19 Eylül 2017 Salı

Bozdağ Eteklerine Tırmanırken

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
Seneler önce yine buralara gelmiş, Ödemiş'te "Kara Efe" ile sohbet etmişti. Yanında rahmetli Bahattin ağabeyle[1] rahmetli Hafız ağabey[2]de vardı. Zaman zaman yaptıkları rutin gezmelerinden biriydi bu "Ege Seyahati". Biraz tebliğ, biraz seyahat, biraz da araştırma oluyordu bu seyahatlerde. Sadece Türkiye'de değil, yurt dışında da böyle seyahatler yapmışlardı beraber. Yurt dışı seyahatleri de şöyle oluyordu:
Tarihçi, yurt dışında bir konferansa, ya da bir sempozyuma davet edildiğinde, tabii ki onu davet edenler, onun hem yolculuk, hem de ikamet masraflarını karışılıyorlardı. Bahattin Ağabeyle Hafız ağabey de kendi masraflarını kendileri karşılamak suretiyle, tarihçinin bazı yurt dışı seyahatlerinde de ona refakat edip, ülkeler geziyorlardı.

İşte Ödemiş'in yıllanmış incir ağaçları altında kadim dostu Şeref[3] kendisini karşılayınca, geçmiş günleri hatırladı; Şeref'e hissettirmeden gözlüğünün camlarına sildi "hasret göz yaşları"nı… Şeref'le ne çok ülkeler gezmişlerdi Avrupa'da, Afrika'da!...
Birkaç saat bahçede hasret giderdikten sonra, Egelilerin şivesiyle tırmanıverdik Bozdağ eteklerine…
Seneler önce Şeref'le Bozdağ'a çıktığında, yine Bahattin ve Hafız ağabey de vardı yanında.
Şimdi yine Bozdağ'da, Gölcük kenarında çaylarını içerken, hiç unutmadığı/unutamayacağı bir olayı hatırlayıverdi:
Bozdağ'a çıkmış, asırlık çınarların altında gezinirken bir ara çınarlar gibi yaşlanmış bir amca yanına gelmiş arkadaşları oraya-buraya bakarlarken ona şöyle demişti:
-       Evladım! Sen Fatih'i bilin[4] mi?
Tarihçi baş hareketiyle "evet" dedikten sonra devam etmişti yaşlı adam:
-       Bak oğlum! Fatih Sultan Mehmet, küçükken, tıpkı diğer şehzadeler gibi Manisa'ya; yazın da bu çınarların olduğu yere gelir, bir müddet burada yazlardı… Bize anlatıldığına göre bir gün Şehzade Mehmed, yani Fatih, dersten sonra buraya oturmuş, elindeki çöple toprağın üzerine bir şeyler çiziyormuş. Onu gören hocası Molla Hüsrev, "oğlum, o toprağa ne çizersin?" diye soruvermiş. Şehzade Mehmed, çöpüyle çizdiği haritayı göstererek, "Hocam, burası Marmara Denizi'ne açılan Çanakkale Boğazı. Biz ancak bu boğazı kapatırsak, Kostantiniyye'yi muhasara edebiliriz! Onun için buraya bir Hisar yapmak gerek!" demiş. Sonradan onun dediği gibi Çanakkale Boğazına "Kilit Bahir" yapıldı ve İstanbul'un fethi kolaylaştı. İşte evladım Fatih böyle bir kimseydi!
Tarihçi bunları düşünürken, Şeref onu uyandırıverdi eski günlerin hatıralarından:
-       Hadi şimdi de Fatih'in Çınarları’na gidelim!
Bilmiyordu ki tarihçi arkadaşı zaten orayı hatırlamış, eski günlere dalmıştı.
Böylece Gölcük'ten ayrılıp, Fatih'in Çınarları’na vardılar. Geçmişlerin ruhu için bir Fatiha okuduktan sonra, çınarlar altında tepsilerle dolaşan garsonları gören Şeref,
-       Hadi şurada bir çay içiverelim! dedi. Tarihçi ve yanındakiler de topluca çınarların altındaki masalara yönelip tam oturacakken, içki kadehleriyle dolaşan garsonları görmesinler mi! "Eyvah! O ne rezaletti? Bir zamanlar Şehzade Mehmed burada "fetih planları" yaparken, onun torunları aynı yerde fetih ruhunu ayaklarının altına alırcasına Allah'ın yasakladığı şarabı yudumluyorlar!
Birden irkilen tarihçi, biraz da öfkeyle Şeref'e dönüp;
-       Burası Belediyeye ait bir mekân! Burada alkole nasıl müsaade edilir? Bu yörede saygı denen şey kalmadı mı?
Şeref mahzun ve mahcup bir şekilde şöyle diyebildi:
-       Buralar CHP belediyesinin kontrolünde! diyebildi.
Her şey anlaşılmıştı…
Tarihçi, hiç kimse duymadan şöyle seslendi kendi kendine:
-       Kur'an'ı Ömer'e verirseniz adalet; Yezid'e verirseniz zulüm dağıtır!
Orada oturmadılar ve CHP'li biracıları Fatih'in çamları altında bırakarak oradan uzaklaştılar…
            Arabaya binip oradan uzaklaşınca, gördüğü hayâsız manzara karşısında tarihçinin nutku çoktan kesilmişti. Şeref kendisine:
-       Gölcük'e inmeden İmam Birgivî'yi ziyaret edelim mi? sorusuna, güçlükle "olur" diyebildi.
İşte bu hâlet-i ruhiye içerisinde merhum İmâm Birgivî'nin  serviler altındaki mezarına vardılar…
Şeref,  misafirleri alıp aşağılara doğru gezdirirken;  tarihçi, İmâm Birgivî'nin mezarı başında durmuş şöyle mırıldanıyordu kendi kendine:
-                Ey yiğit İmâm! Sen ki o zor çağlarda, o çetin şartlarda,  bidatlere karşı sesini yükselttin; her türlü kınama ve tehditlere göğsünü gerip feryâd u figân ettin; bizse bid'atlere batmış, miskinleşmiş, korkaktan daha korkak, sayısız münkerlere karşı lâl u ebkem birer "me'mûr  ve maaşzede hocalarız! " Ey koca "Mücahit Hoca"! Biliyorum ki sen "ölülerle konuşmak, onlardan bir şey medet ummak bidattir" demiştin. Ben senden bir şey dilemiyor; seninle konuşmuyorum ki! Hem buna yüzüm var mı ki? Sadece Allah'ın aciz bir kulu olarak, kendimi suçluyor, kendimle konuşuyorum! Varsın deli desinler bana! Helâl ile haramın karıştığı, Kur'an ve Sünnet bir tarafa bırakılarak, bazı meczub hoca(!)ların rüyalarıyla âmel edildiği, haram işlenerek helâlin arandığı, dünyevî çıkarlar uğruna İslâm ötelenerek her türlü suistimâlin yapıldığı, modernlik belası uğruna, Dinî ahkâm yok sayılarak, kadınların erkeğe; erkeklerin de kadınlara benzeme yarışına girdiği böyle bir "İslâm diyarı(!)"nda, insan deli olmaz da ne olur?
Tarihçi kendi kendine ve kendisi de duymadan böyle konuşurken, yanına gelen Şeref, koluna girerek, "hadi gidelim!" dedi ve serviler arasında kaybolup gittiler…





[1] Erzurum Eşrafından Bahattin Sarıoğlu
[2] Keza Erzurum Eşrafından Hafız Abdulkadir Polat
[3] Prof. Dr. Şerafettin Gölcük.
[4] Yani biliyor musun?

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar