18 Haziran 2020 Perşembe

Bence Böyle


Prof. Dr. Adnan Demircan
Yargılarımızın genellikle sınırlı bilgiye, hatta bilgisizliğe dayandığını zaman zaman söylüyorum.
Evet, tabiatımız gereği sürekli yargıda bulunuruz. Bazen isabet etsek de çoğu zaman yanılırız, ancak bunu yapmaya devam ederiz. Bu özelliğimiz, yanıltılmamıza ve kandırılmamıza da yol açar. Yine de bundan vazgeçmeyiz.
Elbette kimsenin yargılarını değiştirebilecek bir mekanizma yok. Anlatırsınız, söylersiniz, nasihat edersiniz. Muhatabınız kabul ya da reddeder. Bazen reddeder gibi görünür, ancak süreç içinde kabul eder. Kimsenin elinde mutlak bir endaze yok. Şimdi birileri Allah’ın kitabı ve sünnet var diyebilir, ancak onları anlamamız ve yorumlamamız da bizim kanaatimize ve yargımıza emanet. Böyle olmasaydı tefsir kitaplarında, hadis şerhlerinde ve fakihlerin görüşleri arasında bu kadar farklılık olmazdı.

Kanunlar bizim yargılarımızla çelişse de sosyal düzenin devamı iddiasıyla yürürlükte oldukları sürece onlara uymak zorundayız. Uymadığımız zaman ise bizi gayrimeşru olan eder ve sonuçlarına katlanırız.
Din konusunda da her birimizin inançları ve yargıları var. İnananların da, inanmayanların da…
Ortak bazı noktalar olsa da muhtemelen herkes birbirinden farklı inanç ve kanaatlere sahip… Bireysel kaldığı sürece bunun bir zararı yok. Tabii zararlı olmaması yanlışı doğru yapmaz. Yanlış yanlıştır. Ama bize göre yanlış olan başkasının inanç ve kanaatleri için gerilecek değiliz.
Kişisel kanaat ve yargılarımızı mutlak doğru olarak kabul edebiliriz. Bu da kimseyi ilgilendirmez. Kabullerimizi başkasına anlatabiliriz, yayılmalarını sağlayabiliriz. Kolektif aklın kabul edebileceği meşru yollarla olduğu sürece bir mahzuru yok. Tabii kanuna da aykırı olmaması kanaat sahibinin lehine… Aksi takdirde suç olarak tanımlanan eylemin ceremesini çekmek zorunda…
Kişisel kanaat ve yargılar yaygınlaşıp meşruiyet ortamı bulduğunda, prosedür veya tarihi gerçeklikler çerçevesinde kanun da olabilir. Yani kendisini dayatabilir. Her kanuna herkes katılmaz, ama herkes uymakla mükellef tutulur. Bunlar konumuzun dışındadır.
Sorun, kişinin kabullerini başkalarına zorla kabul ettirmesi… Fikirlerini dayatması ve kabul etmeyenleri dışlaması, hatta hayat hakkı tanımaması…
Burada çelişen iki durum var. İnanç ve kanaatlerin özgünlüğü ve bireyin özgürlüğü ile görüşlerini başkasına dayatması… Aslında ortaya çıkan sorunu güç çözüyor. Yani güçlü olan haklı oluyor, ya da gücü arkasına alan hakkını koruyor. Ancak yine de kimsenin iç dünyasındaki kanaat ve inancını değiştiremiyor. Hiçbir kanun, kural ve gelenek bireyin neye nasıl inanacağına karar veremez.
Buraya kadar yazdıklarımız çerçevesinde dini konularda insanların inanç ve kanaatlerinin öznel olması anlaşılabilir bir durum… Haddi zatında olması gereken de bu… Dolayısıyla herkesin inancı ve kanaatleri kendisine… Bu, bir bakıma karmaşa da getiriyor. Özellikle kanaatlerini besleyebileceği kanalları artan günümüz insanı, hemen her konuda kanaat ve yargılarını ifade edebiliyor. Din konusunda kimseye danışmak, kimsenin içtihadına uymak zorunda hissetmeyebiliyor kendisini… Fiilen böyle bir durum var… Tarihi gelişmelere bakarsak bunun sağlıklı bir gidişat olduğunu söylemek pek mümkün değil.
İnanç ve yargılar bilgiyle beslenirse sağlıklı bir gelişme gösterirler. Bunun için tarih, kavram, metodoloji bilgisi gibi temel konularda derinleşme gerekiyor.
Derinleşme konusunda bir tekel yok, ama emek olmadan da bunlar gerçekleşmiyor.
Hasbelkader İlahiyat’ın kıyısından köşesinden geçmiş biri olarak bunları söylediğimizde din konusunda söz sahibi olma hususunda tekelcilikle itham edilebiliyoruz.
Doğrusu bu eleştirilere katılmak mümkün değil…
Öncelikle dinin beşer bağlamında tapusu herhangi bir kişide değil… Kimsenin babasından kalmış malı olmadığı açık… Erken gelenin geç gelene, erken doğanın sonradan doğana, bir üstünlüğü yok. Farklı sosyal mensubiyetler, cinsiyet, etnik köken kimseyi daha çok din sahibi yapmıyor. Çünkü hiçbirisinin tapulu malı değil… Herkes din konusunda derinleşebilir, söz sahibi olabilir. Herkesin dilediğine istediği şekilde inanma hakkı var. Bunda sorun yok.
Görüş ve kanaatlerin derinliği ve mahiyeti de bir yere kadar kimseyi ilgilendirmiyor. Tabii insanın kendi dünyasında kaldığı sürece… Ancak bunlar ifade edildiğinde, hatta saldırgan bir tutumla başkalarına dayatıldığında, bunları kabul etmeyenler din dairesinin dışına çıkarıldığında iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Peki, öznel olan kanaat ve inanç konusunda nesnel bir alan yok mu?
Eğer metotlu bir yaklaşımla sağlıklı bir tarih bilgisi olursa tabii ki insanlar ortak bir dil ve zemin yakalayabilirler. Bu sebeple okumak, hüküm çıkarmayı bilmek, neyin ne ifade ettiği hususunda kültürel arka plana vakıf olmak önem arz ediyor.
Doğrusunu isterseniz bu hususta din eğitimi alan insanlar dahi anlaşamayabiliyor.
Birkaç yıl önce uçuk bir görüşü savunan ilahiyat mezunu birisine söylediklerinin tarihi ve metodolojik temellerinin olmadığını, kavramları sağlıklı bir şekilde kullanmadığını söyleyince, “Ben böyle düşünüyorum” deyip kestirip atmıştı.
 “Ben böyle düşünüyorum, bence böyle” ifadesi nesnel dini yargı olamaz.
Nesnel bir zemine taşıyacaksak o zaman ortak dil ve kabul edilebilir bir metodolojik yaklaşım elzem…
O zaman sence olan bizce tartışılmayı hak eder.
Bence böyle…



1 yorum:

  1. Kendi düşüncesini(Doğru olsa da) zorla kabul ettirme ve ya empoze çabası...Farklılıkların içselleştirilmesini engelleyen önemli faktörlerdendir...

    YanıtlaSil

Yazarlar