16 Mart 2016 Çarşamba

Ahir Zaman Kabusu

Tarihin dönemlendirilmesi konusunda Müslümanlarda oluşan anlayışta bazı problemler bulunmaktadır. Bu konuda Müslüman kültüründen bize gelen rivayetler, dönemlendirmenin sanki bizzat Hz. Peygamber tarafından yapıldığını belirtir mahiyettedir. Rivayetler temelinde baktığımızda Müslümanların geleceklerinin tümüyle bir çöküş ve yıkılıştan ibaret olduğu mesajı verilmektedir. Çok az sayıda nakledilen ümit verici hadisler ise, vaat edilen iyi günlerin süresinin de aşırı derecede kısa olmasıyla (yedi, dokuz ve en fazla kırk yıl gibi) ayrı bir olumsuzluk içermektedir.
Bu rivayetlerden en meşhuru “En hayırlı asır benim asrım ve sonra gelenlerin ve onlardan sonra gelenlerin asrıdır. Bundan sonra öyle bir topluluk gelir ki, şahitlikleri yeminlerini, yeminleri de şahitliklerini geçer”  şeklindeki hadiste en hayırlı üç asırdan bahsedilmektedir. Geleneğimizde, Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn nesli olarak bilinen bu asırlar, Hz. Peygamber’in dönemi itibariyle “Asr-ı Saadet” ve geri kalan iki asır da ona mülhak asırlar olarak algılanmaktadır.
Hz. Peygamber’in ashabıyla birlikte yaşadığı dönemin “Asr-ı Saadet” olarak algılanıp, bu dönemin asla erişilemez bir zirveyi temsil ettiği inancı, zorunlu olarak geleceği aşağıya ve kötüye doğru giden bir zaman dilimine, tarihi de kötümser (pesimist) bir tarih algısına dönüştürmüştür. Bu durum ilk İslamî asrın kutsallığı ve zirvede başlayan bir tarihi anlatmaktadır. Rivayetlerin resmettiğine göre; bu durum, önceden belirlenmiş, hem de kötüye doğru belirlenmiş olan bir tarihtir ve önce gelenin sonra gelenden daha faziletli ve üstün olduğu esası üzerine kurulmuştur. Böylece İslam tarihi iyi olandan kötüye, hayırlı olandan hayırsıza doğru bir seyir takip etmektedir. Diğer bir ifadeyle İslam tarihi zirveden, piramidin en yukarı noktasından başlamış, aşağıya, kötüleşmeye ve bozulmaya doğru bir istikamet takip etmiştir. Bundan sonra başlayacak olan dönem, zorunlu (determinist) bir gidiştir ve Müslümanların gittikçe kötüye doğru gitmek zorunda oldukları bir süreci başlatmaktadır. Aslında şu ana kadar yazılan İslam tarihleri de bir şekilde bu merkezde anlatılmaktadır. Böyle bir zihniyetin dünyaya bakışının olumsuz ve karamsar olması doğaldır.
Yukarıdaki üç hayırlı nesilden sonra başlayan bozulma ve çöküş süreci, aynı zamanda kıyametin de beklenmesi sürecini başlatmıştır. Zaten, Hz. Peygamber’in son peygamber olması, insanlığın imtihanının son perdesi gibi algılanmış ve en yakın bir zamanda kıyamet beklenmiştir. Mesela “İşler şiddetlenmeye devam edecek, dünya kaçılacak bir şey olacak, insanlar cimrileşecek ve kıyamet ancak kötülerin üzerine kopacaktır”  rivayetindeki gibi.
Bu düşünceyi besleyen bir rivayet ise  açıkça bir dönemlendirme vermektedir: “Hilafet otuz yıldır, ondan sonra zalim sultanlar dönemi gelecektir.”
Bu hadise göre şu devirler gelecektir:
  1. Nübüvvet devri,
  2. Nübüvvet usulünce hilafet devri,
  3. Hükümdarlık devri.
Müslümanlar olarak tarih algımızın “kaderci” karakteri çok belirgindir. Her tarihî olayın önceden bir yazgıyla belirlendiğini ve tarihe egemen olan genel bir kaderin/yasanın var olduğunu kabul eden fatalist bir karaktere sahip olan bu tarih algısına “belirlenimci tarihçilik” de denilebilir. Bu “determinist” tarih algısı, çoğunlukla kaderci/cebriyeci anlayışa sahip olan Müslümanların halen etkisinde oldukları tarih algısıdır. İslam dünyası, içinde bulunduğu kötü durumu bir taraftan fatalist bir tarih algısıyla açıklamaya çalışıp rahatlamak isterken, diğer taraftan da bu durumdan kurtulabilmek için yine Allah’tan cebrî bir müdahale ile durumu düzeltmesini talep etmektedir. Bu da Mehdi ve İsa’nın nüzulü veya her yüzyılın başında dini yenileyecek bir müceddidin gönderileceği gibi geliştirilen inançlardır.  Yani yine Allah tarihe müdahale edecektir. Burada durum hem cebrî bir algıyla Allah’a bağlanmakta, hem de kurtuluş ondan beklenmekte ve yine cebrî bir tarih algısı devam etmekte, zamanı kendi tarihi olarak algılayamamaktadır.
Cebriye, insanı tamamen ilahi takdirin bir aktörü olarak görürken, Mûtezile insanı kendi eylemini kendisi yapan bir hür varlık olarak anlamıştır. Her iki anlayışı da sapıklık olarak değerlendiren ve geneli temsil eden Ehl-i Sünnet, insanı yapıp etmelerinden sorumlu tutacak iradenin ne tür bir irade olduğunu belirlemekte hayli zorlanmıştır. Hatta net bir tanım sayılabilecek bir açıklama getirildiğini söylememiz mümkün değildir. “Allah’ın tenzih edilmesi” esasına dayalı bu yaklaşım tarzında Ehl-i Sünnet net olarak insan sorumluluğunu belirleyemediği için, bütün çabalarına rağmen Cebriye’nin görüşlerine yakın durmaktan kurtulamamıştır. Sonuçta eylemi (tarihi) tamamıyla Allah’a -ilahî takdire- verip, Allah’ı tarihin tek faili yapmış ve tarihi insanın değil, Allah’ın tarihine dönüştürmüştür.
Aslında rivayetlerden yola çıkarsak, rivayetlerde sıkça vurgulanan ve çoğunda açıkça ifade edilen, belirlenmiş, dönemlendirilmiş tarih vurgusu, insan iradesine bağlı bir tarihi değil, Allah’ın tamamen kontrolünde olan bir tarihi ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in “Şu tarihte şöyle olacak, şu zamanda bunlar meydana gelecek” demesi “Allah tarihi böyle kurgulamış, bunun aksine bir şeyin olması imkânsızdır” demektir. Böylece, İslam geleneğindeki tarih algısı, Allah’ın eylemlerinin (tecellilerinin) tarihine dönüşmüş, insan da bu tarihin sadece figüranları konumuna inmiştir. Böyle bir bakış açısına göre: “kâfirlerle Allah mücadele edecek, zalimlerin cezasını Allah verecek, adil kurtarıcıları Allah gönderecek, hastalarımıza şifayı o verecek, borçlularımızın borcunu o ödeyecek, vs”… İslam dünyasında yapılan dualara ve bu duaların muhtevasına baktığımızda, belirlemeye çalıştığımız tarih anlayışının nasıl hâkim olduğunu çok açık olarak görebiliriz. Akif’in “Huda’yı kendisine hizmetçi yaptı, kendi oldu Huda” dediği durum ortaya çıkmaktadır.
Bu anlayışa göre, tarih sürekli kötüye gidecekse bu normaldir. Çünkü kıyametin kopması için bu gereklidir. Şayet Allah bu arada Müslümanlara iyi günler lütfedecekse, o zaman da bunu yine o yapacaktır. Müslümanlara terettüp eden herhangi bir şey yoktur. Müslümanlar, böylece uzunca bir süredir, reel tarihten kopuk bir anlayışla tarihin kendi rotasında akmadığı, zamanın kendi kurallarıyla ilerlemediği bir tarih dışılığa maruz kalmışlardır.
Sonuç olarak rivayetlerin, geleneğimizde nasıl bir tarih anlayışı inşa ettiği ortadadır. Bu rivayetler, kanaatimize göre Hz. Peygamber’in sözleri değil, onun adına söylenmiş tarihsel tepkiler veya tespitlerdir. Bu durumda, sözü edilen rivayetlerden hareketle tarihi dönemleri inşa etmek yerine, Hz. Peygamber misyonunu ve vizyonunu kendi tarihimizde yeniden yorumlayarak, yeni bir tarih algısı inşa etmek, insanı tarihin gerçek faili yapmak durumundayız. Bu inşa da rivayetlerin rolü, olumsuz örnekliğiyle geçmişte başımıza açtığı sorunları gidermek ve doğru bir tarih algısını kazanmamıza tersinden yardımcı olmaktır. Böylece biz, tarihi bize gerektiği şekilde ve sorumluluk bilincimizi geliştirdiği biçimde yeniden anlaşılabilir şekilde kurmamız gerekmektedir.

Yazarlar