İslam
tarihi boyunca gerek Şii gerek Sünni müellifler konuyu Hz. Hüseyin’in
şehadeti ve acımasızca katledilmesi perspektifinden hareketle
değerlendirdiklerinden dolayı, genelde Emevî karşıtı bir söylemde
bulunmuşlardır. Tarihi okurken olayları bir tarafın penceresinden
değerlendirmek doğru değildir. Gözü kapalı bir şekilde bir tarafı övmek
veya diğer tarafı yermek bize bir şey kazandırmayacaktır. Olayları
dışarıdan bir gözlemci olarak dönemin siyasi değerlendirmelerini hesaba
katarak müelliflerin Emevî düşmanlıklarını, Abbasî çağının yazarları
olmalarını, siyasi düşüncelerini, yaşadıkları dönemleri hesaplayarak ve
sonraki çağların biriktirdiği duygusallıklar içinde değil, empati
içerisinde o çağın gerektirdiği perspektiften değerlendirmelerde
bulunmak lazımdır.
Sömürü Malzemesi
Kerbela
olayının İslam tarihinin en acı olaylarından biri olmakla birlikte en
meşhur dramı olmasının sebebi, özellikle Şia’nın kendisini bu olay
üzerinden ifade etme gayreti, meseleyi İslam tarihinin en popüler konusu
haline getirmiştir. Bugünkü Şii tandanslı dünyada bir suikastle
katledilen Hz. Ali’nin şehadet yıl dönümünde anma törenleri
düzenlenmezken Kerbela olayı devasa törenlerle anılmaktadır. Bu da
meselenin içinde siyasi muhalefet anlayışı ile hareket etme olduğu
izlenimi vermektedir. Nitekim Kerbela törenlerini kurumsal anlamda ilk
defa kutlanmasını sağlayanların Şii Büveyhilerin olması dikkat
çekicidir.
Kerbela
olayı, siyasi malzeme olarak kullanılabilmesi için dini argümanlarla
desteklenmiştir. Bu konu o kadar ileri götürülmüştür ki; Hz.
Peygamber’in ağzından mesele halledilmeye çalışılarak örneğin “Ümmetimin işleri Ümeyyeoğullarından Yezit adlı biri ortaya çıkıncaya kadar adaletle devam edecek” şeklinde uydurmalar kaynaklara girebilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için “Ben, bunlarla sulh olanlarla sulh olurum, çarpışanlarla da çarpışırım!” buyurduğu, yine Hz. Peygamber’in bir toprak göstererek “Cebrail, Hüseyin’in Irak toprağında öldürüleceğini bana haber verdi. Bu da oranın toprağıdır!”
dediği şeklinde tarafgir uydurma rivayetler nakledilir. Ayrıca Hz.
Hüseyin’in arkasından cinlerin ağıt yaktığı, dünyanın yedi gün kadar
durakladığı, güneşin ve gökyüzünün karardığı, yıldızların birbirine
vurduğu, hangi taş kaldırılırsa altından kan çıktığı, güneş tutulması
olduğu, gökyüzünün altı ay boyu kırmızılaştığı aktarılmaktadır. Hz.
Peygamber’in ısrarla evrendeki varlıkların bir insanın doğumuyla veya
ölümüyle hareket etmediklerini vurgulaması da bu tür uydurmalara engel
olamamıştır. Yine savaş sonucunda ölenlerin sayısı konusu da istismar
edilmiştir.
Sonuçta
bu tür uydurma rivayetler kullanılarak Müslümanların ya Hüseynî ya da
Yezidî çizgide olmaları gerektiği belirtilmiştir. Doğrusu o günkü sahabe
neslinin çoğu ne Yezidî ne de Hüseynî çizgide idi. Bu sebeple insanları
olaylara belli bir perspektiften bakmaya zorlamak ve bu tür yorumlara
mahkum olmak konuyu gereği gibi anlamaya engeldir.
Kerbela
olayı, günümüzde adeta bir turnusol kağıdına dönüştürülmüştür. Buna
göre; bir taraf nübüvveti diğer taraf ise saltanatı temsil etmektedir.
Doğrusu Hz. Hüseyin’i harekete geçiren olgunun ne olduğunu tam olarak
bilemiyoruz. Ancak bu çizgiyi savunduğunu söyleyenlerin (Şia ve
taraftarlarının) önerdiği devlet yapılanmasının saltanattan ne farkı
vardır? sorusuna cevap bulmalıyız. Bu düşüncede olanlar; “yönetim, sadece kutsal ailenin (!) neslinden olmalıdır”
şeklinde İslami öğretiyle taban tabana zıt bir saltanatçı bir düşünceyi
(üstelik dini gerekçelerle süsleyerek) savunmaktadırlar. Bu anlayış
esasen saltanat rejiminin en alasını savunmaktadır. Üstelik bu anlayış
imamet teorisi ile itikat noktasına kadar da çıkarılmıştır. Aslında
Sünni dünya, saltanatı böyle dinsel kisveler ile örüp kabul ettirme
konusunda Şia kadar ileri bir ucu temsil etmemiştir. Bu hakkı da teslim
etmek gerekir.
Sahabenin Tavrı
Hz.
Hüseyin’in Kûfe’ye gitmesini sahabeden İbn Zübeyr dışında hiçbiri
istemiyordu. Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gitmemesi için bütün sahabileri
seferber olmuştu. Onun gitmemesi konusunda adeta sahabe icmaı oluşmuştu.
Ancak Hz. Hüseyin’i ikna edememişlerdi. Rivayetlerde Hz. Hüseyin’in
Kûfelilerin yaptıkları ısrarlı davet sebebiyle onlara söz verdiği,
dolayısıyla gitmek zorunda kaldığı aktarılır. Doğrusu Kûfeliler babası
Hz. Ali’yi Muaviye’ye karşı savaşta yardımsız bırakmış, abisi Hz.
Hasan’ın çadırını yağmalamışlar ve onun hilafeti Muaviye’ye devretmesine
neden olmuşlardı. Bütün bunlara rağmen Hz. Hüseyin muhtemelen bu gelen
davetlere bakarak bölgede hakim olup hüküm sürebileceğini düşünmüştü.
Hz.
Hüseyin’in Kûfe’ye gitmesi konusuna karşı çıkan çoğunluğu sahabe olan
önde gelen kimselerin burada sadece isimlerini zikretmek istiyoruz.[1]
Muhammed b. Hanefiyye
Abdullah b. Abbas
Abdullah b. Ömer
Abdullah b. Muti
Ömer b. Abdurrahman
Ebû Saîdu’l-Hudrî
Ahnef b. Kays
Abdullah b. Cafer
Sahabe
içinde tek farklı tavır İbn Zübeyr’den geliyordu. İbn Zübeyr halkın
Hz. Hüseyin’e teveccühünü halkın onun yanında toplandığını görüyordu.
Hz. Hüseyin gitmeden halkın kendisine biat etmeyeceğini biliyordu. Hz.
Hüseyin’in yanına gidip “Benim de oralarda senin taraftarların gibi taraftarlarım bulunsaydı, oradan vazgeçmezdim” dedi. İbn Zübeyr, kalkıp gittikten sonra, Hz. Hüseyin, kendi kendine “O,
bende bulunan şeyin (hakkın) kendisinde bulunmadığını halkın, onu bana
denk tutmayacağını ve kendisine sevgi göstermeyeceğini bilmektedir” dedi.
Bütün
bu aktarımlardan sonra şu sonuçlara varabiliriz: Hz. Hüseyin’in isyan
etmek için Kûfe’ye gitmesine dönemin sahabe toplumundan İbn Zübeyr hariç
hiç kimse taraftar değildi. Dönemin önde gelen sahabileri onu bu
yaptığı işten engellemeye çalışsa da Hz. Hüseyin kolay anlaşılamayan bir
şekilde görüşünde ısrar etti. Esasen Kûfelilerin babası Hz. Ali ve
abisi Hz. Hasan’a yaptıkları ortadayken böyle bir ısrarda bulunması
aklıselim açısından kabul edilebilir bir durum değildi.
Doğrusu
Hz. Hüseyin hiçbir hazırlık yapmaksızın, istişarelere kulak tıkayarak,
baba ve abisine yapılan ihanetleri görmezden gelerek ailesiyle isyan
etmek üzere yola çıkmıştır. Tedbir almak Hz. Hüseyin’in dedesi Hz.
Peygamber’in en önemli silahı idi. Hz. Peygamber, anlamsız direnişlerin
karşısında idi. Gerektiği zaman savaşlarda geri çekilmeyi biliyordu.
Ancak Hz. Hüseyin tedbir denen kavrama hiç başvurmadı. Açık hedef
halinde çoluk çocuğuyla yola düştü.
Hz.
Hüseyin’in tavrı, göz göre göre yok olmaya gitmekti veya belki de
ondaki liderlik arzusu bütün bu tavsiye ve tarihi gerçekleri görmemesine
neden oldu diyebiliriz. Sahabenin de uyardığı gibi sonucu gözüken bir
katliama zemin hazırlanmış oldu dersek yanlış söylemiş olmayız. O,
kendisinin Hz. Peygamber’in kızının oğlu olması dolayısıyla üstün ve
öncelikli olduğuna inanıyor ve Muaviye’ye biat ettiği halde Muaviye’nin
oğlu Yezid’in yerine geçme arzusuyla ona meydan okuyordu denilebilir.
