Seneler önce
yine buralara gelmiş, Ödemiş'te "Kara Efe" ile sohbet etmişti.
Yanında rahmetli Bahattin ağabeyle[1] rahmetli
Hafız ağabey[2]de
vardı. Zaman zaman yaptıkları rutin gezmelerinden biriydi bu "Ege Seyahati".
Biraz tebliğ, biraz seyahat, biraz da araştırma oluyordu bu seyahatlerde.
Sadece Türkiye'de değil, yurt dışında da böyle seyahatler yapmışlardı beraber.
Yurt dışı seyahatleri de şöyle oluyordu:
Tarihçi, yurt
dışında bir konferansa, ya da bir sempozyuma davet edildiğinde, tabii ki onu
davet edenler, onun hem yolculuk, hem de ikamet masraflarını karışılıyorlardı. Bahattin
Ağabeyle Hafız ağabey de kendi masraflarını kendileri karşılamak suretiyle, tarihçinin
bazı yurt dışı seyahatlerinde de ona refakat edip, ülkeler geziyorlardı.
İşte Ödemiş'in
yıllanmış incir ağaçları altında kadim dostu Şeref[3]
kendisini karşılayınca, geçmiş günleri hatırladı; Şeref'e hissettirmeden
gözlüğünün camlarına sildi "hasret göz yaşları"nı… Şeref'le ne
çok ülkeler gezmişlerdi Avrupa'da, Afrika'da!...
Birkaç saat
bahçede hasret giderdikten sonra, Egelilerin şivesiyle tırmanıverdik Bozdağ
eteklerine…
Seneler önce
Şeref'le Bozdağ'a çıktığında, yine Bahattin ve Hafız ağabey de vardı yanında.
Şimdi yine Bozdağ'da,
Gölcük kenarında çaylarını içerken, hiç unutmadığı/unutamayacağı bir olayı hatırlayıverdi:
Bozdağ'a
çıkmış, asırlık çınarların altında gezinirken bir ara çınarlar gibi yaşlanmış
bir amca yanına gelmiş arkadaşları oraya-buraya bakarlarken ona şöyle demişti:
-
Evladım! Sen Fatih'i bilin[4] mi?
Tarihçi baş
hareketiyle "evet" dedikten sonra devam etmişti yaşlı adam:
-
Bak oğlum! Fatih Sultan Mehmet, küçükken,
tıpkı diğer şehzadeler gibi Manisa'ya; yazın da bu çınarların olduğu yere
gelir, bir müddet burada yazlardı… Bize anlatıldığına göre bir gün Şehzade
Mehmed, yani Fatih, dersten sonra buraya oturmuş, elindeki çöple toprağın
üzerine bir şeyler çiziyormuş. Onu gören hocası Molla Hüsrev, "oğlum, o
toprağa ne çizersin?" diye soruvermiş. Şehzade Mehmed, çöpüyle çizdiği
haritayı göstererek, "Hocam, burası Marmara Denizi'ne açılan Çanakkale
Boğazı. Biz ancak bu boğazı kapatırsak, Kostantiniyye'yi muhasara edebiliriz!
Onun için buraya bir Hisar yapmak gerek!" demiş. Sonradan onun dediği
gibi Çanakkale Boğazına "Kilit Bahir" yapıldı ve İstanbul'un
fethi kolaylaştı. İşte evladım Fatih böyle bir kimseydi!
Tarihçi bunları
düşünürken, Şeref onu uyandırıverdi eski günlerin hatıralarından:
-
Hadi şimdi de Fatih'in Çınarları’na
gidelim!
Bilmiyordu ki
tarihçi arkadaşı zaten orayı hatırlamış, eski günlere dalmıştı.
Böylece
Gölcük'ten ayrılıp, Fatih'in Çınarları’na vardılar. Geçmişlerin ruhu
için bir Fatiha okuduktan sonra, çınarlar altında tepsilerle dolaşan garsonları
gören Şeref,
-
Hadi şurada bir çay içiverelim!
dedi. Tarihçi ve yanındakiler de topluca çınarların altındaki masalara yönelip
tam oturacakken, içki kadehleriyle dolaşan garsonları görmesinler mi!
"Eyvah! O ne rezaletti? Bir zamanlar Şehzade Mehmed burada "fetih
planları" yaparken, onun torunları aynı yerde fetih ruhunu ayaklarının
altına alırcasına Allah'ın yasakladığı şarabı yudumluyorlar!
Birden irkilen
tarihçi, biraz da öfkeyle Şeref'e dönüp;
-
Burası Belediyeye ait bir mekân!
Burada alkole nasıl müsaade edilir? Bu yörede saygı denen şey kalmadı mı?
Şeref mahzun ve
mahcup bir şekilde şöyle diyebildi:
-
Buralar CHP belediyesinin
kontrolünde! diyebildi.
Her şey
anlaşılmıştı…
Tarihçi, hiç
kimse duymadan şöyle seslendi kendi kendine:
-
Kur'an'ı Ömer'e verirseniz adalet;
Yezid'e verirseniz zulüm dağıtır!
Orada
oturmadılar ve CHP'li biracıları Fatih'in çamları altında bırakarak
oradan uzaklaştılar…
Arabaya
binip oradan uzaklaşınca, gördüğü hayâsız manzara karşısında tarihçinin nutku
çoktan kesilmişti. Şeref kendisine:
-
Gölcük'e inmeden İmam Birgivî'yi
ziyaret edelim mi? sorusuna, güçlükle "olur" diyebildi.
İşte bu hâlet-i
ruhiye içerisinde merhum İmâm Birgivî'nin
serviler altındaki mezarına vardılar…
Şeref, misafirleri alıp aşağılara doğru gezdirirken;
tarihçi, İmâm Birgivî'nin mezarı başında
durmuş şöyle mırıldanıyordu kendi kendine:
-
Ey yiğit İmâm! Sen ki o zor çağlarda,
o çetin şartlarda, bidatlere karşı
sesini yükselttin; her türlü kınama ve tehditlere göğsünü gerip feryâd u figân
ettin; bizse bid'atlere batmış, miskinleşmiş, korkaktan daha korkak, sayısız
münkerlere karşı lâl u ebkem birer "me'mûr ve maaşzede hocalarız! " Ey koca
"Mücahit Hoca"! Biliyorum ki sen "ölülerle konuşmak,
onlardan bir şey medet ummak bidattir" demiştin. Ben senden bir şey dilemiyor;
seninle konuşmuyorum ki! Hem buna yüzüm var mı ki? Sadece Allah'ın aciz bir kulu
olarak, kendimi suçluyor, kendimle konuşuyorum! Varsın deli desinler bana!
Helâl ile haramın karıştığı, Kur'an ve Sünnet bir tarafa bırakılarak, bazı meczub
hoca(!)ların rüyalarıyla âmel edildiği, haram işlenerek helâlin arandığı, dünyevî
çıkarlar uğruna İslâm ötelenerek her türlü suistimâlin yapıldığı, modernlik
belası uğruna, Dinî ahkâm yok sayılarak, kadınların erkeğe; erkeklerin de
kadınlara benzeme yarışına girdiği böyle bir "İslâm diyarı(!)"nda,
insan deli olmaz da ne olur?
Tarihçi kendi
kendine ve kendisi de duymadan böyle konuşurken, yanına gelen Şeref, koluna
girerek, "hadi gidelim!" dedi ve serviler arasında kaybolup gittiler…
0 yorum:
Yorum Gönder