26 Eylül 2017 Salı

Vahdetten Yoksun İslam Dünyası ve Müslümanlar

Dr. Celal Emanet
Artık ey millet-i merhume, sabah oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan?
Ne Araplık, ne Türklük kalacak, aç gözünü!
Dinle peygamber-i Zişan’ın ilahi sözünü
Türk Arabsız yaşayamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arab’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir
Değil mi ki cephemizin sinesinde iman bir
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir
Değil mi ki koşan Çerkez’in, Laz’ın, Türk’ün
Arab’la, Kürt ile bakidir ittihadı bugün


“Mü’minin, mü’mine karşı durumu, birbirini perçinleyen (muhkem) bir bina gibidir.” inananların kardeş olduğu, dayanışma içerisinde olmaları gerektiği vurgusu yapılan onlarca ayet ve hadis olmasına rağmen bugün İslam dünyasının hali pürmelâli gündeme geldiğinde dikkat çeken ilk husus; Müslümanların parçalanmışlığı, olmaktadır.
Amerika’daki 11 Eylül olaylarının ardından Müslümanlar 21. yüzyılda yeni fitnelerle karşı karşıya kalmışlardır. Müslümanların yaşadığı topraklar; “böl, parçala, yönet” kuralı gereğince uzun yıllara mal olacak ve çok ağır bedeller ödenecek olan bir bozgunculuk dönemini içerisindedir. Planları dışarıda hazırlanan, silahları dışarıdan verilen, ölenin de öldürenin de aynı fabrikalarda üretilen silahları kullandığı, Müslümanların figüran olmaktan öte geçemediği bir dönemin içerisindedir. Paramparça olan İslam dünyası ve Müslümanlar, ülkelerini, mukaddesatını işgal eden Batı’yla mücadele etmek yerine birbirleriyle çatışmaktadır. Eline biraz güç geçiren kim varsa bunu, ilk önce kendilerine en yakın gurupları yok etmek için kullanmaktadır. Kendi varlıklarını, izzetlerini başkalarının zilletinde aramaktadırlar. Günlük hesaplar ve anlık öfkelerle silahlarını birbirlerine doğrultanlar yüzünden masum insanların canları ve tüm dünyaları yok olup gitmektedir. Küffarın verdiği zararı, acıyı atlatmak kolaydır. Çünkü bu, beklenen bir durumdur. Fakat insanı en çok sarsan, nerden geleceğini tahmin etmediği yumruktur.
Günümüzde siyasî, itikadî ve dinî anlaşmazlıklar, Müslümanları parçalayıp guruplara ayrılmalarına sebep oldu. Her gurup, mensup olduğu mezhebinin, cemaatinin veya üstadının kitaplarından muhaliflerine deliller getirdi, bu da ihtilaf konusunu Kitap ve Sünnet’e götürüp hakem kılmanın önünü kapattı. Hâlbuki ihtilaf edilen konuları Kur’an ve Sünnet’e götürmemiz emredilmektedir. Selef-i salihîn, ihtilaf edebiyle ve ilmiyle ahlaklanmışlardı. O edep sınırından bir parmak ucu kadar dahi olsa ayrılmazlardı. Bugün ise gurupçuluk, saygısız ve seviyesiz bir ihtilaf ve bilgisizce bir çekişme, gereksiz bir kibirlenme vesilesi oldu, bu da haliyle vahdeti değil tefrikayı doğurdu.
Hasan el-Benna, Ramazan ayında gittiği bir mescitte teravih namazı yüzünden birbirleriyle kavga eden iki taife ile karşılaşır. Onlara: “Teravih namazı farz mıdır, sünnet midir?” diye sorar. Cemaat: “Sünnet” olduğunu söyler. Hasan el-Benna tekrar sorar: “Müslümanların ihtilaf etmemeleri ve vahdet içinde tek yumruk olmaları farz mıdır, sünnet midir?” Onlar da: “Farz” olduğunu söylerler. O da bunun üzerine kavga eden cemaate: “Siz farzı bırakıp bir sünnet yüzünden birbirinize girip kavga ederek günah işliyorsunuz, bu mescidi kapatın, teravih kılmayın ve evlerinize gidin!” der. İşte bu fıkıhtır.
İslam dünyasının hali pür melali ortadayken, Müslümanlar kendilerinden beklenen tevhidî duruşu sergilemekten uzaktır. Bir vücudun azaları, bir binanın tuğlaları olması gereken ümmetin evlatları, birçok etnik ve mezhebi farklılıklara ayrılarak kardeşleriyle aralarına kalın duvarlar örebilmekteler. Kendi aralarında merhametli ve hoşgörülü, kâfirlere karşı ise izzetli ve onurlu olmaları gerekirken tam aksi bir tavır sergileyebilmekteler. İslam dünyası iç savaşlarla, sapıklıklarla, ihtilallerle, kavgalarla çalkalanıp durmaktadır. 
Maalesef İslam dünyası, aşikâre işlenen büyük günahlarla, riba, zina ve binayla, en çirkin fısk ve fücurlarla, isyan ve tuğyanlarla çalkalanmaktadır. Bir yanda öldürülen, aç kalan, perişan olan milyonlarca masum Müslümanlar; öbür yanda Nemrut ve Firavunlara taş çıkartacak lüks, israf, sefahat, fısk u fücur, hayasızlık ve debdebe içinde yaşayan mütegallibe güruhu diyebileceğimiz altın, gümüş, dolar, euroya tapan beyinsizler. Kudüs’ü Haçlıların elinden alan Selahaddin Eyyûbi vefat ettiğinde on ülkenin sultanı idi, ama terekesinden cenaze masraflarını karşılamaya yetecek miktarda parası çıkmamıştı.
İslam; adalet, güvenlik, istikamet (doğruluk-dürüstlük), hikmet (bilgelik), hakiki medeniyet dinidir, bugünkü İslam dünyasında bunlar var mıdır?
Müslümanlara sorulduğunda düşman bellidir: Batı.
Sakın Batı’nın propagandasını yapıyorum gibi anlaşılmasın. Ama burada bir şey sormak istiyorum. Neden her yıl ilan edilen uluslararası şeffaflık, temizlik ve dürüstlük listesinde, başı Danimarka, Yeni Zelanda, Finlandiya, İsveç, Singapur, İsviçre, Avustralya, Norveç, Kanada, Hollanda gibi Hıristiyan ülkeler çekerken, neden İslam ülkeleri listenin sonlarında yer alıyor? Neden yolsuzluk, rüşvet, ahlâksız yayınlar içeren web sitelerine giren ülkeler arasında İslam ülkeleri ilk onda yer almaktadır?
Bütün bunlar biz Müslümanlar için utanılacak göstergeler ne yazık ki. Bu tablolar da gösteriyor ki Türkiye dâhil, İslam Dünyası tam anlamlıyla bir çıkmazda. Hem de devasa bir çıkmazda. Bu berbat tabloları görünce insanın aklına ister istemez bazı sorular geliyor. Mesela; İslam ülkelerinin “Müslüman” idarecileri günah ve haramdan korkmuyorlar mı acaba? Âhirette yaptıklarının hesabının sorulacağına inanmıyorlar mı yoksa? Müslümanlık sadece inanç ve ibadetten mi ibaret? Doğruluk, dürüstlük Müslüman olanlara lazım değil mi? Hatta neden çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, sahtekârlık, iftira, gasp bu kadar revaçta?
Müslümanlar her şeyin sorumlusu olarak Batı’yı görmek ve göstermek yerine önce kendi yaşantılarında kaybettikleri Kur’an, Sünnet, ilim, irfan, irade, azim, sebat, adalet, istikameti bulmalıdırlar, diye düşünüyorum. Zira günümüz Müslümanları benimsedikleri kültür ve zihniyetleriyle, parçalanmışlıklarıyla, ahlâklarıyla büyük bir felakete doğru ilerlemektedir.
Müslümanların dikkatinin şu an yaşadıkları vahim durumu, yüzleştikleri problemleri, aralarındaki vahdet ve birliğin bozulmasını, zaruri olmayan meselelerde boşuna ihtilafa düşmeyi ortadan kaldırmaya yönelmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Zira Müslümanlar parlak geçmişlerinde sahip oldukları Kur’an ve Sünnet’e bugün de sahiptirler. Müslümanları sırat-ı müstakimde sabitleştirecek temel bir etken vardır ki, o da vahdettir. Buna göre de içerisinde yaşadığımız bu asır mutlaka Müslümanların uyanış asrı olmalıdır. Zamanın getirdiği zillet, tefrika ve parçalanmışlığın verdiği zarara dikkat ettiğimizde, yaşananlar vahdet meselesinin ehemmiyetini bize hissettirmektedir. Açıkça anlatmaktadır ki, kurtuluş yolu yalnız ve yalnız Allah’ın ipine yapışmakta ve birlikteliktedir. Bu yüzden de İslam mezhepleri arasında var olan ortak prensiplere dayanıp sevgi, dostluk ve vahdete engel olacak küçük ve gereksiz ihtilaflara son verilmelidir.
Ümmet arasına sokulan tefrikanın illetinin nelere mal olacağını bilen milli şairimiz Mehmet Akif, “İslam Birliği” düşüncesini, sloganik olarak zikretmese de şiirlerinde açıkça ifade etmektedir. Müslüman toplumların birbirine dayanmadan yaşayamayacağını, daha ileri giderek birbirlerinin olmazsa olmazı olduklarını belirtir. Nasıl bir vücut; el, ayak, gözsüz olamazsa birbirinin eli, ayağı, gözü durumunda olan İslam toplumları da bu konumlarını anlayıp birliğe, dayanışmaya koşmak, ayrılıkçılığı dışlamak zorundadırlar.
Hz. Ömer (r.a.), Kudüs’ü Rumlardan teslim almak üzere Medine’den ayrıldıktan sonra şöyle demiştir: “Hamdolsun O Allah’a ki bizi İslam ile aziz kıldı. Bizi imanla şereflendirdi. Peygamberi (a.s.) ile bizi özel kıldı. Bizi dalâletten (kurtarıp) hidayete ulaştırdı. Dağınıklıktan sonra ‘takva sözü’ üzere bizi bir araya getirdi. Kalplerimizi birleştirdi. Düşmanlarımıza karşı bize yardım etti. Memleketlerinde yerleştirip bize kudret verdi. Bizleri, (Allah için) birbirini seven kardeşler kıldı. Ey Allah’ın kulları! Bu bol nimetten ve açık ihsanlardan dolayı Allah’a hamdedin! Zira Allah, katında bulunanlara rağbet edip daha fazla isteyenlere (nimetlerini) artırır ve şükredenler üzerinde nimetini tamamlar.” 
Hz. Ömer (r.a.) efendimizin zikrettiği ve bundan dolayı Allah’a şükrettiği o nimetlerden bu asırda yaşayan ve her geçen gün perişanlıkları artan bu aciz kullarına da lütfetmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz. Âmin.


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar