15 Eylül 2017 Cuma

İslâm Ümmetinde Kaybolan Bir Değer “Kardeşlik”

Dr. Celal Emanet
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (Âl-i İmrân, 3/103.)

Ayetin genel olarak yansıttığı manayı herhalde anlamayacak hiçbir kardeşimiz yoktur. Evet, bizler Müslüman’ız Allah’ın bize emrettiği gibi Kur’ân’a sıkı sarılmamız ve İslâm, bizleri aynı dine mensup olan insanlarla kardeş yaptığı için, onların sorunlarına da ortak olarak çareler aramamız bizlerin vazifesi olmalıdır. İslâm’da asıl olan tevhîdî değerlerdir ve tevhîd inancının bir fonksiyonu da Ümmet birliğini gerçekleştirmektir. Böyle bir birlikteliğin sağlanmasında tüm Müslümanların manevî ve ahlâkî bir devrime ihtiyaçlarının olduğu da çok net bir şekilde gözükmektedir. Bu hususta Kur’an ve Sünnet’i her konuda hayatımıza yön verip rehberlik eden düsturlar olarak algılamak gereklidir. Çünkü şahsi hayatımızdaki sorunların ve tüm İslâm âleminin içinde bulunduğu sıkıntıların çaresi orada mevcuttur. Yeter ki bizler rehbere ulaşmayı ve danışmayı bilelim.
Kur’an’da ayrıntılı bir şekilde anlatılan, İncil ve hatta Tevrat’ta da mevcut olan Hz. Âdem’le İblis arasındaki mücadelenin şekli ve tarzı bu dinlere inanan pek çok kimse tarafından bilinmesine rağmen, Hz. Âdem’le cennette başlayan ve insanoğlunun kendisinin de içinde yaşadığı dünyada şeytana karşı vermesi gereken mücadeleyi yeterince algılayabilmiş değildir. Yani insan, Hz. Âdem ile iblis arasında vuku bulan hadiselerden yeterince ders çıkardığı söylenemez. İnsanlık öteden beri bunu, tarihin idrak edemediği bir döneminde vuku bulmuş bir hikâye olarak algılamıştır. Oysa olaylar, başka bir âlemde ve başka bir koordinat sisteminde cereyan etmiş olmasına rağmen aslında anlatılanlar bizim hikâyemizdir. Hayatımızın kısa ve özlü bir serüveni olarak kutsal kitaplarda geleceğin bir fotoğrafı bize sunulmaktadır. Tüm bu anlatılanlarda, insanlığın kader alanıyla ve başlarına gelebileceklerle ilgili bir profil sunulmaktadır.
Hz. Âdem ile iblis arasında başlayan bu mücadele ve çatışma ile beraber iki değer sistemi hak-batıl, hidayet ve dalalet ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun iradesine sunulan ve onun takip edeceği iki yol Sırat-ı Müstakim ve şeytanın yolu, bu yolları nasıl takip edebileceği hususunda da rehber olarak bir tarafta Allah Teâlâ, Peygamberler ve Mü’minler; diğer tarafta ise şeytan ve tağut, takip ettiği kimselere bağlı olarak nihayetinde varılacak iki hedef Cennet veya Cehennem vardır. İşte bundan dolayı insanoğlu için dünya hayatında temel olarak iki kimlikten birisi söz konusudur; İman edenler-İnkâr edenler. 
İnsanlığın başlangıcından bu yana bu iki yolun yolcuları arasındaki mücadele farklı şekillere bürünmüş olsa bile hiçbir zaman kesintiye uğramamış ve bundan sonra da devam edecektir. Îman edenler ümmet olmanın kıymetini anlayıp, onun gerekleri ne ise onları yerine getirdikleri zamanlarda yükselmişler ve insanlığın kurtuluş önderleri-öncüleri olmuşlardır. Ümmet olma ve buna bağlı olarak din kardeşlerinin sıkıntılarını ve dertlerini paylaşarak çözümler üretebilme yani onların dertleriyle dertlenme hassasiyeti kaybedildiğinde ise birlik-dirlik bozulmuş ve daha dünyadayken bile zelil duruma düşülmüştür.
