16 Mart 2016 Çarşamba

Sömürülen Kerbela

İslam tarihi boyunca gerek Şii gerek Sünni müellifler konuyu Hz. Hüseyin’in şehadeti ve acımasızca katledilmesi perspektifinden hareketle değerlendirdiklerinden dolayı, genelde Emevî karşıtı bir söylemde bulunmuşlardır. Tarihi okurken olayları bir tarafın penceresinden değerlendirmek doğru değildir. Gözü kapalı bir şekilde bir tarafı övmek veya diğer tarafı yermek bize bir şey kazandırmayacaktır. Olayları dışarıdan bir gözlemci olarak dönemin siyasi değerlendirmelerini hesaba katarak müelliflerin Emevî düşmanlıklarını, Abbasî çağının yazarları olmalarını, siyasi düşüncelerini, yaşadıkları dönemleri hesaplayarak ve sonraki çağların biriktirdiği duygusallıklar içinde değil, empati içerisinde o çağın gerektirdiği perspektiften değerlendirmelerde bulunmak lazımdır.
Sömürü Malzemesi
Kerbela olayının İslam tarihinin en acı olaylarından biri olmakla birlikte en meşhur dramı olmasının sebebi, özellikle Şia’nın kendisini bu olay üzerinden ifade etme gayreti, meseleyi İslam tarihinin en popüler konusu haline getirmiştir. Bugünkü Şii tandanslı dünyada bir suikastle katledilen Hz. Ali’nin şehadet yıl dönümünde anma törenleri düzenlenmezken Kerbela olayı devasa törenlerle anılmaktadır. Bu da meselenin içinde siyasi muhalefet anlayışı ile hareket etme olduğu izlenimi vermektedir.  Nitekim Kerbela törenlerini kurumsal anlamda ilk defa kutlanmasını sağlayanların Şii Büveyhilerin olması dikkat çekicidir.
Kerbela olayı, siyasi malzeme olarak kullanılabilmesi için dini argümanlarla desteklenmiştir. Bu konu o kadar ileri götürülmüştür ki; Hz. Peygamber’in ağzından mesele halledilmeye çalışılarak örneğin “Ümmetimin işleri Ümeyyeoğullarından Yezit adlı biri ortaya çıkıncaya kadar adaletle devam edecek”  şeklinde uydurmalar kaynaklara girebilmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber’in Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için “Ben, bunlarla sulh olanlarla sulh olurum, çarpışanlarla da çarpışırım!” buyurduğu, yine Hz. Peygamber’in bir toprak göstererek “Cebrail, Hüseyin’in Irak toprağında öldürüleceğini bana haber verdi. Bu da oranın toprağıdır!” dediği şeklinde tarafgir uydurma rivayetler nakledilir.  Ayrıca Hz. Hüseyin’in arkasından cinlerin ağıt yaktığı, dünyanın yedi gün kadar durakladığı, güneşin ve gökyüzünün karardığı, yıldızların birbirine vurduğu, hangi taş kaldırılırsa altından kan çıktığı, güneş tutulması olduğu, gökyüzünün altı ay boyu kırmızılaştığı aktarılmaktadır.  Hz. Peygamber’in ısrarla evrendeki varlıkların bir insanın doğumuyla veya ölümüyle hareket etmediklerini vurgulaması da bu tür uydurmalara engel olamamıştır.  Yine savaş sonucunda ölenlerin sayısı konusu da istismar edilmiştir.
Sonuçta bu tür uydurma rivayetler kullanılarak Müslümanların ya Hüseynî ya da Yezidî çizgide olmaları gerektiği belirtilmiştir. Doğrusu o günkü sahabe neslinin çoğu ne Yezidî ne de Hüseynî çizgide idi. Bu sebeple insanları olaylara belli bir perspektiften bakmaya zorlamak ve bu tür yorumlara mahkum olmak konuyu gereği gibi anlamaya engeldir.
Kerbela olayı, günümüzde adeta bir turnusol kağıdına dönüştürülmüştür. Buna göre; bir taraf nübüvveti diğer taraf ise saltanatı temsil etmektedir.  Doğrusu Hz. Hüseyin’i harekete geçiren olgunun ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. Ancak bu çizgiyi savunduğunu söyleyenlerin (Şia ve taraftarlarının) önerdiği devlet yapılanmasının saltanattan ne farkı vardır? sorusuna cevap bulmalıyız. Bu düşüncede olanlar; “yönetim, sadece kutsal ailenin (!) neslinden olmalıdır” şeklinde İslami öğretiyle taban tabana zıt bir saltanatçı bir düşünceyi (üstelik dini gerekçelerle süsleyerek) savunmaktadırlar. Bu anlayış esasen saltanat rejiminin en alasını savunmaktadır. Üstelik bu anlayış imamet teorisi ile itikat noktasına kadar da çıkarılmıştır. Aslında Sünni dünya, saltanatı böyle dinsel kisveler ile örüp kabul ettirme konusunda Şia kadar ileri bir ucu temsil etmemiştir. Bu hakkı da teslim etmek gerekir.
Sahabenin Tavrı
Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gitmesini sahabeden İbn Zübeyr dışında hiçbiri istemiyordu. Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gitmemesi için bütün sahabileri seferber olmuştu. Onun gitmemesi konusunda adeta sahabe icmaı oluşmuştu. Ancak Hz. Hüseyin’i ikna edememişlerdi. Rivayetlerde Hz. Hüseyin’in Kûfelilerin yaptıkları ısrarlı davet sebebiyle onlara söz verdiği, dolayısıyla gitmek zorunda kaldığı aktarılır.  Doğrusu Kûfeliler babası Hz. Ali’yi Muaviye’ye karşı savaşta yardımsız bırakmış, abisi Hz. Hasan’ın çadırını yağmalamışlar ve onun hilafeti Muaviye’ye devretmesine neden olmuşlardı. Bütün bunlara rağmen Hz. Hüseyin muhtemelen bu gelen davetlere bakarak bölgede hakim olup hüküm sürebileceğini düşünmüştü.
Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gitmesi konusuna karşı çıkan çoğunluğu sahabe olan önde gelen kimselerin burada sadece isimlerini zikretmek istiyoruz.[1]
Muhammed b. Hanefiyye
Abdullah b. Abbas
Abdullah b. Ömer
Abdullah b. Muti
Ömer b. Abdurrahman
Ebû Saîdu’l-Hudrî
Ahnef b. Kays
Abdullah b. Cafer
Sahabe içinde tek farklı tavır İbn Zübeyr’den geliyordu.  İbn Zübeyr halkın Hz. Hüseyin’e teveccühünü halkın onun yanında toplandığını görüyordu. Hz. Hüseyin gitmeden halkın kendisine biat etmeyeceğini biliyordu. Hz. Hüseyin’in yanına gidip “Benim de oralarda senin taraftarların gibi taraftarlarım bulunsaydı, oradan vazgeçmezdim” dedi. İbn Zübeyr, kalkıp gittikten sonra, Hz. Hüseyin, kendi kendine “O, bende bulunan şeyin (hakkın) kendisinde bulunmadığını halkın, onu bana denk tutmayacağını ve kendisine sevgi göstermeyeceğini bilmektedir” dedi.
Bütün bu aktarımlardan sonra şu sonuçlara varabiliriz: Hz. Hüseyin’in isyan etmek için Kûfe’ye gitmesine dönemin sahabe toplumundan İbn Zübeyr hariç hiç kimse taraftar değildi. Dönemin önde gelen sahabileri onu bu yaptığı işten engellemeye çalışsa da Hz. Hüseyin kolay anlaşılamayan bir şekilde görüşünde ısrar etti. Esasen Kûfelilerin babası Hz. Ali ve abisi Hz. Hasan’a yaptıkları ortadayken böyle bir ısrarda bulunması aklıselim açısından kabul edilebilir bir durum değildi.
Doğrusu Hz. Hüseyin hiçbir hazırlık yapmaksızın, istişarelere kulak tıkayarak, baba ve abisine yapılan ihanetleri görmezden gelerek ailesiyle isyan etmek üzere yola çıkmıştır. Tedbir almak Hz. Hüseyin’in dedesi Hz. Peygamber’in en önemli silahı idi. Hz. Peygamber, anlamsız direnişlerin karşısında idi. Gerektiği zaman savaşlarda geri çekilmeyi biliyordu. Ancak Hz. Hüseyin tedbir denen kavrama hiç başvurmadı. Açık hedef halinde çoluk çocuğuyla yola düştü.
Hz. Hüseyin’in tavrı, göz göre göre yok olmaya gitmekti veya belki de ondaki liderlik arzusu bütün bu tavsiye ve tarihi gerçekleri görmemesine neden oldu diyebiliriz. Sahabenin de uyardığı gibi sonucu gözüken bir katliama zemin hazırlanmış oldu dersek yanlış söylemiş olmayız. O, kendisinin Hz. Peygamber’in kızının oğlu olması dolayısıyla üstün ve öncelikli olduğuna inanıyor ve Muaviye’ye biat ettiği halde Muaviye’nin oğlu Yezid’in yerine geçme arzusuyla ona meydan okuyordu denilebilir.  Bütün bunlar akla Hz. Hüseyin’in sahip olduğu muhtemel iktidar arzusu nedeniyle böyle bir girişimde bulunduğu düşüncesini akla getiriyor.
