6 Şubat 2024 Salı

Büyük Depremin Yıldönümü


BÜYÜK DEPREMİN YILDÖNÜMÜ

                                                               Ramazan Yıldırım*

Bugün tam bir sene geçti küçük kıyamet, büyük deprem olan yüzyılın felaketi üzerinden…

Sahi ne olmuştu beraberce hatırlamaya çalışalım. O gün akşam yemekleri yenmiş, sofralar toplanmış ve sımsıcak aile ortamlarında beraberce yudumlanan çay eşliğinde bir sonraki günün plan programı yapıldıktan sonra, sabah kaldığımız yerden devam etmek üzere, uykuya geçilmişti. Hiç beklenmedik ve hesapta olmayan o büyük olayın, ansızın ve hiç beklenmedik yerden geleceğini kimse hesaba katmamıştı. Uyuyacak, uyanacak ve rutin işlerimize kaldığımız yerden devam edecektik.

Ama öyle olmadı işte…

Herkesin hesabı, programı vardı ama hesaplar üstü hesabı olan, programın asıl Sahibi farklı takdir etmişti. O öyle bir takdir ki; bütün programları, hesapları, planları alt üst etti, devre dışı bıraktı. İnsana evrendeki konumunu, gücünü, sınırını bildirdi ve asıl gündemini hatırlattı. Sahip ol(a)madığımızı hatırlattı hiçbir şeye… Bize ait zannettiğimiz uykudan icabında uyanamayacağımızı, verdiğimiz nefesi geri alamayacağımızı, aslında bizim zannettiğimiz hiçbir şeyi kendimiz elde etmediğimiz gibi gitmelerine de engel olamadığımızı o gün yaşayarak öğrendik.

Uyandığımda içinde bulunduğum daire, bina ile yatak ve ihtiyarım dışında, vücudumun da sallandığını fark ettim. Öyle bir sallantı ki; benim olan(!) bedenime sahip olamıyor, durduramıyor ve sallanmasına engel olarak, ayakta sabit duramıyordum… Uyku sersemliğinden, başta ne olduğunu anlamaya çalıştım ve bu sallanmaya anlam veremedim. Kısa bir zaman geçmedi ki; diğer odalarda olan çocuklar feryatlar içerisinde, çığlıklarla ağlamaya başladı. Aman Allah’ım, ağlamalar, bağrışmalar, feryatlar, imdat çığlıkları… Giderek farkına varılan ve iliklerimize kadar hissettiğimiz çaresizlik…

Kısa zaman içerisinde imdada gelecek kimsenin olmadığı anlaşılınca, sığınılacak yegâne makam geliyor akıllara ve Allah’tan başka çağrılan hiç kimse yok. Zira bu duruma çare olabilecek hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur. O anda bilerek veya bilmeyerek çağrılan tek varlık, telaffuz edilen tek isim, sığınılan tek merci… Olduğumuz yere çömelmiş, moloz parçalarının ilk önce neremize düşeceğini ve nasıl öleceğimizi beklerken dillerde salavat, tekbir, tehlil ve dua eksik olmuyor. Birkaç saniye (takriben 2 dk.) devam eden bu vaziyet bize göre saatlerce sürmüştü. Derken, bir ara sakinlik olunca ancak diğer odalarda olan çocuklara ulaştık ve kucaklaştık. Korku, panik, telaş ile hüngür hüngür gelen ağlama sesleri arasında kendimizi dışarıya atabilmenin yollarını aradık. Hiçbir hesap yap(a)madan ve yanımıza hiçbir şey al(a)madan ancak kendimizi attık dışarıya…

Ölüme ne kadar da çok benziyor. O da böyle gelecek demek ki; beklenmedik, ansızın ve planları alt-üst ederek… Merdivenlerden inerek dışarı çıktığımızda manzara tam bir mahşeri andırıyordu. Bağrışmalar, çığlıklar, dualar, karşılık bulmayan seslenmeler… İnsanlar sersemleşmiş gibi… Ortamda iliklere kadar donduran buz gibi bir hava var. Adeta Gaziantep’in en soğuk gecesi. Gecenin karanlığı yerini aydınlığa bırakmaya hazırlanıyor fakat ortalık henüz loş ve karanlık… Herkes kendini bir an evvel dışarıya atmak istediği için ana kapıya yönelen arabalardan sitemiz içinde trafik kitlenmiş vaziyette… Herkes uzaklaşmak istiyor, o sımsıcak yuvasından, evinden, güvenli sitesinden hem de en muhtaç olduğu anda.

Akşamdan site dışındaki parkın yanına bıraktığımız aracımıza kendimizi zar zor atabildik. Arabaya doğru koşarken ve araba içinde iken yine birkaç şiddetli sarsıntı daha oldu ve iyi sallandık... Arabaya yerleşince başta ailemiz olmak üzere, akrabalar, dostlar, tanıdıklardan, Türkiye’nin farklı yerlerinden birçok kişiden üst üste telefonlar gelmeye başladı. Ancak şebekeler doğru dürüst çalışmadığından, yarım yamalak bir iletişim kurabiliyoruz fakat gelen bu aramalardan olayın basit bir şey olmadığını anlıyorum. Arada bir önceki görev yerim olan İslahiye’den arayıp imdat çığlıkları ve ağlamalarla ciğerlerimizi yakan feryatlar, İslahiye’nin yok olduğunu tamamen haritadan silindiğini söylüyordu.