Böyle bir kardeşlik en güzel şekilde Asr-ı Saadet döneminde yaşanmıştır. Mekke’den Medine’ye hicrette bunu çok açık bir şekilde görmekteyiz. Efendimiz (s.a.s.) kendi akrabalarının zulmünden ötürü Mekke’den Medine’ye göç eden muhacir Müslümanları, kendileri ile akraba olmayan Medine’nin yerli Müslümanları olan Ensar’ı birbirlerine vâris olabilecek bir hukukla (başlangıçta) bire bir kardeş kılmıştır. Ensar tüm malını mülkünü muhacir kardeşleriyle paylaşmıştır. Kur’ân’da onların bu davranışı açık bir şekilde övülür: “Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (el-Haşr, 59/9.) İnsanoğlunun dünyaya ve onun geçici nimetlerine olan aşırı bağlılığı göz önüne alındığında Ensar’ın her şeyini aralarında kan bağı bile olmayan insanlarla paylaşabilmesi, onlardaki imanın ne derece yüksek olduğunu göstermektedir.
Mü’minleri kardeş yapan bağ, Allah’ın gönderdiği değerleri içeren Kur’ân’dır. Kur’ân merkezli bir dayanışma, onları kardeş kılmış, her türlü ihtilafları onun hakemliğinde çözerek yeryüzünde adaleti tesis etmişler ve dağılıp parçalanmaktan kurtulmuşlardır. Kalpleri onun sayesinde birbirlerine ısınmış, aradaki soğukluk sıcak bir sevgiye dönüşmüş, böylelikle ateşe düşmekten, helak olmaktan kurtulmuşlardır. Ayrıca Efendimiz (s.a.s) de, kardeşlik kavramına her vesile ile vurgu yaparak mü’minler arasında kardeşlik duygusunu yerleştirmeye büyük özen göstermiştir. Böyle bir kardeşliğin ve dostluğun oluşmadığı toplumlar arasındaki tüm ilişkiler, yemin ve anlaşmalar bir çıkar ilişkisinden öteye geçmemektedir. Bu ahlâka sahip insanlar her fırsatta ahitlerini bozabilmekte ve karşı tarafta saydıkları kimselere kötülük etmek istemektedirler. Ayrıca onlar Müslümanlara karşı kalplerinde olan düşmanlığa rağmen dilleri ile Müslümanları hoşnut kılarak uyutmaya da çalışırlar.
Günümüzde bunun örnekleri pek çoktur. Hatırlanacağı gibi; Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Batı, Müslüman ülkelerle daha önce yapmış olduğu anlaşmaların neredeyse tümüne muhalif bir tavır almıştır. İşte Büyük Ortadoğu Projesi adıyla yapılmış olan yemin ve sözleşme tanımamazlığın en son ve canlı kanıtıdır. Afganistan ve Irak işgalinin Müslümanların lehine olduğuna tüm dünyayı ikna edebilmek için Amerika’nın takındığı demokrat, özgürlükçü, şirin tavırların ne kadar sahte olduğu gün ışığı gibi kendini göstermektedir. Avrupa Birliği konusunda Türkiye’ye uygulananlar ve Kuzey Kıbrıs’a uygulanan çifte standart, buralar için verilen sözlerin hiçbirinin yerine getirilmemiş olması, Müslümanların Batı’ya karşı uyanıp kendisine gelmesi için yeter de artar bile. Zaten içinde bulunduğumuz yüzyılda dünyanın siyasi, ekonomik ve kültürel dengelerine bakıldığında, bu dengelere yön veren birkaç ayrı uluslararası güç veya güç bloğu olduğu görülecektir. Bunlar; 
1) Amerika Birleşik Devletleri,
2) Avrupa Birliği,
3) Uzakdoğu Ülkeleri,
4) Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu üyeleri.
