Örnek Bir Müslüman Âlim: Prof. Dr. Mehmet Nazif Şahinoğlu
İhsan Süreyya
Sırma
Yıl 1971,
Paris'in güzel bir bahar günüydü. Bir evrak almak için, bağlı olduğumuz Öğrenci
Müfettişliği'ne gitmiştim. Müfettiş beyle görüşmek için beklerken, karşımdaki
sandalyede, sessiz sessiz oturan, bana göre biraz daha yaşlı, güzel giyimli bir
zat, çantasını dizinin üzerine koymuş öylece bekliyordu. Bir iki bakışmadan
sonra yanına gittim ve konuşmaya başladık.
Kendisiyle
konuşmaya daldığımız bu zat Erzurum'dan gelmişti. Anadolu'nun birçok yerini
gezmiş olmama rağmen, nedense, portföyümde "Erzurum" diye bir
sahife yoktu. Erzurum denince, "Huma kuşu", "Erzurum
dağlarında kar ile boran" gibi türküler dışında, gidilmez, ulaşılmaz
bir diyar olarak tasavvur ediyordum Erzurum’u… Kim bilirdi ki birkaç sene sonra
kader beni de oraya götürecek ve tam yirmi yıl yirmi günümü orada geçirecektim…
Her neyse, kendimi araya sokmayayım ve sadede gelelim. Kendisine "beyefendi"
mi diyeyim, "ağabey" mi diyeyim şeklinde kafamda formüller ararken
lafa başlamış oldum:
-
Ağabey, Erzurum'da ne işle meşgulsünüz?
Bana göre çok daha fazla, hatta mübalağalı sayılacak kadar nazik ve
kibar bir tavırla,
-
Bendenizin
adı Mehmet Nazif Şahinoğlu, Atatürk Üniversitesinde Dr. Asistanım[1], bazı
araştırmalar yapmak üzere buraya görevlendirildim.
İşte Nazif Ağabey'i böyle tanıdım.
Ben de adımı, doktora yapmak için Paris'e geldiğimi söyledim ve
dostluğumuz böyle başladı; bugüne, yani 11 Haziran 2018 gününe kadar da devam
etti.
O günden, son üç-dört seneye kadar, beraber geçirdiğimiz öyle
günler oldu ki, onların hepsini kaleme alsam, yüzlerce sahife olur. Onun için
sözü kısa tutacak, Nazif Ağabeyle geçirdiğimiz bir-iki hatırayı
okuyucularımızla paylaşacağım.
Önce
şunu belirteyim ki, birimiz Karadenizli, birimiz Siirtliydik. Zannediyorum ki,
bu cümleyi neden araya sıkıştırdığımı okuyucular tahmin edeceklerdir. Zaten
ilerideki satırlar okununca, ne demek istediğim kendiliğinden ortaya
çıkacaktır.
Bir gezi
Fransa'ya gitmiş olanlar bilirler ki, onların
bayram ve tatilleri bizimkilerden çok daha fazladır. Doğrusu Fransa gibi laik
bir ülkedeki bu garabeti anlamış değilim. Çünkü, milli bayramları olan 14 Temmuz
Bayramı hariç, diğer bütün bayramlar ve tatiller, dinîdirler.
Bu dinî tatillerden bir tanesi "Paskalya
Tatili"dir ki, Mart sonu-Nisan başına rastlar.
İşte tanışmamızı müteakip gelen Paskalya
Tatili'nde, Nazif ağabeyin bir yeğeninin arabasıyla maaile olarak bir geziye
çıktık. Hedefimiz, Nazif Ağabeyin akrabalarının bulunduğu İsviçre'ye gitmekti.
Araba spor araba, biz de beş kişi olduğumuzdan, tabii olarak yoruluyorduk. Akşama
doğru İsviçre'ye vardık. Önce bir otele yerleşelim diye otel fiyatlarını
sorunca, bütçemize göre çok pahalı geldi. Ben Fransız arkadaşlarımdan bildiğim
için Nazif ağabeye bir teklifte bulundum:
-
Nazif
Abi! Her gece otele 50 Frank vereceğimize, birer çadır alalım; sen bir çadırda
yengeyle kalırsın, ben de diğer çadırda hanımla kalayım. Saadettin de genç
olduğu için arabasında yatsın! Onun için her gece bir kampinge gider, böylece
kamping de yapmış oluruz.
Nazif ağabey
teklifimi kabul etti ve böylece çadırları alıp bir kampinge girdik. Yorgun
olduğumuz için hemen çadırları çıkardık. Birdenbire Nazif ağabey bana dönüp
sordu:
-
Sen
çadır kurmasını bilir misin?
-
Hayır!
dedim.
Nazif Ağabey
bir şey demedi amma, bakışından, "çadır kuramayacaksan, ne diye
alırsın?" diye mırıldandığını hissettim. Baktım ki direkleri birbirine
çatıyor, çadırı yayıyor, kazıklar çakıyor; ben de öğrenirim diye ona
bakıyordum. Derken beni yanına çağırdı ve:
- Ben askerlikte çadır kurmayı öğrendim. Onun için merak etme senin
çadırını da beraber kurarız. Tut şuradan bakalım!
Uzatmayalım;
çadırları kurduk ve çadırlarımızda güzel bir uyku çektik.
Ertesi gün,
çadırlarımızı toplayarak gezimize devam ettik. Akşama doğru yeni bir kamping
aramaya başladık. Fakat öyle bir yağmur yağıyordu ki, önümüzü zor görüyorduk.
Nihayet bir kamping bulup arabayı bir köşeye çektik.
Ben hemen inerek çadırı almaya gidiyordum ki,
Nazif Ağabey'in sesini duydum:
-
Bu
akşam çadır kurmuyoruz. Bu yağmurda çadır kurulmaz!
Ben de,
-
Nazif
ağabey! Ben arabada yatamam; onun için çadırı kuracağım.
Bu cevabıma kızdığı için, tam bir Karadenizli cevabı verdi:
-
Bana
bak! Çadır kurmaktan vazgeç! Tek başına kuramasın, ben de sana yardım etmem!
Gerçekten
bana yardım etmedi; fakat ben çadırı kurdum. Kaç saatte kurduğumu bilmiyorum
amma, çadıra girdiğimde, üzerimdeki elbiseden ıslanmayan bir tane bile yoktu.
Çadırın içinde ıslak çamaşırlarımı çıkarıp kurularını giydim ve o yorgunlukla
nefis bir uyku çektim. Sabah namazına kalktığımda, hava açmış, yağmur durmuştu.
Abdest almak için çadırdan çıkıyordum ki, Nazif Ağabeyi fark ettim. Arabanın
koltuğunda ayakları neredeyse açılmaz olmuştu. Epey bir uğraştan sonra arabadan
çıktı ve abdestini aldıktan sonra;
-
Hadi
kamet et! dedi ve namazı kıldık. Beraber yer sofrasında kahvaltı yaparken,
yüzüne bakamıyordum. Fakat bir ara güldü ve bana;
-
Ulan
ne inatçısın! O çadırı kurmasaydın olmaz mıydı? dedi.
Erzurum yılları
Erzurum’daki üniversite hayatımızda, Nazif ağabeyin elbette büyük
yeri vardır. Mübalağasız, hemen her gün görüşüyorduk. Gezilerimiz, ev
sohbetlerimiz asla onsuz geçmezdi. Özellikle Cuma akşamları dönerli olarak
yaptığımız Hadis ve Tefsir derslerinde, Nazif ağabey hem hoca olarak, hem de
dersin bir bakıma yöneticisi olarak bizlere çok şeyler öğretti.
Hafta sonlarında rahmetli Abdulkadir (Hafız) Polat ağabeyin evinde
yaptığımız “çiğ köfteli sohbet”lerde de Nazif ağabey Yusuf Ziya Kavakçı
ağabeyle beraber bize hocalık yapardı. Yusuf Ziya ağabey de bizim gibi Nazif
Hoca’ya “ağabey” diye hitap ederdi.
Nazif Hocanın hocaları/dostları
Yaz olunca, ben de Nazif Ağabey de çalışmalar için İstanbul’a
gelirdik. O akrabalarında, ben de Vefa’daki İlim Yayma yurdunda kalırdım.
Kütüphanelerin kapalı olduğu Pazar günlerinde ise beraber gezmeye giderdik.
Gezme dedimse, öyle çalım atmaya değil tabi! O zaman ne? İşte Hocadan en çok
istifade ettiğim günler, o günlerdi. Çünkü her seferinde beni bir hocaya
götürür, ben de, o da o hocalardan feyz alırdık. Özellikle buluştuğumuz
Hocalar, Mahmut Bayram Hoca ile eski İstanbul müftüsü Fikri Yavuz Hoca’ydı. Mahmut
Bayram Hoca gerçekten mükemmel bir Hocaydı. Sözünü sakınmaz, doğru bildiğini
söylemekten çekinmezdi.
Nazif Ağabey’in kendilerinden ilim okuyup istifade ettiği Hocalar
ise, Hüsrev Hoca, Hadımlı Musa Kazım Efendi, Bekir Haki Yener Hoca; bir de tam
künyesini unuttuğum Kürt Hasan Efendiydi.
Rahmetli Nazif Ağabey tasavvuf aleyhtarı gibi gösterilmek
isteniyorsa da, aslında o hem zühd u takvayı tavsiye eder, hem de
yaşardı. Mesela İstanbul yıllarında sık sık ziyaret ettiği, ilimlerinden
istifade ettiği zatlardan iki tanesi İskenderpaşa Camii İmamı Mehmet Zahid
Kotku ve Zeyrek Camii İmamı Abdulaziz Bekkine Efendiydi. Özellikle de Abdulaziz
Bekkine Efendi’yi öve öve bitiremezdi. Zahit Kotku Efendi’ye de birkaç defa
beraber gitmiştik. Hatta bir keresinde, kendisine teşehhüd miktarı talebe
olduğum, ilminden istifade ettiğim rahmetli Hocam Şeyh Müşerref Efendi Pervari’den
İstanbul’a geldiğinde, Nazif Ağabey’i de ona götürdüm. Rahmetli Hocam, Nazif
ağabeyi öyle sevmişti ki, bendenize gönderdiği son mektuplarında mutlaka Nazif
Ağabey’e de selam gönderirdi. Her ikisinin Farsça yaptıkları sohbeti unutmam
mümkün mü!
Rahmetli Hocam Şeyh Müşerref Efendi’nin mektubu |
Rahmetli Nazif Ağabey’e birçok defa “ağabey şu hocalarını yaz”
dediysem de, titizliğinden dolayı hep geciktirdi ve maalesef yazmak nasip
olmadı. Bense, “ma la yudreku kulluhu, la yutreku kulluh!” ilkesiyle
hareket ettiğim için, yazılarım üçüncü sınıf bile olsa, yazıyorum…
Örnek
bir kadirşinaslık
1993 yılında naklen Sakarya İlahiyat Fakültesi’ne geçtim. Fakat o
fakültede hegemonyasını kurmak için canhıraş bir şekilde entrikalar çeviren
Fakülte Dekanı Suat Yıldırım ve o zamanki Üniversite Rektörü İsmail Çallı’nın “Fetö
entrikaları” neticesinde zorla emekli edildim. Aylarca maaşsız kaldım. Hiç
kimsenin arayıp sormadığı o dönemde, Nazif Ağabey bana şöyle demişti:
-
Kardeşim
İhsan Bey! Bu zalimler sana haksızlık etti. Elhamdulillah benim maddi durumum
iyidir. Beni kırmazsan, her ay seninle maaşımı paylaşmak istiyorum.
Kendisine, minnettar olduğumu, o an için ihtiyacım olmadığını,
gerekirse kendisinden para isteyeceğimi söyledim. Fakat çok şükür bana yapılmış
olan haksızlık için İdare Mahkemesi’ne açtığım davayı kazandım ve hiç kimseye
muhtaç olmadım.
İşte o sıkıntılı günlerde bana bu alicenaplığı yapmış olan Nazif
Ağabeyi hiç unutmayacağım. Allah ondan razı olsun.
Beyan
sohbetleri
Sakarya olayından sonra İstanbul’a yerleşince, çalışmalarımı,
kitaplarımı neşreden Beyan Yayınları’nda vakit geçirmeye başladım. Artık günlerim
Beyan’da geçiyordu. Bir gün yayınevi sahibi Ali Kemal Bey ve birkaç
arkadaş, kendilerine bir “çiğköfte” yapmamı istedi. Gerçekten de
çiğköfteyi yaptım; fakat bu çiğköfte olgusu tekrarlandı ve giderek “kurumsal”laştı.
Artık her cumartesi günü çiğköfte yapıyoruz; ardından da bir konuşmacı sunumunu
yapıyor, akademik sohbet yapıyoruz. Sohbet moderatörlüğünü bendeniz
yapıyordu. Fakat her cumartesi İstanbul’da olmadığım için, moderatörlükten
istifa ederek, bu görevi, yani Başkanlığı, değerli yazar arkadaşımız Bayram
Karaçor Bey’e devrettim. Burada maksadım, çiğ köfte veya akademik sohbeti
anlatmak değil, bir bakıma “sohbetin gülü” olan Nazif Ağabey’in buradaki
ilmî kontrollüğünü dile getirmekti. Gerçekten de yanlış bir şey söylendiğinde,
hemen bir Ayet veya bir Hadis okuyarak yanlışlarımızı düzeltirdi. Fakat şu son
3-4 senedir, hastalığından dolayı, çiğ köfteli ilmȋ seminerlere katılamıyordu.
Zaman zaman onu hastahanede, bazen de evinde ziyaret ediyordum. Bazen beni
tanıyor; bazen de tanımıyordu. Tıpkı Muhammed Hamidullah Hocam gibi… Nitekim o
da son senelerinde Amerika’da hasta iken her sene onu ziyarete gidiyordum.
