Dr. Celal Emanet
“Allah'ın ipine hepiniz
sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini
hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını
uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine
siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete
erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (Âl-i İmrân, 3/103.)
Ayetin genel olarak
yansıttığı manayı herhalde anlamayacak hiçbir kardeşimiz yoktur. Evet, bizler
Müslüman’ız Allah’ın bize emrettiği gibi Kur’ân’a sıkı sarılmamız ve İslâm,
bizleri aynı dine mensup olan insanlarla kardeş yaptığı için, onların
sorunlarına da ortak olarak çareler aramamız bizlerin vazifesi olmalıdır.
İslâm’da asıl olan tevhîdî değerlerdir ve tevhîd inancının bir fonksiyonu da
Ümmet birliğini gerçekleştirmektir. Böyle bir birlikteliğin sağlanmasında tüm
Müslümanların manevî ve ahlâkî bir devrime ihtiyaçlarının olduğu da çok net bir
şekilde gözükmektedir. Bu hususta Kur’an ve Sünnet’i her konuda hayatımıza yön
verip rehberlik eden düsturlar olarak algılamak gereklidir. Çünkü şahsi
hayatımızdaki sorunların ve tüm İslâm âleminin içinde bulunduğu sıkıntıların
çaresi orada mevcuttur. Yeter ki bizler rehbere ulaşmayı ve danışmayı bilelim.
Kur’an’da ayrıntılı bir
şekilde anlatılan, İncil ve hatta Tevrat’ta da mevcut olan Hz. Âdem’le İblis
arasındaki mücadelenin şekli ve tarzı bu dinlere inanan pek çok kimse
tarafından bilinmesine rağmen, Hz. Âdem’le cennette başlayan ve insanoğlunun
kendisinin de içinde yaşadığı dünyada şeytana karşı vermesi gereken mücadeleyi
yeterince algılayabilmiş değildir. Yani insan, Hz. Âdem ile iblis arasında vuku
bulan hadiselerden yeterince ders çıkardığı söylenemez. İnsanlık öteden beri
bunu, tarihin idrak edemediği bir döneminde vuku bulmuş bir hikâye olarak
algılamıştır. Oysa olaylar, başka bir âlemde ve başka bir koordinat sisteminde
cereyan etmiş olmasına rağmen aslında anlatılanlar bizim hikâyemizdir.
Hayatımızın kısa ve özlü bir serüveni olarak kutsal kitaplarda geleceğin bir
fotoğrafı bize sunulmaktadır. Tüm bu anlatılanlarda, insanlığın kader alanıyla
ve başlarına gelebileceklerle ilgili bir profil sunulmaktadır.
Hz. Âdem ile iblis
arasında başlayan bu mücadele ve çatışma ile beraber iki değer sistemi
hak-batıl, hidayet ve dalalet ortaya çıkmıştır. İnsanoğlunun iradesine sunulan
ve onun takip edeceği iki yol Sırat-ı Müstakim ve şeytanın yolu, bu yolları
nasıl takip edebileceği hususunda da rehber olarak bir tarafta Allah Teâlâ,
Peygamberler ve Mü’minler; diğer tarafta ise şeytan ve tağut, takip ettiği
kimselere bağlı olarak nihayetinde varılacak iki hedef Cennet veya Cehennem
vardır. İşte bundan dolayı insanoğlu için dünya hayatında temel olarak iki
kimlikten birisi söz konusudur; İman edenler-İnkâr edenler.
İnsanlığın
başlangıcından bu yana bu iki yolun yolcuları arasındaki mücadele farklı
şekillere bürünmüş olsa bile hiçbir zaman kesintiye uğramamış ve bundan sonra
da devam edecektir. Îman edenler ümmet olmanın kıymetini anlayıp, onun
gerekleri ne ise onları yerine getirdikleri zamanlarda yükselmişler ve
insanlığın kurtuluş önderleri-öncüleri olmuşlardır. Ümmet olma ve buna bağlı
olarak din kardeşlerinin sıkıntılarını ve dertlerini paylaşarak çözümler
üretebilme yani onların dertleriyle dertlenme hassasiyeti kaybedildiğinde ise
birlik-dirlik bozulmuş ve daha dünyadayken bile zelil duruma düşülmüştür.
Böyle bir kardeşlik en
güzel şekilde Asr-ı Saadet döneminde yaşanmıştır. Mekke’den Medine’ye hicrette
bunu çok açık bir şekilde görmekteyiz. Efendimiz (s.a.s.) kendi akrabalarının
zulmünden ötürü Mekke’den Medine’ye göç eden muhacir Müslümanları, kendileri
ile akraba olmayan Medine’nin yerli Müslümanları olan Ensar’ı birbirlerine
vâris olabilecek bir hukukla (başlangıçta) bire bir kardeş kılmıştır. Ensar tüm
malını mülkünü muhacir kardeşleriyle paylaşmıştır. Kur’ân’da onların bu
davranışı açık bir şekilde övülür: “Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi)
hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, kendilerine hicret edenleri
severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu)
duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz
nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından'
korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (el-Haşr, 59/9.)
İnsanoğlunun dünyaya ve onun geçici nimetlerine olan aşırı bağlılığı göz önüne
alındığında Ensar’ın her şeyini aralarında kan bağı bile olmayan insanlarla
paylaşabilmesi, onlardaki imanın ne derece yüksek olduğunu göstermektedir.
Mü’minleri kardeş yapan
bağ, Allah’ın gönderdiği değerleri içeren Kur’ân’dır. Kur’ân merkezli bir
dayanışma, onları kardeş kılmış, her türlü ihtilafları onun hakemliğinde
çözerek yeryüzünde adaleti tesis etmişler ve dağılıp parçalanmaktan
kurtulmuşlardır. Kalpleri onun sayesinde birbirlerine ısınmış, aradaki soğukluk
sıcak bir sevgiye dönüşmüş, böylelikle ateşe düşmekten, helak olmaktan
kurtulmuşlardır. Ayrıca Efendimiz (s.a.s) de, kardeşlik kavramına her vesile
ile vurgu yaparak mü’minler arasında kardeşlik duygusunu yerleştirmeye büyük
özen göstermiştir. Böyle bir kardeşliğin ve dostluğun oluşmadığı toplumlar
arasındaki tüm ilişkiler, yemin ve anlaşmalar bir çıkar ilişkisinden öteye
geçmemektedir. Bu ahlâka sahip insanlar her fırsatta ahitlerini bozabilmekte ve
karşı tarafta saydıkları kimselere kötülük etmek istemektedirler. Ayrıca onlar
Müslümanlara karşı kalplerinde olan düşmanlığa rağmen dilleri ile Müslümanları
hoşnut kılarak uyutmaya da çalışırlar.
Günümüzde bunun
örnekleri pek çoktur. Hatırlanacağı gibi; Sovyetler Birliği’nin çöküşünden
sonra Batı, Müslüman ülkelerle daha önce yapmış olduğu anlaşmaların neredeyse
tümüne muhalif bir tavır almıştır. İşte Büyük Ortadoğu Projesi adıyla yapılmış
olan yemin ve sözleşme tanımamazlığın en son ve canlı kanıtıdır. Afganistan ve
Irak işgalinin Müslümanların lehine olduğuna tüm dünyayı ikna edebilmek için
Amerika’nın takındığı demokrat, özgürlükçü, şirin tavırların ne kadar sahte
olduğu gün ışığı gibi kendini göstermektedir. Avrupa Birliği konusunda
Türkiye’ye uygulananlar ve Kuzey Kıbrıs’a uygulanan çifte standart, buralar
için verilen sözlerin hiçbirinin yerine getirilmemiş olması, Müslümanların
Batı’ya karşı uyanıp kendisine gelmesi için yeter de artar bile. Zaten içinde
bulunduğumuz yüzyılda dünyanın siyasi, ekonomik ve kültürel dengelerine
bakıldığında, bu dengelere yön veren birkaç ayrı uluslararası güç veya güç
bloğu olduğu görülecektir. Bunlar;
1) Amerika Birleşik
Devletleri,
2) Avrupa Birliği,
3) Uzakdoğu Ülkeleri,
4) Rusya ve Bağımsız
Devletler Topluluğu üyeleri.
Dünyanın güç bloklarını
oluşturan bu ülkeler arasında söz sahibi ve güçlü olan Amerika’dır. Diğer üç
farklı güç bloğunda yer alan ülkeler ise, kimi zaman Amerika ile işbirliği
yaparak, kimi zamansa farklı pozisyonlar alarak dünyadaki olayların gelişimine
kendi çıkar ve prensipleri açısından yön vermeye çalışmaktadırlar. Bu farklı
güçlerin varlığı, en son yaşanan Afganistan ve Irak krizinde açık bir şekilde
ortaya çıkmıştır. Ayrıca son zamanlarda İran’ın nükleer alanda yaptığı
çalışmaları engellemek için çeşitli zeminlerde Amerika’nın müdahale yolları
araması da onun ülkeler üzerinde ne gibi bir yaptırım gücü olduğunu
göstermektedir. Burada dikkat çekilmesi gereken çarpık durum vardır ki; o da
dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturan Müslümanlar, güç bloğunu
oluşturan ülkeler arasında yani tablonun içinde bulunmamaktadır. Ne yazık ki;
Müslümanları temsil eden, onların inançlarını, dünya görüşlerini,
menfaatlerini, taleplerini ifade eden, bunları uluslararası platformlarda
savunan bir merkez yoktur. İslâm Konferansı Örgütü vardır, ama onun da
fonksiyonları ve etkisi çok zayıftır. Bu konferans sadece Arap ülkelerini bir
araya getirdiği için İslâm Dünyası'nı temsil edememekte ve arkasında İslâm
Dünyası bulunmadığı için de yeterince etkili olamamaktadır. Bu nedenledir ki,
Müslümanlar şu anda dünyanın şekillenmesinde olayları yönlendiren bir konumda
değildirler. Müslümanlar için, diğer güçlerin aldıkları kararlar, ürettikleri
stratejiler belirleyici olmaktadır. İslâm dünyasının bölgesel, etnik veya
tarihsel kimliklere değil, sadece Müslüman kimliğine dayalı olan ve dolayısıyla
yeryüzündeki tüm Müslüman topluluklara hitap eden bir birliğe ihtiyacı
vardır.
Geçtiğimiz iki yüzyılda
Müslüman ülkelerin neden Batı karşısında geri düştüklerine bakıldığında,
birbirini takip eden iki süreç göze çarpar. Bunların birisi, İslâm dünyasının
askeri, bilimsel, kültürel ve ekonomik yönden Batı karşısında gerilemesi ve her
bakımdan zayıflamasıdır. 19. yüzyıl bu durumun ortaya çıktığı devir olmuştur.
Bunu izleyen süreç ise, Müslümanların birliğinin parçalanması,
bağımsızlıklarını kaybetmeleri ve Batılı güçlerin yönetimi altına girmeleridir.
Bu da Osmanlı Devleti’nin parçalanması ile birlikte, 20. yüzyılın başında
gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin asırlar boyunca İslâmî bir adalet, barış
ve hoşgörüyle yönettiği topraklardaki Müslüman halklar, Batılı sömürgeci
devletlerin egemenliğine girmiştir. Bu devletlerin kendi çıkarlarına uygun
olarak yaptıkları düzenlemeler ve Ortadoğu'ya soktukları işgalci bir güç olan
İsrail, halen bu bölgede büyük bir sorun olmaya devam etmektedir.
Devletler bazında son
iki yüz yıldır durum böyle iken, ya İslâm’ı fert olarak yaşaması gereken
Müslümanların durumları nasıl devam etmektedir. Bu da bizlerin kendimize soracağı
en önemli sorulardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira Müslümanca bir
şahsiyet ve izzetle temsil edilemeyen İslâm’a başka şekiller verilerek, insanın
heva ve hevesine uydurularak; konjonktürün belirlediği her ton ve desene göre
renk verilerek bukalemunca tavırlarla kirletilmeye çalışılmıştır. Kendince
başkalarına sempatik görünmek, onlar tarafından hoş görülmek, beğenilmek ve
takdir edilmek adına, İslâm’dan olmadık tavizler verir konumlara düşüldü.
Bazıları da bunun tam tersi konumda kendine bir yol çizerek insanları İslâm’a
karşı nefret ettirir hale getirmişlerdir. Bunun en acı örneklerinden birisi, 11
Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ve daha sonra da başka ülkelerde
sivilleri yok etmeye yönelik hunharca saldırılar yüzünden bu işle alakası bile
olmayan ve her platformda bu olayları kınayan masum Müslümanlar ne kadar
sıkıntı çekmekteler hepimiz şahit olmaktayız. O bakımdan özellikle son
zamanlarda Müslüman’ım diyenlerin İslâm’a verdikleri zararı hiçbir güç
vermemiştir. İslâm, bu felsefelere sahip “Müslümanlarca” öylesine kirletilmek
istenmektedir ki; kurtuluşun yolu olarak gösterilememekte, insanlar bu gibi
kimselerin ahlâkına, hayatına ve düşünsel yapılarındaki tutarsızlıklara
bakarak, onlardan merkebin aslandan kaçtıkları gibi kaçmaktadırlar.
Bu duruma gelinmesinde
tabi ki İslâm Dünyası’nın bir kısmındaki fakirlik, bilim ve teknik bakımdan
geri kalmışlık ve hepsinden önemlisi Kur’ân ve Sünnet’i maksadına uygun
anlayamamış olmanın cehaleti de söz konusudur. Bundan yararlanan birtakım kimseler,
sözde İslâm adına İslâm dışı eylemler yaparak, dünyanın gözünde Müslümanları
zan altında bırakmaktadırlar. İslâm ahlâkına karşı olan bazı çevreler de
Müslümanların bu durumundan yararlanarak onlara karşı her türlü zulmü
uygulamakta, daha büyük zulümleri de planlamaktadırlar. İslâm hayatın tümüne
hâkim olan bir din olması gerektiği halde, hayatın tamamı yerine yalnızca bir
parçası olmasına, devleti olmayan, siyasete karışmayan, haramlara ses
çıkarmayan, günaha göz yuman, ekonomik, sosyal ve kültürel konularda her türlü
kabule açık; dileyenin keyfî kararıyla dilediği şekilde uygulayabildiği, bidat
ve hurafelerle dinin Allah’a ait olmaktan çıkarıldığı bir :İslâm” insanlara “İslâm”
diye takdim edildiği takdirde, İslâm’ın önündeki en büyük engellerden biri de,
bu gibi kimseler olmuş olmaz mı?
Toplumsal içerikli tüm
bu sıkıntıları aşmanın yolu ise, ‘Allah’ın emrettiği şekilde kardeşler’
olmaktır. Ancak Müslümanların kardeş olması demek, aralarında ihtilaflar,
husumetler meydana gelmeyecek anlamına da gelmemektedir. Dünyanın dört bir
yanında şeytanın insanlar üzerindeki tesiri dikkate alındığında onun oyunlarına
alet olabilme ihtimali her zaman var olmuştur. Önemli olan şeytanın oyunlarının
hangi şartlarda ve nasıl minimum seviyeye çekileceği veya etkisiz hale
getirileceği hususudur. İşte bu noktada Kur’ân ve Rasûlullah (s.a.s)’in
tavsiyelerinin önemi bir kez daha anlaşılacaktır. Tüm Müslümanları
birleştirecek ve onlara doğru yolu gösterecek bir İslâm Birliği’ne olan ihtiyaç
her geçen gün kendisini daha fazla hissettirmektedir. Çünkü bugün ümmet olarak
bizler her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliği muhtacız. Ayrıntılarda
boğulup bütünü gözden kaçırmamalıyız. Sahip olmamız gereken birlik ve
beraberlik için geçmişte olup bitenlerin sebep olduğu kin ve nefreti bir tarafa
bırakıp Allah’ın emrettiği şekilde kardeşler olmalıyız.
0 yorum:
Yorum Gönder