Ebu’l-Beşer el-Ebyazi
İnsanın yeryüzündeki hayat macerası bir anlamda onun hakikati arama serüveninin toplamından ibarettir. İnsan öncelikli olarak yaşadığı zamanın hakikatini bulmaya çalışır. Bu çabası ister istemez onu yaşadığı zamanı doğuran geçmişin/tarihin hakikatini öğrenmeye yöneltir. Ancak bu durumda yeni bir sorunla karşı karşıya gelir; onu geçmişin hakikatine götürmesini istediği tarih acaba ne kadar hakikidir? Ayrıca tarihin ona aktardıklarının hakikatle irtibatı ne boyuttadır? İşte bütün bu iç içe geçmiş sorular insanı öncelikli olarak tarihin mahiyeti (neliğini) anlamaya, oradan da tarihten hakikat devşirme arayışına zorlar. Bu durumda ilk cevaplanması gereken soru akla gelir:
Tarih nedir?
Tarih
en basit anlamıyla geçmişi, aynı zamanda geçmişi anlamayı konu edinen bir
disiplin olarak kabul edilir. Ancak, geçmişte kalan hadiseleri incelemekle
birlikte tarihin asıl amacı geçmiş değil, bu günü aydınlatmak ve gelecek için
doğru istikamet tayin etmeye çalışmaktır. Böyle düşünülmediği takdirde tarihle
meşguliyet, psikolojik rahatlamanın veya maziyle ilgili övme ve yerme hissini
tatminden öteye geçemez. Bir toplum için belki bunlar da ihtiyaç olarak
görülebilir, ancak bu durumda ortaya konulan çabaların pratikte ve hakikat
arayışında bir değeri olamaz.
Tarihe
terim anlamında pek çok sosyal bilimci farklı anlam vermiştir. Bunlardan “tarih
geçmişin ilmidir” veya “tarih, geçmişi konu edinen ilimdir”
ifadeleri pek çok tarihçi tarafından kabul edilebilir tanımlar olmakla
birlikte, bunlar ne tarihi ne de tarih ilmini tarif edebilecek yeterliliktedir.
Benzer şekilde Müslüman tarihçiler de tarihe farklı bakış açıları sebebiyle
farklı tanımlar getirmişlerdir. Nitekim tarih felsefesinin kurucusu kabul
edilen İbn Haldûn, bu ilmi “tarih bir zamana veya millete ait olayların
anlatımıdır” ve “tarih dünyanın mamur olmasının temelini teşkil eden
insan toplumlarından, bu toplumlarda meydana gelen değişikliklerden, yani
devletlerden, insanların yaşayışından, cemiyette meydana gelen diğer
değişikliklerden bahseden ilimdir” şeklinde tanımlar.[1] Sehâvî ise tarihe, “olayların zamanlarını tayin ve
tespit etmektir, konusu ise insan ve zamandır” şeklinde bir tarif getirir.[2] Burada
örnek olarak verilen tanımlar, aynı zamanda bu kavramın ne kadar karmaşık
olduğu açıkça gösterir. Esasında zikredilen tarifler, bu ilmi tam anlamıyla
tanımlamak yerine, onun belli bir yönüne veya önemine işaret etmektedir.
Tarihi
tanımlamanın zorluğu kabul edilmekle birlikte, bu kavram muhtevasında genelde
iki farklı anlamın öne çıktığı görülür: Birincisi, geçmişte kalan olaylar
bütünü, yani yaşanmış geçmiş; ikincisi ise bu yaşanmış geçmişi inceleyen
ilimdir. Başka bir ifadeyle tarih, geçmiş hakkında geleceğe aktarılan bilgiye,
tarih bilimi de bu bilgileri kendine konu edinen, yani geçmişten gelen bilgiyi
inceleyen ilim dalına ad olarak verilmiştir.[3] Bu
açıklamaların ışığında tarihi, tarihçilerin geçmişi incelemeleri sonucunda
yazdıkları olarak anlamak da mümkündür.[4]
Tarihin hedefi ve hakikati nedir?
Tarihle
uğraşanlar geçmişi aydınlatmayı hedeflemekle birlikte, esasında geçmişin bu
günden nasıl göründüğünün örneklerini verirler. Böyle olduğu içindir ki tarih,
tarihçinin bulunduğu zamandan geçmişe bakarak elde ettiği izlenimler toplamı
kabul edilir. Bu tariften yola çıkarak tarihçinin, incelediği tarihsel dönemle
ilgili olarak kanaat ortaya koyarken, aslında kendi yaşadığı zamanın anlayış ve
değer yargılarını yansıttığı söylenebilir. Dolayısıyla onun eserlerinde konu
edindiği dönem kadar, kendisinin içinde yaşadığı dönemle alakalı mühim
ipuçlarını bulmak mümkün olur. Bu durum, tarih ilmiyle ilgili faaliyeti, özde
tarihçinin sübjektif ve şahsî faaliyeti durumuna getirir. Burada tespit
edilmeye çalışılan tarih-tarihçi ilişkisi, esasında tarih ilmine dair bütün
faaliyetlerin meşruiyetini ortaya koyar. Buna göre tarihçi varsa, tarih vardır,
tarihçi varsa tarihçilik vardır. Binaenaleyh her dönemin tarihçisi geçmişi
kendi yaşadığı çevresinin şartlarına göre yorumlamalıdır. Hatta bir tarihçi,
kendi ilmî hayatının çeşitli safhalarında geçmişle ilgili görüş ve kanaatlerini
yeniden gözden geçirmeli, kısacası tarihle ilişkisini güncellemelidir. Bu
değerlendirmeler bizi, tarih araştırmalarının –aynı konuda da olsa- tekrar
tekrar yapılması ve herhangi bir konuyla ilgili olarak “bu çalışılmıştır,
öyleyse yeniden araştırmaya gerek yoktur” anlayışının terk edilmesi
sonucuna götürür. Özellikle siyasî tarih konuları için bu husus daha da
geçerlilik arz eder. Çünkü siyasî tarih araştırmalarının millî, dinî, ideolojik
vb. çeşitli anlayışlara göre çok farklı neticeler vermesi doğal kabul edilir.
Tarihte herhangi bir olayın meydana gelmiş olduğu hususunda tarihçilerin
hemfikir olmaları mümkündür; ancak bu olayın sebepleri ve sonuçları, tarihin
seyrine tesirleri konusunda onlardan her birinin farklı, hatta birbiriyle
çelişen neticelere ulaşmaları da çok rastlanır bir durumdur. Bu sebeple,
geçmişteki tek bir hadise hakkında farklı tarihçilerin yapacakları araştırmalar
ve elde edecekleri sonuçlar o hadisenin daha doğru bir şekilde anlaşılmasına
yardımcı olur.
Bu durumda hakiki tarihin yazılması veya
tarihin hakikatinin yazılması ideal anlamda çok güzel bir düşünce, ancak
pratikte neredeyse mümkün olmayacak bir hedeftir. Zira tarihi yaşayan insan,
tarihi aktaran insan, tarihi yazan insan, tarihi yorumlayan insan ve nihayet
tarihi anlayamaya çalışan da insandır. İnsanın bu kadar müdahil olduğu bir
hadiseler zincirinden hakikat çıkarmaya çalışmak ne kadar gerçekçi olur? Kaldı
ki yaşadığımız dönemde dahi insan, halihazırda daha insanı/kendisini tam
anlamıyla tanıyamamıştır. Yani insan, insanlık için hala meçhuldür. Hayatta
olan insanların yapıp ettiklerini anlamak ve yorumlamanın, başka bir ifadeyle
yaşamakta olan insanların yaptıklarının hakikatini anlamada kesin netice alınamayacağı
ortada iken, bizden asırlar önce yaşamış insanların yaptıklarının -ravi,
tarihçi vs. aracıların da etki ve katkıları dikkate alınınca-hakikatini anlamak
veya anlama iddiasında bulunmak ne kadar gerçekçi olur? Bu durumda
tarihin/tarihçinin hakikati yansıtması ne kadar mümkündür? sorusu akla
gelir. Esasında bu soruyu “tarihçi tarafsız olur mu?” şeklinde ifade etmek de
mümkündür.
Tarih ve tarihçi tarafsız olur mu?
Tarihçinin tarafsızlığından şüphe edebilir mi? Elbette,
burada bir ahlaklılık imtihanı söz konusu değildir. Taraflı tarih konusunda,
herkesin en azından nazari olarak görüş birliği içinde olduğu apaçık ortadadır.
Zira iyi tarihçinin “hiçbir dönemde ve hiçbir ülkeye mensup olmaması” gerekir
ki bu muhal bir durumdur. Gerçekleşmesi mümkün olmayan hatta akıl dışı bir
temenniden öteye gidemez. Her insan gibi tarihçi de ahlaki anlayışını ve siyasi
tercihlerini kendisinden tevarüs ettiği bir ortama mensuptur. Dolayısıyla tarihçilerin
en bağımsızları hayatın kendisi olan bu mirastan kaçamazlar. Bu mirası
reddettiklerini iddia ettiklerinde, tepkileri, kendilerini şekillendirmiş olan
ortam için haksızlık olur. O zaman şu söylenebilir: İnsan, kendisine rağmen,
partizan olmaksızın taraflı olabilir. Bu durumda
hakikat ressam için ne ise, tarihçi için de odur; nasıl ki tek bir manzara
yoksa tek bir tarih de yoktur. Tarihçi, ne yaparsa yapsın-bütün diğer yazarlar
gibi-eserinde duygu ve düşüncelerini anlatır ve kendini ele verir. Unutulmamalıdır
ki, en tarafsız tarihçi dahi daima zamanının ve memleketinin insanıdır; en
objektif tarihçi bir izlenimci olarak kalmaktadır.
Diğer taraftan dünyadaki gelişmeler göstermektedir
ki, herkesin benimseyebileceği tarafsız bir tarih yazmak mümkün değildir.
Bırakın tarih yazmayı tarih bir propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Tarih
yazıcılığında taraf tutma her zaman görülmektedir. Tarihle ilgili bütün
tarafgir kitapların arkasında tamamen objektif ve tarafsız olma ihtimalinin
bulunduğu yolundaki inanç, muhakkak ki, batıl bir inançtır. Özellikle bir
dönemin veya konunun seçiminde ve onu ele alış yönteminde kişi, belki de
bilinçsizce, kendi görüşünü, kendi ilgi alanlarını ve kendi çevresi ile uyum
sağlayan belirli bir tür davranış gösterecektir. Dolayısıyla tam ve tarafsız
tarihçi, incelemeleri basılmamış olan yazıcı Melek’tir. Bununla birlikte tarihçinin
tarafsız olamayacağını ifade etmek, onların ideolojilerin bayraktarlığını
yapmaları, belli bir siyasi ve itikadi görüşü fanatizm derecesinde savunmaları
ve çalışmalarını bu bakış açısıyla ortaya koymaları demek anlamına gelmez.
Tarihçi her şeyden önce fikir namusuna sahip olmalıdır. Bunun yolu da tarih
incelemesinin her türlü itikad veya rejim veya akideden bağımsız kalmasıdır.
Tarih çalışmasının özerkliği-yani, sadece ve sadece gerçeği bulma, hakikatin peşinden
koşma ve bir düşünce sistemini veya siyasetini savunmaktan ve ona hizmetten
olma-onun yaşama gücü için elzemdir.
Hasılı mutlak anlamda gerçekleşmeyen ancak ilmi
namusun sağladığı objektiflik, hakikatin peşinde olan tarihçinin gayretlerinin
hedefi olarak kalmaktadır. O, olguları “vuku buldukları gibi” göstermek,
onları, yorumlarına sübjektif unsurlar katmaksızın, şimdiki-zamanla aydınlatmak
peşinde olmalıdır. Fakat tam objektiflik ve tam tarafsızlık kadar ondan
esirgenmiştir. Bununla birlikte o, mümkün olan en büyük objektifliği arzu
etmekten ve araştırmaktan vazgeçmez: Tekrarlanan incelemeler ve tahminler
vasıtasıyla, şahitliklerin ve yorumların kontrolü, tarihçi için, devamlı bir
endişe, zaman aşımına uğramayacak bir görev olacaktır. Bu sayede tarihçi
geçmişin hakikatini bulma çabasında gerek kendisi, gerek kendisini takip
edenler için sağlıklı yorum ve değerlendirmelere ulaşacaktır ki, bu
değerlendirmeler mutlak hakikatin kendisi olmasa da en azından hakikatin yolu
ve hikmetleri olacaktır. Tarihte gerçekleşen mutlak hakikatin sahibi Allah’dır
ve hakikati sadece Allah bilebilir. Ancak bu durum insanın tarihte hakikat
arama yolculuğuna engel olmamalıdır. İnsana düşen bulma ümidiyle her daim hakikati
aramaktır.
[1] İbn Haldûn, Mukaddime, Lübnan ts.,
s. 52, 58.
[2] Sehâvî, el-İ’lân bi’t-Tevbîh Limen
Zemme’t-Târîh, Beyrut 1983, s. 385.
[3] Özlem, Doğan, Tarih Felsefesi,
İstanbul 1996, s. 11.
[4] Thomson, David, Tarihin Amacı, (çev. Salih Özbaran), İzmir 1983, s. 7.
0 yorum:
Yorum Gönder