Allah’ın
yarattığı ve dünyadaki yaptıklarıyla sorumlu tuttuğu insanoğlu, Kur'ân'a göre
cüzî (sınırlı) bir iradeye sahiptir. İnsan bu sınırlı irade çerçevesinde kendi
hareketlerinin hâkimidir. Bundan dolayı kişi hareketlerinden ve sahip olduğu
yetenekleri iyi veya kötü yönde kullanmasından sorumludur. İnsan kendi arzu ve
isteklerine göre yapmış olduğu amellere göre içinde bulunduğu hayat
yolculuğunda ya yücelir ya da alçalır. İnsanoğlunun hiçbir hareketi zorunluluk
altında değildir. Yani hiçbir insan Cennetlik veya Cehennemlik olmak üzere
yaratılmamıştır. Bilakis her insanın amelleri, akıbeti hakkında etkileyicidir.
İşte İslâm'ın, Allah'ın mutlak hâkimiyeti ve insan iradesinin özgürlüğü
hakkındaki temel öğretileri bu merkezdedir.
İslâm’a
göre her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.[1]
Dolayısıyla doğan çocukların tümü temiz, müspet, doğru ve yüksek bir ahlâkî
karaktere sahip olarak dünyaya gelir. İnsanın dalalete düşmesi, özündeki güzel
ahlâklardan uzaklaşması nefsini terbiye edip etmemesine bağlıdır. Nefsin
tezkiye ve terbiye edilmesinde karşılaşılan en önemli engellerden birisi heva,
yani nefsin dünyaya ve geçici olan sevgilere karşı önerdiği sınırsız, sorumsuz
arzu ve isteklerdir. İnsan bu arzu ve isteklere uyarak doğru yoldan ayrılır,
sapıklığa düşer.
Heva;
vahyin zıttı ve sapıklığın ilk sebeplerindendir. Her insandaki heva farklı
olduğu için belirli bir ölçüsü yoktur. Bu açıdan kişinin kendi hevasına uyması
dalalet olduğu gibi, başkalarının hevasına uyması da dalalettir. Kur'ân'a göre
hevaya uymanın en uç noktası olup en çirkin ve affedilmez olanı insanın
nefsini, heva ve hevesini ilâh edinmesidir. Bu şu şekilde olabilir: İnsan
yaratılış itibariyle nefsini çok sever. Hatta denebilir ki, insan kendi nefsi
kadar hiçbir şeyi sevmez. Nefisperestlik, bir tür putperestlik gibidir. “Kendi
nefsinin arzusunu (hevasını) kendisine ilâh edineni gördün mü?”[2]
âyeti bunu ima eder. En güzel övgülerle övülmekten hoşlanan insan, nefsini
bütün ayıp ve kusurlardan uzak tutmak ister. Haklı olsun veya olmasın daima
kendisini müdafaa eder. Öyle ki, kendisinde Allah’a hamd ve şükür etmek için
yaratılan azaları bile nefsini övmek için kullanır.
İşte
hevasını ilâh edinerek bu ve benzeri tutumlara sahip olan insanoğlu, dini ve
onun getirdiği hakikatleri göz ardı ederek, “ben” düşüncesini hakikatin ölçüsü
yaparak kendisine göre modern ve aydın insan portresi ortaya koymaktadır.
Ayrıca o, son iki asırda dinden yoksun ve Batı kaynaklı bu “aydınlanma”
şekliyle ortaya konulan her kavrama, fikre, müesseseye, her türlü sanata ve
bilgiye kendi hevasının alametleri olan gurur, hırs, kin ve hükmetme gibi
zaaflarını da yükledi. Bu durumun tabii neticesi olarak modern insan, tüm
insanlığı yok edecek silâhları geliştirerek hem kendi neslini hem de gelecek
nesilleri olumsuz bir şekilde etkileyecek düzeyde yeryüzünü tahrip etmektedir.
İçerisinde
bulunduğumuz 21. yüzyıl insanının nefsanî hastalıklarından bir tanesi de
gururdur. Nefsini ilâh kabul edenlerin baş özelliği gurur ve kibirdir. Bu
hastalığın inanç alanında olanı, Allah'tan gelen ilâhî prensiplere teslim olma
yerine, inatla Allah'ın emirlerine isyan etme ve onları inkâr yoluna gitmedir.
Bunun neticesinde de kendini modern sınıfında değerlendiren insan, İslâm
dininin sunmuş olduğu güzellikleri küçümser hale gelmiştir. Modern insanın
gurur ve kibri, din dışı alanda Agnostisizm ve Ateizm olarak somutlaşarak
kendini gösterirken; dinî alanda da insana Tanrı adına hareket etme yetkisi
vermiş ve böylece modern insan bir taraftan din üzerinde reformlar yapmaya
yeltenirken, diğer taraftan Krişnacılık, Moonculuk, Bahaizm, Satanizm v.s. gibi
yüzlerce din icat etmiştir.
Nefs-i
emmârenin bir alameti olan kibir ve gurur, kişiyi ferdî planda dokunulmaz hale
getirmiş, yani o birey kendisini dinî, felsefî, sanatsal, sosyal hayatında ve
hatta cinsel tercihinde hür görerek haram-helal ayrımı yapmaksızın doğruluğuna
inandığı ve arzu ettiği her şeyi yapar olmuştur. Bunun sonucunda da hem bireyin
kendisi hem de toplumdaki maddi ve manevi dinamikler altüst olmuştur. İşte Batı
dünyası bu felsefeyle hareket ederek önce fizikî olarak yer kürenin kahır
ekseriyetini sömürge haline getirmiş ve sonra da ürettiği kavram ve
müesseseleri bütün dünyaya yayarak kültürel anlamda bütün dünyayı işgal
etmiştir.
Modern
insanın bir başka hasleti ve modernitenin en önemli var oluş ve gelişme
dinamiklerinden biri de hırstır. Her iyi ve değerlinin sadece kendisinde
bulunmasını isteyen Batı Dünyası’nın daha önceki medeniyetlere ait olan
eserleri dünyanın farklı coğrafyalarından toplayarak kendi müzelerinde teşhir
etmesi, kendi dünyevî refah ve mutlulukları için pek çok ülkeyi
sömürgeleştirmesi onun bencillik ve hırsının neticesidir. Bugün Batı'da
toplumsal yapılanmanın temel dinamiğini oluşturan kapitalizm, hırsın
müesseseleşmiş halidir. Hırsla hareket eden Batı medeniyeti, bir taraftan
yeryüzündeki doğal kaynakları tüketerek çevre problemine sebep olurken, diğer
taraftan küresel şirketler yoluyla siyasî iradeyi de etkileyerek devletlere
hâkim olup adil olmayan kapitalist düzenin devamını sağlamakta, zenginin daha
zengin ve fakirin de daha fakir hale gelmesine kaynaklık etmektedir. Batılı
devletlerin, uluslararası ilişkiler ve siyasette hâkim olan düzenin devamı için
insanlığa neye mal olacağını düşünmeden savaşları göze alması hırsın bir
tezahürüdür.
Hırs
duygusu günümüz insanının hayatını yönlendirmede en önemli sâiklerden
birisidir. Daha lüks araba, daha geniş ev ve daha çok maddi kazanç, dünyalık
makam ve mevkilerin peşinde koşan, bunları hayatının ana hedefi haline getiren
insan, Allah’a kulluğu, kendini ve insanlığını unutmakta ve türlü psikolojik
buhranlara maruz kalmaktadır. İnsanları tek tip olarak yetiştirmek isteyen modern
eğitim sistemi, hırs ve kıskançlığın, türlü yollarla herkesi takip ve kontrol
ederek gücü kimseyle paylaşmak istemeyen modern devlet yapılanmasının kurumsal
tezahürüdür.
Günümüz
insanını sevk ve idare eden önemli hasletlerden biri de şehvettir. Özellikle kadını
daha mutlu edeceği düşünülen cinsel serbestlik, aksine insanların daha mutsuz
olmasını sağlamıştır. Şehvet ve cinselliğin başta sinema olmak üzere, resim,
müzik, tiyatro ve bütün görsel sanatta hâkim unsur olması, gençlerin sanatsal
enerjilerini bu alanlarda kullanıp boş yere harcamalarına sebep olmuştur. Bütün
geleneksel din ve medeniyetlerde kontrol edilmesi gereken bir güç olarak
algılanan şehvet, modern Batı medeniyetinde üretkenliğin kaynağı olarak
görülmekte ve ahlâkla cinselliğin hiçbir ilgisi olmadığı iddia edilmektedir.
Özellikle Batı’da ve günümüz Türkiye’sinde üretimin mihverini oluşturan
cinsellik ve şehvet, insanların fert olarak duygusal yönden, toplum olarak ise
ahlâkî yönden çökmesine neden olmaktadır.
Nefs-i
emmârenin sıfatlarından olan gurur, kibir, hırs ve şehvetin tüm dünyada
insanlığı nasıl tesiri altına aldığını feraset sahibi her mü’min
görebilmektedir. Bu anlayışlar üzerine bina edilmiş olan modernitenin insanlığa
kurtuluş getirmeyeceği son zamanlarda dünyada gelişen hadiselerle kendini
açıkça göstermiştir. Bu sebeple insan, her zaman bu sıfatlara karşı uyanık
olmalı; devamlı murakabe ve muhasebe ile nefsini kontrol etmesini bilmelidir.
Zannediyorum bunun en kestirme yolu da mazhar olunan bütün iyiliklerin
Allah’tan geldiğini itiraf ve ilan etmektir. Yoksa bu gibi hastalıklar insanda
yerleşir ve bir daha da onları söküp atmak mümkün olmaz. Sahâbe Efendilerimiz
ve onların yolundan gidenlerde olduğu gibi, bizlerde de gurur ve kibir yerine
tevazu ve mahviyet, hırs yerine kanaat ve tevekkül, şehvet ve cinselliğin
yerine iffet ve hayâ olmalıdır. Toplumumuzun ve tüm dünyanın huzur ve mutluluğu
nefsânî ahlâklardan uzaklaşıp İslâm’ın ahlâkî prensipleriyle terbiye olmayla
mümkündür.
0 yorum:
Yorum Gönder