22 Haziran 2018 Cuma

Bir Çay Bile Vermediler

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Kasabadan davet almıştı. Titizlikle hazırlandı. En güzel elbiselerini giydi, heybetli kıratına bindi ve kasabanın yolunu tuttu. Mevsim bahar her taraf yemyeşildi. Uzaktan koyunları otlatan çobanları gördü. Yeşil meranın içine dağılmış bembeyaz koyun sürüsü… Sadece tepesinde beyazlık kalmış olan o koca dağın ovadaki yansımasıydı adeta görüntü... Kuş sürüleri geçiyordu gökyüzünde öbek öbek. Belli ki onlar da yeni konak yerlerine gidiyorlardı. Bu sene kar az olmuştu ama baharın yağan bol yağmur, onun eksikliğini telafi etmişti. Hatta zaman zaman tehlikeli sellere de yol açmıştı.

O bütün bunları kafasından bir anda sildi esas gidiş amacına odaklandı. Kasabadan bir ziyafete çağırmışlardı. Gitmemek olmazdı. Zaten köyden sadece kendisine davet gelmişti. Öyleyse bu bir onurdu. Gitmeliydi ve orada bulunmalıydı. Ziyafeti de merak etmiyor değildi. Şöyle mükellef bir sofranın başına oturup türlü yiyeceklerden doyasıya yiyecekti. Kafasındaki ziyafet hayali gözünün önüne geldikçe ağzı sulanıyor, ayakları harekete geliyor, altındaki at daha bir hızlı koşuyordu. 
Neyse ki ulaştı kasabaya, gideceği konağın önünde atını durdurdu. Hemen hizmetçiler atı aldılar ve ahıra götürdüler. Ağır konağın ağır misafiri olarak ağır adımlarla merdivenleri tırmandı yukarı doğru. Konuşma seslerinin geldiği tarafa yöneldi. Dışarıdaki ayakkabılara bakılırsa içerisi epeyce kalabalıktı. Şöyle kulak kabarttı içeriden gelen seslere. Bir tanıdık ses duymaya çalıştı ama nafile… O an tanımadığı insanların içinde rahatsız olacağını düşündü. Dönüp gitsem mi diye geçirdi içinden. Ama gelmişti bir kez, girmeliydi. 
İçeri girdi, evin sahibi büyük bir nezaket ve içtenlikle karşıladı konuğu. Münasip bir yere buyur etti. İçi biraz rahatlamıştı. Merhaba dedi her biri oturanların… Hepsine tek tek karşılık verdi. Düşündüğünün aksine samimi bir ortam kendiliğinden oluşmuştu. 
Sofra geldi ortaya… Neler yoktu ki? Beyaz örtüler üstündeki sofrada bir kuş sütü eksik dense yeriydi. Türlü türlü yemekler, salatalar, tatlılar… Velhasıl hayalinden geçirdiğinin çok çok fevkinde bir sofra vardı ortada… Helalinden her şey vardı anlayacağınız… Köyde ziyafet vermeye kalkışsa bunların ancak onda birini tedarik edebilirdi. Yemeği yiyip buradan hemen uzaklaşmalı dedi kendi kendine. Birisi bir laf eder. Sonra bir de başımıza ziyafet çıkmasın vallahi hepten rezil oluruz köyde.
Yediler, içtiler, şöyle bir geriye çekilip halıdan yapılmış yastıklara yaslandılar… Biraz sonra kahveler göründü. En sadesinden ve en okkalısından… Biraz zorlanarak içti. Kahve alışkanlığı pek yoktu. Şöyle bir çay olacak ki, dedi kendi kendine. İçinde otlarının yüzdüğü, açık kırmızı renkte… Tavşan kanı diyorlardı. Gerçi hiç tavşan kanı görmemişti ama, herhalde iyi bir şey demek istiyorlardı. Ancak biraz açık olanı hoşuna giderdi. Çayın damağına sert gelmesinden ürperirdi. Ya ağzına kuru üzüm ya da sert kesme şeker kırıntısı alıp içmek daha keyifliydi onun için. Ama olmadı. Yanındakilere de alçak tarafını göstermek istemedi. Bozuntuya vermedi ama, biraz zor içmişti beyaz tabaklar içinde beyaz fincanlarla getirilmiş kahveleri… Şimdi bir kahve mırra olacak ki dedi yanındaki. O nasıl bir şey? dedi merakla. Çok sert bir kahvedir, içimi bir hayli zordur ama içtikten sonra insanın ağzında uzun süre geçmeyen hoş bir tat bırakır. Anlayacağın tam bir keyif işi. Yok ben almayım dedi. Zaten elindeki sade kahveyi çok zor içmişti. Şimdi bir çay olacak ki, diye geçirdi içinden tekrar...
*
Sabahleyin köy odasında toplaştılar… Herkeste bir merak vardı. Nasıl geçti Ağa dediler? Ne yedirdiler, ne içirdiler? Yüzünü ekşitti. Belli ki çok memnun kalmamıştı. Yoksa konağı mı bulamadın Ağa? Yüzünden düşen bin parça. Yoksa seni içeri mi almadılar? 
Şöyle bir kasıldı, başını yukarı doğru kaldırdı, söyleyeceği şeye uygun bir havaya girerek: “Yahu bir çay bile vermediler” dedi sitem yüklü öfkeli bir sesle…  
Herkes şaşkındı. Küçük dillerini yutmuşlardı sanki. Kimse bir şey söyleyemedi. Nasıl olurdu? O konağı bilirlerdi. Öyle yedirmeyecek, içirmeyecek insanlar değildi. Birisi zorla toparlandı ve kısık bir sesle, hiçbir şey yedirmeden mi gönderdiler seni Ağa? diyebildi. 
Biraz daha kabararak kendinden emin ve bir o kadar da kendini haklı göstererek: Yok yok… Çok güzel ağırladılar. İçeri buyur ettiler. Her şeyler vardı sofrada. Gece düşünüze gündüz hayalinize sığmayacak şeyler vardı. Yedim her bir şeyden, patlayacak gibi oldum hatta. En sonunda kahve ikram ettiler, çok acıydı ama onu da içtim…
Oradan birisi atıldı, şaşkın bir şekilde, ama bir çay bile vermediklerini söylemiştin az önce Ağa, bu nasıl iş? diye sordu. Evet, bir çay bile vermediler, dedi. Bir çayın sözü mü olurdu. İnsan bir çay verirdi. Koca konakta, koca bir ziyafet ver, ama bir çay bile verme! Olacak şey mi?
Oradan homurtuyla karışık bir ses duyuldu: “Baksanıza bir çay bile vermemişler adamcağıza. Bunlara güvenip yola çıkılmaz…”
Köyün hocası şöyle bir kıpırdandı. Yeni gelmişti. Köylünün huyunu suyunu çok bilmediği için her lafa girmek istemiyordu. Biraz toydu da doğrusu. Ama ortada büyük bir yanlışlık olduğunun da farkındaydı. Bir şekilde düzeltmeliydi. Kasabayı ve adetlerini çok iyi bilirdi. Orada yetişmişti. İmam-Hatip Lisesini bitirdikten sonra yükseğine gidememiş, geçim derdiyle bu köye imam olarak gelmeye razı olmuştu. 
Efendiler dedi, bir yanlışlık var. Belli ki, Ağa biraz acele etmiş her nedense. Aslında nezaket icabı beklemesi gerekirdi. Telaş etmiş demek ki, aceleyle çıkmış konaktan. Biraz daha bekleseydi, çay servisi başlardı. Orada adettir, çay servisi biraz geç başlar. Çayla birlikte sohbet olur. Hatta ilave tatlı ikramı da yapılır…
O sırada bir gürültü duyuldu. Herkes o tarafa baktı. Ağa yan üstü yere düşmüş, yüzü morarmış, çenesi kilitlenmişti…
21.06.2018
Cağfer KARADAŞ

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar