniz. Bolu’ya gittiğimde sadece Bolu ve ilçelerinde dört tane onun adıyla anılan mescit vardı. Kütahya Ulu camiini de bunlara eklemek lazım. Eee… Yıldırım diye nam salmak kolay mı?
Semerkant’tan söz ediyoruz, medeniyet ışığının kaynağı olmuş bir beldeden… Kimler geçmemiş ki bu topraklardan… Kimler orayı mekan tutup, bulunduğu yerler ziyaretgah olmamış ki? Yüzyıllardır İslam mirasını bize hatırlatıyor ve gönüllerimize ışık olup yansıtıyor bu mübarek zatlar… Kimisi yetiştirdikleriyle, kimisi de yazdıklarıyla… Bazıları da var ki, her iki yönüyle…
İmam Buharî, büyük muhaddis. Muhaddislerin şahı! Onun da makberi oralarda efendim. Oluşturduğu Sahih’i ile o gün neyse bu gün de gönüllerimize taht kurmuş büyük şahsiyet. İlmek ilmek dokumuş eserini. Bir sistem kurmuş, bir ömür vermiş o eşsiz şaheserini oluşturmak için. Kitap kitap, bab bab kurmuş sistemini. Özenle yerleştirmiş yaratılmışların en Şereflisinin sözlerini alt alta… O yüzden onun eserini kitap, bab ve hadis hiyerarşisi içinde okumak gerek. İçinden bir hadis seçip işte Buharî’de var demek doğru değil. Her bir hadîsin hangi kitabın içinde, hangi babın altında olduğunun farkına varmak gerek… Eee… yazarsan böyle bir kitap sen de olursun Buharî. Hele bir dene, kolay mıymış? Söz söylemesi kolay! Sözün altında kalmadan üstünde durabilmektir erdemlilik…
Tasavvufçu dostlarımızın beyanına göre hiçbir yazılı eser bırakmamış Şah-ı Nakşibend… Yetiştirdiği insanlarla adeta bir dairenin merkezi olmuş… Hala o merkezin etrafında uzaklı yakınlı o kadar halka vardır ki saymakla bitmez… Kimi ilmi kişiliğine hayran, kimi tuttuğu yolda seyran, kimi de dilden dile dolaşan kerametlerine bayılan… Anlayacağınız herkes bir şekilde aradığını buluyor. Bu değerler öyle kolayına yetişmiyor. Hocası Emir Külal’in emeğini atlamamak gerek.… Silsile denilen alimler zincirini ta resullerin şahı Hz. Muhammed Mustafa’ya (sav) kadar götürmeleri boşuna değil? Köksüz gövde, gövdesiz dal olmaz efendim… Bu Yüce Rabbimizin evrene koyduğu kanundur. Sünnetullah demişler insan için olana, âdetullah demişler tabii hayatın akışına…
O kadar yer dolaştık ama Semerkant’a indiğimizden beri aklımda olanı itiraf edeyim efendim. Hatta çok da dillendirdim gezi sırasında… A dostlar!.. Ne zaman Koca İmam Matüridî’ye gideceğiz? Çoğu zaman da tebessümle karşılandım. Kimi dışından tebessüm etti yüzüme kimi de içinden… İşte kelamcı diyenler de olmuştur belki… Dışına aksedeni duydum, içinden olanı da tahmin ettim yüzlerinden… Yoksa içlerini ne bileyim… O büyük İmam’ın dediği gibi Allah insanın içini kendine saklamıştır. Öyleyse bize düşmez oraya karışmak… Bizler ancak biçare bir kulcuğuz, ancak tahminlerde bulunabiliriz. Çoğu da boşa çıkar bu tahminlerin…
Muradıma erdim sonunda, Allah’a şükür. Rabbim görmeyi nasip etti… Yıllardır hakkında yazdığımız, anlattığımız şu mübarek insanın yaşadığı topraklara adım atmayı, yattığı yeri ziyaret etmeyi içimde bir ukde olarak taşımıştım. Ziyaret muhteşem geçti. Hatta ziyaret sırasında hem de türbenin içinde küçük bir ilmi müzakere bile yaşandı. Eeee… gerçek ilim adamına da bu yakışır. Mezarı bile ilim meclisi oluyor… İki eseri var efendim bizlerin henüz gördüğü. Etkisi çağları aşan mana deryası tefsiri Te’vilatü’l-Kur’anve bir mezhebin başlangıç noktası olmuş; usulü, üslubu ve muhtevası ile İslam düşüncesine damgasını vurmuş kelam eseri Kitabü’t-Tevhîd. Onun da tek nüshasını yaban diyarına terk etmişiz. Belki de onların eliyle korunmuş kim bilir…
İrfan Gündüz hocamız, Kur’an Mekke’de nazil olmuş, Kahire’de okunmuş ve İstanbul’da yazılmışdiye söylenen bir sözü nakletti. Ben de bir dördüncü olarak Kur’an Semerkant’ta tefsir olunmuşturdiye içinden geçirdim. Dışımdan da söyledim ama pek kabul görmedi. Ben gene sözümün üstündeyim efendim… Bırakın o kadarcık sevgimizin bu kadarcık şatahatı olsun… Ben meftunun efendim bu zatın ilmine… Nitekim tefsirinin pınarında her daim nöbetteyim… Gönlümde büyüdükçe gözümde büyüdü, dilimden de böyle büyük bir laf çıkıverdi işte… Altından kalkamayabilirim; gücüm yetmez, boyum ermez, ilmim nakıs kalır belki; ama Rabbimin verdiği gönül genişliği bunları telafi etmeye yeter inşallah…
Bir türbeler deryasına uğradık Semerkant’ta… Basamak basamak tırmandık. O türbeden bu türbeye girdik çıktık. Vallahi sayısını hatırlamıyorum. Bir makbere mecmuası… Sonuna ulaştığımızda en uç noktada gördük ki burada bir sahabe hem de O Güzide Peygamber’in yakını olan, amcası Abbas’ın oğlu Kusam’ın kabri. Etrafında çevrelemiş türbeler… Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu Eyup Sültan aklıma geldi. Nerede bir sahabe varsa, dirilerinin etrafında toplanıldığı gibi ölüleri etrafında da toplaşıyor insanlar demek. Efendim fıkıhta yerini aramayın bunların… Biraz gönül işi bunlar… Kendi gönlümüze söz dinletebiliyor muyuz ki, elin gönlüne söz dinletelim?.. Bu kadar türbeyi biraz abartılı bulduğumu da itiraf etmeliyim. Ne ki, bunlar birer sanat şaheseri, ümmetin geçmişle somut bağı, tapu senedindeki mühürler gibidir. O yüzden saygı göstermek, ihtimamda bulunmak ve korumak gerek…
Buhara’ya geçtik… Buhara-i Şerif… Şerefli bir mekan hakikaten… Söyleyen boşa söylememiş. Gözümüz Semerkant’ta kamaşmıştı, burada hepten ışık körü olacaktı neredeyse… Bu ne muhteşem bir medeniyet numunesi…
Maveraünnehri bir ilim ve irfan merkezi haline getiren Samanîlerden ve Karahanlılardan pek bir şey kalmamış. Samanî sultanının kabrini ziyaret ettik minnetle anarak… Eee… Matüridilere, Farabilere, İbn-i Sinalara ilim zemini hazırlamış bu büyük sülaleyi anmadan geçmek yakışmaz bizlere… Hanefi fakihlerinin hem sığınağı hem de ilim meclislerinin mekanı olmuş Karahanlı Sultanlarını anmadan geçmek de yakışık almazdı nitekim.
Efendim Karahitaylar geçmiş buralardan bir çekirge sürüsü gibi… Ne varsa yiyip yok etmişler. Arkasından Moğol yırtıcıları sökün etmiş… Tarihi eser adına neredeyse bir şey bırakmamışlar… Bölgeyi ilim ve kültür olarak arıklaştırıp bırakmışlar… Bütün zenginliklerini adeta yok etmişler… Ama küllerinden doğmuş. Bunda da ulu hakan Emir Timur’un payı büyük. Boşuna Emir Timur dememişler… Her bir şehre heykelini dikmişler… Şeybaniler gelmiş arkasından, Buhara Hanlığı ve Hive Hanlığı bölgeyi mamur etmiş… Ta ki Rus emperyalizmi gelene kadar…
Kelan mescidi, minaresi ve Mir Arap medresesi doğrusu ben de en çok iz bırakan mekanlar oldu… Kelan Mescidi, ulu bir mescit. Cuma mescidi olarak inşa edilmiş. Bu medeniyetin küllerinden yeniden doğacağına şehadet eden en iyi şahit. Bir teravih namazı kılalım dedik. Eyvah… Her rekatta üç sayfa Kur’an okuyorlarmış. Biz aciz kullar ancak sekiz rekatına dayanabildik. Sekiz rekatta yirmi dört sayfa… Hepsini kılanların verdiği bilgiye göre teravih namazı iki buçuk saat sürmüş… Zaten cemaatin ayaklarının ve dizlerinin geldiği yere minder koymalarından belliydi böyle olacağı… Uzuuun akşam namazına rahmet okutur bu teravih… Ama hoş bir anı olarak kaldı içimizde… Dedik ya bu insanlar, komünist zulmü altında yılların mahrumiyetiyle oluşmuş açlıklarını gidermeye, açıklarını kapatmaya çalışıyorlar…
Mir Arap medresesi buranın en kadim ilim yuvalarından biri. Her dönem varlığını korumuş ve etkisini sürdürmüş. Komünist Rusya zamanında bile kapılarını ilme açan ilk mekan olmuş. 1943 yılında Komünistler burada İslami ilimler öğretilmesine izin vermişler her nasılsa… O günden bugüne bir ilim membaı olmayı sürdürüyor. Bir öğrencimizi orada hoca olarak görmek mutlulukların en bulunmazı idi. Düşünsenize bir zamanlar yani 15. Yüzyılda Bursalı Kadızade Rumî ilim öğrenmek için Bursa’dan Semerkant’a gidiyordu. Şimdi ise oradan bir civanmert ilim öğrenmek için Bursa’ya gelmiş, öğrenmiş, dönmüş ve Mir Arab Medresesine hoca olmuş. Ben mutlu olmayayım da kimler olsun a dostlar?!
Efendim şu anda Özbekistan’da bunun gibi 10 kadar medrese, 2 tane de âli medrese bulunuyor… Ama Özbekler, İslam’a da, ilme de açlıklarının farkındalar… Var güçleriyle çalışıyorlar… Bu konuda şaha kalkmış bir Özbekistan görebiliriz yakın gelecekte… Bunun en önemli kanıtı da Uluslararası İslam Akademisini hayata geçirmiş olmaları.
Taşkent yeni bir şehir gibi görünüyor. Tarihi olmakla birlikte öyle Semerkant veya Buhara ile boy ölçüşecek çapta değil. Nüfusça büyük bir şehir. Tarihi eserler de var yer yer… Orada da da ilim ve irfan ehlinin mekanlarını görmek mümkün… Ruslar tarafından başkent yapılmış ve şu an Özbekistan’ın en büyük merkezi…
Burada Uluslararası İslam Akademisindeki toplantı muhteşemdi. Dede ile torunun bir araya gelmesi gibi… Köklerle gövdenin, gövdeyle dalların buluşması gibi… Konuşmalar çok güzeldi. Bedenlerin kucaklaşması gibi kelimelerin de kucaklaşmasına şahit olduk adeta. Bu kadar uzun aranın doğurduğu özlem birikmesinin patlamasıydı bu aslında… Herkesin ne söylediği, nasıl söylediği ve ne kadar söylediği değil, duyguların her kelime üzerinden birbirine çağlayan olup akmasıydı yaşanan olay. Zemin ne olursa olursun kardeşlerin birbiri ile buluşmasıydı. Kimse kimsenin hatasını söylemiyordu. Herkesin yönü geleceğe dönüktü. Yusuf ile kardeşlerinin, Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile Mekkelilerin buluşması gibiydi. Yeni bir sayfa açma ve bu sayfayı ebediyen açık tutma arzusuydu. Onlar gelindiyorlardı, biz de gelindiyorduk. Artık Özbekistan ve Türkiye birer buluşma yeriydi. Yıllardır ayrı kalmış, kalmaya zorlanmış İslam halklarının bütün zorlukları ve zorlamaları aşarak buluşması ve bir buluşma ummanı meydana getirmesiydi. Dışarıdan bakan için küçük görünebilirdi bu toplantı. Unutulmamalıdır ki, her şeyin belirleyici arka planı, derin yanı ve engin ufukları vardır. O yüzden toplantıda bizim derinonların çukurdediği kavramlar çokça kullanıldı. Her iki tarafta aynı şeyi kastediyordu. İlişkilerimiz derin, ufkumuz genişti. Bizim bin yılı aşan ortak bir tarihimiz vardı, dünyadan ahirete uzanan bir ufuk genişliğimiz söz konusuydu. Yapılan toplantı bunun farkına varma ve bu farkındalığın hayata geçirilmesiydi. Öyleydi, öyle oluyordu ve öyle olacaktı…
Seyahatin sonunda bir pazar yeri tecrübemiz de olsun istedik. Doğrusu Özbekistan, ürettiği tarım ürünleri kendisine yeten nadir ülkelerden biriymiş. Tropikal iklim meyveleri haricindeki her türlü meyveyi burada bulmak mümkün… Kuru meyve deposu gibi. Kuru meyve pazarında kendimizden geçtik. Ne alacağımızı şaşırdık. Almak bir dert, taşımak bir dert, uçakla getirebilmek en büyük dert… O yüzden tadımlık alabildik ancak, gözümüz arkada kaldı… Özbekler çok tatlı insanlar, belli ki bu tat meyvelerine de sirayet etmiş. Saygılı, edepli ve nazik. Ulu orta yiyen, içen, sigara tüttüren görmedik neredeyse. Ramazan’a bir saygı olarak yorumladık bunu… Bu millette iş var efendim… Bu millet daha çok Buhariler, Matüridiler, Nakşibendiler çıkarır… Emir Timurlar koyar sefere…
Son ziyaretimiz muhteşemdi. İmam Mushaflardan biri olduğu düşünülen ve Hz. Osman’ın kanının üzerine düştüğü iddia edilen en eski Kur’an Mushaflarından birini ziyaret etmek doğrusu çok heyecan vericiydi. Noktasız, virgülsüz, ceylan derisi üzerine Kufî hatla yazılmış bir Mushaf… Gel de duygulanma… İnsanı alıyor tarihin derinliklerine götürüyor… Derinliği keşfetmenin en büyük zevkini tattırıyor insana…
İmam-i Kebir Kaffal-i Şaşi’nin türbesiyle noktayı koyduk seyahatimize. Bir Şafii alimin Hanefi bir coğrafyada bu kadar saygı görmesi ve sevgi halesine dönüşmesi, mezhep noktasındaki hoşgörünün bir simgesiydi. Hem de büyük imamolarak isimlendirilmişti. Zaten Hanefisiyle, Şafisiyle, Malikisiyle ve Hanbelisiyle… bu ümmet birdi ve bütündü. Çünkü bu ümmet, tevhit bayrağını taşıyan son temsilciydi…
Evet efendim! Öncelikle müteşekkiriz bütün bu güzellikleri bizlere yaşatanlara… Türkiye’den Özbekistan’dan gönülleri geniş, duyguları ferah, ufukları engin dostlara…
İşte bunlar, içine duygularımın kaçtığı izlenimlerim efendim… Kabul buyurun…
Bizleri yaratan, yaşatan ve bu güzellikleri bahşeden Yüce Rabbime binlerce hamd ve şükür olsun…Vesselam…
25 Ramazan 1439 / 09 Haziran 2018
Cağfer KARADAŞ
0 yorum:
Yorum Gönder