Tarihin
dönemlendirilmesi konusunda Müslümanlarda oluşan anlayışta bazı
problemler bulunmaktadır. Bu konuda Müslüman kültüründen bize gelen
rivayetler, dönemlendirmenin sanki bizzat Hz. Peygamber tarafından
yapıldığını belirtir mahiyettedir. Rivayetler temelinde baktığımızda
Müslümanların geleceklerinin tümüyle bir çöküş ve yıkılıştan ibaret
olduğu mesajı verilmektedir. Çok az sayıda nakledilen ümit verici
hadisler ise, vaat edilen iyi günlerin süresinin de aşırı derecede kısa
olmasıyla (yedi, dokuz ve en fazla kırk yıl gibi) ayrı bir olumsuzluk
içermektedir.
Bu
rivayetlerden en meşhuru “En hayırlı asır benim asrım ve sonra
gelenlerin ve onlardan sonra gelenlerin asrıdır. Bundan sonra öyle bir
topluluk gelir ki, şahitlikleri yeminlerini, yeminleri de şahitliklerini
geçer” şeklindeki hadiste en hayırlı üç asırdan bahsedilmektedir.
Geleneğimizde, Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn nesli olarak bilinen bu
asırlar, Hz. Peygamber’in dönemi itibariyle “Asr-ı Saadet” ve geri kalan
iki asır da ona mülhak asırlar olarak algılanmaktadır.
Hz.
Peygamber’in ashabıyla birlikte yaşadığı dönemin “Asr-ı Saadet” olarak
algılanıp, bu dönemin asla erişilemez bir zirveyi temsil ettiği inancı,
zorunlu olarak geleceği aşağıya ve kötüye doğru giden bir zaman
dilimine, tarihi de kötümser (pesimist) bir tarih algısına
dönüştürmüştür. Bu durum ilk İslamî asrın kutsallığı ve zirvede başlayan
bir tarihi anlatmaktadır. Rivayetlerin resmettiğine göre; bu durum,
önceden belirlenmiş, hem de kötüye doğru belirlenmiş olan bir tarihtir
ve önce gelenin sonra gelenden daha faziletli ve üstün olduğu esası
üzerine kurulmuştur. Böylece İslam tarihi iyi olandan kötüye, hayırlı
olandan hayırsıza doğru bir seyir takip etmektedir. Diğer bir ifadeyle
İslam tarihi zirveden, piramidin en yukarı noktasından başlamış,
aşağıya, kötüleşmeye ve bozulmaya doğru bir istikamet takip etmiştir.
Bundan sonra başlayacak olan dönem, zorunlu (determinist) bir gidiştir
ve Müslümanların gittikçe kötüye doğru gitmek zorunda oldukları bir
süreci başlatmaktadır. Aslında şu ana kadar yazılan İslam tarihleri de
bir şekilde bu merkezde anlatılmaktadır. Böyle bir zihniyetin dünyaya
bakışının olumsuz ve karamsar olması doğaldır.
Yukarıdaki
üç hayırlı nesilden sonra başlayan bozulma ve çöküş süreci, aynı
zamanda kıyametin de beklenmesi sürecini başlatmıştır. Zaten, Hz.
Peygamber’in son peygamber olması, insanlığın imtihanının son perdesi
gibi algılanmış ve en yakın bir zamanda kıyamet beklenmiştir. Mesela
“İşler şiddetlenmeye devam edecek, dünya kaçılacak bir şey olacak,
insanlar cimrileşecek ve kıyamet ancak kötülerin üzerine kopacaktır”
rivayetindeki gibi.
Bu
düşünceyi besleyen bir rivayet ise açıkça bir dönemlendirme
vermektedir: “Hilafet otuz yıldır, ondan sonra zalim sultanlar dönemi
gelecektir.”
Bu hadise göre şu devirler gelecektir:
- Nübüvvet devri,
- Nübüvvet usulünce hilafet devri,
- Hükümdarlık devri.
Müslümanlar
olarak tarih algımızın “kaderci” karakteri çok belirgindir. Her tarihî
olayın önceden bir yazgıyla belirlendiğini ve tarihe egemen olan genel
bir kaderin/yasanın var olduğunu kabul eden fatalist bir karaktere sahip
olan bu tarih algısına “belirlenimci tarihçilik” de denilebilir. Bu
“determinist” tarih algısı, çoğunlukla kaderci/cebriyeci anlayışa sahip
olan Müslümanların halen etkisinde oldukları tarih algısıdır. İslam
dünyası, içinde bulunduğu kötü durumu bir taraftan fatalist bir tarih
algısıyla açıklamaya çalışıp rahatlamak isterken, diğer taraftan da bu
durumdan kurtulabilmek için yine Allah’tan cebrî bir müdahale ile durumu
düzeltmesini talep etmektedir. Bu da Mehdi ve İsa’nın nüzulü veya her
yüzyılın başında dini yenileyecek bir müceddidin gönderileceği gibi
geliştirilen inançlardır. Yani yine Allah tarihe müdahale edecektir.
Burada durum hem cebrî bir algıyla Allah’a bağlanmakta, hem de kurtuluş
ondan beklenmekte ve yine cebrî bir tarih algısı devam etmekte, zamanı
kendi tarihi olarak algılayamamaktadır.
Cebriye,
insanı tamamen ilahi takdirin bir aktörü olarak görürken, Mûtezile
insanı kendi eylemini kendisi yapan bir hür varlık olarak anlamıştır.
Her iki anlayışı da sapıklık olarak değerlendiren ve geneli temsil eden
Ehl-i Sünnet, insanı yapıp etmelerinden sorumlu tutacak iradenin ne tür
bir irade olduğunu belirlemekte hayli zorlanmıştır. Hatta net bir tanım
sayılabilecek bir açıklama getirildiğini söylememiz mümkün değildir.
“Allah’ın tenzih edilmesi” esasına dayalı bu yaklaşım tarzında Ehl-i
Sünnet net olarak insan sorumluluğunu belirleyemediği için, bütün
çabalarına rağmen Cebriye’nin görüşlerine yakın durmaktan
kurtulamamıştır. Sonuçta eylemi (tarihi) tamamıyla Allah’a -ilahî
takdire- verip, Allah’ı tarihin tek faili yapmış ve tarihi insanın
değil, Allah’ın tarihine dönüştürmüştür.
Aslında
rivayetlerden yola çıkarsak, rivayetlerde sıkça vurgulanan ve çoğunda
açıkça ifade edilen, belirlenmiş, dönemlendirilmiş tarih vurgusu, insan
iradesine bağlı bir tarihi değil, Allah’ın tamamen kontrolünde olan bir
tarihi ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in “Şu tarihte şöyle olacak, şu
zamanda bunlar meydana gelecek” demesi “Allah tarihi böyle kurgulamış,
bunun aksine bir şeyin olması imkânsızdır” demektir. Böylece, İslam
geleneğindeki tarih algısı, Allah’ın eylemlerinin (tecellilerinin)
tarihine dönüşmüş, insan da bu tarihin sadece figüranları konumuna
inmiştir. Böyle bir bakış açısına göre: “kâfirlerle Allah mücadele
edecek, zalimlerin cezasını Allah verecek, adil kurtarıcıları Allah
gönderecek, hastalarımıza şifayı o verecek, borçlularımızın borcunu o
ödeyecek, vs”… İslam dünyasında yapılan dualara ve bu duaların
muhtevasına baktığımızda, belirlemeye çalıştığımız tarih anlayışının
nasıl hâkim olduğunu çok açık olarak görebiliriz. Akif’in “Huda’yı
kendisine hizmetçi yaptı, kendi oldu Huda” dediği durum ortaya
çıkmaktadır.
Bu
anlayışa göre, tarih sürekli kötüye gidecekse bu normaldir. Çünkü
kıyametin kopması için bu gereklidir. Şayet Allah bu arada Müslümanlara
iyi günler lütfedecekse, o zaman da bunu yine o yapacaktır. Müslümanlara
terettüp eden herhangi bir şey yoktur. Müslümanlar, böylece uzunca bir
süredir, reel tarihten kopuk bir anlayışla tarihin kendi rotasında
akmadığı, zamanın kendi kurallarıyla ilerlemediği bir tarih dışılığa
maruz kalmışlardır.
Sonuç
olarak rivayetlerin, geleneğimizde nasıl bir tarih anlayışı inşa ettiği
ortadadır. Bu rivayetler, kanaatimize göre Hz. Peygamber’in sözleri
değil, onun adına söylenmiş tarihsel tepkiler veya tespitlerdir. Bu
durumda, sözü edilen rivayetlerden hareketle tarihi dönemleri inşa etmek
yerine, Hz. Peygamber misyonunu ve vizyonunu kendi tarihimizde yeniden
yorumlayarak, yeni bir tarih algısı inşa etmek, insanı tarihin gerçek
faili yapmak durumundayız. Bu inşa da rivayetlerin rolü, olumsuz
örnekliğiyle geçmişte başımıza açtığı sorunları gidermek ve doğru bir
tarih algısını kazanmamıza tersinden yardımcı olmaktır. Böylece biz,
tarihi bize gerektiği şekilde ve sorumluluk bilincimizi geliştirdiği
biçimde yeniden anlaşılabilir şekilde kurmamız gerekmektedir.