Prof. Dr. Adnan Demircan
Yargılarımızın genellikle sınırlı bilgiye, hatta bilgisizliğe
dayandığını zaman zaman söylüyorum.
Evet, tabiatımız gereği sürekli yargıda bulunuruz. Bazen
isabet etsek de çoğu zaman yanılırız, ancak bunu yapmaya devam ederiz. Bu
özelliğimiz, yanıltılmamıza ve kandırılmamıza da yol açar. Yine de bundan
vazgeçmeyiz.
Elbette kimsenin yargılarını değiştirebilecek bir mekanizma
yok. Anlatırsınız, söylersiniz, nasihat edersiniz. Muhatabınız kabul ya da
reddeder. Bazen reddeder gibi görünür, ancak süreç içinde kabul eder. Kimsenin
elinde mutlak bir endaze yok. Şimdi birileri Allah’ın kitabı ve sünnet var
diyebilir, ancak onları anlamamız ve yorumlamamız da bizim kanaatimize ve
yargımıza emanet. Böyle olmasaydı tefsir kitaplarında, hadis şerhlerinde ve
fakihlerin görüşleri arasında bu kadar farklılık olmazdı.
Kanunlar bizim yargılarımızla çelişse de sosyal düzenin
devamı iddiasıyla yürürlükte oldukları sürece onlara uymak zorundayız.
Uymadığımız zaman ise bizi gayrimeşru olan eder ve sonuçlarına katlanırız.
Din konusunda da her birimizin inançları ve yargıları var.
İnananların da, inanmayanların da…
Ortak bazı noktalar olsa da muhtemelen herkes birbirinden farklı
inanç ve kanaatlere sahip… Bireysel kaldığı sürece bunun bir zararı yok. Tabii
zararlı olmaması yanlışı doğru yapmaz. Yanlış yanlıştır. Ama bize göre yanlış
olan başkasının inanç ve kanaatleri için gerilecek değiliz.
Kişisel kanaat ve yargılarımızı mutlak doğru olarak kabul
edebiliriz. Bu da kimseyi ilgilendirmez. Kabullerimizi başkasına anlatabiliriz,
yayılmalarını sağlayabiliriz. Kolektif aklın kabul edebileceği meşru yollarla
olduğu sürece bir mahzuru yok. Tabii kanuna da aykırı olmaması kanaat sahibinin
lehine… Aksi takdirde suç olarak tanımlanan eylemin ceremesini çekmek zorunda…
Kişisel kanaat ve yargılar yaygınlaşıp meşruiyet ortamı
bulduğunda, prosedür veya tarihi gerçeklikler çerçevesinde kanun da olabilir.
Yani kendisini dayatabilir. Her kanuna herkes katılmaz, ama herkes uymakla
mükellef tutulur. Bunlar konumuzun dışındadır.
Sorun, kişinin kabullerini başkalarına zorla kabul ettirmesi…
Fikirlerini dayatması ve kabul etmeyenleri dışlaması, hatta hayat hakkı
tanımaması…
Burada çelişen iki durum var. İnanç ve kanaatlerin özgünlüğü
ve bireyin özgürlüğü ile görüşlerini başkasına dayatması… Aslında ortaya çıkan
sorunu güç çözüyor. Yani güçlü olan haklı oluyor, ya da gücü arkasına alan
hakkını koruyor. Ancak yine de kimsenin iç dünyasındaki kanaat ve inancını
değiştiremiyor. Hiçbir kanun, kural ve gelenek bireyin neye nasıl inanacağına
karar veremez.
Buraya kadar yazdıklarımız çerçevesinde dini konularda
insanların inanç ve kanaatlerinin öznel olması anlaşılabilir bir durum… Haddi
zatında olması gereken de bu… Dolayısıyla herkesin inancı ve kanaatleri
kendisine… Bu, bir bakıma karmaşa da getiriyor. Özellikle kanaatlerini
besleyebileceği kanalları artan günümüz insanı, hemen her konuda kanaat ve
yargılarını ifade edebiliyor. Din konusunda kimseye danışmak, kimsenin
içtihadına uymak zorunda hissetmeyebiliyor kendisini… Fiilen böyle bir durum
var… Tarihi gelişmelere bakarsak bunun sağlıklı bir gidişat olduğunu söylemek pek
mümkün değil.
İnanç ve yargılar bilgiyle beslenirse sağlıklı bir gelişme gösterirler.
Bunun için tarih, kavram, metodoloji bilgisi gibi temel konularda derinleşme
gerekiyor.
Derinleşme konusunda bir tekel yok, ama emek olmadan da
bunlar gerçekleşmiyor.
Hasbelkader İlahiyat’ın kıyısından köşesinden geçmiş biri
olarak bunları söylediğimizde din konusunda söz sahibi olma hususunda
tekelcilikle itham edilebiliyoruz.
Doğrusu bu eleştirilere katılmak mümkün değil…
Öncelikle dinin beşer bağlamında tapusu herhangi bir kişide
değil… Kimsenin babasından kalmış malı olmadığı açık… Erken gelenin geç gelene,
erken doğanın sonradan doğana, bir üstünlüğü yok. Farklı sosyal mensubiyetler,
cinsiyet, etnik köken kimseyi daha çok din sahibi yapmıyor. Çünkü hiçbirisinin
tapulu malı değil… Herkes din konusunda derinleşebilir, söz sahibi olabilir.
Herkesin dilediğine istediği şekilde inanma hakkı var. Bunda sorun yok.
Görüş ve kanaatlerin derinliği ve mahiyeti de bir yere kadar
kimseyi ilgilendirmiyor. Tabii insanın kendi dünyasında kaldığı sürece… Ancak
bunlar ifade edildiğinde, hatta saldırgan bir tutumla başkalarına
dayatıldığında, bunları kabul etmeyenler din dairesinin dışına çıkarıldığında
iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
Peki, öznel olan kanaat ve inanç konusunda nesnel bir alan
yok mu?
Eğer metotlu bir yaklaşımla sağlıklı bir tarih bilgisi olursa
tabii ki insanlar ortak bir dil ve zemin yakalayabilirler. Bu sebeple okumak,
hüküm çıkarmayı bilmek, neyin ne ifade ettiği hususunda kültürel arka plana
vakıf olmak önem arz ediyor.
Doğrusunu isterseniz bu hususta din eğitimi alan insanlar
dahi anlaşamayabiliyor.
Birkaç yıl önce uçuk bir görüşü savunan ilahiyat mezunu
birisine söylediklerinin tarihi ve metodolojik temellerinin olmadığını,
kavramları sağlıklı bir şekilde kullanmadığını söyleyince, “Ben böyle
düşünüyorum” deyip kestirip atmıştı.
“Ben böyle
düşünüyorum, bence böyle” ifadesi nesnel dini yargı olamaz.
Nesnel bir zemine taşıyacaksak o zaman ortak dil ve kabul
edilebilir bir metodolojik yaklaşım elzem…
O zaman sence olan bizce tartışılmayı hak eder.
Bence böyle…
Kendi düşüncesini(Doğru olsa da) zorla kabul ettirme ve ya empoze çabası...Farklılıkların içselleştirilmesini engelleyen önemli faktörlerdendir...
YanıtlaSil