Efendim! Niyazi Bey oturmuş bol keseden bir çuval genelleme döktürmüş. Anlaşılan ortada dolaşan beylik laflardan çok etkilenmiş. Belki de birkaç yapısökümcü esnafının gazına gelmiş. Bin yılların köklü tarihine sahip Kelam ilmi hakkında almış, vermiş. “dinsel düşünüşün bitişini” ilan etmiş ve “Deizmin artışının” sebebini şıppadanak bulmuş. Yetmemiş, insanlık tarihinde muazzam bir düşünce çığırı açmış bulunan Büyük İmam Matüridî’ye de dil uzatmış. Neler dememiş ki. Buyurun okuyun cümlelerini:
Matüridî “kişiliğe
hakaret eden ad hominem” (acayip bir şey herhalde?) “Kelam bölücü”. Bugün,
felsefi değil de Kelam gibi, dinsel düşünmeyi topluma dayatmak, onu bin yıl
öncesinin öncesine götürmek demektir.” “Din anlatıcılarının tekfirci ve
hakaretçi olmalarının nedeni, kelam usulüdür.” “Kelam isim takar, felsefe isim
koyar.” “Kelam kafa alır, felsefe kafa verir.” Aman ha! Sakın yanlış anlamaya
kalkışmayın, Niyazi Beyin bu sözleri hakaret değil, felsefe(!)
Orada kalsa
iyiydi. Sayın felsefe üstadı demokrasinin yanlış uygulandığı kanaatinde varmış.
Avama yani halka bu kadar söz hakkı vermek de ne oluyor? Bu avamı tepemize mi çıkartacaksınız?
der gibi yapmış. Seçkinokrasi peşinde ve düşünde. Buyurun okuyun: “Demokrasi
nedeniyle, avam sistemsiz düşünmesini ülkenin kolektif düşünmesi yapmak ve kafa
katmanına egemen kılmak, bir ülkenin en büyük beka sorunudur.” Böylece “beka
sorununu” da öğrenmiş olduk. Demek ki avamı sindirsek, silikleştirsek veya
köleleştirsek beka sorunu kökten ve yekten çözülecek. İlgililer ilgilensin
artık. Alın size felsefik çözüm.
Temcid
pilavından bahsediyor Sayın Felsefeci. Diyor ki: “Arkeolojik somut savunmacı ve
saldırmacı Kelam ürünlerini, “malumun ilamı” kabilinden, “halk
tabiriyle, “temcit pilavı gibi, sürekli ısıtıp” sunmaktadırlar.” Niyazi
Bey, muhtemelen zihni, ağzı ve kulakları arasında bir iletişim sorunu yaşıyor.
Buyurun kendisinin bize sunduğu temcit pilavına: “Bugün, felsefi değil de Kelam
gibi, dinsel düşünmeyi topluma dayatmak, onu bin yıl öncesinin öncesine
götürmek demektir.”
Şu bin yıl
öncesi nakaratı bu beylerin diline pelesenk oldu. Kendisi bilmem kaç bin yıl
öncesinin düşüncesini seslendirince felsefe oluyor, “bin yıl öncesinin öncesi”
(ne demekse?!), avam düşüncesi oluyor. Vah yazık! Beyler size hoşunuza
gitmeyecek bir haberim var: Kelam düşüncesi Hz. Adem’le başlar ve insanlık
tarihi kadar eskidir. Yani işiniz oldukça zor. Epey bin yıllık hazırlık
yapmanız lazım! O iki de bir tekrarladığınız bin yıl öncesi temcit pilavını da,
biraz daha mayalayınız olur mu? Mayalarken çürütüp ekşitmeyiniz!
(Alıntılar için
bk. https://www.karar.com/dinsel-dusunusun-bitisi-ve-deizmin-artisi-1591510)
İşte böyle
dostlar. Yani anlayacağınız, adam ağzına ne geldiyse söylemiş. Mahalle
kavgasında söylenmeyecek sözler. Elinde malzeme az ama kabultü veheptü yoluyla
azı çoğaltmış, çoğu kabartmış, abartmış da abartmış. Herkes bakmış kalmış. “Bu
kadar genelleme zihne zarar, zihniyeti bozar” diyen bir Allah kulu da çıkmamış.
Esas
anlamadığım nokta, o muazzam derinlikten nasıl böylesi bir sığlıkta karar kılınabildiği?!
Biz de bir
genelleme yapalım Niyazi Bey! Gör bakalım beğenecek misin? Beğenmezsen zararı
yok, kalsın! Karar senin olsun. Dert etmeyiniz lütfen! Aklı karışık, gözü
kamaşık, her şeye yılışık bir kör alıcı bulunur nasılsa… Sizinki alınıyor da,
bizimki mi kalacak?
Efendim, bir
varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar yol kenarlarında, subaşlarında, dağ
eteklerinde yaşayan insanlar varmış. Bir kısmı çalışır, bir kısmı düşünürmüş
bunların. İşte bu düşünür olanlarından çıkmış felsefeci. Göğe bakmış, yere
bakmış, her gördüğüne hayran kalmış. Ama ille de en çok hangisi işine yarar onu
aramış. İşte bu arayışlarla doğmuş nur topu gibi bir felsefe. Şimdilerde moda
oldu ya “İyi ki doğdun” partisi düzenlemek lazım. Biraz entel görünmek için de “Happy
birthday” demek tercih edilmeli.
Biz hikayeye
dönelim.
“Nerden başlayalım?”
diye düşünmüşler karar vermişler: “En baştan. Oluşun, varoluşun, kâinatın, taaa
ilk saatin en başından“
Etrafa
bakmışlar “ilk ne olabilir?” Bulmuş birisi “Aha da su! Susuz hiçbir şey
olmuyor. İnsan sudan, hayvan sudan, bitki sudan… Yoksa çöl olur. Ne var orada? Hiçbir
şey yok. Çünkü su yok.” Öteki durur mu? “Hayır o değil, hava!” Havasız hiçbir
şey olmaz. İnsandan en son hava çıkar. Ağzını burnunu kapa havasızlıktan ölür.”
Oldu bu iş. Demek ki havaymış. Tam havaya girmişken, “Hayır o değil, ateş” dedi
oradan birisi. “Işığın girmediği, ateşin olmadığı bir yer düşünün, donar
ölürsünüz. Vüdunun bile ateşi düşsün anında gidersin. Gidenin de zaten teni çok
soğuk oluyor. Ölü soğukluğu diye boşa dememişler.” “Durun!” dedi bir
başkası oradan “Her şey değişiyor, bu kadar değişim hayra alamet değil. Bunun
içinde bir iş var. Değişmedir ilk olan” Tam makas değiştirmiştik yeni
bir raya geçmiştik. “Olmaz!” dedi öteden biri. Sesine bir bulanıklık ve sislilik
katarak. “Belirsiz her şey. Bu gördükleriniz mi, yoksa onların arkasındakiler
mi? Görüntüye aldanmayın.” dedi ve buğulu bir de laf etti: “İlk olan nous.” Kimse
bir şey diyemedi, çünkü kimse bilemedi sisler, puslar arasında.
Sonra biri daha
çıktı meydana. Biçki dikişçilerin, muhasebecilerin bile aklına gelmeyen bir şey
söyledi: “Sayılar” diye haykırdı. “Her şey sayılara bağlı ve sayılarla başladı.”
“Yahu bir, iki, üç… bundan ne çıkar?” dendiyse de dinlemedi, devam etti: “Her
şey sayıya gelir, sayıyla gelir, sayı gider her şey biter. Zaman sayı, mekan
sayı, insan sayı, almak sayı, vermek sayı, durdun sayı, yürüdün sayı. Haydi
saymadan yaşa bakalım dayı!
Orada kalsa
iyiydi. Bir de gizem kattı ki sayılara. Sormayın gitsin! Derinlerden taaa işin bâtınından.
Sayılardan gizemli bir dünya kurdu. Dünyanın ilk büyük gizlilik okulu oldu. Bağlılarını ikiye böldü. Seçkinler ve
düşkünler… Düşkünler o kadar düşkündü ki, onu hiç görmediler ama gizemli
yörüngesinden de bir türlü ayrılamadılar. En büyük silahları gizlilikti. Gizliliği
açıklayan anında silinirdi. Planlar kurdular. Yunan şehir devletlerini ele
geçirme planları. Bir miktar başarılı da oldular hani. Fakat yönetemediler, halk
tarafından kovuldular, dağıtıldılar ve yok oldular…
Sayılar ilk
miydi, bilinmez ama ilk batınî teşkilattı bunlarınki. Pisagor denilen efendi
kurdu. Sonra ardılları geldi. İslam dünyasında da türedi. Fatımiler,
Karmatiler, Haşhaşiler… Avpurada Tapınakçılar… Felsefeyle flört halinde.
Herkesin dilinde bunların içinde. Kanlı suikast örgütleri ürettiler. Hasan
Sabbah türü. Sayılarla plan kurup saraylara sızdılar… Samanî sarayını ele
geçirdiler. Kelamcı Matüridî gibi alimler ve askerler sayesinde ancak devlet
bunların tasallutundan kurtulabildi. Bunların çok kötü bir örneği 15
Temmuzlarda görüldü. Kelamcılardı yine bunlara karşı ilk bildiriyi yayınlayan
ve ilk ikazı yapanlar.
Biz gene tarihe
dönelim.
Söylenenler
tutmadı, kimisi atıldı kimisi satıldı. Ortalığı bir belirsizlik kapladı.
Hakikat silikleşti, her şey göreceleşti, söz keskinleşti, belagat gelişti. Bu
yeniler, söz ustalarıydı. Adlarına Sofistler dendi. Çok şüpheciydiler. Evlerini
nasıl bulurlar, eşini dostunu nasıl tanırlar bilinmez. Haklarını yemeyelim, bilgiyi
sözde sanata dönüştüren adamlardı bunlar.
Geçti böyle
zamanlar, “Kendini bil” diyen adama kadar. Kendini bildi ama çevresini bilemedi
zavallı. Suçlandı, yargılandı, zehir içmeye mahkum edildi, mezarının üstüne bir
taş belki dikildi. Belki de yargılayanlar, hasımları feylosoflardı.
Ama ardında
ideal bir adam bıraktı. İde dedi tutturdu, herkesin dili tutuldu. Diyaloglardan
metinler oluşturdu. Mağarada gölge oyunları kurdu. Bizim Haci Cavcav görseydi,
şaşar kalırdı. Yahu mağaralara kadar gitmeye ne gerek var? Biz bunu her yerde
oynarız derdi. Ama onunkine felsefe denmezdi. Gariban insanlar, hiçbir şey
anlamadılar ama iyi şeyler dediğine inandılar. Eh o kadar olsun, koskoca
Eflatun bu! Hatta bizimkiler birinci öğretmen diye andılar onu.
Sonra daha
akıllısı geldi. Gözünü göklere dikti. Gökte bir şeyler keşfetti, belki de
vehmetti. Büyük istilacı İskender’i yetiştirdi, yeryüzünü ona terketti. Burada
her şey fizikti, onun derdi metafizikti. Gökleri düşledi, gece rüyasında gündüz
hayalinde. Her şey tanrısaldı onun yüksek evreninde. Ruhani varlıklar alanıydı
orası. Dünyayı merkez ayı ölçü yaptı. Altına fizik, üstüne metafizik ismini
taktı. Süfliden vazgetçi, ulvide karar kıldı. Maddeden arınmış, esîrle karılmış
mücerret bir alemdi onunki. Bu Aristo bir alemdi! Gözleri kamaştıran bir sistem
kurdu, üstadların üstadı diye anılır oldu. Herkesi etkiledi, bütün fikirleri
tahtından etti. Ta ki, şirazenin dağıldığı günlere kadar.
Ne güzel de
gidiyordu sistemi, herkesin tek gündemi. Kelamın bile gönlünü çelmişti,
izdivaca razı edip halvete girmişti. Mantıktan kapı, metafizikten yapı, fizik
bodrum katı… Hane mağmur, gelin mağrur. Her şeyi ele geçirmiş, kelamın özünü
silip süpürmüş. Evreni iki parça etmiş, yetmiyormuş gibi insanı da bölüp
parçalamış. Ruha yüklenmiş, bedeni yormuş, riyazet deyip tutturmuş, sonunda ruhu
semirtmiş, bedeni kurutmuş.
“Yahu etmeyin!”
diye uyarmıştı eskilerden bir kelamcı. “İnsan ruh-beden bütünü. İnsanın
insanlığı bu birliktelikten ötürü. Bedeni öne çıkaranlar olurlar sürü, ruhu öne
çıkaranlar şaşkınların bir türü.” Dediyse de dinletememiş. Bir başka kelamcı
yine ikaz etmiş: “Etmeyin kardaşlar, şurda komşuyuz! Ayın üstünde de altında da
aynı kanun geçerli. Bu kadar vehim yeterli. Tevhit var ötesi yok. Bir Allah,
bir alem ve bir de kanun var. Alemi yaratan da kanunu koyan da Yüce Allah.” Dalga
geçmişler. Anında felsefe düşmanı ilan etmişler.
Sonra ne oldu? Ayın
üstü vehimden değil, gerçekten keşfedildi. Hatta üstüne çıkıldı bayrak dikildi.
Hani nurdu, dokuzuncu felekti, çıkılmazdı? Eee… Ne diyelim? Muhtereme bilgiç ve
pişkin, hem de maharetli, bütün eskileri halının altına itti. Üstüne basıp
hiçbir şey olmamış gibi geçti gitti. Kelamcı kaldı ortada, boşanma gerçekleşti
bir anda. Bir celsede satıldı, cascavlak ortada bırakıldı. O da yetmezmiş gibi
“işte bunlar, aya çıkılmaz diyenler” diye bir de iftira atıldı.
Böyle gelindi, aydınlanmış
zamanlara…
Aydınlandı
insanoğlu bir anda. Aydınlık aklını başından aldı, gözünü kamaştırdı, gönlünü
kararttı. Kendine döndü, bedenini gördü, ne bulduysa sürdü…
Sonra ne
olduysa oldu, acayip bir özgüven buldu. Sömürü özgüveni. Birileri çıktı, protest
bir çıkış sergiledi. Önce Tanrı’nın gölgesine ayar verdi. Kiliseyi bir köşeye
sindirdi. Sonra Tanrı’ya ayar çekti. Adına Deizm dedi. Sonra birisi çıkıp “Öldü
bu Tanrı” diye ilan etti. Bu da ateizmdi.
Yerinde dursa
iyiydi, özgüven patladı gitti ve insan dünyayı istila etti. Ama onunla
yetinmedi. Aya gözünü dikti, ay gibi uydular üretti, ufolar sayıklayıp
uzaylılar hayal etti. Aklını aldı yükseklik, diline vurdu zevzeklik. Gurur
tepelerine çıktı, değerleri çiğnedi, dengeleri yıktı… İnsanoğlu oldu ilah,
teknoloji elinde silah…
Aristo bile bu
kadarını düşünmemişti. En azından dünya istilasını İskender’e bırakmıştı.
Bunlar dünyanın varını yoğunu çiğnediler, türleri tükettiler, insanlığı
yağmalayıp haz ve hıza kurban ettiler.
Sonunda yeni
nesil felsefeler türedi: Kapitalizm, Marksizim, Komünizm, Sosyalizm, Faşizm,
Nasyonalizim, Darwinizm… Ortak noktaları ve dahi özleri deizm ve ateizm.
Birbiriyle geçinemediler ve kapıştılar. Dünya Savaşları namı altında tepiştiler.
Milyonlarca insanın katline sebep oldular. Telef ettiler ideolojik hırs uğruna
o kadar insanı, onca hayvanı, muazzam çevre mirasını. Arkalarında bıraktılar
koca bir yıkıntı, zihinlere yerleştirdiler onulmaz bir sıkıntı.
Bütün bu
yıkıntılar içinde varoluşunu aradı birileri. Atılmış hissetti, kendini dünyaya.
Atan kim onu düşünmedi. Düşünecek vakti de yoktu. Bütün bu yıkıntılar arasında bir an evvel
olmak, varoluşunu bulmaktı bütün derdi. Ne oldu ne buldu!
Biraz
rahatlayınca azıcık eline imkan geçince gene buluştu istilacıyla filozof. Birisi
gaz odaları uzmanı Hitler, öteki varoluşunu onun iktidarına eklemleyen
Heidegger. Biri savaş meydanlarında asıp kesen aktör, diğeri üniversite
koridorlarında kasıp kavuran rektör. Ortak özellikleri, ikisi de diktatör.
Bu kaos içinde
bir kısmı anarşizm sevdasına kapıldı, yetmedi hiççilik hülyasına savruldu.
Bütün olanları anlamsız buldu bir başkası. “Bilmem ki nedir?” dedi durdu.
Agnostik oldu.
Bir kısmı
eskilere döndü, köken sevdasına. Gene onu toprakta ve suda aradı durdu. Gitti
gitti, tek hücreli bir hayvancık buldu. Sebepsiz kendiliğinden üreyen bir canlı
uydurdu. Sonradan gelenler Tanrı’ya ne gerek var deyip durdu. Hani sebepsiz
hiçbir şey olmazdı? Soru cevapsız kaldı. Eh, her şeye bir başlangıç lazımdı.
Evrim de böylece başlatıldı.
Böylece bütün
prangalardan kurtuldu modern zamane insanı. Özgür bir dünya kurdu. Frensiz ve
kontrolsüz. Hemcinsine sulanmanın normal olduğu bir dünya. Ne edep kaldı ne
haya. Thales hiç böyle düşünmemişti. Görseydi bunları ilk su dediği güne lanet
ederdi, yerin dibine girerdi.
Olanlar oldu,
yol yıprandı, yolcu yoruldu, araba yoldan çıktı. Herkesin içine bir narsist
kaçtı. Her şey bana göre, herkes beni göre dedi. Olmadı hırçınlaştı, görünmek
için uğraştı, hatta bütün sırlarını ortaya saçtı, yaşını gizleyip ortamdan
kaçtı, rakip kalmayınca kendiyle savaştı. Her şeyi yedi tüketti ama gene açtı.
O herkesi, herkes onu terketti. Kaldı kendiyle baş başa: Yalnız ve çaresiz…
Bu muydu gelmek
istediğiniz nokta ve görmek istediğiniz manzara Niyazi Bey?
Size küçük bir
nasihatim var: Evi camdan olan, komşusuna taş atmasın.
Şurada, üç
günlük dünyada komşuyuz da. Sana yakışıyor mu taş atmak?
Taşa, telaşa
gerek yok, birlikte yaşamak için gerekçe çok…
Ötesi Allah’a
kalmış…
27.10.2020
0 yorum:
Yorum Gönder