Bu arada sabah namazının vakti girmiş ve neredeyse çıkmak üzere, ne yapıp etmeli abdest almalıyız. O telaştan ne teyemmüm geldi aklıma ne de yerdeki karlarla abdest almak. Başka imkân yok eve girmek durumundayız ama nasıl olacak? Sonunda kararımızı verdik ve son derece süratli bir şekilde beş kat merdiveni bir çırpıda çıktık. Hayatımın en hızlı abdestini almıştım ve hemen akabinde kendimizi nasıl atmıştık dışarıya hiç unutmuyorum. Normal şartlarda oraya çıkmak ve abdest almak için en az yirmi-yirmi beş dakikaya ihtiyaç vardı ama sanki toplam beş dakikayı geçmedi. Demek ki isteyince/mecbur kalınca neler sığdırabiliyor insan dakikalara.

O gün sabah namazını arabada oturarak kılabilmiştik. Ortalık aydınlanıp telefon şebekeleri normale döndükçe manzara biraz daha netleşiyordu. Arabanın radyosu ve gelen telefonlardan başka bilgi alabilecek bir kaynağımız yoktu. Bu ikisinden gelen bilgilere göre gerçekten büyük bir olay olmuştu. Gerçi oturduğumuz muhitteki yakın çevrede şiddetli sarsıntıdan başka bir şey olmamıştı ama o da insanlarda büyük bir korku ve panik havası oluşturmaya yetmişti. İnsanlar ne yapacağını bilemez, sersem vaziyette sağa sola koşuşturuyordu. Gaziantep’in yerlisi olan, köylerine, bağ evlerine dönüş yoluna girmişti. Başka bir kısmı daha uzaklara gitmek için düşmüştü yollara. Bizim gibi o anda bir yere gidemeyenler de camilere, kurslara, okullara sığınmak için koşuşturuyordu. Eline bu imkân geçmeyenler de arabalarında kalmak için tedbirlerini alıyordu. Nitekim ailece arabada kalışımız 3-4 gün sürmüştü.

O gün görev gereği AFAD Merkezine gitmek için yola çıktım. Ancak üç şeritli yolların birçok noktasında dört araç yan yana gitmeye çalışıyor. Yoğun trafikten yollar tıkanmış durumda, adım atacak durum yok, normalde 15-20 dakikada gittiğimiz yolu o gün 3 saatte gidebilmiştik. Neticede merkeze vardığımızda asıl manzarayı görme imkânım ancak oldu. Burada her resmi kurumdan temsilciler var, herkes bir koşuşturma halinde, telefon sesleri bir an olsun durmuyor, sahadan gelen bilgilerle her kurum kendi veri tabanlarını oluşturmaya ve olayın kendine bakan yönünü netleştirmeye çalışıyordu. Doğal olarak biz de Cami ve Kuran kurslarımızın durumlarını, sahadaki ilgili arkadaşlarla netleştirmeye çalışıyoruz…

Duvardaki büyük ekran televizyondan ilk defa görüntülerini izleyebildim. Aman Allah’ım dünya yıkılmış, kıyamet kopmuştu gerçekten. Birbirine yakın coğrafyadaki on bir ilimizde meydana gelen ve ülkenin büyük bir kısmında hissedilen felaketin bu illerden ekrana yansıtılan görüntüleri tek kelime ile korkunçtu. Çok büyük yıkım olmuş, yollar yarılmış, viyadükler, köprüler yıkılmış, bağlantılar kopmuştu. Yüzlerde endişe ve korku hâkim, insanlar yardım çığlıklarına yetişmek için her yerde, resmi-gönüllü kuruluşlar ve halk el ele, gönül köprüleri inşa etmek için koşuşturma içerisinde ama nereden başlamalı ve nasıl yapmalı? Alan çok geniş, yıkım çok büyüktü.

Afad merkezinde herkes hummalı bir çalışma ve koşuşturma içerisindeyken öğlen sularında büyük bir sarsıntı daha meydana geldi. İnsanların feryat ve çığlıklarla dışarıya kaçmaları hala gözlerimin önünde. O esnada sahadan bilgileri almak için bir arkadaşla telefonla konuşuyordum, ne yapacağımı şaşırdım. Birden koca merkezde yapayalnız kaldığımı gördüm başka bir kişi de bir köşeye sığınmış ve çömelmişti. Ne telefonu kesmek geldi aklıma ne de kaçmak ancak kendimi bir masanın altına atabildim ve sarsıntı bitinceye kadar oradan çıkamadım…

 Devam Edecek…



*Dr. Müftü Yrd. Gaziantep, Dinler Tarihi, ORCID: 0009-0002-6762-9041, abadem06@hotmail.com


 

5 yorum:

  1. Maşallah kaleminize sağlık hocam

    YanıtlaSil
  2. 😔😔😔 zor günlerdi. Rabbim bir daha bu ümmete yasatmasın böyle acilari

    YanıtlaSil
  3. Rabbim bir daha yaşatmasın

    YanıtlaSil
  4. Allah bir daha yaşatmasın..

    YanıtlaSil
  5. kaleminize sağlık, zor günlerdi. Rabbim bir daha bu ümmete yasatmasın böyle acilari

    YanıtlaSil

Yazarlar