Medine valisi Hz. Hüseyin’i davet edip her türlü eman garantisi vermişti. Ancak Hz. Hüseyin onu dinlemedi. Yezit’in Mekke valisi de bu konuda çaba sarf etmişti. Bu arada Emevîler ve Mekke’deki emniyet birlikleri Hz. Hüseyin’e engel olamamışlar ve bir çarpışmadan kaçınarak onu bıraktıktan sonra “Ey Hüseyin! Allah’tan korkmuyor musun da cemaatten ayrılıp gidiyor ve şu ümmet arasına tefrika sokuyorsun?” demişlerdi. Hz. Hüseyin, yola devam ederken rastladığı meşhur şâir Ferezdak, Hz. Hüseyin’in “Geride Kûfe halkını ne halde bıraktın?” şeklindeki sorusuna “Onları kalpleri seninle, kılıçları ise Ümeyyeoğulları ile olduğu halde geride bıraktım!” demişti.
Daha makul hareket edip sahabenin tavsiyesine uyup istişare ile gitmemesi gerekirken, o hisleriyle hareket etti. Hz. Hüseyin’in temsilci olarak Kûfe’ye gönderdiği Müslim b. Akil’in yakalandığında öldürülmeden önce son bir vasiyet yapmak istediğini belirttiği ve orada bulunan Ömer b. Sad b. Ebi Vakkas’a veya Muhammet b. Eşas’a bıraktığı sözlü vasiyetinde Hüseyin’e haber göndermelerini, işin (Hz. Hüseyin’in davasının) son bulduğunu bildirmelerini ve ailesi ile geri dönmesi gerektiğini, Kûfelilerin kendisini aldattıklarını söylemelerini istemiş ve bu vasiyet yerine getirilmişti. Müslim’in tavsiyesi Hz. Hüseyin’e ulaştığı halde Hz. Hüseyin yoluna devam etmişti.
Ancak şu bilinilmelidir ki; tarihte hiçbir devlet veya lider isyan etmek üzere hareket eden bir kişiyi başıboş bırakmaz. Emevilerden onu başıboş bırakıp isyan etmesine izin vermelerini beklemek hiçbir tarihi realiteye uymaz. En mülayim devlet başkanları dahi bunu yapmaz. Nitekim öyle de olacaktır. Bütün teklif ve ısrarlara rağmen yoluna devam eden Hz. Hüseyin, yüzyıllardır Müslümanları acılara sevk eden o meşum fitnenin gerçekleşmesine adeta kapı araladı. Bu acı yüzünden çıkan fitnelerde 15 asırdır binlerce kişi katledildi.
Iraklıların derdi Şam’a karşı kaybettikleri üstünlük savaşında Hz. Hüseyin’i kullanarak galip gelmekti. Değilse Hz. Hüseyin’in davasıyla direkt ilgili değillerdi. Bunu defalarca göstermişlerdi. Emevî kılıcını görünce hemen dağılan  Kûfelilerin esas arzusu, Şam’a kaptırdıkları önderliği Hz. Peygamber’in torununu kullanarak geri almak istemelerinden başka bir şey değildir. Değilse çok ulvi gayelerle Hz. Hüseyin’i davet ettikleri söylenemez. Nitekim sonuçta Hz. Hüseyin’i öldürenlerin arasında hiçbir Şamlı bulunmuyordu, hepsi Iraklı idi.  Bu da önemli bir göstergedir.
Hz. Hüseyin’in, Kerbela’da kuşatılması sonrası çare olarak Mekke’ye geri dönme talepleri bulunmaktadır. Bundan şu sonuç da çıkmaktadır ki; o, artık bu işe devam etmenin gereksizliğini ve yanlışlığını anlamıştır. Ancak Kûfe valisi İbn Ziyad’ın zalimce tavırları ona hiçbir hareket imkanı bırakmamıştır.
Sonuç olarak Hz. Hüseyin’in Mekke’den yola çıkış hareketinin doğru olmadığını, sahabenin ona katılmadığını, hatta engel olmaya çalıştığını, babası ve abisinden tecrübe ederek böyle bir facianın olabileceğini tahmin etmesi gerektiğini, onun bu tedbirsiz davranmasının böyle bir katliamın olmasına zemin hazırladığını belirtmek istiyoruz. Bunu söylerken olayın sorumlularını ve katliamı yapanları bu işten azade de kılmıyoruz.
 
[1] Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Mehmet Azimli, Tarih Okumaları, Ankara 2016.

Yazarlar