Prof.
Dr. Cağfer KARADAŞ
أعوذ بالله، بسم الله
وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌۚ وَعَلَى الْاَعْرَافِ رِجَالٌ
يَعْرِفُونَ كُلاًّ بِس۪يمٰيهُمْۚ وَنَادَوْا اَصْحَابَ الْجَنَّةِ اَنْ سَلَامٌ
عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ. وَاِذَا صُرِفَتْ اَبْصَارُهُمْ
تِلْقَٓاءَ اَصْحَابِ النَّارِۙ قَالُوا رَبَّـنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ
الظَّالِم۪ينَ۟. وَنَادٰٓى اَصْحَابُ الْاَعْرَافِ رِجَالاً يَعْرِفُونَهُمْ
بِس۪يمٰيهُمْ قَالُوا مَٓا اَغْنٰى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ
تَسْتَكْبِرُونَ. اَهٰٓؤُ۬لَٓاءِ الَّذ۪ينَ اَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللّٰهُ
بِرَحْمَةٍۜ اُدْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَٓا اَنْتُمْ
تَحْزَنُونَ.
(A’raf
7/46-49)
A’râf (أعراف), Arapça urf (عُرف)kelimesinin çoğulu.
Türkçede okunması ve söylenmesi kolay olsun diye biz Araf şeklinde yazacağız.
Sözlüklerimizde de böyle geçmekte nitekim. Anlamı yüksek yer. Perde
misali surlar. “Aralarına büyük bir sur çekilir” (Hadîd 13) ayeti bu
anlamı desteklemekte. Arap dilinde urf,
yüksekte olanı ifade eder. Bu yüzden horozun ibiği ve atın yelesine urf
denilir. Çünkü onların en yüksekteki bölgeleri ibikleri ve yeleleridir. Ancak Arafı
bilmek anlamına gelen arafe (عَرَف)köküne bağlayanalar da
var. Buna göre Araf ashabı, marifet sahibi kişiler. Yerin yüksekliğiyle orada
bulunanların marifet sahibi olduğu anlamlarını birleştirmek de mümkün. Bu
takdirde anlam, yüksek yerde bulunan ve Allah’ın kendilerini marifet sahibi
kıldığı kişiler, olur.
Araftakilerin
kimlikleri konusunda birçok yorum dillendirilmiş. Sebebi, kimliklerinin tam net
olmayışı. Ayetlerde Araftakilerin üç genel niteliği verilir: yüksek yerde
bulunmak, cinsiyet olarak erkek ve gördükleri müminlerle kâfirleri simalarından
tanımak. Buradaki erkek nitelemesi sadece erkekleri değil, hem kadınları
hem erkekleri ifade der. Bu biraz dil ve kültür meselesi. Kur’an’daki müzekker
kalıbında gelen emir ve yasakların kadınları da kapsaması gibi. Bu üç özelliğin
dışında kalanlar müphem. Bu müphemlik; orada bulunanların kimlikleri,
kimlikleriyle bulundukları yerin münasebeti ve ayetlerde geçen konuşmaların
kimlere ait olduğu hususlarında birçok ihtilafa yol açmış. İhtilaflar
neticesinde de farklı yorumlar ortaya çıkmış. Hatta bir birine zıt yorumlar
bile olmuş. Sözgelimi bir kısmı Araftakiler hakkında “en son cennete
girecekler” derken bir başkaları “en önce cennete girecek peygamberler”
olduklarını söylemişler. Biz burada nispeten daha yaygın olan ve daha çok kabul
gören birbirine zıt iki yorumu esas alarak bir değerlendirmeye gittik. Rabbimiz
gönlümüzü açık, işimizi kolay, dilimizi berrak ve okuyucularımızı da bizden
daha kavrayışlı kılsın.
BİRİNCİ YORUM
Sahabeden İbn
Abbas ve İbn Mes’ud’dan (ra) gelen bilgilere göre Arafta bulunanlar, sevap
ve günahları birbirine eşit müminler. Bu müminlerin nitelikleri konusunda
farklı bilgiler nakledilmiş. Bunlardan bazıları “anne-babanın sözünü
dinlemeyenler, babanın izni olmadan cihada çıkıp şehit olanlar, kâfir ve müşrik
çocukları, mizanda sevabı ile günahı eşit gelen müminler...” Anılan
ihtilaflara rağmen bu yorumu benimseyenler şu hususlarda birleşmişler: Bu
kişiler Araf üzerinde duracaklar, hem cennetlikleri hem de cehennemlikleri
görecekler, herkes yerine yerleştikten sonra Allah’ın engin rahmetiyle bağışlanacaklar
ve en son grup olarak cennete girecekler.
Bu yoruma göre
ayetlerin meali
“Cennetlikler
ve cehennemlikler arasında perde misali yüksek bir sur bulunmakta. Yüksek surun
(Araf) üzerinde herkesi simalarından tanıyan, günah ve sevapları eşit gelmesi
sebebiyle bekleşmekte olan kişiler bulunmakta. Bunlar, henüz cennete
girmemişler ama girme umudu ve arzusu taşıyorlar. Simalarından (veya meleklerin
haber vermesiyle) tanıdıkları cennetliklere "Selâm üzerinize olsun!"
diye seslenirler. Bunların gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince,
"Ey rabbimiz! Bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma!"
derler. Yüksek sur üstündekiler, simalarından tanıdıkları birtakım inkârcı adamlara
şöyle seslenirler: "(Sadece dünya için) topladığınız mal da mülk de
büyüklük taslamanız da size burada bir fayda sağlamadı.” (Onların bu kınayıcı
sözleri üzerine cehennemlikler onların asla cennete giremeyeceğine yemin ettiler.
Bunun üzerine görevli melekler) “Allah’ın, asla merhamet etmeyeceğine yemin
ettiğiniz kimseler bunlar mı?" (diye inkârcıları azarlarlar ve yüksek sur
üstündekilere doğru dönüp şöyle derler:) "Haydi girin cennete; bundan
sonra artık size ne korku ne üzüntü var."
Yorumum
Değerlendirmesi
Bu yorumu
benimseyenler cennete en son girecek topluluğun niçin böyle yüksek bir yerde
bekletildiklerine dair tam bir izah getirmiyorlar. Hâlbuki beklenilen yer ile
topluluk arasında nitelik uyumsuzluğu söz konusu. Bazı gerekçeleri var, var
olmasına da, Fahreddîn Razî ileri sürülen bu gerekçeleri zayıf bulmakta. Bu
görüşte olanların güç aldığı yer İbn Abbas ve İbn Mes’ud gibi seçkin
sahabîlerin bu yorumu destekleyen beyanları. Ancak İbn Abbas’ın en önemli
öğrencilerinden olan Hasan Basrî’nin bu yoruma muhalefet etmesi ve İmam Azam
Ebu Hanife kanalıyla İbn Mes’ud ekolüne bağlı olan İmam Mâtürîdî’nin farklı
tercihte bulunması, bu görüşü zayıflatmakta. Bunu zayıflatan bir başka önemli
gerekçe ise, bulunulan yerin yüksek, orada bulunanların vasıflarının nispeten
düşük olması. Nitekim Hasan Basrî bu görüşü dillendirip soru soran bir
kişiye ellerini dizlerine vurarak tepki göstermiş ve Araftakilerin müminlerle kâfirleri
ayırt etme bilgisine sahip seçkin kimseler olduğunu söylemiş. Müfessir
Safedî’nin itirazı daha başka. Ona göre Kur’an’da şirk/küfür dışındaki bütün
günahların bağışlanacağı açıkça bildirilmiş. Yüce Allah engin rahmetiyle sevap
ve günahları eşit kişileri zaten bağışlayacak. Onların böyle bir mekânda
bekletilmesi pek anlamlı görünmüyor.
Bu yorumun
açılım getiren olumlu tarafı, günahları ağır gelmediği sürece Yüce Allah’ın
rahmetinin bütün müminleri kuşatacağını ifade etmesi. Onların yanında müşrik ve
kafir çocukları da bu rahmetin tecellisinden nasiplerini alacaklar. Anne-babaya
asi olmak ve onlara eziyet etmenin günahı adeta şehitlik sevabını dengeleyecek
ölçüde. Böylesi dengeli durumda onlara da rahmetin tecellisi olacak. Bu da
şehitliğin ne büyük bir nimet, anne-babaya eziyet etmenin de ne kadar büyük
günah olduğunu gösteriyor. Ancak inkâr, şirk, Allah’ı tanımama ve mümin olmakla
birlikte günahların ağır gelmesi durumunda adalet devreye girecek. Rahmetin
tecellisinin sınırı eşitlik durumuna kadar. Ondan sonrası adalete kalmış.
Allah’ın adaleti tam gerçekleşir, hiçbir mazlumun ahı yerde kalmaz. Şefaat bile
adalet gerçekleştikten sonra ancak işlerlik kazanır. Bu bağlamda İmam Mâtürîdî,
şefaat adalete engel değildir der. Nitekim Ehl-i Sünnet anlayışına göre
günahları ağır gelenler adalet gereği cezalarını çektikten sonra cennete
intikal edeler ve rahmet şemsiyesi altına girerler.
İKİNCİ YORUM
İkinci yorum sahipleri
Arafın yüksek yer anlamından yola çıkarak burada bulunanların da bu
niteliğe uygun kişilerden oluşmasının daha isabetli olacağını düşünüyorlar.
Yani mekânla mekan sahibinin niteliklerinin uyumlu olması. Öyleyse burada
bulananlar Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş, Hak yanında itibarlı, temyiz
kabiliyeti verilmiş ve şâhitlik vasfına haiz kılınmış kimseler.
Başta Hasan
Basrî olmak üzere İmam Mâtürîdî, Fahreddin Razî, Safedî ve bir ölçüde Beydâvî bu
görüşü destekliyor. Ancak bunların kimlikleri konusunda farklı düşünüyorlar. İhtilaf,
Araftakilerin melekler, peygamberler veya şâhitler olmaları hususunda.
Ancak peygamber veya melek olmaları şâhit olmalarına engel değil. Dolayısıyla
oradakilerin şâhitler olduklarını söyleyenler melekler veya peygamberler
denilmesine itiraz etmiyorlar. Görünen o ki, bu yorum taraftarları da genel
bilgilerde mutabık olmakla birlikte bazı ayrıntılarda ayrışıyorlar.
Araftakilerin
peygamberler olması görüşünü daha uygun bulan İmam Mâtürîdî bunu destekleme
sadedinde “Biz her ümmetten kendilerine bir şâhit ve seni de onların hepsine
şâhit olarak getirdiğimizde halleri nice olur?” (Nisâ 4/41) ayetini delil
getirir. Ona göre ayetteki şâhitler peygamberlerden başkası değil, Araftakiler ise
orada şâhit olarak bulunan peygamberler. Çünkü onlar, gönderildikleri
ümmetlerinden hem inananları hem de kâfirleri tanımaktalar. Dolayısıyla şâhitlik
vasfı tam da bunlara uygun.
Araftakilerin
melekler olduğunu söyleyenler de var. Onların en büyük zorluğu Araf ehlinin erkekler
diye tanımlanmış olması. Bu zorluğu aşmak için iki çözüm sunuyorlar: Birincisi
meleklerin cinsiyeti olmadığı için mecazen onlara erkek denilebileceği.
İkincisi ise, onların erkek suretinde melekler olabilecekleri. Bu meleklerin de
insanların sevap ve günahlarını yazan, dünyada onları tanıyan kirâmen katibîn
yani yazıcı melekler olması kuvvetle muhtemel. Bir önceki ayette “cennetliklerle
cehennemlikler arasında duran nidacının (müezzin)” melek olarak nitelenmesi
de bu yorumu desteklemekte. Muhtemeldir ki o nidacı melek de bu
Araftakilerden biri olmalı. Öte yandan Araftakilerin cennetlikleri selamlaması
ile Nahl: 24 ve Ra’d: 32 ayetlerinde cennete gireceklerin meleklerden
tarafından selamlanması birlikte düşünüldüğünde buradaki selamlayanların melekler
olması yorumu ağırlık kazanıyor.
Melekler veya peygamberler
kabul edilmesi yorumuna göre Araftakiler, cennetle cehennemin ortasında,
müminlerle kâfirlerin ayrım noktasına yüksek bir yerde duracaklar, dünyadayken tanıyıp
bildikleri bütün bu insanlara yüksek sur üzerinden şâhitlik edecekler. Bu
kişilerin bir başka özelliği ise cennetliklere ve cehennemliklere hitap etme ve
komut verme yetkisiyle donatılmış olmaları. Bu son iki vasıf onların ya melekler
ya da peygamberler olmalarını gerekli kılıyor. Bunu destekleyen bir başka görüş
ise ahirette cennet ve cehennem dışında insanların bulunacağı üçüncü bir mekan
yok. Öyleyse Araf aslında cennete dâhil bir yer ve orada bulunanlar da cennete
diğer insanlardan önceden girmiş bulunan peygamberler veya orada bulunan melekler.
Bu yoruma göre
ayetlerin meali
“Cennetlikler
ve cehennemlikler arasında perde misali yüksek bir sur bulunmakta. Bu yüksek
surun (Araf) üzerinde herkesi simalarından tanıyan adamlar var. Bunlar, henüz
cennete girmedikleri halde girme umudu ve arzusu taşıyan cennet ehline,
"Selâm üzerinize olsun!" diye seslenirler. Cennetliklerin
gözleri cehennemlikler tarafına çevrilince, "Ey rabbimiz! Bizi zalimler
topluluğu ile beraber bulundurma!" derler. Yüksek surun üstündekiler,
simalarından tanıdıkları birtakım inkarcı kişilere şöyle seslenirler: "(Gördünüz
değil mi? Sadece dünya için) topladığınız ne mal-mülk ne de büyüklük taslamanız
size bir fayda sağladı. (Cennetlikleri işaret ederek sözlerine şöyle devam ederler):
“Dünyadayken Allah’ın, asla merhamet etmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler
bunlar mıydı?" (Sonra o cennetliklere dönüp) "Girin cennete; bundan
sonra artık size ne korku ne üzüntü var."
KUR’AN’IN ANLAM
VE YORUM ZENGİNLİĞİ
Kur’an’da
Araftakiler yani yüksek sur üstünde bulunanlar böyle anlatılmış. Ayetlerin
cümle dizgisi, hitaplar, konuşmalar ve farklı okumalara imkân veren kavramsal
yapılar, birden fazla yorumun meydana gelmesine kapı açmış görünmekte. Böyle
olması, bir anlam bulanıklığı ve okuma karmaşasına yol açmaz. Aksine, dil ve
anlam zenginliği sağlar. Bu zenginlik dikkate alınırsa her yorumun yeni bir
açılım getirdiği görülür. O yüzden her bir yorum çok değerli.
Bu gerçek, Kur’an’ı
tek anlama indirgeyen tercümelerin sığlığını ve yetersizliğini gösterir. O
yüzden “Meal Kur’an değildir, Kur’an’ın muhtemel yorumlarından biridir”
denilmiş. O da, ehliyetli kimsenin elinden çıktıysa ve de doğru yapıldıysa tabi
ki. Hatta Kur’an’ın tercümesinin imkânsızlığını savunanlar bile çıkmış.
İmkânsızlığını abartılı bulsak bile Araftakileri anlatan ayetlerin yorumu, bu yargıların
ne kadar haklı olduğunu gözler önüne sermekte. Öyleyse tek bir tercümeyle
Kur’an’ı ifade etmek oldukça zor. Bu yönüyle Araf ayetleri, Kur’an’ın anlam ve
okuma zenginliğine somut ve çarpıcı bir örnek teşkil etmekte.
HABERİN DEVAMI:
SON GÖRÜŞME
Bu ayetlerde,
yeniden diriliş sonrası hesap-kitap işinin bitmesinin akabinde cennetlik ve
cehennemliklerin son halleri anlatılmakta. Yüce Allah, gelecekten haber
vermekte. Bu yönüyle haberî bir mucize. Peki, kime, niçin ve neredekine haber
vermekte? Cevap: Sana, bana, ötekine… yani bu dünyadaki herkese. Bu dünyada
gözümüzü açalım da öteki dünyada kaçacak delik aramayalım diye…
Şöyle bir
gözünü yum ve düşün! Yeniden diriliş sonrası, arasatta toplanılmış, hesaplar
görülmüş, herkesin yeri belli olmuş. Cennet ve cehennemin tam ortasında insanların
dünyadaki hallerini bilen nebiler ve yazıcı melekler son bir şâhitlik etmek
üzere yüksek bir yerde bulunduruluyorlar. Artık kazanan neyi kazandığını ve
kaybeden neyi kaybettiğini bilecek. Sadece dünya için toplanan mal, mülk ve
şöhretin burada hiçbir değerinin olmadığı açık. Başkasını küçük görmenin ve
kendini dev aynasında seyretmenin hiçbir anlamının kalmadığı yer burası. İnkârcıların
dünyada ezdikleri, hakir gördükleri, “Allah’ınız nerede, görelim?” dedikleri
müminleri Yüce Allah yüksek bir surun üzerine dizdiği peygamberler ve melekler vasıtasıyla
selam ve sevgiyle karşılayacak.
Kâfirlere ise,
yine Araftakiler vasıtasıyla dünya halleri son bir kez hatırlatılacak. Burada adalet
gereği çarptırıldıkları cezanın aslında dünyadaki yapıp ettiklerinin karşılığı
olduğu onlara tek tek anlatılacak.
Peygamberlerin
getirip açıkladıkları ilme’l-yakîn yani kesin haber kesin bilgisi,
burada ayne’l-yakîn gerçekleşecek, göz görecek ve gönül tatmin olacak.
Biraz sonra her topluluk layık olduğu yere gidecek. Orada hakka’l-yakîn
bir gerçekleşme olacak. Herkes ruh ve bedeniyle gerçeği iliklerine kadar hissedecek.
Yüce Allah’ın adaleti gereği cehenneme
girenler "Suyunuzdan veya Allah’ın size verdiği rızıktan biraz da bize
verin!" diye son bir kez
yalvarır vaziyette müminlerden yardım isteyecekler. Müminlerin cevabı ise "Allah
bunları kâfirlere haram kıldı" olacak. (A’raf 7/50) Nasıl
versinler ki? Bu nimetler onların değil ki, Allah’ın. Kime verileceğine de O
karar verir ancak. Nimetler dünyada da onların değildi. Hepsi Allah’ındı ve mümin-kâfir
ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara bahşedilmişti. Kâfirler, dünyada bunun
kıymetini ve karşılığında küçük bir teşekkür etmeyi bilmediler hatta bilmek
istemediler. Har vurup harman savurdular. Bu yüzden de hepsinin yegâne sahibi olan
Yüce Allah o nimetleri onlara öte dünyada haram kıldı. ”Onlara şöyle denilecek:
“İşte bu duruma gelmeniz, kendi ellerinizle yapıp ettikleriniz yüzündendir.
Yüce Allah kullarına asla zulmedici değildir. Çünkü O, bir topluluğa
verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe asla değiştirmez. Zira Allah
her şeyi en ince detayına kadar gören ve işitendir.” (Enfal 8/51-52)
“O kâfirler ki, dünya hayatı onları aldattı. Bu yüzden dinlerini bir eğlence
ve oyun haline getirdiler; bu günlerle karşılaşacaklarını ve başlarına bunların
geleceğini hiç düşünmediler, akıllarına geldikçe de unutmayı yeğlediler, hatta âyetlerimizi
bile bile inkâr ettiler. Biz de bugün
onları işte böyle unuturuz.” (A’raf 7/51)
Aslında dünya
hayatında onlara bu bilgi verilmiş, peygamberler ve kitaplar yoluyla
duyurulmuştu. Dinleyen kazandı, dinlemeyen kaybetti. Bakmayın siz insanların farklı
biçimlerde ve renklerde olduğuna. Aslında değer bakımından dünyada bir iyiler
bir de kötüler var. Ancak iyilerin ve kötülerin de farklı tonları ve dereceleri
söz konusu. Öbür dünyada bu farklı tonlar ve dereceler karşılıklarını tam
olarak görecek. Allah’ın adaleti kıldan ince kılıçtan keskin. Orada kimseye
zerre kadar zulüm olmayacak. Şu kadar var ki iyilere yönelik pozitif ayrımcılık
olacak. İyilikle kötülüğün farkı apaçık ortaya çıkacak.
Cennet, işte bu
iyilerin toplandığı, Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği mekân.
Cehennem ise hassas ve eksiksiz adaletin gerçekleştiği yer.
Hz. Ömer veba salgını
bulunan bir şehre girmeyince, “Ey müminlerin emiri Allah’ın kaderinden mi
kaçıyorsun?” demişler. O da cevaben “Allah’ın bir kaderinden öteki
kaderine kaçıyorum” demiş. Dilerseniz Hz. Ömer’in bu sözünü siz “Allah’ın
adaletinden rahmetine kaçıyorum” diye de okuyabilirsiniz. Yorum takdiri
size ait!
Ey Rabbimiz!
Bize hem dünyada hem de ahirette güzellikler ver. Bizlere rahmetinle muamelede
bulun ve cehennem azabından koru. Sen merhametlilerin en merhametlisin ey
Rabbimiz!
Meraklısına
Matüridî, Te’vilâtü’l-Kur’ân,
nşr. Bekir Topaloğlu-Ertuğrul Boynukalın, İstanbul 2006, Mizan Yayınları, V, 354-362.
Ebü’l-Leys, Tefsîru’s-Semerkandî,
Beyrut 1427/2006, I, 542-545.
Zemahşerî, el-Keşşâf,
nşr. Muhammed Said Muhammed, Kahire ts. Daru’t-Tevfikiyye, I, 118-120.
Farheddin er-Razî,
et-Tefsîru’l-Kebîr, İhyau’t-Turasi’l-Arabî, XIV, 86-93.
Beydavî, Envarü’t-tenzîl
ve esrarü’t-te’vîl, nşr. Nasurüddin Ebu Said, Beyrut 2001, I, 340-342.
Safedî, Keşfü’l-esrâr
ve hetkü’l-estâr, nşr. Bahattin Dartma, İstanbul 2019, II, 188-189.
3 Şevval 1441 /
26 Mayıs 2020
0 yorum:
Yorum Gönder