12 Haziran 2018 Salı

Örnek Bir Müslüman Âlim: Prof. Dr. Mehmet Nazif Şahinoğlu


Örnek Bir Müslüman Âlim: Prof. Dr. Mehmet Nazif Şahinoğlu

İhsan Süreyya Sırma
Yıl 1971, Paris'in güzel bir bahar günüydü. Bir evrak almak için, bağlı olduğumuz Öğrenci Müfettişliği'ne gitmiştim. Müfettiş beyle görüşmek için beklerken, karşımdaki sandalyede, sessiz sessiz oturan, bana göre biraz daha yaşlı, güzel giyimli bir zat, çantasını dizinin üzerine koymuş öylece bekliyordu. Bir iki bakışmadan sonra yanına gittim ve konuşmaya başladık.

Kendisiyle konuşmaya daldığımız bu zat Erzurum'dan gelmişti. Anadolu'nun birçok yerini gezmiş olmama rağmen, nedense, portföyümde "Erzurum" diye bir sahife yoktu. Erzurum denince, "Huma kuşu", "Erzurum dağlarında kar ile boran" gibi türküler dışında, gidilmez, ulaşılmaz bir diyar olarak tasavvur ediyordum Erzurum’u… Kim bilirdi ki birkaç sene sonra kader beni de oraya götürecek ve tam yirmi yıl yirmi günümü orada geçirecektim… Her neyse, kendimi araya sokmayayım ve sadede gelelim. Kendisine "beyefendi" mi diyeyim, "ağabey" mi diyeyim şeklinde kafamda formüller ararken lafa başlamış oldum:
-  Ağabey, Erzurum'da ne işle meşgulsünüz?
Bana göre çok daha fazla, hatta mübalağalı sayılacak kadar nazik ve kibar bir tavırla,
- Bendenizin adı Mehmet Nazif Şahinoğlu, Atatürk Üniversitesinde Dr. Asistanım[1], bazı araştırmalar yapmak üzere buraya görevlendirildim.
İşte Nazif Ağabey'i böyle tanıdım.
Ben de adımı, doktora yapmak için Paris'e geldiğimi söyledim ve dostluğumuz böyle başladı; bugüne, yani 11 Haziran 2018 gününe kadar da devam etti.
O günden, son üç-dört seneye kadar, beraber geçirdiğimiz öyle günler oldu ki, onların hepsini kaleme alsam, yüzlerce sahife olur. Onun için sözü kısa tutacak, Nazif Ağabeyle geçirdiğimiz bir-iki hatırayı okuyucularımızla paylaşacağım.
  Önce şunu belirteyim ki, birimiz Karadenizli, birimiz Siirtliydik. Zannediyorum ki, bu cümleyi neden araya sıkıştırdığımı okuyucular tahmin edeceklerdir. Zaten ilerideki satırlar okununca, ne demek istediğim kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
  Bir gezi
  Fransa'ya gitmiş olanlar bilirler ki, onların bayram ve tatilleri bizimkilerden çok daha fazladır. Doğrusu Fransa gibi laik bir ülkedeki bu garabeti anlamış değilim. Çünkü, milli bayramları olan 14 Temmuz Bayramı hariç, diğer bütün bayramlar ve tatiller, dinîdirler.
  Bu dinî tatillerden bir tanesi "Paskalya Tatili"dir ki, Mart sonu-Nisan başına rastlar.
  İşte tanışmamızı müteakip gelen Paskalya Tatili'nde, Nazif ağabeyin bir yeğeninin arabasıyla maaile olarak bir geziye çıktık. Hedefimiz, Nazif Ağabeyin akrabalarının bulunduğu İsviçre'ye gitmekti. Araba spor araba, biz de beş kişi olduğumuzdan, tabii olarak yoruluyorduk. Akşama doğru İsviçre'ye vardık. Önce bir otele yerleşelim diye otel fiyatlarını sorunca, bütçemize göre çok pahalı geldi. Ben Fransız arkadaşlarımdan bildiğim için Nazif ağabeye bir teklifte bulundum:
- Nazif Abi! Her gece otele 50 Frank vereceğimize, birer çadır alalım; sen bir çadırda yengeyle kalırsın, ben de diğer çadırda hanımla kalayım. Saadettin de genç olduğu için arabasında yatsın! Onun için her gece bir kampinge gider, böylece kamping de yapmış oluruz.
Nazif ağabey teklifimi kabul etti ve böylece çadırları alıp bir kampinge girdik. Yorgun olduğumuz için hemen çadırları çıkardık. Birdenbire Nazif ağabey bana dönüp sordu:
- Sen çadır kurmasını bilir misin?
- Hayır! dedim.
Nazif Ağabey bir şey demedi amma, bakışından, "çadır kuramayacaksan, ne diye alırsın?" diye mırıldandığını hissettim. Baktım ki direkleri birbirine çatıyor, çadırı yayıyor, kazıklar çakıyor; ben de öğrenirim diye ona bakıyordum. Derken beni yanına çağırdı ve:
- Ben askerlikte çadır kurmayı öğrendim. Onun için merak etme senin çadırını da beraber kurarız. Tut şuradan bakalım!
Uzatmayalım; çadırları kurduk ve çadırlarımızda güzel bir uyku çektik.
Ertesi gün, çadırlarımızı toplayarak gezimize devam ettik. Akşama doğru yeni bir kamping aramaya başladık. Fakat öyle bir yağmur yağıyordu ki, önümüzü zor görüyorduk. Nihayet bir kamping bulup arabayı bir köşeye çektik.
  Ben hemen inerek çadırı almaya gidiyordum ki, Nazif Ağabey'in sesini duydum:
- Bu akşam çadır kurmuyoruz. Bu yağmurda çadır kurulmaz!
Ben de,
- Nazif ağabey! Ben arabada yatamam; onun için çadırı kuracağım.
Bu cevabıma kızdığı için, tam bir Karadenizli cevabı verdi:
- Bana bak! Çadır kurmaktan vazgeç! Tek başına kuramasın, ben de sana yardım etmem!
Gerçekten bana yardım etmedi; fakat ben çadırı kurdum. Kaç saatte kurduğumu bilmiyorum amma, çadıra girdiğimde, üzerimdeki elbiseden ıslanmayan bir tane bile yoktu. Çadırın içinde ıslak çamaşırlarımı çıkarıp kurularını giydim ve o yorgunlukla nefis bir uyku çektim. Sabah namazına kalktığımda, hava açmış, yağmur durmuştu. Abdest almak için çadırdan çıkıyordum ki, Nazif Ağabeyi fark ettim. Arabanın koltuğunda ayakları neredeyse açılmaz olmuştu. Epey bir uğraştan sonra arabadan çıktı ve abdestini aldıktan sonra;
- Hadi kamet et! dedi ve namazı kıldık. Beraber yer sofrasında kahvaltı yaparken, yüzüne bakamıyordum. Fakat bir ara güldü ve bana;
- Ulan ne inatçısın! O çadırı kurmasaydın olmaz mıydı? dedi.