Bütün bunlar akla Hz. Hüseyin’in sahip olduğu muhtemel iktidar arzusu
nedeniyle böyle bir girişimde bulunduğu düşüncesini akla getiriyor.
Medine
valisi Hz. Hüseyin’i davet edip her türlü eman garantisi vermişti.
Ancak Hz. Hüseyin onu dinlemedi. Yezit’in Mekke valisi de bu konuda çaba
sarf etmişti. Bu arada Emevîler ve Mekke’deki emniyet birlikleri Hz.
Hüseyin’e engel olamamışlar ve bir çarpışmadan kaçınarak onu bıraktıktan
sonra “Ey Hüseyin! Allah’tan korkmuyor musun da cemaatten ayrılıp gidiyor ve şu ümmet arasına tefrika sokuyorsun?” demişlerdi. Hz. Hüseyin, yola devam ederken rastladığı meşhur şâir Ferezdak, Hz. Hüseyin’in “Geride Kûfe halkını ne halde bıraktın?” şeklindeki sorusuna “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları ile olduğu halde geride bıraktım!” demişti.
Daha
makul hareket edip sahabenin tavsiyesine uyup istişare ile gitmemesi
gerekirken, o hisleriyle hareket etti. Hz. Hüseyin’in temsilci olarak
Kûfe’ye gönderdiği Müslim b. Akil’in yakalandığında öldürülmeden önce
son bir vasiyet yapmak istediğini belirttiği ve orada bulunan Ömer b.
Sad b. Ebi Vakkas’a veya Muhammet b. Eşas’a bıraktığı sözlü vasiyetinde
Hüseyin’e haber göndermelerini, işin (Hz. Hüseyin’in davasının) son
bulduğunu bildirmelerini ve ailesi ile geri dönmesi gerektiğini,
Kûfelilerin kendisini aldattıklarını söylemelerini istemiş ve bu vasiyet
yerine getirilmişti. Müslim’in tavsiyesi Hz. Hüseyin’e ulaştığı halde
Hz. Hüseyin yoluna devam etmişti.
Ancak
şu bilinilmelidir ki; tarihte hiçbir devlet veya lider isyan etmek
üzere hareket eden bir kişiyi başıboş bırakmaz. Emevilerden onu başıboş
bırakıp isyan etmesine izin vermelerini beklemek hiçbir tarihi realiteye
uymaz. En mülayim devlet başkanları dahi bunu yapmaz. Nitekim öyle de
olacaktır. Bütün teklif ve ısrarlara rağmen yoluna devam eden Hz.
Hüseyin, yüzyıllardır Müslümanları acılara sevk eden o meşum fitnenin
gerçekleşmesine adeta kapı araladı. Bu acı yüzünden çıkan fitnelerde 15
asırdır binlerce kişi katledildi.
Iraklıların
derdi Şam’a karşı kaybettikleri üstünlük savaşında Hz. Hüseyin’i
kullanarak galip gelmekti. Değilse Hz. Hüseyin’in davasıyla direkt
ilgili değillerdi. Bunu defalarca göstermişlerdi. Emevî kılıcını görünce
hemen dağılan Kûfelilerin esas arzusu, Şam’a kaptırdıkları önderliği
Hz. Peygamber’in torununu kullanarak geri almak istemelerinden başka bir
şey değildir. Değilse çok ulvi gayelerle Hz. Hüseyin’i davet ettikleri
söylenemez. Nitekim sonuçta Hz. Hüseyin’i öldürenlerin arasında hiçbir
Şamlı bulunmuyordu, hepsi Iraklı idi. Bu da önemli bir göstergedir.
Hz.
Hüseyin’in, Kerbela’da kuşatılması sonrası çare olarak Mekke’ye geri
dönme talepleri bulunmaktadır. Bundan şu sonuç da çıkmaktadır ki; o,
artık bu işe devam etmenin gereksizliğini ve yanlışlığını anlamıştır.
Ancak Kûfe valisi İbn Ziyad’ın zalimce tavırları ona hiçbir hareket
imkanı bırakmamıştır.
Sonuç
olarak Hz. Hüseyin’in Mekke’den yola çıkış hareketinin doğru
olmadığını, sahabenin ona katılmadığını, hatta engel olmaya çalıştığını,
babası ve abisinden tecrübe ederek böyle bir facianın olabileceğini
tahmin etmesi gerektiğini, onun bu tedbirsiz davranmasının böyle bir
katliamın olmasına zemin hazırladığını belirtmek istiyoruz. Bunu
söylerken olayın sorumlularını ve katliamı yapanları bu işten azade de
kılmıyoruz.
[1] Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Mehmet Azimli, Tarih Okumaları, Ankara 2016.