Dünyanın güç bloklarını oluşturan bu ülkeler arasında söz sahibi ve güçlü olan Amerika’dır. Diğer üç farklı güç bloğunda yer alan ülkeler ise, kimi zaman Amerika ile işbirliği yaparak, kimi zamansa farklı pozisyonlar alarak dünyadaki olayların gelişimine kendi çıkar ve prensipleri açısından yön vermeye çalışmaktadırlar. Bu farklı güçlerin varlığı, en son yaşanan Afganistan ve Irak krizinde açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ayrıca son zamanlarda İran’ın nükleer alanda yaptığı çalışmaları engellemek için çeşitli zeminlerde Amerika’nın müdahale yolları araması da onun ülkeler üzerinde ne gibi bir yaptırım gücü olduğunu göstermektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken çarpık durum vardır ki; o da dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturan Müslümanlar, güç bloğunu oluşturan ülkeler arasında yani tablonun içinde bulunmamaktadır. Ne yazık ki; Müslümanları temsil eden, onların inançlarını, dünya görüşlerini, menfaatlerini, taleplerini ifade eden, bunları uluslararası platformlarda savunan bir merkez yoktur. İslâm Konferansı Örgütü vardır, ama onun da fonksiyonları ve etkisi çok zayıftır. Bu konferans sadece Arap ülkelerini bir araya getirdiği için İslâm Dünyası'nı temsil edememekte ve arkasında İslâm Dünyası bulunmadığı için de yeterince etkili olamamaktadır. Bu nedenledir ki, Müslümanlar şu anda dünyanın şekillenmesinde olayları yönlendiren bir konumda değildirler. Müslümanlar için, diğer güçlerin aldıkları kararlar, ürettikleri stratejiler belirleyici olmaktadır. İslâm dünyasının bölgesel, etnik veya tarihsel kimliklere değil, sadece Müslüman kimliğine dayalı olan ve dolayısıyla yeryüzündeki tüm Müslüman topluluklara hitap eden bir birliğe ihtiyacı vardır. 
Geçtiğimiz iki yüzyılda Müslüman ülkelerin neden Batı karşısında geri düştüklerine bakıldığında, birbirini takip eden iki süreç göze çarpar. Bunların birisi, İslâm dünyasının askeri, bilimsel, kültürel ve ekonomik yönden Batı karşısında gerilemesi ve her bakımdan zayıflamasıdır. 19. yüzyıl bu durumun ortaya çıktığı devir olmuştur. Bunu izleyen süreç ise, Müslümanların birliğinin parçalanması, bağımsızlıklarını kaybetmeleri ve Batılı güçlerin yönetimi altına girmeleridir. Bu da Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile birlikte, 20. yüzyılın başında gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin asırlar boyunca İslâmî bir adalet, barış ve hoşgörüyle yönettiği topraklardaki Müslüman halklar, Batılı sömürgeci devletlerin egemenliğine girmiştir. Bu devletlerin kendi çıkarlarına uygun olarak yaptıkları düzenlemeler ve Ortadoğu'ya soktukları işgalci bir güç olan İsrail, halen bu bölgede büyük bir sorun olmaya devam etmektedir. 
Devletler bazında son iki yüz yıldır durum böyle iken, ya İslâm’ı fert olarak yaşaması gereken Müslümanların durumları nasıl devam etmektedir. Bu da bizlerin kendimize soracağı en önemli sorulardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira Müslümanca bir şahsiyet ve izzetle temsil edilemeyen İslâm’a başka şekiller verilerek, insanın heva ve hevesine uydurularak; konjonktürün belirlediği her ton ve desene göre renk verilerek bukalemunca tavırlarla kirletilmeye çalışılmıştır. Kendince başkalarına sempatik görünmek, onlar tarafından hoş görülmek, beğenilmek ve takdir edilmek adına, İslâm’dan olmadık tavizler verir konumlara düşüldü. Bazıları da bunun tam tersi konumda kendine bir yol çizerek insanları İslâm’a karşı nefret ettirir hale getirmişlerdir. Bunun en acı örneklerinden birisi, 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ve daha sonra da başka ülkelerde sivilleri yok etmeye yönelik hunharca saldırılar yüzünden bu işle alakası bile olmayan ve her platformda bu olayları kınayan masum Müslümanlar ne kadar sıkıntı çekmekteler hepimiz şahit olmaktayız. O bakımdan özellikle son zamanlarda Müslüman’ım diyenlerin İslâm’a verdikleri zararı hiçbir güç vermemiştir. İslâm, bu felsefelere sahip “Müslümanlarca” öylesine kirletilmek istenmektedir ki; kurtuluşun yolu olarak gösterilememekte, insanlar bu gibi kimselerin ahlâkına, hayatına ve düşünsel yapılarındaki tutarsızlıklara bakarak, onlardan merkebin aslandan kaçtıkları gibi kaçmaktadırlar. 
Bu duruma gelinmesinde tabi ki İslâm Dünyası’nın bir kısmındaki fakirlik, bilim ve teknik bakımdan geri kalmışlık ve hepsinden önemlisi Kur’ân ve Sünnet’i maksadına uygun anlayamamış olmanın cehaleti de söz konusudur. Bundan yararlanan birtakım kimseler, sözde İslâm adına İslâm dışı eylemler yaparak, dünyanın gözünde Müslümanları zan altında bırakmaktadırlar. İslâm ahlâkına karşı olan bazı çevreler de Müslümanların bu durumundan yararlanarak onlara karşı her türlü zulmü uygulamakta, daha büyük zulümleri de planlamaktadırlar. İslâm hayatın tümüne hâkim olan bir din olması gerektiği halde, hayatın tamamı yerine yalnızca bir parçası olmasına, devleti olmayan, siyasete karışmayan, haramlara ses çıkarmayan, günaha göz yuman, ekonomik, sosyal ve kültürel konularda her türlü kabule açık; dileyenin keyfî kararıyla dilediği şekilde uygulayabildiği, bidat ve hurafelerle dinin Allah’a ait olmaktan çıkarıldığı bir :İslâm” insanlara “İslâm” diye takdim edildiği takdirde, İslâm’ın önündeki en büyük engellerden biri de, bu gibi kimseler olmuş olmaz mı?
Toplumsal içerikli tüm bu sıkıntıları aşmanın yolu ise, ‘Allah’ın emrettiği şekilde kardeşler’ olmaktır. Ancak Müslümanların kardeş olması demek, aralarında ihtilaflar, husumetler meydana gelmeyecek anlamına da gelmemektedir. Dünyanın dört bir yanında şeytanın insanlar üzerindeki tesiri dikkate alındığında onun oyunlarına alet olabilme ihtimali her zaman var olmuştur. Önemli olan şeytanın oyunlarının hangi şartlarda ve nasıl minimum seviyeye çekileceği veya etkisiz hale getirileceği hususudur. İşte bu noktada Kur’ân ve Rasûlullah (s.a.s)’in tavsiyelerinin önemi bir kez daha anlaşılacaktır. Tüm Müslümanları birleştirecek ve onlara doğru yolu gösterecek bir İslâm Birliği’ne olan ihtiyaç her geçen gün kendisini daha fazla hissettirmektedir. Çünkü bugün ümmet olarak bizler her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliği muhtacız. Ayrıntılarda boğulup bütünü gözden kaçırmamalıyız. Sahip olmamız gereken birlik ve beraberlik için geçmişte olup bitenlerin sebep olduğu kin ve nefreti bir tarafa bırakıp Allah’ın emrettiği şekilde kardeşler olmalıyız. 


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar