Prof. Dr. Veli ATMACA
Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilimdalı
Tıbb-ı
Nebevî meselesi islâm bilim ve kültür hayatında çeşitli yönleriyle
tartışılan konulardan birisidir. Meselâ tedâvî ve şifâ ile ilgili âyet
ve hadislerin toplamına başlık olarak bu ismin verilip verilemeyeceği
düşünülürken Tıbbu’n- Nebî, et- Tıbbu’n- Nebevî, et- Tıbbu’l- İslâmî
veya Tıbbu’l- İslâm akla gelenlerden bazılarıdır.
İsimlendirmenin
haricinde bu konuya dair âyet ve hadislerin ahkâm teşkil edip
etmediklerinin yanısıra hadislerin “Sünnet” değeri de tartışmalıdır.
Tıbb-ı Nebevî’ye dair rivâyetlerin isnad ve metin değeri yani sübûtu ve
delâleti de ayrıca incelemeye muhtaçtır.
Cevaplandırılması
beklenen bu ve benzeri problemlerin de öncesinde Hz. Peygamber’in
görevi ile tıp ve tedâvî konularında kendisine isnad edilen haberlerin
bilgi değeri bakımından kaynağı merak konusudur. Buna dair görüşler de
kısaca şöyle sıralanabilir: Tıp konusu Hz. Peygamber’in asli (Nübüvvet
ve Risâlet) görevine dahil olmadığı için insanları veya ümmeti bağlayıcı
olmayıp Müslümanı mükellef kılan teklîfî hüküm ifade etmez. Dile
getirilen diğer bir bakış açısı, bu nevi bilgilerin kaynağı “hevasından
konuşmayan; her konuştuğu vahiy olan peygamber’in” vahiy mahsülü
beyanları olup inananı mükellef kılar. Yani Tıbb-ı Nebevî, vahiy menşeli
olup “Sünnet” değeri taşır. İbn Haldun’un da kanaatini teşkil eden
üçüncü bir bakış açısına göre ise Tıbb-ı Nebevî, arapların o konudaki
tecrübe ve uygulamalarıdır. Yani vahiy mahsülü değil milli kültürün
ürünü olarak folkloriktir.
Bize
göre ise bunların herbirine karşılık gelen hadislerin olabileceği; her
bir hadisi müstakillen değerlendirdiğimizde bazılarının sadece tavsiye
nitelikli olup ahkâm değeri taşımadığı, bazılarının Cibrîl vasıtasıyla
Hz. Peygamber’e bildirilip uygulaması ve ümmetine de emretmesi
istenilmektedir. Bu haliyle zâhiren de olsa bazı hadisler teklîfî
mahiyet arz etmektedir. Bazıları da câhiliyye araplarının uygulamaları
olup Hz. Peygamber’in takririne sunulmuş durumdadır.
Tıbb-ı
Nebevî konusunun bilgi (epistemolojik) değeri ve karakterine bakılınca
câhiliyye antropolojisinde ne anlam ifade ettiğine bakmak gerekir. İslâm
öncesinde hastalık sebepleri ve şifâ bilgisinin kaynağı ile onları
bilenlerin ve ihtiyacı olan insanlara tatbik edenlerin, “gayb bilgisinin
sahibi” olduklarına inanıldığı dikkatten kaçırılmamalıdır. Gaybi bilgi
ile mücehhez olanlar çeşitli meslek ve sanatların erbabı olmaktadır.
Bunlardan bazıları şâir, hatîp, kâhin ve arrâf iken bazıları sihirci ve
büyücülerle rukyeciler (okuyarak tedâvî) edicilerdir. Bu zaviyeden
bakıldığında diğer kadim medeniyet ve kavimlerin çoğunda olduğu gibi
araplarda da tıp ile inanç içiçedir.
“Gayb Bilgisi”ni gerektiren çözüm kaabiliyetini de çeşitli aktörlere veren cahiliyyede, kâhinler, müneccimler, şâirler, arrâflar vazgeçilmez müracaat merkezlerini oluşturuyorlardı[1]. Onlara göre bu meslek erbabı, halk arasında sahip oldukları “Kutsal Otorite”leriyle
tartışılmaz itibara sahiptiler. Böyle bir vasatta gelen Nebi’nin işi
kolay sayılamazdı. Nitekim tebliğ ettiği vahiy bilgilerini duyanlar
O’nu, yukarıdaki mesleklerle nitelediler. Ama her hâlükârda O’nun,
sıradan bir kişi olmadığını biliyorlardı[2]. Yeni müslüman olanlar bile, onu bazen bir “şifacı”
olarak görüp derdine derman için peşinden gider, bazen gaybı bilen
birisi olarak algıladıkları için en uzak geçmişten âhiret hallerine
kadar, geçmiş ve gelecekten soru yağmuruna tutarlardı. Kimisi de
kaybolan eşyasını ve mechul babasının kim olduğunu sorardı[3].
Hz.
Peygamber’in, Araplar arasında yerleşmiş tedavi yöntemlerine karşı olan
tutumuyla o devrin tıp anlayışına neler kazandırdığı, âdetâ gözden
kaçırılmakta olup; bazı hadisleri bu günün bilimsel birikimiyle
değerlendirmeye ve çoğunu da reddetmeye yönelik gayretler görülmektedir.
Oysa Hz. Peygamber’in, bir hekim olarak ilaç tavsiye etmiş veya ilacı
reddedip onun yerine duayı emretmiş gibi değerlendirilmesi önemli
hatalara yol açacaktır. Onun gerek maddi gerekse sözlü tedavi
vasıtalarına bakışı, şirkten arındırmak, şifânın kâhin ve büyücülerde
olmadığını, onların uygulamalarının mutlak şifâ kaynağı sayılmaması
gerektiğini vurgulaması, insanları Allah’tan başkasına kulluktan
kurtarmaya yöneliktir. Özellikle maddi ve mânevi temizlik, beden ve kalp
temizliği, O’nun güzel ahlâk hedefinin aşamalarıydı. Insanı hem günül
hem de beden temizliğine teşviki neticesinde biz müslümanlar, Hz.
Muhammed (sav)'i tabîb-i kulûb, yani inançsızlıktan
ruhları ve dünyaları kararmış insanlara hayat bahşeden, gönül aydınlığı
ve ebedî kurtuluş getiren "kalblerin tabibi" olarak tanırız.
Bu
hadisler bugünkü tıbbi telakkilerimize uygunluk göstermesinden başka,
Arap yarımadasındaki tıbbi uygulamaları düzeltmek ve tababete ilmi bir
hüviyet kazandırmak gibi önemli bir rol oynamış ve ortaçağa hâkim olan
bir İslâm tababetinin doğmasına sebep olmuştur. Gerçekten o devirde
Araplar tababet konusunda çeşitli yanlış telakki ve uygulamalara sahip
bulunuyorlardı[4].
- Araplarda Din ve Tıp Münasebeti
İslâm'ın ortaya çıktığı sırada yani m.s. VII. asırda Hicaz bölgesi sakinleri arasında tıp ilmi biliniyor, tabiplere ve kâhinlere başvurularak
hastalıklara çâreler aranıyordu. Ne var ki bu dönemdeki Tıbbın durumu
hakkında bilgilerimiz oldukça azdır. Şu bir gerçektir ki Hicaz bölgesi
Tıbbının, bölgede izleri görülen Mezopotamya Tıbbından ayrı düşünmek
mümkün değildir. Bunun için Hicaz Tıbbı ile Mezopotamya Tıbbı arasında
çok açık benzerlikler görülmesi nedeniyle, Mezopotamya Tıbbına dair
bilgiler bize, Hicaz Tıbbı ve bununla ilgili olarak hastalık ve
hastalıktan kurtulma konusunda yöre insanının hastalıkları algılama
biçimi hakkında bazı ipuçları verecektir[5].
Bu
dönemde Hire ve Gassanî devletlerinin Pers, Bizans ve Roma'dan
öğrendiklerini Hicaz bölgesine aktardıkları ve başlangıç düzeyinde de
olsa bazı bilgilere sahip oldukları bilinmektedir[6].
Arapların
tıp tecrübelerini özet olarak sunan İbn Haldûn’a göre “Cemiyet halinde
yaşıyan göçebelerin dahi bazı şahıslar üzerinde eksik bir sûrette
yapılan tecrübelere dayanan ve uruğun ihtiyarlarından ve
kocakarılarından rivayet edilegelen tababetleri vardır. Bunlardan
bazılarının doğru olması mümkündür. Fakat bu tedavi sistemi tabiî
kanunlara dayanmadığı gibi, mizaçlara uygun olup olmadığı da göz
önünde tutularak yapılan bir tedavi değildir. Bu tababet Araplar
arasında oldukça yayılmış, aralarında Haris bin Kelde ve başkaları
gibi tanınmış hekimler vardı. İslâm şeriat zahir olduktan sonra nakil ve
rivayet edilen tababet de bu kabildendir, vahiy ile hiç de ilgili,
değildir. Tababete dair rivayet edilen bu sözlerin her biri Araplar
arasında mûtat olan tababete aittir. Tanrı Elçisi'nin hallerinden
bahsedilirken, tababetle ilgili olan bazı halleri nakledilmiş ise de,
bunlar, bir âdet ve tabiî hallerden olan şeylerdir; Peygamberden
nakledilen meşru işler ve ameller kabilinden değildir. Çünki Peygamber
ancak bize ilâhî olan şeriat hükümlerini bildirmek üzere
gönderilmiştir, Tıp ve tababeti ve başka âdetleri anlatmak için
gelmemiştir. Nitekim hurma aşlamak hâdisesindeki hali de bu kabilden
olup (sonradan) Peygamber: "Siz dünya işlerinizi benden daha iyi
bilirsiniz" buyurmuştur. Sahîh hadîslerde Tıp ve tababete dair rivayet
edilen hal ve hâdiselerin hiç biri meşru amel ve işler olarak telâkki
olunmamalıdır. Hâdiselerde bu tababet keyfiyetlerinin meşru olduğunu
anlatan hiç bir kayıt yoktur. Ancak bu şekil tababet kutlu sayılarak
kutlulanmak üzere ve inan akidesinin sağlamlığının alâmeti olarak
kullanılabilir. Bu takdirde bu çeşit tababetin büyük bir faydası
dokunabilir. Nitekim karın ağrısına ve hastalığına tutulmuş olan
kimseye, inan ile içtiği için, balın faydası dokunmuştur”[7].
Öyle
anlaşılıyor ki, tedavi ile ilgili rivâyetler ve rukye hadisleri,
câhiliye devrindeki uğursuzluk vesilesi sayılan eşya, zaman, şehir,
hayvan, kişi, hastalık ve hastalara bakışı değiştirmeye yönelik Nebevi
bir çaba olarak değerlendirilirse, özelde Rukye’nin genelde dua’nın
farklı bir boyut kazanması sözkonusu olacaktır[8]. O da, ehl-i kitaba nisbetle müşriklerin İslâm’a yeni girmiş olanlarına “Tevhîd”
inancını öğretmek ve önceden Müslüman olmuş olanların da yeniden
câhiliyye âdetlerine dönmesini engellemek gayesidir. Nitekim Hz.
Peygamber, nübüvveti süresince câhiliyye (müşrik) uygulamalarını her
fırsatta yasaklamıştır. Ashabtan birileri, Kur’ân ve Sünnet’e rağmen
önceki alışkanlıkları üzere uygulamada bulunursa ya Peygamberimiz
tarafından ya da eğitimli sahabiler tarafından şiddetle uyarıldıkları
çok olmuştur. Bunların başında “Uğursuzluk”
inancı ve buna bağlı olarak korunma veya kurtulma amaçlı yapılan dualar,
yeminler, uğurlu sayılan ve koruyucu olduklarına inandıkları varlıklara
tapınma anlamına gelen bilumum davranışlardır[9].
Bunların içerisinde şirk inancı etrafında şekillenmiş olan zînet
eşyaları, muayyen renkler ve desenler, sayılar, sihir, büyü sayılabilir.
Korkulan gelecek tehlikeler gibi hastalıkların sebeplerinin ve şifânın
kaynağının belirsizliği, paganistlerin bazı insanlara danışmasını zaruri
kılmıştır. Herkesin sahip olamayacağı bazı kabiliyetlerin, özel
kişilere has olduğu inancıyla kâhinler, müneccimler, arrâflar, falcılar, şâirler, mecnûnlar, sihirciler ve büyücüler, “Gayb” konularına vâkıf; özel bilgilerini yıldızlardan, cin ve şeytanlardan alan müracaat merkeziydiler.
“İslâm öncesi Arabistan'da yaygın olan kehanetler ve yıldıza tapınmalar (star-cult) yasaklanmıştır. Yıldız tapınmacılığının, eski Arabistan'da Bâbil dinlerinin bir parçası olarak yayıldığı rivayet edilir”[10].
M.S. VII. asırda Hicaz bölgesi sakinleri de bölgede yaygın inanç olarak devam eden, "hastalıklar, tanrılar tarafından bir cezalandırmadır" inancına
sahiptiler; bu cezalandırma yani hastalığa tutulma ister şeytanlar,
cinler, kötü ruhlar gibi görünmez varlıklar vasıtasıyla olsun isterse
bazı astrolojik hadiseler vasıtasıyla olabilir[11].
Her
türlü tedbirleri almak gayretindeki müşrikler, bilhassa hastalıklardan
kurtulmak için de bu meziyetlere sahip kişilerin kapısını aşındırırlar;
uzak beldelerde bile olsalar, uzun ve meşakkatli yolculuklardan
çekinmezlerdi. Nitekim Risâletin ilk yıllarında Hz. Muhammed’in
peygamber olup olmadığını birçok, râhip, haham ve kâhine sormuşlardı[12]. Müslüman olmayan bedevîlerin bile Hz. Peygamber’in bereketine inandıkları,
tebliğ ettiği bilgilerin insana faydalı olduğunu duydukları, Hârice b.
Salt et- Temîmî’nin amcasından naklettiği bizzat yaşanmış bir olayda
görülmektedir: “Resûlullah’ın yanından ayrıldıktan sonra bir bedevî
obasına uğradık. Yerliler bize geldi ve: duyduğumuza göre siz o adamın
(Muhammed’in) yanından iyi şeylerle gelmişsiniz. Bizim iplerle
bağladığımız bir delimiz var, yanınızda bir ilaç veya rukye vardır
herhalde? dediler. Biz de: evet var, dedik…”[13].
Hicaz
Tıbbı ile Mezopotamya Tıbbı arasındaki benzerlikler vardır.
Mezopotamya Tıbbında hastalık algısı şöyledir: Hastalıkların ortaya
çıkmasının nedenleri: koruyucu Tanrının ilgisizliği, astrolojik
hadiseler, bölgenin özellikleri itibariyle çevreden gelen tehlikelerdir
ki, bunlar daha çok Şeytanlar, Cinler ve kötü ruhlardır. "Koruyucu
Tanrının" ilgisizliği ile şunu ifade etmek isterler: Her insan için
ömrü boyunca kendisiyle özel şekilde ilgilenen, onu himâyesi altına
alan bir Tanrı bulunduğuna, Tanrının himayesinin devamının da ancak, o
kişinin, Tanrıya saygıda ve ona karşı vazifelerinde kusurda
bulunmamasıyla mümkün olacağına inanıyorlardı. Tanrı himâyesi kalkınca,
kişinin başına türlü musibetler ve felaketler gelir. Hastalık da
bunlardan bir tanesidir? Bu inanç şekli, Hicaz bölgesi halkında da bulunmaktaydı[14].
Hastalık
sebepleri de tıp tarihi bakımından önemli bir problemdir.kadim
medeniyetlerde ve semâvî dinlerde hastalıkların kaynağının tanrı (Allah)
olduğu açıkça belirtilmektedir. Bu durum ise hastalığın bazen cezâ
olarak bazen de inanan kulların sabrını istemek ve günahlarına keffâret
saymak üzere yorumlanmaktadır.[15]
Câhiliyyede Rukye meselesinin, “Uğursuzluk” inancıyla birlikte düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz.[16]
Ama bu konunun, müstakil çalışılmasını gerektirecek derecede detaylı
olduğu takdir edilecektir. Konumuzla ilgili olduğu kadarıyla diyebiliriz
ki, o devirde hastalık ve çeşitli belâlara karşı korunma çaresi olarak
başvurulan uygulamalardan birisinin Rukye olduğunu belirttikten sonra,
hastalık ve musibetlerin sebebi olarak ta “Uğursuzluk” inancı önemli bir yere sahiptir[17].
Nevar ki musannıflar, eserlerini tasnif ederken rastgele bir düzenleme
yerine; konuların biribiriyle insicamını esas almışlardır. Genellikle “Kitâbu’l- İlim” veya “Kitâbu’l- Îmân”la başladıkları, sonra “Tahâret”, “Namaz”
ve diğer ibâdetleri, nasslardaki sırasına göre vermek sûretiyle fıkhi
konular âdeta insan hayatının akışına uygun tertib edilmiştir. Vücûb ve
Farziyet ifâde eden mevzulardan sonra, ibâha, ahlâk, fezâil, âdap ve
tarih konularıyla birlikte “Kitâbu’l- Et’ime” ve “Kitâbu’l- Eşribe”nin hemen arkasından da “Kitâbu’t-Tıbb”ı vermeleri hemen hemen genel bir kâide gibidir. Her “Kitâb”
(Ana Bölüm) ise yine kendi içinde sistematik bir sıra takip eder.
Nitekim Rukye ve Tıbb-ı Nebevî Hadislerini araştırırken, konularına göre
tasnifli eserlerin içindeki Kitâbu’t- Tıbb bölümlerinin genellikle son
kısımlarının Rukye’ye ayrılmış olması ve bunu müteâkiben, “Nazar”, “Temîme”, “Uğursuzluk”, “Hastalıklarda Bulaşıcılık”, “Nücûm”, “Sihir”, “Büyü”, “Arrâflık”, “Kehânet” ve “Fal” ile
ilgili bölümlerin verilmesi de bu kanaatımızı desteklemektedir. Çünkü
Araplarda iki çeşit tedâvî usûlü vardı. Bunlardan birisi, kâhin ve
arrafların usûlü idi. Kâhinler hastaları okuyup üflemek, sihir yapmak, tapınaklara kurban adayıp dua etmek yahut muska yazmak gibi şeylerle tedâvî ederlerdi[18].
Konularına
göre tasnifli hadis eserlerinin içinde “Kitâbu’t- Tıbb” adıyla yer
almakla birlikte tıbba dair hadisler H. V. Asırdan sonra müstakil
kitaplarda toplanmaya başlamıştır.[19]
Şî’a’nın
Tıbb-ı Nebevî’ye bakışının belirgin örneklerini, bu mezhebin önde gelen
imam ve düşünürlerinin görüşünden öğrenmek mümkündür. Eş- Şeyh Mufid
Muhammed b. en- Numan (ö. 413-1022) diyor ki: "Tebabet Sahîhtir ve
onun bilgisi vahiy ile kurulmuştur. Ulema onu yalnızca peygamberlerden
alır. Hastalıkların gerçek doğasına ait bilgi ancak işitsel (rivâyet)
olarak edinilebilir ve ilaçları bilmek ancak Allah'ın lütfü ile
mümkündür. Bu bilgiler ancak Gayb'in bilgisine vakıf birinden
edinilebilir[20].
Kadim tıp bilgilerine oldukça yakın bir anlayışı temsil eden bu
görüşler, tıp bilgisini ve tecrübesini rasyonel ve dünyevi meselelerden
sayan ehl-i sünnetin anlayışından farklı olarak, vahye dolayısıyla
beşerüstü kaynağa bağlaması bakımından risâlet görevinin içinde telakki
etmektedirler.
Şifa
ve teberrük konusunda Şî’a’yı, sünnî düşünceden ayıran bir başka
husustur. Bu konudaki yaklaşımı en güzel temsil edecek görüş de yine bir
Şî’î âlime âittir. eş-Şeyh Meclisi Muhammed Bâkır b. Muhammed Takî (ö.
1111-1699) diyor ki: "Aslında hastalık için faydalı olmadığı bilinen
bazı ilaçlar, inancı güçlü olan samimi müminlerle İslam'ı yaşadığını
iddia eden veya inancı zayıf olan kişileri ayırmada deneme mahiyetinde
kullanılabilir. Hakiki müminler, tıpkı Hz. Hüseyin [b. Ali b. Ebi Talib
(ö. 61/680)]'in (r.a.) kabrinden gelen toprak, dua ve niyazın imanlarını ve takatlarını arttırması gibi, bu ilacın özelliğinden dolayı değil fakat geldiği Bir'e olan münacaatın neticesinde fayda görürler[21].
Tıp kelimesi, “t.b.b.”
kökünden gelmekte olup, tedâvi etti, iyileştirdi, hassas ve nazik
davranmak, özen göstermek ve bir ihtiyacı gidermede iyisini kullanmak
anlamlarına gelir. Mechul “tubbe” sigasıyla, adama sihir yapıldı, tef’îl vezninde “tatbîb”, ilaç kullandı, tedâvi etti, tefe’ul bâbında ise, sahtekârca tabiblik yaptı, ustalık tasladı mânâsına kullanılır[22].
Işinde, sanatında usta ve mâhir oldu, tedavi etti, iyileştirdi ve sihir
yaptı şeklindeki fiil anlamı yanında mastar olarak maharet, ustalık,
sihir gibi anlamlara gelir. Ayrıca bedensel ve ruhsal hastalıklara karşı
ilaçlar, maddi mânevi açıdan sağlığı koruma ilmi ve mesleğini ifade
icin kullanılır.[23]
Tıp
kelimesinin hadis kültüründeki anlamları için İbn Kesîr şunları
kaydetmektedir: hacamât yapma veya sihir uygulama demektir. Âlimler,
sihir ve iyileşme konusunda fal ve haşerat zehirinden kurtulma
anlamından hareketle, tıp kelimesiyle kinâye yapmışlardır, demektedir.
Hekimin
hastayı iyileştirmesi ve sağlığını düzeltmesinden hareketle dâvâlılar
arasındaki anlaşmazlığı çözen hâkim arasında kinâye yapılmıştır. Nitekim
dâvâlarda hâkimin konumu, bedenin ıslâhı bakımından hekimle aynıdır[24].
Araplara göre “tıp,
sihirle eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Sihirle tıp arasında
kurdukları irtibat, eskiden hastaların sihirle tedavi edilmesinden
ibarettir. Sihirbaz aynı zamanda tabibti. Kâhinler de bu sınıftan
tabibtiler. Bunların sihir ilminden dolayı Insanlar şifâ umuduyla,
onlara giderdi. O devirlerde kabilenin efendisi, hatibi, şâiri,
kâhinleri, hükümdarların elçisi ve tabibleri bunlardı. Mısır kâhinleri
de, hastalıkların tanrısal olduğuna inandıkları için hastaları tedavi
ederlerdi. Insan hastalanırsa, vesile olmadan şifâ bulmak mümkün
değildi. En iyi vesile de, tanrıya yakın olan kâhindi. Insanlar şifâ
icin onlara sığınırdı. Güney Arabistan metinlerinden anladığımız
kadarıyla, oradakiler de nice vesilelere başvurmuşlar ve tanrılara
yakarmışlardır. Çünkü aracılar vasıtasıyla ilâhlardan bekledikleri şey
sağlık, âfiyet ve onların indirdiği hastalıklardan kurtuluştur. Inanca
göre onlar insanlar arasında yayılan vebâdan korurlar ve koruyucu
muskaları da tanrılardan alırlardı.
Islâm
öncesi Araplarda sihirbazlar, bilginler ve kâhinler, öncekilerin özel
tecrübelerinden tıp ilmini öğrenirler; ilaç, sihir ve dualarla hasta
tedavi ederlerdi. Ne yazık ki Câhiliyye yazıları bize tıbbi bir bilgi
vermiyor. Bazı işaretler varsa da birkaç kişiden fazla değildir. Hâris b. Kelede, Nadr b. Hâris, İbn Ebî Ramse et- Temîmî ve Dımâd,
hepsi Hz. Peygamber zamanında yaşamış olan ünlü hekimlerdendi. Bu
zamanın bereketinden dolayı onların adı hadis, siyer ve ahbâr
kitaplarında anılmıştır. Bu da olmasaydı onlar da diğerleri gibi
unutulur giderdi”[25].
Hadislerde
Tıbb (Tıbb-ı Nebevî) konusundaki hadislerin çoğu maddi ilaçlarla
tedâvîyi içerirken mânevî tedâvi diyebileceğimiz Rukye (Dua ile tedâvî
veya şifâlı dualar) kısmı da ihmal edilmemiştir. Fakat bu konudaki
hadisler maddi tedâvîye dair olanlara nisbetle daha azdır.[26]
Tıbb-ı
Nebevî’yi yani hadislerde tedâvî unsurlarını iki ana gruba
ayırabiliriz. Birinci kısım Maddî tedâvîdir ki bununla tedâvî şeklinin
ve malzemesinin maddi olduğu kastedilir. İkinci kısım ise duâ ile
tedâvîyi içine alan mânevî tedâvîdir.
Maddî
tedâvîyi de kendi içinde kısımlara ayırmak gerekir: tedâvîde kullanılan
bitkisel malzemeler, hayvansal ürünler ve hacamât, dağlama gibi cerrahi
uygulamalar.
İlk
birkaç asırda musannef eserler içinde bir ana bölüm olarak nakledilen
Tıbb-ı Nebevî, henüz tasnif devrinde ilk müstakil örneklerini vermişse
de genellikle H. V. Asırdan sonraki Şerh ve Derlemecilik veya Eserlerin
Nakil Dönemi olarak adlandırdığımız muahhar zamanlarda daha geniş
muhtevalı ve kullanım kolaylığı olan şaheserler vücut bulmuştur.
Onlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:
- Câbir b. Hayyân (v.148/755), et-Tıbbu'n-Nebevî alâ Re'yi Ehl-i Beyt.
- İmam Ebî Hasan Ali Rıza b. Musa Kâzım b. Ca'fer es-Sâdık b. Muhammed Bâkır b. Zeynelâbidîn b. Hüseyin (203/818), er- Risâletu'z- Zehebiyye.
- Abdülmelik b. Habîb el-Endelûsi el-Mâliki el- Beğavi es-Sülemi (238/852), et- Tıbbu'n-Nebevi.
- Ebû'l-Kâsım Muhammed b. Habîb en-Nisâbûrî, (245/860), et-Tıbbu'n- Nebevi.
- Ebû Bekr Muhammed b. Âsım ed-Dahhâk eş-Şeybâni (287/900), et-Tıbbu'n- Nebevi.
- İbn Ebî 'Âsım, Ebû Bekr Ahmed b. 'Amr b. Nebîl (287/ 900), Kitabu't-Tıbb ve'1- Emrâz.
- İbnu's-Sünnî Ahmed b. Muhammed b. İshâk eş- Şâfi'î ed-Dineverî (364/975), et-Tıbbu'n-Nebevî.
- Muhammed b. Hassan el-Harrânî (369/975), Kitâbu't-Tabîb fi'l-Hâdîs.
- Ebû'l-Kâsım Hasan b. Muhammed en-Nîsâbûrî (406/1015), Tıbbu'n-Nebi s.a.s.
- Ebû Nu'aym Ahmed b. Abdullah eş- Şâfi'î el-İsfehânî (430/1038), et-Tıbbu'n- Nebevî.
- Ebû'l-Abbâs Ca'fer b.Muhammed el-Müstağfirî (432/1040), et-Tıbbu'n- Nebevî.
- İbn Hazm Ali b. Ahmed ez-Zâhiri el-Endelûsî (456/1064), Risâle fi't-Tıbbı'n- Nebevi.
- Ebû Nu'aym'ın öğrencisi, hafız Ebû Bekr el-Hatîb el-Bağdâdî (v.463/1072), Kitâbun fî't-Tıbb.
- Ebû 'Abdillah Muhammed b. Abdillah el-Humeydî (v. 488/1090), et-Tıbbu'n- Nebevî.
- Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-Cevzî (597/1201), et- Tıbbu'r-Rûhâni, Laktu'l- Menâfi', Kitâbu Saydi'l- Hâtır min Sunhati'l- Fâtır, Kitâbu Tıbbi'l- Eşyâh.
- Hakîm Filozof Muvaffakuddîn Abdullatîf b. Yûsuf el-Bağdâdî (v. 629/1231), el-Erba'ûn fi't-Tıbbı'n-Nebevî.
- Ebü'l-Abbas Şehabeddin Ahmed b. Yusuf et-Tîfâşî (651/1253), Eş-Şifâ fi't- Tıbbı'l-Müsned ani's-Seyyidi'l-Mustafa.
- Muhyiddin Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Şerefuddin en-Nevevî eş- Şâfi'î, (ö.676/1277).
- Ebû'l-Hasen Ali b. Abdilkerîm b.Tarhân b. Takî es- Safedî el- Hamevî Alâuddin el-Kehhâl (720/1320), el-Ahkâmu'n-Nebeviyye fi's- Sınâ'ati't-Tıbbiyye.
- Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman b. Kaymaz ez-Zehebî et- Türkmâni (748/1347), et-Tıbbu'n-Nebevî.
- İbnu'l-Kayyım el-Cevzîyye, Şemsuddîn Muhammed Ebû Bekr el-Dımaşkî (751/1350), Zâdu'l-Me'âd fi Hedyi Hayri'l-Ibâd, et-Tıbbu'n-Nebevî. Zâdu'l-Me'âd' ın Tıp Bölümü, Kitâbu'd- Dâu ve'd- Devâ, el- Cevâbu'l- Kâfî Limen Seele ani'd- Devâi'ş- Şâfî, Şerhu't-Tıbbı'n-Nebevî, Tıbbu'l- Kulûb.
- Ahmed b. İbrahim b. Muhammed ed-Dâî (831/ 1427), Tıbb-ı Nebevi Terce- mesi.
- Muhammed b. Abdirrahman es-Sehâvî (902/1496), es-Seyru'l-Kavî fit- Tıbbi'n-Nebevî.
- Celâluddîn Abdurrahman Ebî Bekr es-Süyûtî (911/1505),el-Menhecu's- Sevî ve'l-Menhelü'r-Ravî fi't-Tıbbi'n-Nebevî, er-Rahme fi't- Tıbb ve'l-Hikme, Makâmâtu's- Suyûtî el-Edebiyyetu't- Tıbbiyye.[27]
Unutulmamalıdır
ki Nebevî Tıbb’a dair bilgiler çok fazladır. Ayrıca gerek Kur’ân’da
gerekse Hz. Peygamber’in hadislerinde tıbba dair kazanımları sıralamak
gerekirse, İslâma kadar sihir, büyü ve kehânet yoluyla icra edilen
tedâvî işinin gizemli (majik) yapıdan çıkarılarak nesnel ve rasyonel
usûl, teknik ve ilaçlara bağlandığını gözlemleyebiliriz. Hastalığın
sebebi olarak bazı sebeplerin tanrılaştırıldığı yani kudret sahibi
olarak sunulduğu bir tıp anlayışının inanç açısından şirke sebep
olduğunu söyleyebiliriz. Keza şifa meselesinde de kudret atfedilen
nesneler, kişi ve yöntemler kutsanırken islâmda ilgili âyet ve
hadislerle “şifa”nın kaynağının Allah olduğu vurgulanarak tıp alanına
giren birçok mesele de “Tevhîd” temeline dayandırılmıştır. Böylece tıp
sanatı da ötedenberi sahip olduğu belirsizlik ve gizemlilik hüviyetinden
makul, nesnel, objektiv karaktere bürünürken bazı hususlarda şirk ve
küfrün karşısına “tevhid” inancı ile hastalık karşısında ümitsizlik
yerine moral telkini ve tevekkül ikame edilmiştir.
Sözün
özü, tıp her nekadar dini bir konu değilse de İslâm vahyi ve Hz.
Peygamber’le birlikte, öteden beri devam eden sihirsel ve büyüsel
karakterinden arıtılmış, bu yolla inançtaki bozulmalar temizlenmiş ve
belli kişilere mahsus bir meslek olmaktan çıkarılarak her insanın elde
edebileceği ve uygulayabileceği sosyal tecrübi bir bilim ve sanat dalı
haline gelmiştir.
[1] Cahiliyyede gaybi bilgi sahibi olarak kabul edilen meslek erbabı hakkında geniş bilgi için bkz.: İbn Haldûn, Mukaddime, II, 244- 301, III, 113- 123, (Trc. Zakir Kadiri Ugan), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1986.
[2]
Bu kanaatı destekleyecek nitelikteki örnekler, kendisine tedavi amaçlı
gelenler veya bedevi kabilelerin tedavi taleplerine dair vakalarda
görülecektir.
[3] Veli Atmaca, Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve Sahabenin Uygulamaları Işığında Şifa Hadisleri,
Rağbet Yay. İstanbul 2010, s. 35- 36. Kur’ân’da bile Hz. Peygamber’e
böylesi soruların sorulması neticesinde uyarı vardır. “Ey iman edenler!
Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer
onları Kur'ân indirilirken sorarsanız size açıklanır…”, Mâide, 5/ 101. Bazı rivâyetler için: Buhârî, Fiten, 11, nr. 7079, 7084; Ebû Dâvud, Edeb, 115, nr. 5105- 5107; Nesâî,
Cenâiz, 9, nr. 1833. İmân, ibadet ve ahkâm dışında sorulan sorular ve
soru sorulmasının yasaklanmasına dair rivâyetler için bkz.: Müslim, Fedâil, 127- 136; Bedevilerin Peygamberimiz’e karşı davranışları ve soru sordukları konular hakkında bkz.: Vugar Samadov, Hadîs Kaynaklarına Göre Hz. Peygamber’in Bedevilerle İlişkileri, 41- 47, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Danışman, Nebi Bozkurt), İstanbul, 2004.
[4] Veli Atmaca, Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve Sahabenin Uygulamaları Işığında Şifa Hadisleri, Rağbet Yay. İstanbul 2010, s. 37- 38; Asaf Ataseven, “Tıbb-ı Nebevî”, Yeni Ümit, Sayı 2, 1988.
[5] Ali Çelik, Sünnetin Aktüel Değeri, 264- 265.
[6] Ahmet Ağırakça, İslâm Tıp Tarihi, 76.
[7] İbni Haldun, Mukaddimesi, II, 602- 603, (Çev. Zakir Kadirî Ugan), İstanbul 1986, I- III; Fazlur Rahman, İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp, 48.
[8]
Kur’ân ve hadîsler’de Duânın gerekliliği ve fazileti hakkında çok fazla
bilginin nakledilmiş olmasından ötürü meselenin çeşitli boyutlarıyla
ele alınmaya değer olduğu takdir edilir. Ancak burada birkaç örnek
vererek yetineceğiz. “İnsan, hayrın gelmesine Duâ ettiği gibi kötülüğün gelmesine de Duâ eder. İnsan pek acelecidir”, İsrâ, 17/ 11, “De ki: "Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?", Furkân, 25/ 77, “Hâlbuki
Rabbiniz: "Bana yalvarın, Duâ edin ki size karşılık vereyim. Çünkü bana
ibadet etmekten kibirlenip yüz çevirenler yarın horlanmış olarak
cehenneme gireceklerdir." Buyurdu”, Mü’min, 40/ 60; “Dua ibâdetin özüdür”, Tirmizî, De’avât, 1, nr. 3371, “Dua bizatihi ibâdettir”, Tirmizî, De’avât, 1, nr. 3372, “Allah’ın kazâsının önüne ancak Duâ geçer. Ömrü bereketlendiren de sadece iyiliktir”, Tirmizî, Kader, 6, nr. 2139.
[9]
Bazı hastalıkların, tanrılara yani putlara saygısızlık sonucu
oluştuğuna inanan Araplar, Peygamber’in huzurunda İslâm’ı kabul edip
kabilesine dödüğünde insanları irşâd için “Lât ve ‘Uzzâ
putları bâtıl şeylerdir…” diye söze başlayan Dımâd b. Sa’lebe’ye,
aşireti: “sus! Cüzzamdan, aklını kaybetmekten sakın!...” diyerek tepki
göstermişlerdir. T. W. Arnold, İntişâr-ı İslâm Târihi, (Trc. Hasan Gündüzler), Ankara, 1982, s. 37.
[10] Fazlur Rahman, İslam Geleneğinde Sağlık Ve Tıp, 51.
[11] Ali Çelik, Sünnetin Aktüel Değeri, 267.
[12]
Câhiliyye Araplarının gelecekle ilgili bilgi sordukları bir başka
kaynak ta, iç içe yaşadıkları ehl-i kitâp âlimleriydi. Çünkü bunların da
gayb bilgisine sahip olduklarına inanırlardı. Arap ve Yahudi kâhinleri
ile Hıristiyan papazların kehânetlerine dair geniş bilgi için bkz.:
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, (Trc. Salih Tuğ), I, 36- 37, 44- 45, 594- 595, İstanbul, 1980, I- II; Sıddık Ünalan, "Hz. Muhammed'in Peygamberliğini Müjdeleyen Kişilerin İstismarına Bir Örnek 'Kur'an Ehl-i Kitab'ın Eseri mi'", Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V, 505-515, 2000; Hz. Muhammed’in Hristiyan Kaynaklarında Bilinmesi ve Onun Hristiyanlarla Olan Diyaloğu”, Fırat Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1, 1996.
[13] Ebû Dâvud,
Tıp, 20, nr. 3901; Veli Atmaca, Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve
Sahabenin Uygulamaları Işığında Şifa Hadisleri, Rağbet Yay. İstanbul
2010, s. 39- 43.
[14] Veli Atmaca, Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve Sahabenin Uygulamaları Işığında Şifa Hadisleri, Rağbet Yay. İstanbul 2010, s. 43; Ali Çelik, Sünnetin Aktüel Değeri, 264-
265. Asya medeniyetlerinden kadim Türklerde, Hindularda ve Çinlilerde
diğer taraftan Mezopotamyadaki Sümer, Bâbil, Âsur, Anadolu merkezli
Hitit ve Mısır (Kuzey Afrika) medenitelerindeki tıp, tedâvî, tıp
bilgisinin beşeri mi ilâhî (tanrısal) mi olduğuna dair geniş bilgi içi
bkz.: Veli Atmaca,Tarih Boyunca İnaç Tıp İlişkisi, İstanbul 2011 ile Tarih Boyunca Hastalık Algılamasında Dua Şifa İlişkisi, İstanbul 2011.
[15] Hastalık Günah ilişkisi veya tanrının gazabı meselesi için bkz.: Atmaca, V., “Semâvî Dinlerde ve İslâm’da Günah- Hastalık İlişkisi Veya Allah’ın Gazabı”, Elmi Axtarışlar, II, 164- 196, (Azerbaycan/ Bakı, 2011); Atmaca, V., “Eski Medeniyatlerde Günah- Hastalık İlişkisi Veya Tanrının Gazabı Meselesi”, Atatürk Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, 34, 99- 121, (2010).
[16] Câhiliyye tababetinde mânevi tedâvi hakkında bkz.: Atmaca, V., “Hadisler Çerçevesinde Cahiliyyede Majik Tedavi Geleneği’nin Kavramsal Boyutu”, Ç.Ü.İ.F.D., 10: 1, 1- 40, (2010).
[17] Bu konudaki rivâyetler için bkz.: Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 577, nr. 2425; Buhârî, Tıp, 43, nr. 5753- 5754; Müslim, Selâm, V, 72- 86, nr. 100- 125; İbn Mâce, Tıp, 43, nr. 3536- 3541; Heysemî, Mecme’u’z- Zevâid, V, 116- 118; İbn Hacer, el- Metâlibu’l- ‘Âliye, II, 352- 354, nr. 2450- 2458.
[18]
Veli Atmaca, Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve Sahabenin Uygulamaları
Işığında Şifa Hadisleri, Rağbet Yay. İstanbul 2010, s. 43- 44; Mahmud
Denizkuşları, Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîslerde Tıp, 12, İstanbul 1982.
[19] Atmaca, V., “Tıbb-ı Nebevî Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi (Bibliyografya Denemesi)”, Hikmet Yurdu, 6:11, 39- 74, (2013).
[20] Hüseyin b. Bistam, Abdullah b. Bistam, İmamların Tıbbı, (Çev. Hayrettin Tekümit), 24, İstanbul 2000.
[21] Hüseyin b. Bistam, Abdullah b. Bistam, a.g.e., 24; Veli Atmaca, Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve Sahabenin Uygulamaları Işığında Şifa Hadisleri, Rağbet Yay. İstanbul 2010, s. 31- 32.
[22] Luveys Ma’lûf, Müncid, “t.b.b.” mad., I, 459, Beyrut, 1973.
[23] Cübrân Mes’ûd, er- Râid, “t.b.b.” mad., II, 962, Beyrut, 1978, I- II.
[24] İbn Esîr, en- Nihâye, “t.b.b.” mad., III, 110. Muhakkikin dipnotunda, Tıbb kelimesinin ezdâdtan olduğunu; “tıbbu li ilâci’d- dâi ve Tıbbu li’s- sihr” olarak tabir edildiğini söyler. Ayrıca tadavi kunusunda ilaçların en önemlisinin sihir olduğunu belirtir.
[25] Cevâd Ali, el- Mufassal fî Târîhi’l- Arab Kable’l- İslâm, VIII, 380- 381, Câmi’atu Bağdâd, 1993, I- X.
[26] Buna dair geniş bilgiyi “Hadislerde Rukye Hz. Peygamber ve Sahabenin Uygulamaları Işığında Şifa Hadisleri,
Rağbet Yay. İstanbul 2010, adlı kitabımızda bulmak mümkündür.
Hadislerde hastalık ve şifa anlamında kullanılan değişik tabirler
kullanılmaktadır. Bunun yanında muhtelif ilaçlar da zikredilmektedir.
Bunlar hakkında bilgi için bkz.: Atmaca, V., “Hadislerde Geçen Hastalık Adları”, Hadis Tetkikleri Dergisi, VIII: 1, 25- 67, (2010); Atmaca, V., “Hadislerde Hastalık ve Sağlık Anlamında Kullanılan Genel Kavramlar”, Hadis Tetkikleri Dergisi, VIII: 2, (2010).
[27]
Burada sadece gayet önemli gördüğümüz ve meşhur olan eserlerin
listesini verdik. Tıbb-ı Nebevî tür edebiyatının diğer örnekleri ve
hakkında geniş bilgi için bkz.: Atmaca, V., “Tıbb-ı Nebevî Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi (Bibliyografya Denemesi)”, Hikmet Yurdu, 6:11, 39- 74, (2013).