BÜYÜK DEPREMİN
YILDÖNÜMÜ
Ramazan Yıldırım*
Bugün tam bir sene geçti küçük kıyamet, büyük deprem olan yüzyılın felaketi üzerinden…
Sahi ne olmuştu beraberce hatırlamaya çalışalım. O gün akşam yemekleri yenmiş, sofralar toplanmış ve sımsıcak aile ortamlarında beraberce yudumlanan çay eşliğinde bir sonraki günün plan programı yapıldıktan sonra, sabah kaldığımız yerden devam etmek üzere, uykuya geçilmişti. Hiç beklenmedik ve hesapta olmayan o büyük olayın, ansızın ve hiç beklenmedik yerden geleceğini kimse hesaba katmamıştı. Uyuyacak, uyanacak ve rutin işlerimize kaldığımız yerden devam edecektik.
Ama öyle olmadı işte…
Herkesin hesabı, programı vardı ama hesaplar üstü hesabı olan,
programın asıl Sahibi farklı takdir etmişti. O öyle bir takdir ki; bütün
programları, hesapları, planları alt üst etti, devre dışı bıraktı. İnsana
evrendeki konumunu, gücünü, sınırını bildirdi ve asıl gündemini hatırlattı.
Sahip ol(a)madığımızı hatırlattı hiçbir şeye… Bize ait zannettiğimiz uykudan icabında
uyanamayacağımızı, verdiğimiz nefesi geri alamayacağımızı, aslında bizim
zannettiğimiz hiçbir şeyi kendimiz elde etmediğimiz gibi gitmelerine de engel
olamadığımızı o gün yaşayarak öğrendik.
Uyandığımda içinde bulunduğum daire, bina ile yatak ve ihtiyarım
dışında, vücudumun da sallandığını fark ettim. Öyle bir sallantı ki; benim olan(!)
bedenime sahip olamıyor, durduramıyor ve sallanmasına engel olarak, ayakta sabit
duramıyordum… Uyku sersemliğinden, başta ne olduğunu anlamaya çalıştım ve bu
sallanmaya anlam veremedim. Kısa bir zaman geçmedi ki; diğer odalarda olan
çocuklar feryatlar içerisinde, çığlıklarla ağlamaya başladı. Aman Allah’ım,
ağlamalar, bağrışmalar, feryatlar, imdat çığlıkları… Giderek farkına varılan ve
iliklerimize kadar hissettiğimiz çaresizlik…
Kısa zaman içerisinde imdada gelecek kimsenin olmadığı anlaşılınca,
sığınılacak yegâne makam geliyor akıllara ve Allah’tan başka çağrılan hiç kimse
yok. Zira bu duruma çare olabilecek hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur. O
anda bilerek veya bilmeyerek çağrılan tek varlık, telaffuz edilen tek isim, sığınılan
tek merci… Olduğumuz yere çömelmiş, moloz parçalarının ilk önce neremize düşeceğini
ve nasıl öleceğimizi beklerken dillerde salavat, tekbir, tehlil ve dua eksik
olmuyor. Birkaç saniye (takriben 2 dk.) devam eden bu vaziyet bize göre
saatlerce sürmüştü. Derken, bir ara sakinlik olunca ancak diğer odalarda olan
çocuklara ulaştık ve kucaklaştık. Korku, panik, telaş ile hüngür hüngür gelen
ağlama sesleri arasında kendimizi dışarıya atabilmenin yollarını aradık. Hiçbir
hesap yap(a)madan ve yanımıza hiçbir şey al(a)madan ancak kendimizi attık dışarıya…
Ölüme ne kadar da çok benziyor. O da böyle gelecek demek ki;
beklenmedik, ansızın ve planları alt-üst ederek… Merdivenlerden inerek dışarı
çıktığımızda manzara tam bir mahşeri andırıyordu. Bağrışmalar, çığlıklar, dualar,
karşılık bulmayan seslenmeler… İnsanlar sersemleşmiş gibi… Ortamda iliklere
kadar donduran buz gibi bir hava var. Adeta Gaziantep’in en soğuk gecesi. Gecenin
karanlığı yerini aydınlığa bırakmaya hazırlanıyor fakat ortalık henüz loş ve
karanlık… Herkes kendini bir an evvel dışarıya atmak istediği için ana kapıya
yönelen arabalardan sitemiz içinde trafik kitlenmiş vaziyette… Herkes
uzaklaşmak istiyor, o sımsıcak yuvasından, evinden, güvenli sitesinden hem de
en muhtaç olduğu anda.
Akşamdan site dışındaki parkın yanına bıraktığımız aracımıza
kendimizi zar zor atabildik. Arabaya doğru koşarken ve araba içinde iken yine
birkaç şiddetli sarsıntı daha oldu ve iyi sallandık... Arabaya yerleşince başta
ailemiz olmak üzere, akrabalar, dostlar, tanıdıklardan, Türkiye’nin farklı
yerlerinden birçok kişiden üst üste telefonlar gelmeye başladı. Ancak şebekeler
doğru dürüst çalışmadığından, yarım yamalak bir iletişim kurabiliyoruz fakat gelen
bu aramalardan olayın basit bir şey olmadığını anlıyorum. Arada bir önceki
görev yerim olan İslahiye’den arayıp imdat çığlıkları ve ağlamalarla ciğerlerimizi
yakan feryatlar, İslahiye’nin yok olduğunu tamamen haritadan silindiğini söylüyordu.
Bu arada sabah namazının vakti girmiş ve neredeyse çıkmak üzere, ne
yapıp etmeli abdest almalıyız. O telaştan ne teyemmüm geldi aklıma ne de
yerdeki karlarla abdest almak. Başka imkân yok eve girmek durumundayız ama
nasıl olacak? Sonunda kararımızı verdik ve son derece süratli bir şekilde beş
kat merdiveni bir çırpıda çıktık. Hayatımın en hızlı abdestini almıştım ve
hemen akabinde kendimizi nasıl atmıştık dışarıya hiç unutmuyorum. Normal
şartlarda oraya çıkmak ve abdest almak için en az yirmi-yirmi beş dakikaya
ihtiyaç vardı ama sanki toplam beş dakikayı geçmedi. Demek ki isteyince/mecbur
kalınca neler sığdırabiliyor insan dakikalara.
O gün sabah namazını arabada oturarak kılabilmiştik. Ortalık
aydınlanıp telefon şebekeleri normale döndükçe manzara biraz daha netleşiyordu.
Arabanın radyosu ve gelen telefonlardan başka bilgi alabilecek bir kaynağımız
yoktu. Bu ikisinden gelen bilgilere göre gerçekten büyük bir olay olmuştu.
Gerçi oturduğumuz muhitteki yakın çevrede şiddetli sarsıntıdan başka bir şey
olmamıştı ama o da insanlarda büyük bir korku ve panik havası oluşturmaya
yetmişti. İnsanlar ne yapacağını bilemez, sersem vaziyette sağa sola
koşuşturuyordu. Gaziantep’in yerlisi olan, köylerine, bağ evlerine dönüş yoluna
girmişti. Başka bir kısmı daha uzaklara gitmek için düşmüştü yollara. Bizim
gibi o anda bir yere gidemeyenler de camilere, kurslara, okullara sığınmak için
koşuşturuyordu. Eline bu imkân geçmeyenler de arabalarında kalmak için
tedbirlerini alıyordu. Nitekim ailece arabada kalışımız 3-4 gün sürmüştü.
O gün görev gereği AFAD Merkezine gitmek için yola çıktım. Ancak üç
şeritli yolların birçok noktasında dört araç yan yana gitmeye çalışıyor. Yoğun
trafikten yollar tıkanmış durumda, adım atacak durum yok, normalde 15-20
dakikada gittiğimiz yolu o gün 3 saatte gidebilmiştik. Neticede merkeze
vardığımızda asıl manzarayı görme imkânım ancak oldu. Burada her resmi kurumdan
temsilciler var, herkes bir koşuşturma halinde, telefon sesleri bir an olsun
durmuyor, sahadan gelen bilgilerle her kurum kendi veri tabanlarını oluşturmaya
ve olayın kendine bakan yönünü netleştirmeye çalışıyordu. Doğal olarak biz de
Cami ve Kuran kurslarımızın durumlarını, sahadaki ilgili arkadaşlarla
netleştirmeye çalışıyoruz…
Duvardaki büyük ekran televizyondan ilk defa görüntülerini
izleyebildim. Aman Allah’ım dünya yıkılmış, kıyamet kopmuştu gerçekten. Birbirine
yakın coğrafyadaki on bir ilimizde meydana gelen ve ülkenin büyük bir kısmında
hissedilen felaketin bu illerden ekrana yansıtılan görüntüleri tek kelime ile korkunçtu.
Çok büyük yıkım olmuş, yollar yarılmış, viyadükler, köprüler yıkılmış,
bağlantılar kopmuştu. Yüzlerde endişe ve korku hâkim, insanlar yardım
çığlıklarına yetişmek için her yerde, resmi-gönüllü kuruluşlar ve halk el ele, gönül
köprüleri inşa etmek için koşuşturma içerisinde ama nereden başlamalı ve nasıl yapmalı?
Alan çok geniş, yıkım çok büyüktü.
Afad merkezinde herkes hummalı bir çalışma ve koşuşturma içerisindeyken öğlen sularında büyük bir sarsıntı daha meydana geldi. İnsanların feryat ve çığlıklarla dışarıya kaçmaları hala gözlerimin önünde. O esnada sahadan bilgileri almak için bir arkadaşla telefonla konuşuyordum, ne yapacağımı şaşırdım. Birden koca merkezde yapayalnız kaldığımı gördüm başka bir kişi de bir köşeye sığınmış ve çömelmişti. Ne telefonu kesmek geldi aklıma ne de kaçmak ancak kendimi bir masanın altına atabildim ve sarsıntı bitinceye kadar oradan çıkamadım…
Devam Edecek…
Maşallah kaleminize sağlık hocam
YanıtlaSil😔😔😔 zor günlerdi. Rabbim bir daha bu ümmete yasatmasın böyle acilari
YanıtlaSilRabbim bir daha yaşatmasın
YanıtlaSilAllah bir daha yaşatmasın..
YanıtlaSilkaleminize sağlık, zor günlerdi. Rabbim bir daha bu ümmete yasatmasın böyle acilari
YanıtlaSil