Müslümanlar
başlangıçta denizcilik ve deniz harekâtı ile fazla ilgilenmediler.
Cahiliye döneminde limanlarına uğrayan Rum/Bizans gemileri üzerinde
ticaret maksadıyla yaptıkları seyahatler esnasındaki gözlem ve bilgileri
dışında, bu konuda fazla bir bilgiye de sahip değillerdi. Müslümanların
denizle bu ölçüdeki ilgileri, Hz. Peygamber zamanında Habeşistan’a
yapmış oldukları iki deniz yolculuğunda olduğu gibi aynen kaldı; fazla
değişmedi. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde denize
oldukça geniş yer verildiği görülür. Kur’ân-ı Kerîm uzak mesafelere
giderek Allah’ın oralardaki lütuf ve ihsanından faydalanmak için
denizde akıp giden, uzun dağlar gibi yükselen, dağ gibi dalgalar
arasında yüzebilen, levha ve çivilerle inşa edilerek insanların
hizmetine sunulan gemilerden, taze balık, inci ve mercan gibi deniz
nimetlerinden bahsederek, o dönemde çoğunluğunu bedevilerin teşkil
ettiği, ticaret ve ziraatla/hayvancılıkla meşgul olan Arap toplumunun
ufkunu genişletecek mesajlar verir.[1] Hadislerde ise deniz seferine fikren hazırlanma ve denizde gazâ konusu işlenmektedir. Çocuklara yüzme öğretilmesini emreden Hz. Peygamber (as), Ümmü Harâm’a İslâm ümmetinin denizlerde sefere çıkacağını, onun da bu seferlere katılacağını müjdelemişti. Bir deniz savaşını on kara savaşına, bir deniz şehidini iki kara şehidine denk sayan hadisler Müslümanları deniz gazâlarına teşvik eder mahiyettedir.[2]
Deniz
savaşlarına gelince, Hz. Peygamber (as) zamanında Müslüman orduların
katıldığı teşkilâtlı ve donanımlı bir deniz savaşı harekâtı vuku
bulmamıştır. Ancak bu dönemde denize yönelik bir sefer olarak
niteleyebileceğimiz, ilk deniz harekâtı, 9/630 yılında Mekke’nin
sahildeki limanı olan Şuaybe açıklarında, gemilere binmiş zenci
korsanların görülmesi üzerine, Hz. Peygamber’in onlara karşı Alkame b.
Mücezziz el-Müdlicî’yi 300 kişilik bir kuvvetin başında göndermesi ile
başlar. Kıyıya yakın bir adaya çıkarma yapan bu deniz kuvveti karşısında
zenci korsanlar çekilmek zorunda kalmışlardır. Aynı Alkame’nin bu defa
20/641 yılında, Hz. Ömer tarafından deniz yoluyla Habeşistan’a
gönderildiğini görüyoruz.[3]
Denizle
ilgili bu durum Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer zamanlarında aynen devam
etti. İlk Müslüman Araplar çölde bedevi, şehirde hadari bir hayat
sürdürdükleri için denize karşı ilgisiz kalıyorlar ve hatta belki de
denizden korkuyorlardı. Bu yüzden çöl gemisi diyebileceğimiz deveyi deniz gemisine tercih ediyorlardı.