Erzurum yılları

Erzurum’daki üniversite hayatımızda, Nazif ağabeyin elbette büyük yeri vardır. Mübalağasız, hemen her gün görüşüyorduk. Gezilerimiz, ev sohbetlerimiz asla onsuz geçmezdi. Özellikle Cuma akşamları dönerli olarak yaptığımız Hadis ve Tefsir derslerinde, Nazif ağabey hem hoca olarak, hem de dersin bir bakıma yöneticisi olarak bizlere çok şeyler öğretti.
Hafta sonlarında rahmetli Abdulkadir (Hafız) Polat ağabeyin evinde yaptığımız “çiğ köfteli sohbet”lerde de Nazif ağabey Yusuf Ziya Kavakçı ağabeyle beraber bize hocalık yapardı. Yusuf Ziya ağabey de bizim gibi Nazif Hoca’ya “ağabey” diye hitap ederdi.

Nazif Hocanın hocaları/dostları

Yaz olunca, ben de Nazif Ağabey de çalışmalar için İstanbul’a gelirdik. O akrabalarında, ben de Vefa’daki İlim Yayma yurdunda kalırdım. Kütüphanelerin kapalı olduğu Pazar günlerinde ise beraber gezmeye giderdik. Gezme dedimse, öyle çalım atmaya değil tabi! O zaman ne? İşte Hocadan en çok istifade ettiğim günler, o günlerdi. Çünkü her seferinde beni bir hocaya götürür, ben de, o da o hocalardan feyz alırdık. Özellikle buluştuğumuz Hocalar, Mahmut Bayram Hoca ile eski İstanbul müftüsü Fikri Yavuz Hoca’ydı. Mahmut Bayram Hoca gerçekten mükemmel bir Hocaydı. Sözünü sakınmaz, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi.
Nazif Ağabey’in kendilerinden ilim okuyup istifade ettiği Hocalar ise, Hüsrev Hoca, Hadımlı Musa Kazım Efendi, Bekir Haki Yener Hoca; bir de tam künyesini unuttuğum Kürt Hasan Efendiydi.
Rahmetli Nazif Ağabey tasavvuf aleyhtarı gibi gösterilmek isteniyorsa da, aslında o hem zühd u takvayı tavsiye eder, hem de yaşardı. Mesela İstanbul yıllarında sık sık ziyaret ettiği, ilimlerinden istifade ettiği zatlardan iki tanesi İskenderpaşa Camii İmamı Mehmet Zahid Kotku ve Zeyrek Camii İmamı Abdulaziz Bekkine Efendiydi. Özellikle de Abdulaziz Bekkine Efendi’yi öve öve bitiremezdi. Zahit Kotku Efendi’ye de birkaç defa beraber gitmiştik. Hatta bir keresinde, kendisine teşehhüd miktarı talebe olduğum, ilminden istifade ettiğim rahmetli Hocam Şeyh Müşerref Efendi Pervari’den İstanbul’a geldiğinde, Nazif Ağabey’i de ona götürdüm. Rahmetli Hocam, Nazif ağabeyi öyle sevmişti ki, bendenize gönderdiği son mektuplarında mutlaka Nazif Ağabey’e de selam gönderirdi. Her ikisinin Farsça yaptıkları sohbeti unutmam mümkün mü!
Rahmetli Hocam Şeyh Müşerref Efendi’nin mektubu

Rahmetli Nazif Ağabey’e birçok defa “ağabey şu hocalarını yaz” dediysem de, titizliğinden dolayı hep geciktirdi ve maalesef yazmak nasip olmadı. Bense, “ma la yudreku kulluhu, la yutreku kulluh!” ilkesiyle hareket ettiğim için, yazılarım üçüncü sınıf bile olsa, yazıyorum…

Örnek bir kadirşinaslık

1993 yılında naklen Sakarya İlahiyat Fakültesi’ne geçtim. Fakat o fakültede hegemonyasını kurmak için canhıraş bir şekilde entrikalar çeviren Fakülte Dekanı Suat Yıldırım ve o zamanki Üniversite Rektörü İsmail Çallı’nın “Fetö entrikaları” neticesinde zorla emekli edildim. Aylarca maaşsız kaldım. Hiç kimsenin arayıp sormadığı o dönemde, Nazif Ağabey bana şöyle demişti:
- Kardeşim İhsan Bey! Bu zalimler sana haksızlık etti. Elhamdulillah benim maddi durumum iyidir. Beni kırmazsan, her ay seninle maaşımı paylaşmak istiyorum.
Kendisine, minnettar olduğumu, o an için ihtiyacım olmadığını, gerekirse kendisinden para isteyeceğimi söyledim. Fakat çok şükür bana yapılmış olan haksızlık için İdare Mahkemesi’ne açtığım davayı kazandım ve hiç kimseye muhtaç olmadım.
İşte o sıkıntılı günlerde bana bu alicenaplığı yapmış olan Nazif Ağabeyi hiç unutmayacağım. Allah ondan razı olsun.

Beyan sohbetleri

Sakarya olayından sonra İstanbul’a yerleşince, çalışmalarımı, kitaplarımı neşreden Beyan Yayınları’nda vakit geçirmeye başladım. Artık günlerim Beyan’da geçiyordu. Bir gün yayınevi sahibi Ali Kemal Bey ve birkaç arkadaş, kendilerine bir “çiğköfte” yapmamı istedi. Gerçekten de çiğköfteyi yaptım; fakat bu çiğköfte olgusu tekrarlandı ve giderek “kurumsal”laştı. Artık her cumartesi günü çiğköfte yapıyoruz; ardından da bir konuşmacı sunumunu yapıyor, akademik sohbet yapıyoruz. Sohbet moderatörlüğünü bendeniz yapıyordu. Fakat her cumartesi İstanbul’da olmadığım için, moderatörlükten istifa ederek, bu görevi, yani Başkanlığı, değerli yazar arkadaşımız Bayram Karaçor Bey’e devrettim. Burada maksadım, çiğ köfte veya akademik sohbeti anlatmak değil, bir bakıma “sohbetin gülü” olan Nazif Ağabey’in buradaki ilmî kontrollüğünü dile getirmekti. Gerçekten de yanlış bir şey söylendiğinde, hemen bir Ayet veya bir Hadis okuyarak yanlışlarımızı düzeltirdi. Fakat şu son 3-4 senedir, hastalığından dolayı, çiğ köfteli ilmȋ seminerlere katılamıyordu. Zaman zaman onu hastahanede, bazen de evinde ziyaret ediyordum. Bazen beni tanıyor; bazen de tanımıyordu. Tıpkı Muhammed Hamidullah Hocam gibi… Nitekim o da son senelerinde Amerika’da hasta iken her sene onu ziyarete gidiyordum. Bazen tanıyor, bazen de tanımıyordu. Gerek Hamidullah Hoca’nın, gerekse Nazif Ağabey’in, hastalıkları zamanındaki ziyaretlerimde beni tanıyıp tanımadıklarını, elimi tutuşlarından anlıyordum. Elimi kuvvetlice sıktıklarında, beni tanıdıklarını anlıyordum…

Nazif Ağabey harcamalarında titiz,
infakında ise çok cömertti.
Rahmetli Nazif Ağabey’i herhalde bu fakir kadar yakından tanıyan olmadı. Bir gün rahmetliyle İskenderpaşa Camisinde Cuma namazına gitmiştik. Namazdan sonra, Horhor’daki pidecisinde bana Trabzon pidesi yedirecekti.
Namazdan sonra camiden çıkınca, her cami önlerinde olduğu gibi İskenderpaşa Camisinin önünde de fakirler vardı. Camiden çıkan cemaatten bazıları o fakirlere bir şeyler veriyordu. Dilenenler arasında, 20-25 yaşlarında, her halinden yabancı bir fakir olduğu anlaşılıyor; utanarak dileniyordu. Nazif Ağabey ona doğru yöneldi ve cebinden çıkardığı kâğıt Alman Mark'ını ona uzattı. Ya 50, ya da 100 Marktı. O zamanlar Avro henüz tedavüle konmamıştı. Fakire böyle davranan Nazif Ağabey’in, çoğu kez öğle yemeklerini bir simitle geçiştirdiğine şahidim. Kendine iktisatlı, fakire cömert davranırdı.  Para harcarken, sanki Kur’an’ın, “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. Onların harcamaları, ikisi arasında dengeli bir harcamadır" (K. K. Furkan Sȗresi, 67) ayet-i kerimesini hep aklında tutar, ve onun mucibince hareket ederdi.

Güzel bir sadaka-i cariye

Nazif Ağabey'le ilgili daha çok söyleyeceklerim vardır. Fakat bu yazının sınırı dar olduğundan, son bir hususa değinerek satırlarımı sonlandırmak istiyorum.
Nazif Ağabey, yaşamındaki İslâmî istikameti ve tavizsizliğiyle kendisini tanıyanlar tarafından her zaman hayırla yâd edilecektir. Ama özellikle de, Siirtliler, dünya hayatı devam ettiği sürece her zaman onu hayırla yâd edeceklerdir.
İlim erbabı bilir ki, bir hoca için en değerli şey, onun kitaplarıdır. Nazif Ağabey de hem kitaplarını sever, hem de ne gibi kitaplar alacağını çok iyi bilen bir âlimimizdi. Kendi ilim alanı Arap-Fars dilleri olmasına rağmen, İslâmî literatürün bütün temel kitapları da kütüphanesinde mevcuttu. Nazif Ağabey kitaplarına çocukları gibi bakar, ciltleri yıpranmış olanları da hemen ciltletirdi. Sanki, "kitaplarım ciltsiz kalıp üşümesinler" diye bir endişesi vardı ki, öyle titiz davranıyordu. Sadece Arapça, Türkçe ve Farsça kitap almıyor, Paris'te bulunduğumuz sıralarda Fransızca kitap almayı da ihmâl etmiyordu.
İşte Nazif Ağabey'in bu kadar titizlikle alıp okuduğu, onları gözü gibi koruduğu bu kitaplar, şimdilerde Siirt Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Kütüphanesinde, kendi ismini taşıyan bölümde, araştırmacıların ilmî çalışmalarına malzeme olmaktadır. Onun içindir ki, onun bu güzel sadaka-i cariyesi, ebediyete kadar ona dua okunmasına, sevap hanesinin dolup taşmasına vesile olacaktır. Bu güzel hazineyi fakültemize bağışlamada gösterdikleri hamiyetperverlikten dolayı Nazif Ağabey'in eşi Emine Hanım'a, oğulları Galip ve özellikle de Sakıp'a Siirtliler adına şükranlarımızı arz etmeyi bir vecibe telakki ederiz.
Bugün, yani 11 Haziran 2018’de ebediyete ve Allah’ın rahmetine uğurladığımız Nazif Ağabey'i ne biz arkadaşları, öğrencileri; ne de Siirtliler unutacak! Onu her zaman anacak, kendisine Allah’tan rahmet dileyeceğiz.
Nur içerisinde yat Nazif Ağabeyim…




[1] O zamanlar henüz "meş'um" 12 Eylül darbesi olmamış ve askerlerin, İhsan Doğramacı marifetiyle getirmiş oldukları "YÖK” belası kurulmamıştı.


1 yorum:

  1. Allah rahmet etsin! Alimin ölümü alemin ölümü gibidir...

    YanıtlaSil

Yazarlar