Bazen tanıyor, bazen de tanımıyordu. Gerek Hamidullah Hoca’nın, gerekse Nazif
Ağabey’in, hastalıkları zamanındaki ziyaretlerimde beni tanıyıp
tanımadıklarını, elimi tutuşlarından anlıyordum. Elimi kuvvetlice
sıktıklarında, beni tanıdıklarını anlıyordum…
Nazif Ağabey harcamalarında
titiz,
infakında ise çok
cömertti.
Rahmetli Nazif Ağabey’i herhalde bu fakir kadar yakından tanıyan
olmadı. Bir gün rahmetliyle İskenderpaşa Camisinde Cuma namazına gitmiştik.
Namazdan sonra, Horhor’daki pidecisinde bana Trabzon pidesi yedirecekti.
Namazdan sonra camiden çıkınca, her cami önlerinde olduğu gibi
İskenderpaşa Camisinin önünde de fakirler vardı. Camiden çıkan cemaatten
bazıları o fakirlere bir şeyler veriyordu. Dilenenler arasında, 20-25
yaşlarında, her halinden yabancı bir fakir olduğu anlaşılıyor; utanarak
dileniyordu. Nazif Ağabey ona doğru yöneldi ve cebinden çıkardığı kâğıt Alman
Mark'ını ona
uzattı. Ya 50, ya da 100 Marktı. O zamanlar Avro henüz tedavüle konmamıştı.
Fakire böyle davranan Nazif Ağabey’in, çoğu kez öğle yemeklerini bir simitle
geçiştirdiğine şahidim. Kendine iktisatlı, fakire cömert davranırdı. Para harcarken, sanki Kur’an’ın, “Onlar, harcadıklarında ne israf ne
de cimrilik ederler. Onların harcamaları, ikisi arasında dengeli bir harcamadır"
(K. K. Furkan Sȗresi, 67) ayet-i
kerimesini hep aklında tutar, ve onun mucibince hareket ederdi.
Güzel bir sadaka-i cariye
Nazif Ağabey'le ilgili daha çok söyleyeceklerim vardır. Fakat bu
yazının sınırı dar olduğundan, son bir hususa değinerek satırlarımı
sonlandırmak istiyorum.
Nazif Ağabey, yaşamındaki İslâmî istikameti ve tavizsizliğiyle
kendisini tanıyanlar tarafından her zaman hayırla yâd edilecektir. Ama
özellikle de, Siirtliler, dünya hayatı devam ettiği sürece her zaman onu
hayırla yâd edeceklerdir.
İlim erbabı bilir ki, bir hoca için en değerli şey, onun
kitaplarıdır. Nazif Ağabey de hem kitaplarını sever, hem de ne gibi kitaplar
alacağını çok iyi bilen bir âlimimizdi. Kendi ilim alanı Arap-Fars dilleri
olmasına rağmen, İslâmî literatürün bütün temel kitapları da kütüphanesinde
mevcuttu. Nazif Ağabey kitaplarına çocukları gibi bakar, ciltleri yıpranmış
olanları da hemen ciltletirdi. Sanki, "kitaplarım ciltsiz kalıp
üşümesinler" diye bir endişesi vardı ki, öyle titiz davranıyordu. Sadece
Arapça, Türkçe ve Farsça kitap almıyor, Paris'te bulunduğumuz sıralarda
Fransızca kitap almayı da ihmâl etmiyordu.
İşte Nazif Ağabey'in bu kadar titizlikle alıp okuduğu, onları gözü
gibi koruduğu bu kitaplar, şimdilerde Siirt Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi
Kütüphanesinde, kendi ismini taşıyan bölümde, araştırmacıların ilmî
çalışmalarına malzeme olmaktadır. Onun içindir ki, onun bu güzel sadaka-i
cariyesi, ebediyete kadar ona dua okunmasına, sevap hanesinin dolup
taşmasına vesile olacaktır. Bu güzel hazineyi fakültemize bağışlamada
gösterdikleri hamiyetperverlikten dolayı Nazif Ağabey'in eşi Emine Hanım'a, oğulları
Galip ve özellikle de Sakıp'a Siirtliler adına şükranlarımızı arz etmeyi bir
vecibe telakki ederiz.
Bugün, yani 11 Haziran 2018’de ebediyete ve Allah’ın rahmetine
uğurladığımız Nazif Ağabey'i ne biz arkadaşları, öğrencileri; ne de Siirtliler
unutacak! Onu her zaman anacak, kendisine Allah’tan rahmet dileyeceğiz.
Nur içerisinde yat Nazif Ağabeyim…
[1] O zamanlar henüz "meş'um" 12
Eylül darbesi olmamış ve askerlerin, İhsan Doğramacı marifetiyle getirmiş
oldukları "YÖK” belası kurulmamıştı.
Allah rahmet etsin! Alimin ölümü alemin ölümü gibidir...
YanıtlaSil