Sevgi,
imanın kardeşidir. İnanmanın kesinliği, sevgi ve muhabbetin varlığıyla
gerçekleşir. Başkalarının önünde gülen yüzler, yalnızlıkta kin ve nefrete
dönüşüyorsa, imanın saflığından şüphe etmek gerekir. Zira Basîr (Her Şeyi
Gören), kalplerde ve zihinlerde olanları bilir. Her şeyin görüleceği günde,
Allah (C.C.), bâtınları zâhir haline dönüştürecektir. Kuldan istenilen,
kendisine yapılan kötülükleri ve işlediği günahları tövbe ederek unutmasıdır.
Hatta duaları çok çok kabul eden Tevvâb’a da, yaptıklarımızı bize de
unutturması için yalvarmak gerekir.
Öfkelerini
yenenler/yutanlar, kurtuluş reçetesini uygulayan saadet erenleridir. Onlar ki,
sadaka ve sabır ile Allah yolunda ilerleyerek Hakk kervanına katılmışlardır. Öfkenin
panzehri, affetmektir. Affetmek, ilahî ruhtan nasiplenmenin işaretidir.
Bağışlama, iyilik ve hayrın anahtarıdır. Dolayısıyla af, iyilik ve hayır,
Hakîm’in sevdiklerinin başında gelir. İyilikte bulunmak ve hayrı yaymak, mü’min
olmanın zorunlu/iradî bir sonucudur.
“O takvâ sahipleri ki,
bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları
affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âli İmran, 134)
Öfke
ve nefret, aile ve akraba ilişkilerini yok eden yerilmiş/menfur özelliklerdir.
Yakın akraba ve uzak akrabayı görüp gözetmenin evveli; öfke yerine, sevgi ve
muhabbeti inşa etmektir. Kin ve intikam hırsıyla -yakınlarından başlayarak-
hareket etmemek, dost ve arkadaşlarının gönüllerini yıkmamak, iyisi varken kötü
yolu tercih etmemek, mü’üminin şiarıdır.
Nice
ümmetler vardır ki, Kahhâr’ın (her an Kahretmeye Güç Yetiren) öfkesine muhatap
olarak tarih sahnesinden silinmişlerdir. Akabinde isimleri unutulmuş, nesilleri
kesilmiş bir şekilde mücrimler derekesine düşmüşlerdir. Hakk’ın indirdiği aşkın
ilkeler, onların “atalarının inancını/tanrılarını” yerin dibine geçirmiştir.
Nitekim bütün öfke, kin, intikam, zulüm ve haksızlıkların karşında İntikam Sahibi
(Azizün Züntikâm), İlahî Adaletini her dâim tecelli ettirmektedir.
Öfke,
kalpteki bir yaradır. Gönülleri kanatan bir oka dönüştüğünde ise, kırılıp
dağılan kristal kadehler gibi, yürekleri parçalar. Öfke, isabet ettiği yerde
öyle bir iz bırakır ki, nasıl ki kırılan kristaller bir araya gelemezse,
kırılan kalbin de eski haline dönüşmesi ancak uzun bir sabır zamanını
gerektirir. Esas olan, gönülleri ferahlatan sabrın genişliğidir. Sabır ve
tahammül, öfkenin öldürücü hasarlarını terapi ederek onarır. Nihayetinde “sabır
güzel”dir, hayırdır, istenilendir, övülendir…
Öfke
yerine sabrı tercih eden Hz. Peygamber (s), hanımlarının bazı konulardaki
hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak, ortaya çıkan önemsiz hadiseleri
büyütmeyerek ve yeri geldiğinde susarak tevazuuyla çözümlemiştir. Kadın olmanın
verdiği bir psikolojiyle Hz. Aişe’nin gösterdiği sert bir tepki, buna güzel bir
örnek olsa gerektir:
Hz.
Safiye, çok güzel yemek pişirirdi. Yine bir gün pişirdiği yemeği, Hz. Peygamber
(s), Aişe validemizin yanında iken ona gönderdi. Hz. Aişe, kadınlık refleksiyle
kabı aldığı gibi yere attı. Kap parçalandı. Hz. Peygamber (s) parçaları
kaldırdı ve birleştirdi. Sonra da başka bir kap aldı ve Safiye’ye gönderdi. Bu
arada tek bir kelime bile sarf etmedi.(Afzalurrahman, Sîret
Ansiklopedisi, II, 124-125.)
Bu
olay, Hz. Peygamber’in(s) ruh yüceliğinin ve tevazuunun boyutlarını göstermesi
açısından çok dikkat çekicidir. Acaba aynı duyarlılığı modern zamanların
insanları özellikle de erkekleri gösterebilir mi?
Ancak
öfke, Hakk ve hakikat için gösterilirse, tıpkı Safa ve Merve tepeleri
arasındaki çalımlı ve gösterişli/heybetli mubah yürüyüş (hervele) gibi, Rabb’in
müsamahası içinde telakki edilebilir. Tevhid ve imanın karşısında varolanlara
karşı Hakk’ın öfkesine sığınarak (el ile, dil ile, kalp ile) mücadele etmek,
mü’min olmanın vasıflarındandır. Hakk Teâla, yapılan hiçbir hayrı karşılıksız
bırakmayacaktır.
Geçmiş
kavimlerden niceleri vardır ki, öfkelerinin kurbanı olmuşlardır. Onlar tevhidin
ihtişamı karşısında öfkelerine yenilmişler, inkârın bataklığında
yitikleşmişlerdir. Onların yüzleri öfkelerinin şiddetiyle simsiyah bir hal
almıştır. Nihayetinde onların kalpleri mühürlenmiş, dilleri lâl hale getirilmiş
ve kulakları sağırlaştırılmıştır. Öfkeleri, dimağlarını yok etmiş, kibir ve
gururları onları şeytanî bir renge boyamıştır.
Öfkelerini
sürdürmeyip, teskin olanlar, Allah’ın çağrısına icabet etmişlerdir. Ancak
Hâlık’ın -şirk ve küfür zamanlarında- kız çocuklarını kendilerine nasip ettiği
câhiller, bu güzel haber kendilerine verildiğinde öfkelerinden yüzleri kapkara
bir şekle bürünür.
“Onlardan
birine kız (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle-taşarak yüzü simsiyah
kesilir.” (Nahl Suresi, 58)
Bahşedilene
isyan edenler, nimetin nefasetinden habersiz olan gâfil güruhundan başkası
değildir. Vehhâb’ın (Karşılıksız ve Sebepsiz İkram Eden) sınırsız vermesi,
onların öfkelerini teskin etmez, isyanın zirvesine gurur ve kibirleri yüzünden
çıkarlar. Ancak gerçeği bildikleri halde, bu isyankâr tavırları, onların suda
boğulmalarına veya toprağın dibine gitmelerine sebep olmuştur.
Bolluk
ve darlıkta, iyi ve kötü, zor ve kolay zamanlarda, imtihanları sabır iksirinden
yudumlayarak geçenler ise, iyilik diyarının ve hayır yurdunun sultanları olacaktır.
Rahman’ın uğrunda bütün varlıklarını sarf edenler, Hakk’ın sevgilileri arasına
katılacaklardır.
Hakk’ın
öfkesinden sakınmak gerekir. O’nun öfkesi, cehennemin öfkesinden çatlamasına
sebep olur. Nârın muhafızlarını öfkelendirenler, Uyarıcı ve Müjdeleyici’yi
hatırlatırlar. Allah’ın aziz Elçileri’nin tebliğ ve nasihatlarını/öğütlerini
ciddiye almayıp, onları dinlemeyenler ise Cehennem Bekçilerinin gazabına
uğrarlar.
Meleklerin
ve ahiret muhafızlarının buğzuna neden olan öfke, Şeytanın vasfıdır. O öfke ki,
Yaratan’a (hâşâ) hesap sorma isyanını getirmiştir. Kin ve öfkeden beri olmak
için, Şeytanın kardeşi, arkadaşı ve yoldaşı/dostu olmaktan Rahman’a sığınmak
gerekmektedir.
Bilek
ve beden gücü sınırlıdır. Ancak irade gücü, kula bahşedilen gerçek kudrettir.
İrade ve imanları güçlü olanlar, âlemi değiştirirler. Ancak nefis ve hazlarının
kölesi olanların tercih etme hakları ve kabiliyetleri dumura uğramıştır. Şu
hikaye bu hususu güzel özetlemektedir:
Bir
padişah bir şeyhe bîr gün: “Benden bir şey dile.” dedi. Şeyh cevap verdi:
“Ey
padişah bana bunu söylemekten utanmıyor musun? Hele biraz daha yüksel de öyle
konuş. Benim iki kölem var, onlar çok basit kimseler oldukları hâlde her gün
sana hükmederler, emrederler” dedi.
Padişah
bundan dolayı kızdı:
“Ey
Şeyh bu sözün hatalı bir söz, kim bana emredebilir, o dediğin kişiler
kimlerdir, söyle!” dedi.
Şeyh
gülerek cevap verdi:
“Sana
emreden kölelerimden biri kızgınlık, diğeri şehvettir.” dedi.
Son
Peygamber’in (s) kendisine, ailesine, kabilesine, akraba, arkadaş ve dostlarına
yapılanlara karşı vâkur, metanetli ve asil duruşu insanlık tarihinin nadir
örnekleri arasındadır.
Öfkeli
anında öfkesine sahip olan nice yiğitler vardır ki, onları hiçbir pehlivan
yıkamaz ve yenemez. Onlar iradelerini, Hakk’ın verdiği sabır mucizesiyle daha
da kudretli hale dönüştürürler. Dolayısıyla öfke karşısında sükûn ve sükût
etmek, ebedî âlemin mükâfatlarına nail olmaya vesile olur.
“Gerçek
pehlivan, güreşte rakibini yenen değildir. Gerçek pehlivan, öfkelendiği zaman
öfkesini yenendir.” (Buhari: Edeb 76; Müslim, Birr: 107,108)
Öfke,
gazap ve hiddetten beslenir. Gazabın “hâr”ını, sabrın sırlı suyu söndürür.
Bedenin organlarının suyla ibadeti (abdest), hayvanî nefsin gazap ve öfkesini
izale eder, dindirir. Öfkenin ateşi, Şeytanın mayasından/kimyasından nemalanır.
Şeytanın yaratılış maddesi ateş, insanın yaratılış mayası suyla yok olur. Su,
Aziz Allah’ın hayatın kaynağı olarak tüm canlılara bahşettiği ilahî bir
hediyedir. Bu sırlı nimet, gazap ve öfkeye sebep olan ateşi söndürür.
Hâsılı,
öfkenin kelepçesine vurulmuş kişi, sükûn haline oturarak ulaşmayı denemelidir.
Rabb’ine sığınan öfkeli kul, su nimetiyle ibadete hazırlanmayı (abdest almayı)
ihmal etmemelidir. Ona ayakta ise oturması, oturuyor ise yatması, öfke ateşinin
izalesi için Hz. Peygamber (s) tarafından tavsiye edilir.
0 yorum:
Yorum Gönder