Selef, kavram olarak öncekiler anlamına gelmekte olup İslam düşünce tarihinde yaygın olarak bu isim, Hz. Peygamber’den sonraki ilk üç nesil için kullanılır. Bu üç nesil sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîndir. Hz. Peygamber şu hadîsinde bu üç nesli övmüştür: “En hayırlınız benim asrımda yaşamış olanlar, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” (Buharî, “Şehâdât”, 9; Müslim, “Fedâilu’s-sahâbe”, 212)
İslam düşünce tarihinde selef-i sâlihîn yani öncü
nesiller denilen bu üç nesil, İslam’ın öğrenilmesi, gelecek nesillere
aktarılması ve dinî kural ve uygulamaların yerleşiklik özelliği kazanmasında
çok önemli rol üstlenmişlerdir. Bu öncü nesiller göz ardı edilerek İslam’ın
öğrenilmesi ve uygulamasının anlaşılması söz konusu değildir. Şu anda var olan
dört mezhep, anlayış ve yaklaşım olarak bu nesillere dayanmaktadır. Öte yandan
her bir mezhebin imamı bu üç neslin içinden veya onlara en yakın nesilden
müçtehit âlimlerdir.
Günümüzdeki Selefiliğe gelince, bu
kavram XIX. yüzyılda ortaya çıkmış, kendilerini ilk üç nesil olan selef-i salihîne
ve onların anlayışına nispet eden veya bu iddiada olan grupların genel adıdır.
Bu yönüyle Selefilik bir mezhep olmaktan çok modern zamanlardaki bir
anlayışın, bir başka deyişle selef üzerinden meşruiyet arayışında olan
grupların kullandığı genel bir addır. Bu anlayış, her ne kadar geçmişe dayanma
iddiası taşısa da, modern zamanların ürettiği modernist karakterli bir yapı
özelliği taşımaktadır. Dünyevî kaygıların ve beklentilerin öncelikli ve yüksek
tutulması, fert ve topluma yönelik devlet ve otorite üzerinden tepeden
dönüştürmeci bir yaklaşımın benimsenmesi, bu yapıların modernist karakterlerinin
açık göstergeleridir. Bu tür akımların büyük kısmında kaba kuvvet
kullanımının ve şiddet eğilimlerinin öne çıkması da bu yüzdendir. Bunların
düşünsel yönleri ise, çok zayıf,
yüzeysel ve sistematik olmayan parça-bölük bir yapı arz etmektedir. Bunun
sebebi, tarihi geriye döndürme gibi bir imkânsıza talip olmalarıdır. İmkansızın
gerçekleşme olanaksızlığı, bir yandan hayal kırıklığı meydana getirirken bir
yandan takıntı haline getirdikleri dünyevî hedeflerin gerçekleşmemesi,
hırslarını bilemekte, içlerindeki öfkeyi kabartmakta ve şiddet eğilimlerini artırmaktadır.
Selefiliğin tarihi serüvenine gelince, yukarıda
değinildiği gibi Batı karşısında alınan yenilgilerle psikolojik direnci büyük
ölçüde kırılan İslam dünyası, XIX. yüzyılın başından itibaren yoğun bir fikrî
arayışa sahne olmuştur. Bu çerçeveden olmak üzere Hz. Peygamber döneminden itibaren
İslam tarihi mercek altına alınmaya başlanmıştır. Bu gelişmede, Batılı bilim
adamlarının özellikle oryantalistlerin tarihe bakışları ve bu alanda yaptıkları
çalışmaların etkisi büyüktür. Tarihe yönelik bu yeni bakış, aynı zamanda bütün
bir tarihi eleştiriye tabi tutmak anlamına geliyordu. Buradan yola çıkan çağdaş
aydın ve alim tipi, ilk dönemlerdeki başarıya bakarak, son yüzyıllardaki
başarısızlığın nedenini, mezhepler ve tarikatlar gibi geleneksel yapılarda
aradı. Böylece onların nezdinde ilk dönem, önemli ve öncelikli hale geldi. XIX.
yüzyılda ortaya çıkan Asr- ı Saadet ve Selefîlik kavramları bu şartlar altında
doğmuş oldu. Bu anlayış dönemin İslamcılarının neredeyse tamamında
bulunmaktaydı. Nitekim Muhammed Abduh’un açıkça selef yoluna dönülmesi
gereğinden bahsetmesi bunun bir göstergesidir. Benzer durum Osmanlı uleması
için de geçerlidir. Yeni İlm-i Kelam döneminin sembol isimlerinden İzmirli
İsmail Hakkı gibi bazı şahsiyetlerin selef mezhebine mensup olduklarını beyan etmelerinin
altından yatan neden de budur.
Bu hususta önemli bir nokta Selef Mezhebi ile
Selefîlik anlayışını birbirinden ayırmanın önemli ve gerekli olduğudur. Selef
Mezhebi ilk üç neslin anlayışı, Selefilik ise modern zamanların ürünü olan bir
arayıştır. Öte yandan Abduh ve İzmirli gibi kişilerin selef mezhebine dönme ve
mensubiyet iddiaları, ilk üç neslin anlayış ve yaşayışını yakalama çabası
olarak görmek gerekir. Onlar aslında İmam Gazzali’nin İlcâmü’l-avâm an
ilmi’l-kelam kitabında “Selef Mezhebi” adı altında çizdiği çerçeveyi
arıyorlardı. Nitekim İzmirli İsmail Hakkı, Gazzalî’nin çizdiği çerçeveyi almış,
“Selefîliğin Esasları” olarak sunmuştur. Ancak bu şekildeki sunuş, Selefiliğin
ilk üç nesilden başlayan ve günümüze kadar gelen bir mezhepmiş gibi algılanmasına
yol açmıştır. Halbuki ne ilk üç nesil ne Ahmed b. Hanbel ne de İbn Teymiyye
gibi önemli Hanbelî isimlerin bugünkü Selefilikle uzaktan yakından ilişkisi
bulunmamaktadır. Öte yandan İzmirli İsmail Hakkı ve Muhammed Abduh selefiliği
de Arap Yarımadası’nın Necid bölgesinde ortaya çıkan ve kendilerini selef
taraftarı ilan eden Vahhabîlerle aynı değildir.
Arap Dünyasında Osmanlı bürokrasisi ve
ulemasının kurucusuna nispetle Vahhâbiyye, kendilerinin ise ilk nesiller
olan selef yolunu tuttukları iddiasıyla Selefiyye dedikleri hareket,
Arap Yarımadası’nın Necid dolaylarında Muhammed b. Abdulvehhab önderliğinde
Hanbelî inanç ve ibadet esaslarına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Muhammed b.
Abdulvehhab, düşüncesini yaymak ve yaşatmak için o dönem Arap yarımadasında
Osmanlı’ya karşı siyasî ve askeri mücadele içinde olan Suudilerle işbirliğine
gitmiş ve böylece hareketin siyasi ayağı kurulmuştur. Siyasi ve ıslahatçı
yönüyle İbn Abdulvehhab hareketi, modern unsurlar taşısa da, geleneksel Hanbelî
çizgiye lafzî bağlılık, ilkelerini hayata geçirmede IV./X. asır Hanbelîlerinden
Berbeharî’nin sert ve kaba kuvvete dayalı ıslah düşüncesini benimsemeleri
yönüyle katı muhafazakar bir anlayışı yansıtır.
Suudilerin iktidara gelmesi ve petrolün dünyada
önemli bir zenginlik aracı olmasıyla birlikte güçlenmiş ve kurdukları Râbıta
gibi yardım teşkilatlarıyla bu düşünceyi dünya geneline yayma faaliyeti içine
girmişlerdir. Sadece Hanbelilik çizgisinde olmak gibi bir görüntüyü üzerlerinden
atmak için de diğer mezhep mensuplarının düşünce olarak kendilerine yakın
eserlerini ön plana çıkarma yoluna gitmişlerdir. Her ne kadar petrolün getirdiği
refah ve zenginlik Suûd Vahhabiliğini yumuşatmış ve uysallaştırmış olsa da, ilk
dönemlerine benzeyen el-Kaide, Daiş ve Boko Haram gibi örgütlerin çıkışına
engel olamamıştır. Bu tür Selefîliğin Mısır uzantısı Cemaatü’t-Tekfir
ve’l-Hicre, el-Cihâd ve el-Cemaatü’l-İslamiyye gibi gruplardır. Bu gruplar,
devlet güçleri ile fiili çatışmaya girmeleri, Müslüman yönetici ve alimleri
tekfir etmeleri ve gayr-ı Müslimlere karşı tedhiş faaliyetleriyle
bilinmektedir.
Neticede Selefilik, bir düşünce olmaktan çok
modern zamanlardaki ezilmişliklerini ve çaresizliklerini kaba kuvvet ve
şiddetle aşacağını düşünen grup, akım ve toplulukların genel adıdır. Aslında bu
ezilmişliği ve çaresizliği doğuran, I. ve II. Dünya savaşlarında şiddeti zirve
noktasına taşıyan Modern Batı anlayışıdır. Dolayısıyla Selefilik aslında batı
düşüncesinin söz konusu şiddet kültüründen beslenmektedir. Modernliğin temel
amacı günü kurtarmak, günlük talep ve ihtiyaçlara acil cevaplar bulmak olduğundan,
selefilik de ezilmiş insanların gününü kurtarmak ve onlara acil alanlar açmak,
deyim yerindeyse dünya cennetleri vaat etmektedir. Bütün bunların bu dünyada
gerçekleştiğine dair beklentilere acil cevaplar veremeyince, istişhad (şehitlik istemek) adı altında bir
nevi ölüm sonrası kesin cennetler vaat etme yoluna gitmişlerdir. Zaten
etraflarına topladıkları insanların çoğu kendi ülkelerinde aradıklarını
bulamayanlar ile batıda korku, baskı ve çaresizliğe mahkum ve mecbur edilmiş
gençlerden oluşmaktadır. Bir başka deyişle Batı’nın kendi dışındakilere
uyguladığı baskı, şiddet ve sömürü faaliyeti, böyle bir kitlesinin doğumuna
zemin hazırlamıştır. Sonuçta kaba kuvvet ve yüzeysellikte hepsi birbirine
benzeyen Daiş, Boko Haram, el-Kaide gibi örgütler, bir yönüyle böyle bir
ortamın çocukları diğer yönüyle sanki İslam dünyasında ortaya konulan proje
yapılardır. Nitekim emperyalist zihniyet bu gelişmeden de yararlanma yoluna
gitmiş ve bu şiddet yanlısı örgütler sanki Müslümanların tamamını temsil
ediyorlarmış gibi bir görüntüyü hem kendi kamuoylarına hem de bütün dünyaya servis
etmişlerdir. Selefilik isminin ilk dönem kutlu nesilleriyle
ilişkilendirilmesini de ganimet bilerek İslam’ın hem dününü hem de bu gününü
itibarsızlaştırılma propagandası yürütmüşlerdir. Üzülerek söylemek gerekir ki,
Müslüman kitle içinde birçok kimse de, bu propagandanın ya malzemesi ya da
hedef kitlesi olmuştur.
Teşekkürler kıymetli hocam
YanıtlaSil