A.KURULUŞ:
Hz.Ömer
döneminde gerçekleştirilen fetihler sonucunda Müslümanlar’ın Doğu
Akdeniz sahillerinin büyük bir kısmını ele geçirmelerinin ve bu
bölgelerin denizden gelebilecek tehlikelere açık bulunmasının,
Müslümanları bir deniz/bahriye gücü hazırlama konusunda
ciddi şekilde düşünmeye yönelttiği görülür. Ayrıca bu sırada Suriye ve
Mısır’ın servetinin büyük bir kısmının ticarete dayanıyor olması ve
Justinianos devrinden beri Akdeniz’deki ticaretin Suriyeli ve Mısırlı
tacirlerin elinde olması, bu iki yerin valilerinin, bölgenin askeri
bakımdan korunması ve Akdeniz ticaretinin devam ettirilmesi için bir İslam Donanması
oluşturmanın önemini çabucak kavramalarına sebep oldu. Müslümanlar
böyle bir donanmayı oluşturacak imkânlara da esasen sahiptiler. Çünki
Mısır ve Suriye’nin Akdeniz sahillerindeki tersanelerini ele geçirmişlerdi. Eskiden beri burada denizci bir halk zaten vardı ve bu yüzden gerekli usta/sanatkâr personel
kolaylıkla sağlanabilirdi. Önceleri denizciliğe kuşku ile bakan
Müslümanlar çok geçmeden gözlerini denize çevirdiler. Bizans’ın
denizdeki üstünlüğü devam ettiği sürece Mısır ve Suriye’deki
hâkimiyetlerinin tehdit altında olduğunu anladılar. 24/645 senesinde
Bizanslılar’ın bir çıkarma harekâtı sonunda İskenderiye’yi ele geçirmeleri üzerine Bizans’a karşı mücadelenin, donanmanın desteğini almadan yürütülemeyeceğini fark eden ilk devlet adamı Muâviye b. Ebû Süfyân olmuştur. Suriye Valisi iken Hz. Ömer’e yazdığı, sahillerin durumunu anlatan ve denize açılma izni isteyen yazısından kendisinin böyle bir deniz seferi için hazırlık içinde bulunduğunu anlamaktayız. Ancak ne var ki, Hz. Ömer Müslümanlar’ın henüz denize açılabilecek bilgi ve tecrübeye sahip olmadığı
kanaatindeydi. Bu maksatla Mısır Valisi Amr b.Âs’a gönderdiği bir yazı
ile ondan deniz hakkında bilgi istedi. Vali Amr’ın Halife’ye gönderdiği
cevabi yazıda denizin tehlikelerinden bahsetmesi sebebiyle, hiçbir Müslüman’ın böyle bir tehlikeye atılmasına izin vermeyeceğini Muâviye’ye bildiren Hz. Ömer ondan;
a)kaleleri onarmasını ve buralara asker yerleştirmesini,
- b) gözetleme kuleleri inşa ettirip buralara nöbetçiler koydurmasını ve geceleri buraların fenerlerle aydınlatılmasını
istemiş, Amr’a da Müslümanlar’ın deniz savaşlarından uzak tutulması talimatını yazılı olarak bildirmiştir.[4]
Halife
Ömer’in, bir deniz seferi esnasında doğrudan denizden gelecek
tehlikeler hakkında, bu işi bilenlerden bilgi ve görüş almasının
yanında, yukarıda kaydettiğimiz Alkame b. Mücezziz’in bu yolculuk
esnasında çıkan fırtınaya yakalanıp askerleri ile birlikte boğulmasının
da etkisiyle, artık bundan sonra, çıkılması teklif edilen deniz
harekâtına karşı kuşku ile baktığı ve bu yüzden komutanlarına deniz
seferlerini yasakladığı görülür. Bu onun yukarıda kaydettiğimiz ayet ve
hadislerden haberdar olmadığı anlamına gelmez. O denizi kendisi ile
düşmanları arasında tabiî bir koruma, bir engel ve bir kale
olarak değerlendiriyordu. Aynı zamanda kendisi ile askerleri arasında
bir su engelinin olmasını da istemiyordu. Hz. Ömer’in şu sözü onun bu
konuda ne ölçüde hassas olduğunu göstermektedir: “Müslümanlardan bir kişiyi küffar elinden kurtarmam benim için Cezîretü’l-Arab’tan daha değerlidir.”[5]
Onun deniz seferlerinde yeterli ölçüde bir tecrübeye henüz sahip
olmayan askerlerini, ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı koruma
endişesiyle böyle bir strateji takip ettiği söylenebilir.
Hz.
Ömer’in denize ilişkin bu görüşüne iki komutan ondan izin almadan deniz
harekâtına katılarak muhalefet etmiş ve Halife tarafından
cezalandırılmıştır. Bunlardan biri Bahreyn’de devlete baş kaldıran
mürtedlerle savaşan ve daha sonra da komutan olarak burada bırakılan Alâ
b. el-Hadramî’dir. Sa’d b. Ebî Vakkâs İran fethine başlayınca Alâ b.
el-Hadramî’yi Farslar ile savaşmak üzere Arap Körfezi üzerinden deniz
yoluyla karşı kıyıya İran tarafına göndermişti. Hadramî körfezden
karşıya deniz yoluyla geçince orada Fars birlikleri tarafından kuşatıldı
ve kendisiyle gemileri arasında bir kuşatma engeli oluşturuldu. Durum
Halife’ye bildirilince Hadramî ve beraberindeki askeri birlik oraya
gönderilen Irak valisi tarafından kurtarıldı. Bunun üzerine Halife
Ömer’in deniz seferleri konusunda kendisine muhalefetinden dolayı
Hadramî’yi cezalandırdığını görmekteyiz. İkinci komutan Becîle kabilesi
reisi Arfece b. Herseme’dir. Halife onu Uman üzerine gazâya göndermişti.
Arfece burada bir deniz harekâtına katıldı. Bunun üzerine Halife’nin
onu sert bir biçimde kınadığı görülür.[6]
Sûriye
valisi Muâviye b. Ebi Süfyân’ın bir deniz seferi için bu defa dönemin
İslâm Devlet Başkanı (Halîfe) Hz. Osman’a başvurduğunu görmekteyiz.
Halifeliğinin ilk yıllarında Muâviye, deniz seferleriyle ilgili
isteklerini Hz. Ömer gibi cevaplayan Hz. Osman’ı sonunda bir deniz
harekâtına ikna etmiş, Halîfe de, sahillerin askeri birliklerle
takviye edilmesi ve bu maksatla teşkil edilecek olan deniz ordusu
birliklerine alınması düşünülen askerlerin, zorla değil de gönüllü
olarak katılmaları ve yanına hanımını da alması şartıyla ancak buna izin vermiştir.[7]
Hz.
Osman döneminde, bilhassa sahillerin düşman saldırısına karşı korunması
amacıyla bir dizi askerî tedbir alındığını görmekteyiz. Bunlar
arasında;
a)kalelerin onarılmasını,
b)kalelere savaş erleri yerleştirilmesini,
c)kulelere muhâfızlar/bekçiler/gözetleyiciler ve fenerler yerleştirilmesini,
d)sahillere
daha önce yerleştirilen birliklere ilave olarak yeni birlikler
getirilmek suretiyle kıyı savunma ve koruma kuvvetinin artırılmasını,
e)önceki sakinleri tarafından terk edilen binaların askerî amaçlarla kullanılmasını,
f)mescidler yapılmasını ve daha önce yapılmış olan mescidlerin onarılmasını sayabiliriz.[8]
Böylece Bizans Donanması’nın saldırılarına, mukabil harekât/karşı koyma harekâtı imkânı bulan İslâm Deniz Gücü Kıbrıs adasına karşı ilk deniz harekâtına çıktı. Muâviye Mısır valisi Abdullah b. Sa’d b. Ebî Serh’i de bu harekâta çağırdı. Müslüman Deniz Filosu
28/649 yılının ilkbaharında 1.700 parça gemiyle Akkâ’dan denize açıldı.
Muaviye bu donanmanın idaresini Abdullah b. Sa’d b.Ebû Serh ile
Abdullah b. Kays’a verdi. Kıbrıs adasına yönelik bu deniz seferine
sahabeden birçok gönüllünün yanında Ubâde b. Sâmit ile Hz. Peygamber’in
halası olan hanımı Ümmü Harâm da katıldı Müslüman deniz gücü askerleri
Kıbrıs’ın merkezi Konstantia önünde karaya çıkarak şehri kuşattılar.
Karaya çıkıldığı sırada Ümmü Harâm bindiği hayvandan düşerek öldü ve
öldüğü yere defnedildi. Hala Sultan Tekkesi adıyla anılan türbesi bugün
de ziyaret edilmektedir. Kuşatma sonunda Kıbrıs adası barış antlaşması
akdedilerek ele geçirildi. Antlaşma 7.200 altın vergi ödenmesi ve Müslümanlar’a saldırılmaması
şartlarını taşıyordu. Kıbrıslılar birkaç yıl antlaşma şartlarına
uydular. Deniz yoluyla İstanbul’a ulaşmayı hedefleyen Muâviye bu süre
içinde donanmasını güçlendirdi. 33/654 yılında Kıbrıs üzerine yapılan
ikinci seferde ada yeniden fethedilmiş ve buraya 12.000 kişilik bir
askeri kuvvet yerleştirilmiştir. [9]
Bu yerleşmeden sonra da adada tam anlamıyla bir Müslüman hakimiyetinden
bahsedilemez. Fakat Müslüman ülkeleri için Kıbrıs artık bir tehlike
olmaktan çıkmıştır.
Kıbrıs
adasının alınması ve Anadolu içlerine yapılan birkaç seferden sonra
Muâviye Bizans’ın payitahtını hedef olarak belirlemiştir. Kıbrıs’ın
fethinden iki yıl sonra 34/655 yılında Müslümanlar ile Bizanslılar
arasında ilk deniz savaşı vuku bulmuştur. Muâviye’nin İstanbul’u karadan
ve denizden kuşatmak için yoğun bir şekilde Suriye, Mısır ve Libya
sahillerinde gemi inşaatına ağırlık verdiğini görmekteyiz. Bu maksatla
daha önceden de yapıldığı gibi Finike sahillerinden gemi inşaat
malzemesi olarak ahşap ticareti sürdürülmüş ve önemli ölçüde bir donanma gücü
oluşturulmuştur. Bu deniz gücünün oluşturulmasında Mısır Valisi
Abdullah b. Sa’b b. Ebû Serh ile de iş birliği yapılmış ve kısa zamanda İskenderiye tersanesinde çok
sayıda savaş gemisi inşa edilmiştir. Bu hazırlıkların ardından kendisi
de Kapadokya üzerinden kara ordusuyla sefere harekâtı düzenlemiştir.
Öbür taraftan onun hedefini anlayan İmparator Heraklios’un oğlu
II.Constans, karşı saldırıya geçmiş ve denizden sefere çıkarak Finike
sahillerinde İslâm Donanması’yla karşılaşmıştır. Denizde gelişen bu
ilerleyiş Doğu Akdeniz’de, biri Şam Valisi Muâviye’nin komutasında
Sûriye Donanması’nın, diğeri Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh komutasındaki
Mısır Donanması’nın birleşmesiyle 200 parça gemiden oluşan iki Müslüman
deniz gücünün II. Konstantin komutasındaki 500 parça gemiden oluşan
Bizans Donanması’na karşı Likya bölgesinde yer alan Phoenix (günümüzde
Finike ve Antalya) açıklarında ünlü Zâtü’s-Savârî (Gemi Direkleri)
Savaşı’nın (34/654) kazanılmasını sağlamıştır. İslâm Donanması’nın
ekseriyetini Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh’in komuta ettiği Mısır
Donanması oluşturuyordu. Bizans Donanması’nın üstün donanıma sahip
olmasına rağmen Müslüman askerler, düşman gemilerinin donanımını imha
etmek ve yelkenlerini kesmek için uzun kancalar kullanmışlar, kendi
gemileri ile Bizans gemilerini halat ve zincirlerle birbirine bağlayarak
hücuma geçmişler ve böylece alışkın olmadıkları deniz savaşını adeta
kara savaşı haline dönüştürerek göğüs göğse çarpışmaya girişmişlerdir.
Savaş Müslüman deniz gücünün kesin zaferiyle sona ermiştir. Böylece
güçlü Bizans donanması Likya sahillerinde ağır bir yenilgiye uğramış ve
İmparator ancak kılık değiştirerek savaştan kaçmayı başarabilmiştir. Bu
başarılarından sonra Müslümanlar denizlerde de Bizans’a karşı
üstünlüklerini artırarak sürdürmüşlerdir. Finike yakınlarında
gerçekleşen Zâtü’s-Savârî savaşıyla birlikte Bizans’ın Doğu Akdeniz’deki
hakimiyetinin sona erdiğini görmekteyiz.
İslâm donanmasının denizdeki bu seferleri ve bu seferlerdeki başarısı, Müslümanları, bunu takip eden yıllarda diğer Akdeniz adalarına karşı yeni seferler tertip etmeye cesaretlendirmiş, İslâm
ordularının denize de hâkim olup, onu kontrolleri altına almalarının
yolunu Müslümanlara açmış ve İslâm deniz gücünün Akdeniz’deki varlığı ve
hâkimiyetinin kabulü sonucunu doğurmuştur. Bu sonuç Bizans’a,
Akdeniz’deki gücünü yeniden takviye ihtiyacını duyurtmuştur. Bundan
sonraki sürecte İstanbul’u kuşatma girişimi neticelenmiştir
Muâviye’nin
kurduğu 1.700 gemilik Sûriye Donanması ve bir o kadar da Mısır
Donanması ile “İslâm Deniz Harp Filosunun” Akdeniz’de önemli bir güce
ulaştığı görülür. Bu gücün etkisi iledir ki İslâm Donanmasının Kıbrıs,
Arvad, Sicilya, Rodos ve Girit gibi önemli deniz üslerini ele geçirmek
için Bizans Donanması’nı sıkıştırdığını görmekteyiz. Bu üsler ileride
İstanbul’a yönelik “Yedi Sene Savaşları (53-60/674-680)” adı verilen
askerî seferler için “İslâm Deniz Hareket Üssü” görevi göreceklerdir.[10]
B.RÜTBELER
Erken İslâmî Dönem’de bahriye teşkilatında şu rütbelerden söz edebiliriz:
1)Emîrü’l-Mâ’: Donanma komutanı karşılığında kullanılan bir rütbe olup, Avrupa dillerine Amiral şeklinde intikal etmiştir.
2)Emîrü’l-Bahr:
Gemilerde askerleri ve kullandığı silâhları yöneten bir komutanın
rütbesidir. Bu komutan dalgalı ve aşırı rüzgârlı havalarda, gemilerin
seyir kolaylığını ve emniyetini sağlamaktadır. Bu bağlamda içinde
bulunduğu gemiye lamba takma ve daha küçük teknelerle diğer gemilere
geçerek onların seyr ve seferini idare etme işi de emîrü’l-bahr’ın
görevleri arasında yer almaktadır. Kızıldeniz’de bu görevi yapan
komutanlara rubbân, Hint Okyanusunda ise muallim denilmektedir. Rubbânın emirlerini daha alt birimlere ulaştıran görevlilere ise münâdî denilmektedir.
C.LİMANLAR,TERSANELER VE GEMİLER:
Müslüman
orduların gerçekleştirdikleri toprak kazanımı ve fetihler yoluyla,
İslâm hâkimiyetinin özellikle Doğu Akdeniz’e kıyısı olan bölgelerde
yayılması, mağlup milletlerdeki çeşitli mesleklerde maharet ve beceri
kazanmış, tecrübeli sanatkâr ustaları İslâm’a yaklaştırdı. Bundan sonra
bu ustalar kendi meslek/sanat alanlarında İslâm devletinin hizmetinde
istihdam edildiler. Tabiatıyla, bu bağlamda gemi yapımında mahir
ustalardan, bu arada özellikle Rûm/Bizanslı ve Kıptî/Mısırlı ustalardan
önemli ölçüde yararlanıldığını görmekteyiz.
Doğu
Akdeniz sahillerinde fetih öncesi dönemde kurulmuş ve işler durumda
olan önemli limanlar, deniz üsleri ve tersaneler bulunuyordu. Bu
üslerden biri Mısır’ın İskenderiye limanıdır. Mısır
fatihi ve fetih sonrasında Mısır Valisi olan Amr b. Âs, valiliği
döneminde düşman saldırılarına açık bir liman şehri olmasından dolayı
İskenderiye ile özel bir şekilde ilgilenerek buraya bir askeri garnizon
kurmuştur. Daha sonra Hz. Osman döneminde Mısır’a vali olarak atanan
Abdullah b. Sa’d b. Ebû Serh de eski Kıptî ustaların yardımıyla yeniden
onardığı ve genişlettiği gemilerden oluşturduğu donanma ile İskenderiye
Limanı’nı hem askeri ve hem de ticari bir üs haline getirmiştir[11]
Doğu Akdeniz’in deniz gücünü barındıran önemli bir askeri üs de Akkâ limanı
ve burada gemi yapımının gerçekleştirildiği tersanedir. Suriye Valisi
Muaviye uzun süre devam eden valiliği döneminde bölgede bulunan
Bizans’tan kalma eski havuzları onartarak gemi yapımına uygun hale
getirtmiş ve böylece Akkâ o devirde İskenderiye’den sonra gemi inşasına
uygun ikinci büyük tersane olmuştur. Ayrıca Akkâ limanı İslam deniz
gücünün Akdeniz’deki ilk deniz seferleri için donanma üssü olarak da
kullanılmıştır.[12]
Bu
tersanelerde fetih öncesi dönemde olduğu gibi, farklı boyutlarda ve
isimlerde gemiler inşa ediyordu. Gemiler deniz rengine boyanarak kamufle
ediliyordu. İlk omurgalı gemi inşaatını Fâtımîler’in geliştirdiğini
görmekteyiz. Onlardan sonraki dönemlerde gemiler artık omurgalarından
başlamak suretiyle inşa ediliyordu. Gemiler, özelliklerine göre şu
isimleri almaktaydı.[13]
1) Sefîne: Gemilere verilen genel bir isimdir.
2) Şînî/Şiniyye (Şûne, Şevne):
İslâm donanmasının en büyük ve yüz kırk küreklik uzun savaş gemisi olup
ortalama yüz elli kişi taşımaktadır. Burun kısmı kargaya benzediği için
gurâb (karga) da denilen bu gemilere savunma için
burçlar yerleştirilmiştir; geniş güverteli gemiler de oldukları için
mancınık ve arrâde taşıyabilmektedirler. Ambarlarındaki su ve yiyecek
ise uzun müddet denizde kalmaya yetecek ölçüdedir. Küçük tiplerine ise harbiyye denir. Bunlar Fatımî ve Endülüs donanmalarının hafif ve seri hareket eden gemilerindendir. Bu tür gemilere musattâh ve şelendî de denilmektedir.
3) Harrâka: Düşman gemilerini yakarak tahrip etmek üzere neft ateşi/Rum ateşi gibi yanıcı maddeleri taşıyan yüz kürekli gemilerdir.
4) Tarîde veya Tarrâd:
Osmanlılardaki at gemisi büyüklüğündedir. Atların girip çıkabilmesi
için yapılmış özel kapaklı ve bölmeli nakliye gemileridir. Süvarisi ve
donanımı ile birlikte kırk kadar atı taşıyabilmektedir.
5) Hammâle ve A’rârî: Erzak ve eşya (lojistik destek materyali) taşıyan nakliye gemilerinin bir başka çeşididir.
6) Butse/Batsa:
Çok sayıda kattan oluşan ve özellikle asker, mühimmât ve silâh taşımak
için yapılmış gemilerdir. Çok yelkenli olan bu gemi yedi yüz asker
taşıyabilmektedir.
7) Feydânî: Mısır Fatımîlerince kullanılan yolcu ve yük taşıma gemisidir.
8) Celebe: Daha çok Kızıldeniz’de seyreden ve yapımında çivi kullanılmayan gemidir.
9) Nîlî/nîlîyye: Nil Nehri’nde hareket eden gemilere ise nîlî/nîliyye denilmektedir.
Büyük gemilerden biri de karkûra isimli gemidir.
SONUÇ:
Fetihler
neticesinde Doğu Akdeniz’e kıyısı olan Suriye ve Mısır’ın
Müslümanlar’ın eline geçmesi, bu bölgelerin deniz yönünden gelecek
düşman saldırılarına karşı korunabilmesi, buralarda fetih öncesi var
olan deniz üslerine ve tersanelere Müslümanlar’ın sahip olmaları ve
eskiden beri bu alandaki deniz ticaretinin Suriyeli ve Mısırlı
tacirlerin elinde olması bu iki yerin valilerinin, bölgenin askeri
bakımdan korunması ve Akdeniz ticaretinin devam ettirilmesi için bir İslam Donanması
oluşturmanın önemini çabucak kavramalarına sebep olmuştur. Suriye
Valisi Muâviye’nin bu konudaki ısrarlı talepleri Hz.Osman nezdinde kabul
görmüş ve ve Mısır Valisi Abdullah b. Ebû Serh’in de desteği ile Doğu
Akdeniz’de bir İslâm Deniz Gücü kurulmuştur. Bu deniz güc biri, ana üssü
İskenderiye olan Mısır Donanması ile diğeri, ana üssü Akkâ olan Suriye
Donanması’ndam oluşuyordu. Kıbrıs adasının fethi ve Zâtü’s-Savârî deniz
zaferinin kazanılması Müslümanlar’a Akdeniz’in ve bu denizin bir İslâm
Gölü olmasının yolunu açmıştır. Bu yolda başarılarına yenilerini ekleyen
bu güç giderek daha da gelişmiş ve büyümüştür
[1] Kur’ân,17/İsrâ:661; 42/Şûrâ:32; 55/Rahmân:22,24; 11/Hûd:42; 54/Kamer:13; 14/İbrâhîm:32; 45/Câsiye:12; 16/Nahl:14
[2] İbnü’l-Esîr,en-Nihâye, “avm”md.; İbn Mâce,”Cihâd”,1,10; Dârimî,”Cihâd”,28
[3]
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Türkçe’ye Çev. Salih
Tuğ,Ankara,2003, I,271, A.mlf.,Hz.Peygamber’in Savaşları, Türkçe’ye
Çev.Nezire Erinç Yurter, Ankara,ty.,s.131
[4] Nebi Bozkurt,Bahriye md. DİA,IV,496
[5] Ebû Yûsuf, Kitâbul-Harâc, Kahire,1936, s.212
[6]
A.R.Lewis, el-Kuvâ’l-bahriyye ve’t-ticâriyye fî
havdı’l-bahri’l-mutavassıt, Arapça’ya Çev. Ahmed Muhammed İsâ,
Kahire,1960, s.88-92,102-104
[7]Belâzurî,
Fütûhu’l-Büldân, Beyrut,1978(Rıdvan Muhammed Rıdvan), s.157, Türkçe
çevirisi için bak.,.Mustafa Fayda,Ankara,1987, s.218
[8] Belâzurî, s.183; İbnü’l-Esîr,el-Kâmil fî’tTârîh, Beyrut,1965, II,495
[9]
Belâzurî, s.157-58, Mustafa Fayda çevirisi, s.218-19; Ebû’l-Ferec,
Târîh,Türkçe’ye Çev.Ömer Rıza Doğrul, Ankara, 1999, I,180-82; Halîfe b.
Hayyât,Târîh, Türkçe’ye Çev. Abdülhalık Bakır, Ankara,2001,
s.62-3.,67-70
[10]
Belâzurî, s.237, Mustafa Fayda çevirisi, s.337-38; Abdulaziz Sâlim,
el-Bahriyyetü’l-islâmiyye fî mısr ve’ş-şâm mine’l-fethi’l-arabî
hattâ’l-asri’l-eyyûbî, Beyrut,1971 s.14-28, 31.
[11] Eymen Fuâd es-Seyyid, İskenderiye md. DİA, XXII,574
[12] Feridun Emecan,Akkâ md.,DİA, II,265
[13] Habîb Zeyyâd, Mu’cemü’l-merâkib ve’s-süfün fîl-islâm, el-Meşrık, Sayı:43, Beyrut,1949, s.321-63; Nebi Bozkurt,a.g.md.,DİA, s.501
0 yorum:
Yorum Gönder