H.S.-
Hocam, öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederek başlamak
istiyorum. Türkiye’de İslam Tarihi sahasında en tanınmış hocalarımızdan
birisiniz. Bize öncelikle eğitim hayatınızdan kısaca bahsedebilir
misiniz?
M.F.
: 1943 yılında, kayısı zamanı Konya Meram’da doğmuşum. Konya’da bir
demircinin çocuğuyum ben. Babam demircilik yapardı. Türbeönü’nde evimiz,
Meram’da bağımız vardı. Okullar açıldığı zaman, Meram’dan şehirdeki
evimize gelirdik, kapandığı zaman da yazın Meram’a giderdik. O zaman
doğmuşum.
1943
yılında, insanların ilk (defa) okula gittikleri tarihte Konya’da
ilkokulu bitirdim. Bizim, dedem dolayısıyla hem aile içerisinde, hem
mahallemizde hem çevremizde –bu çevreye okulum da dâhil- bizi hep
otomatik olarak dindar görürlerdi. Biz de öyle yaşamaya çalışıyorduk.
Bizim zamanımızda ilkokuldan jüri huzurunda yapılan sözlü sınav
sonrasında mezun olunurdu. Mesela ben din dersine girdiğim zaman hoca
bana dedi ki: Sen hocazadesin, sana soru sormayalım. Yalnızca
“Amenerrasulü’yü” oku ve çık. Yani ilkokul talebesi iken Amenerrasulü
okuyarak diploma aldım.
Biz
üç erkek kardeşiz. Diğer erkek kardeşimle aramızda dokuz yaş olduğu
için, o şimdi anlatacağım faaliyetlerin içinde olamadı. Rahmetli babam,
abimle beni Konya’da evimizin yakınında Sultan Selim Camii’nin (Mevlana
Türbesi’nin yakındaki cami) müezzini Âma İsmail Efendi’nin yanına Kur’an
dersi almak için gönderiyordu. İlkokula giderken ders zili 8.30’da
çalardı. Namazdan ise kış günlerinde 7.15-7.20 civarında çıkılır. Hoca
âma olduğu için namazdan sonra elinden tutardık, on dakika mesafedeki
evine götürürdük. Beş dakika abim, beş dakika benimle olmak üzere
bizimle meşgul olurdu. Biz sonra koşa koşa eve gider, 8.30 dersine
yetişirdik. Hem kahvaltı yapar hem de üstümüzü giyerdik. Böylece
Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrendik. İmam Hatip’e gittiğimizde biz Kur’an
okuyabiliyorduk. İşte dediğim gibi Amenerrasulü okuyarak da mezun olduk.
Böyle bir atmosferde yetiştik. Dedem dolayısıyla, onu dinlemekten
kaynaklı dinî bilgilerimizde yaşıtlarımıza göre bir farklılık vardı.
Bunda aynı zamanda annemden, babamdan, komşulardan ve tabi gittiğimiz
camiden öğrendiklerimiz de vardı.
Bizim
mahallemiz olan Durak Fakih mahallesinde iki cami vardı. Yedi yaşında
iken mahallemde benim için günah olmaz diye “Tanrı uludur” şeklindeki
ezanı bana okuturlardı. Yani büyüklere günah yazılmasın diye bana
okuturlardı. Ansiklopedi’ye (Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi) “ezan”
maddesini yazanlara dedim; ancak bunu oraya yazmadılar. Hâlbuki iyi bir
tarihî bilgidir bu. Siz yazın ki yazılı hale gelsin ve kaybolmasın.
Yani çocuğa okutuyorlardı, günah yazılmasın diye.
İlkokulu
bitirdikten sonra haliyle İmam Hatip’e gittik. Çünkü İmam Hatip
okulunun açılması için dedem çok hizmet edip çalışmıştı. Dedem,
-Hacıveyiszâde Mustafa Efendi- 1960 5 Şubat’ında vefat edinceye kadar
orada hocalık yani öğretmenlik de yapıyordu. O vefat ettiği zaman ben
İmam Hatip Ortaokulu altıncı sınıftaydım. Sömestr yarısında hastalandı
ve vefat etti.
Biz
İmam Hatip’te okurken Sanat Mektebi bizim dostumuz, Lise ise
rakibimizdi. Ben İmam Hatip takımında basketbol oynardım. Aynı zamanda
dışarıda bir kulüpte de basketbol oynardım. (Mustafa) Tahralı Hoca ile
ben hem okul takımında hem de o zamanlar var olan Konya İdmanyurdu’nda
oynardık. Şöyle söyleyeyim, on iki kişilik Konya genç karması
seçildiğinde seçilenlerden biri bendim biri de Tahralı idi. Yani bayağı
iyi oynuyorduk. Sonra bıraktım. Sporla ilgimizi “aydın din adamı”
kültürünün içerisinde düşünmenizi istiyorum. O zaman böyle bir moda
vardı.
İmam
Hatip’i bitirdikten sonra lisede fark dersi verdik ve İlahiyat
Fakültesi’ne geldik. İlahiyat Fakültesi’ne girişimiz şöyle gerçekleşti:
Rahmetli –daha sonra benim hocam olacak olan-Neşet Çağatay Hoca’nın,
İmam Hatip mezunu olup lise diploması olan herkesi üniversite imtihanına
girip girmediğine bakmaksızın fakülteye talebe kaydetmesiyle oldu. Onun
için bizim sınıfımızda liseyi bitiren kırk bir İmam Hatip mezunu vardı.
Bunların bir kısmı imtihanla girmişti bir kısmı ise hocanın bu kaydıyla
girmişti. Bu gerçekten İmam Hatip nesline İslam Bilimleriyle meşgul
olabilmek için bir açılmayı (fütuhat) temsil ediyordu.
Siz
diğer sorularda soruyorsunuz İslam Tarihi’ne ilginiz nasıl başladı
diye? Belki benim iki farklı çizgimin olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan
biri Hocazâde dedemden gelen çizgidir. Biz dedemin bir yönünü ele
alacak olursak. Bizim İmam Hatip neslinin bu anlamda bilseler de
şuurunda değerlendirdiklerini düşünmediğim bir noktaya işaret etmek
istiyorum. Bunu bizim Osmanlı tarihçileri de çok fazla bilmezler. Şimdi
seni imtihan edeceğim bakalım sen biliyor musun? (Hüseyin Sarıkaya’yı
işaret ediyor).
-Osmanlı, Zü’l-cenaheyn deriz, ne demektir bu?
-İki kanatlı demek.
-Ama bu onun hangi özelliğinden dolayı söylenmiştir? Osmanlı tarihçilerinin bir kısmı hala bilmez. Öğretemedik.
-Hocam, ilk dönem çalışanlar da bilmiyordur.
-İlk
dönem çalışanların bilmemesi normal canım. Osmanlı tarihçisi bilmezse
sen hiç bilmezsin. Allah Allah (Gülüşmeler). Sen neden kendini ortaya
atıyorsun ki, bak ben ilk dönem tarihçisiyim biliyorum. Dolayısıyla ilk
dönem tarihçileri bilmez demen doğru değil. Benim bulunduğum özel
çizgimi vurgulamak için söylüyorum bunu.
Önce
dedemi söyleyelim ve sonrasında Osmanlı’ya gelelim. Benim dedem Islah-ı
Medaris’te talebe olmuş, oradan başarıyla mezun olunca da oraya hoca
olmuş. Daha sonra medreseler kapatılınca da kaçak olarak verebildiği
kadar birtakım dersler vermiş; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam okutmuş
dışarıda. İmam Hatip’te de bu dersleri okuturdu. Mesela bize tefsir
dersinde Celaleyn okuturdu, Hadis’te Tecrid-i Sarih’in Arapça metnini okuturdu, Fıkıh’ta Merâgü’l-Ferağ fi Şerhi Nuru’l-İzah’ı
okuturdu. Kelam’da ise Emâli okuturdu. Medresede takip ettiği
kitapların bir kısmını İmam Hatip’te de bize okuttu. İmam Hatip altıncı
sınıfa kadar dedemden dersler okudum.
Dedemin
Islah-ı Medaris’teki hocaları aynı zamanda şeyhleriydi. Islah-ı Medaris
ise şudur: Medrese göçmüş, Avrupa’dan mektep gelmiş. Mektep karşısında
medrese üç-sıfır mağlub olmuş. Onu ihya etmek için kurmuşlar bunu. Ve
kuruluş dönemindeki zü’l-cenaheyn anlayışına uygun olarak şeyhleri
medresede hocaları olmuş. Osman Gazi’nin bir tarafında Şeyh Edebali bir
tarafında ise Dursun Fakih olmasına, işte biz zü’l-cenaheyn diyoruz. Sen
bunu kültür olarak bildiğini söyledin ama bazı Osmanlı Tarihi
hocalarımız bunun şuurunda hiç olmuyorlar. Niye bilmiyorum. Bunu sen
incele ve bize niye olduğunu söyle. Bana da bildir.(Hüseyin Sarıkaya’ya
hitaben konuşuyor)
Bu
kültürü biz Osmanlı’nın son temsilcilerinden duyduk. Merhum Ekrem Hakkı
Bey bunlar arasındaydı. Onlar Osmanlı’yı temsil eden insanlardı.
Osmanlı’ydı onlar, bu kültürü yaşayarak söylediler. Kitabî bir kültür
değildi bu benim için. Onlar bilhassa kız kardeşi Samiha Hanım olmak
üzere bunları zannedersem yazdılar bazı yerlerde.
Bir
“halk-i cedid’e” bir “ba’sü ba’de’l-mevt’e” inandıkları için… Onun Türk
Tarihinde Osmanlı Asırları’nı yazarken, Osmanlı ve Selçuklu
devletlerini yazarken, bu iki devletin bizim yeniden dirilişimiz için,
Dinimiz, Kitabımız, Peygamberimiz yanında, feyz alacağımız tatbik
edilmiş bir tarih olarak değerlendirdiğini, bu perspektiften yazdığını
görüyoruz. Hem Osmanlı sanatını hem Osmanlı siyasi tarihini bu
perspektiften yazmıştır.
Dedemde
de bunu gördük. Bunu aile içerisinde yaşadık ve tesirlerini ben hep
yaşadım. Bugün de bu tesir var mı bilemiyorum, inşallah vardır. Daha
fakülteye yeni gitmişken, Ömer Lütfi Barkan’ın “Bir İmar ve İskan Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri”ni okuduk. Bu arada ben o yaşlarda Fuat Köprülü’nün Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu’nu üç defa okudum.
Türkiye’de
edebiyat tarihçiliği ve tarih ilmi gerçekten diğer ilim dallarına göre
daha erken gelişmiştir. Özellikle Türk tarihçiliği Fuat Köprülü ve Zeki
Velidi Togan hocalar, hem metodoloji bakımından, hem yetiştirdikleri
talebeler bakımından, hem de kendi yazdıkları bakımından rehber olup yol
göstermişlerdir. Bu çizginin bugün de tekâmül ederek devam ettiği
kanaatindeyim.
Fakülte
bitirme tezini Anadolu Ahi teşkilatını yaptım çünkü Anadolu’nun
İslamlaşmasını sağlayan dört tasavvufi zümre var, bunlar: Gaziyân-ı Rum,
Baciyân-i Rum, Abdalân-i Rum ve Ahiyân-i Rum idi. Rum kelimesi burada
Anadolu’yu temsil ediyor. Anadolu “Diyar-ı Rum”dur. Zaten Anadolu
Selçuklularının adı da “Selaçike-i Rum”dur. Bu da Kur’an’ın
tesiriyledir. Rum Suresi dolayısıyla bu isim verilmiş. Hâlbuki Avrupa’da
XII. XIII. Asır haritalarında Anadolu’ya Türkiye diyorlar. O zaman biz
Türkiye demiyoruz “Diyar-ı Rum” diyoruz.
Türkler’in
Orta Asya’dan itibaren müslümanlaşmasında tasavvufun büyük rolünün
olduğunu biliyoruz. Son yapılan çalışmalar da bunu teyid etmektedir.
Bilmiyorum gördünüz mü, Doç. Dr. Fatih Şeker’in Kelam’dan yaptığı
doktora tezi bu konuda yol göstericidir.
Zaten
eskiden Ahmet Yesevî ocağından feyz alındığını biliyorduk. Rahmetli
Tavit Tanci hoca benim doktora jürimdeydi. Kendisiyle uzun
mübahaselerimiz oldu, tartışma demek ayıp olacaktır. Hoca, Tasavvufun bu
yönünü, Türklerin Müslüman oluşundaki rolünü itiraf etmiştir. Haklısın
dedi. Arap tarihi değildir, dedi, Türk tarihi. Onun için tasavvufun
sizdeki yerini ayrı mütalaa etmek lazım sözlerini bana söylemiştir hoca.
Tasavvufa umumiyetle mesafeli bir hoca olarak bunları söylediğini
belirtmek istiyorum. Bazı hocalar bu görüşte değil hatta zararlı
görenler de var biliyorsunuz.
Tasavvuf
cereyanı zor bir konu Türkiye için. Nasıl çözülür bilemiyorum ben. Bu
işin kompetan hocaları var, sahipleri var ve inşallah çözülür. Ama benim
dedemin yolu henüz ihya olmadı. Islah-ı Medaris, medreselerin
kapatılmasıyla kapandı. Dedem o aşkla İmam Hatip okulunda ders verdi ama
İmam Hatip okuluna tasavvuf girmedi. Girdi mi, var mı tasavvuf?
-İmam Hatipleri bilmiyorum ama İlahiyatlara girdi hocam. Darü’l-Fünun’da olduğunu biliyorum.
-Darü’l-Fünun’da dersi var ama tasavvuf hayatı yok.
-Tarihi olarak yani.
-
E yani, İlahiyat Fakültelerinde de var ama tasavvuf orda var mı yok mu?
Buna din dersi hocalarına, İmam Hatip hocalarına bakarak karar
vereceğiz. Hayat kültürü olarak yok. Ama hepimizde tasavvufun tesiri
var. Karşı olanlarda bile vardır.
-Halen yok hocam.
-Bilmiyorum,
bu zor bir konu. Ama ben bunun izini taşıyan bir insanım. Onun için iki
Osmanlı padişahına meczubiyet derecesinde düşkünüm: Biri Fatih biri
Yavuz. Ahi teşkilatıyla da Osmanlı tarihi çalışmak istiyorum. Konya İmam
Hatipteki hocalarımızdan ve onların çevresinden edindiğimiz kültürle de
Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Hüseyin Gazi Yurdaydın’ın çok iyi bir
ilim adamı olduğunu ve fakülte bitirme tezimi ondan almam gerektiğini
öğrendim. Ben tasavvufa düşkünlüğümü tabi o zaman söylemiyordum, bunlar
söylenecek şeyler değildi. Şimdi yetmiş yaşımda emekliyim diye
söyleyebiliyorum. O zamanlar ya korkuyorduk veya insanlar bilsin
istemiyorduk. Bir mahrem şeymiş gibi saklıyorduk yani. Niye bilmiyorum
ama Türkiye işte böyle. Hani mahalle baskısı diyorlar ya. Biz de mahalle
baskısı olsun veya olmasın kendimizi onun etkisinde hissetmişiz. Ahi
teşkilatını işte bu yüzden aldım. Bu dört tasavvuf zümresinden birini
çalışayım diye. Tezim kırk dokuz daktilo sayfalık ufak bir çalışmadır.
Bunu hocama teslim ettim. Kabul edilip edilmeyecek mi bilmiyordum.
Tezimi erken aldığımdan dolayı iki-iki buçuk yıllık bir çalışmanın
sonucuydu bu. Lisans tezi son sınıfta alınan bir tezdir. Bizde yüksek
lisans tezi yoktu, doğrudan doktoraya başlanıyordu.
Hocam
tezimi verdikten sonra okumuş. Birkaç gün sonra beni çağırdı. Kim yazdı
bunu? diye sordu. Hocam dedim iki buçuk senedir çalışıyorum. El yazımla
kendim yazdım. Gerçekten sen mi yazdın diye sordu. Evet dedim hocam,
kendim yazdım. Başına kaynaklar ve araştırmalar koymak nereden aklına
geldi diye sordu. Tezimi yazarken ben diyordum ki: “Yeni kaynaklar
bulunmadığı takdirde Fütüvvet ve Ahi teşkilatı hakkında söylenenler
söylenmiş, başka şey söylenemez.” Fütuvvetnamelerden başlamak üzere
mevcut kaynakları tanıttım. Şimdi tamamen hatırlamıyorum. Hoca dedi ki,
senin böyle bir kafan var, fakülteyi bitirince benim yanımda doktora
yap. İşte benim Hüseyin Yurdaydın Hoca ile ilim mesaim, doktora yapmam
bununla başlamış oldu. Şimdi sizde olduğu gibi doktora için fakülteye
müracaat zamanı filan yok. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde kim doktora
yapmak istiyorsa şahsi dilekçe verirdi. Onun için gayri muayyen zamanda
jüri kurulur ve imtihana çağrılırdı. Ben bu dilekçeyi vermeden önce
utandım. Çünkü fakülteyi yeni bitirmişiz. Doktora ise yalnız asistanlar
için açılan bir mekanizma. Ben 1966 Haziran’ında fakülteyi bitirmiştim.
Müracaat ettiğim zaman öğretmenliğe tayinim çıkmıştı. Hoca, eğer doktora
yapacaksan gitme, dedi. Ben Kasım ayında doktora imtihanına girdim ve
doktora talebesi oldum. (Mustafa) Tahralı Hoca gibi arkadaşlarımızın
doktora için Avrupa’ya gittiği bir dönemde ben Ankara’da fakültemde
doktoraya başladım.
Akşemseddin…
Fatih’in manevi dünyasını hazırlayan insan olduğunu biliyordum. Onun da
mürşidi Hacı Bayram Veli hazretleri olduğu için hocama, Hacı Bayram ve
Muhiti diye bir doktora tezi almayı düşündüğümü söyledim. Hocam ise
Süleymannameler ve Matrakçı Nasuh üzerine çalışmıştı. Değerli eserleri
vardır. Çok iyi bir Osmanlı tarihçisidir. Ben de Selimnameler üzerinde
çalışayım diye düşünüyordum: İstanbul Edebiyat Fakültesi ve (Ankara)
Dil Tarih’teki tarih çalışan hocalarımız Yavuz dönemindeki şu iki mühim
konuyu ilahiyatçılar gibi değerlendiremeyebilirler, diye kafamdan
geçiriyordum. Bunlardan biri Hilafet meselesi diğeri de Şia meselesi. Bu
vesile ile Yavuz Sultan Selim çalışmayı düşünüyordum. Bu dönemde
araştırmalar yaptım. Türkiye’deki, İstanbul’daki bütün Selimnameleri
gidip gördüm. Hatta İstanbul Tarih bölümündeki Şehabeddin Tekindağ hoca
ile istişare ettim. Selimnameler’in durumunu istişare ettim. Mesela
Tacü’t-Tevarih’in sonundaki Selimname ile Hoca Sadettin’in asıl
Selimname metni ile arasında fark var. Bunların hepsini o zaman tespit
ettim. Sonra bunların hepsini bıraktım. Ama bunlar aklımda o zamandan
kalan bir kültür. Bunlar benim 1967 22 Kasım’ına kadar bir sene süren
çalışmalarımdı. Üçüncü tez konusu ise Farsça bir Selçukname idi. Fuat
Köprülü’nün Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları’nda okumuştum. Adı
Arapça el-Veledü’ş-Şefika olan fakat kendisi Farsça olan bir eserdi.
Farsçamı ilerletip onu çalışacaktım ama o en zayıf ihtimaldi. Mesela
Hacı Bayram için Bursa’ya gittim. Hacı Bayram’ın ölüm üzerine bir
müridine yazdığı mektubu var onu çıkardım. Çünkü Hacı Bayram Veli
hazretlerinin birkaç şiiri ile evradı var fazla bir eseri yok.
Elhasıl
Selimnameler ağır basıyordu. Türkiye’de bulunan nüshalarına muttali
olmuştum. Hatta başlangıç ve bitiş sayfalarını gösteren tavsifleri de
notlarımın arasında mevcuttur.
1967
22 Kasım’ında ben doktora giriş imtihanına daha sonra ise ilan edilen
asistanlık kadrosuna müracaat ettiğim zaman fakültede olmayan Neşet
Çağatay hoca tayinim çıkmadan önce evraklarıma el koydu. Birkaç ay beni
bekletti. Hüseyin hoca ile anlaşmışlar. Ben hala ne üzerine anlaştılar
bilmiyorum. Ahirette soracağım çünkü dünyada soramadım. İkisi de vefat
ettiler. İkisi Mustafa Fayda’yı asistan almaya karar veriyorlar ancak
bir şartla: İlk dönem çalışacak. İşte ben, Osmanlı Tarihi aşkını bir
asistanlığa değişen bir İslam Tarihi hocasıyım. Tamam mı? Bunu böylece
yazabilirsiniz.
Tarihçilerle
temasım Türk Tarihi çalışacağım, Osmanlı Tarihi çalışacağım dediğim
zamanlarda başlamıştı. Hem metodoloji bakımından hem de verilen
derslerden ve tecrübeden faydalanmak üzere bir ayağım Ankara Dil
Tarih’te bir ayağım da İstanbul Edebiyatta idi. İstanbul’a yazın ve
Şubat’a hep gelirdik. Bunun için aynı zamanda ufak bir harc-ı rah da
alırdık. Şubat’ta ve yazın on beş gün İstanbul’a gelmek ve
kütüphanelerde incelemelerde bulunmak Ankara İlahiyat hocalarının
âdetiydi. O zaman bu hocalarımızla hep temas içerisinde oldum.
İlahiyat
Fakülteleri’nde Tarih birkaç sınıfta birkaç saat ders olarak okutulan
bir dersten ibarettir. Biz o zaman toplam sekiz saat okuyorduk. Şimdi
kaç saat bilmiyorum. Tarih ise ayrı bir bölüm, ayrı bir bilim dalı.
İlahiyat fakültelerinde bazı sahalar var mesela Sanat Tarihi bu
alanlardan biridir. İki veya dört saat ders görmekle insan nasıl sanat
tarihçisi olabilir ki? İster istemez Türkiye’deki diğer sanat
tarihçileriyle temasa geçmesi lazım. Hem metodoloji hem de yapılan
çalışmalar hem de sahanın problemlerini kavraması için insanın açılması
lazım. Marmara İlahiyat’taki İslam hukukçularının bir kısmında biz bunu
görüyoruz. Ya yayınlarını okumuştur ya gidip ziyaret etmiş bazı dersleri
dinlemiştir. Hatta bir diploma da hukuktan almıştır. Ali Bardakoğlu,
İbrahim Kafi Dönmez, milletvekili de olan hocamız Celal Erbay gibi… Bu
gelenek böylece oluşmuştur.
Buradaki
temel espiri sahaya hakkını vermek. Sahanın metodolojisini ve girdili
çıktılı problemlerini öğrenmektir. Bazen bunları kitaplar yazmaz.
Kitaplardan okunacaklar vardır. Hocalardan dinlenecekler vardır.
Böylece
biz İslam tarihi çalışmaya karar verdik. Eline hiç ilk devir İslam
tarihi kaynağı almadan İslam Tarihi nasıl çalışacağız? Söve söve birkaç
ayda Caetani’yi baştan sona okudum. Türkçe basılanı kaç cilt Caetani
biliyor musun?
H.S. : Altı cilt diye biliyoruz.
-Tam on cilt. Hz. Ebubekir dönemi irtidat hadiseleri ile biter. Aslı daha fazladır. Yani öyle bir on cilt daha çıkar.
H.O.: Osmanlıca’ya tercümesini mi okudunuz hocam?
-Evet, Hüseyin Cahit’in tercümesi.
Ö.A.: Hocam neden onunla başladınız. Hocaların bir tavsiyesi mi oldu?
-Hayır,
bütün kaynakları olduğu gibi veriyor. Sonra hınzır değerlendirmelerini
yapıyor. Çok iyi bir çalışmadır o. Bir heyet yardım etmiştir ona. Hala
kimse onu kullanmaz. Bak Asım (Köksal) hocaya kitap yazdırdı o.
Hamidullah hoca Mecmüatü’l-Vesaiki’s-Siyasiyye’sinde hep
kullanmıştır onu. Gördün mü sen onu kullandığını. Sen o kitabı gördün
mü. Mübarek elin değmiş midir hiç? Orada işte bakarsanız bibliyografya
kısmında “k” ile “Kaytani” diye yazar.
Daha
sonra “İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı” diye bir doktora tezi
aldım. Medine-i Münevvere’ye gittim. Orada bir sene Arapçamı ilerlettim.
Yemen tarihine ait kaynakları topladım. Dönüşte iki aydan biraz fazla
Şam’da kaldım. Oradan sonra Beyrut’u tanıma imkânı buldum. Orada
zorluklarla karşılaştınız mı diye soruyorsunuz. Bende çok ağır izler
bırakmıştır Şam’daki ikametim. Çünkü Tebük’e gidinceye kadar Mercedes
taksi-dolmuşla gitmiştik. Arabayı çok hızlı kullanıyordular. Ben
üşütmüştüm. Hasta oldum. Bir hafta öyle devam etti. Öleceğim zannettim.
Hatta babama mektup yazdım: Ölürsem Şam’da şu oteldeyim, eşyalarım orada
haberiniz olsun diye. Sonra iyi olunca haber verdim. Çünkü babam merak
etmişti.
Neden
üzüldüğümü söyleyeyim. Medine’de iken bir otel adresi almıştım. Otele
indim eşyalarımı koydum fakat hastalıktan yatamıyorum. Muaz b. Cebel
hazretlerinin camiinde iki Maraşlı Türk kalıyordu. Onları bir daha
göremedim maalesef. Bana üç gün baktılar onlar. Sadece toz şekeri, su ve
limonla şerbet yapıyorduk. Onun dışında başka bir şey ne yiyebiliyor ne
de içebiliyordum. O iki kişi bana üç gün baktılar. Tabi bu arada otel
ücreti de işliyordu. Sonra eve çıktık. Şam’da kaldık. Aslında üzüntüm,
hastalığım değil. Asıl üzüntüm 400 sene idare ettiğimiz ve bulunduğumuz o
coğrafyada bir kültür merkezimiz yok! Hâlbuki Fransızların kültür
merkezi var. Fransa’dan Suriye’ye çalışmak için gelenler kültür
merkezlerinin misafirhanesinde kalıyorlar. Kitap ve kütüphaneler
emirlerinde ve hiçbir sıkıntı yaşamadan ilmî çalışma yapıyorlardı. Biz
ise maalesef sürünüyoruz. Hala Kahire’de de Bağdat’ta da Şam’da da bir
kültür merkezimiz, bir enstitümüz maalesef bulunmamaktadır. Onun için
biz Türkler (hani diyorlar ya Avrupalılaştık) taklidi bile iyi
yapamamışız. Eğer taklitçi olsaydık bizim de Fransızlar gibi Şam’da bir
enstitümüz olurdu. Beyrut’ta Amerikan üniversitesi var. Kahire de
olurdu… Maalesef bu açıdan kelimenin tam manasıyla ne çağa ayak
uydurabilmişiz ne de tarihi derinliklerimizden feyz alarak kendimiz bir
hamle yapabilmişiz. Yani ne kendimizden kaynaklanmış ne de taklitten
kaynaklanmış bir hamle vuku bulmuş. Yine çalışmalarım hakkında bilgi
vermeye devam edeyim. Doçentlik tezi olarak Hz. Ömer çalışmaya karar
verdim. Hz. Ömer’le ilgili bütün bilgileri 4-5 sene çalışarak fişledim.
1972’de doktor oldum. 1979’da da doçent oldum. Yani tam 7 sene sürdü. 4
seneyi tamamlayayım da hemen doçent olayım gibi bir anlayış bizde hiç
olmadı. Kendimizi yetiştirmek için çalıştık. Ben fişleme yaparak
çalışırım. Lisans bitirme tezimi ve doktora tezimi de fişleyerek yaptım.
Fişler bitince hiçbir etki altında kalmamak için iskambil kâğıdı gibi
karıştırdım fişleri. Sonra da konularına göre tasnif ettim. Bir baktım
ki toprak, harac, cizye, gayr-i müslimlerle ilgili problemler konuları
fetihlerin yanında çok önemli bir yer tutuyor. Kendi kendime dedim ki:
fetih konuları çalışılmış; en iyisi bu geniş coğrafyada gayr-i müslimler
nasıl idare edilmiş bunu inceleyeyim. Onun için çalışmama toprak
konusuyla başladım. Hz. Ömer fethettiği toprakları ne yaptı? Toprağa
harac vergisi koymuş onu inceledim. Sonra Tevbe suresi 29. ayete göre
kendi dinlerinde kalanlardan cizye alınmış. Cizyeyi inceledim. Yine Hz.
Ömer, Necran ve Hayber’deki gayr-i müslimleri yerlerinden çıkarmış.
Doçentlik tezimde bunları inceledim. Doçentlik çalışmamı tamamlayarak
1979’da doçent oldum. Gayrimüslimlerden sulh zamanı alınan vergiye fey
denir. Fey gelirlerinin dağıtılması için kurulan sisteme de divan
teşkilatı denir. Divan teşkilatını da profesörlük takdim çalışması
olarak sundum. Sonra benim o kitabım Arapça’ya çevrilerek Riyad’da
basıldı. Biraz kısaltarak Çağ Yayınları’nın çıkardığı İslam Tarihi
içerisinde neşredildi. Bu çalışmayı Hz. Ömer Döneminde Gayr-i Müslimler kitabı
içerisine de koyduk. Ticaret malları vergisi üzerine yazdığım iki
makaleyi de sonradan ilave ettik. Onun dışında Kültür Bakanlığı’nın
teklifiyle Fütûhu’l-Büldân’ı tercüme ettim. Sonra öğrendim ki
Selçuklu tarihçisi Rahmetli Altan Köymen teklif etmiş; benim ismimi
vermiş. Hüseyin Yurdaydın Hoca’nın arkadaşıydı. Gelip giderken benim
Arapçayla ilgilendiğimi biliyordu. Sonra bir monografi olarak Halid b.
Velid’i çalıştım. Son olarak Hülefâ-i Râşidîn adlı eseri te’lif
ettim. Bu çalışmada aslında bir farklılık olsun diye Ashâb-ı kirâmın
Hz. Peygamber’i nasıl telakki ettiğini Kur’an-ı Kerim’e göre yazmaya
çalıştım. Bizde hep Peygamber’i (s) yüceltmek için, olduğu olmadığı
tartışılan mucizeler isnat edilerek peygamberin yüceltildiği iddiaları
var. Ben bu tip uydurma şeyleri derslerimde hiç anlatmadım. Hz.
Peygamber’in (s) doğumundan önce meydana gelen harikulade olaylara
İrhâsât deniliyor değil mi? Ben bunlara hiç ehemmiyet veren bir insan
değilim. Ama bizim kitaplarımızda bunlar yer almış. Ben bunları maşerî
vicdanın destanlaştırması olarak değerlendiriyorum. Maşerî vicdan, siz
isteseniz de istemeseniz de bunu yapar. Onun için bunları hayra
yönlendirmek, anlatılan yerlerini belirli çevreler ve mahfillerle
sınırlı tutmak ve ilmî çalışmaların içine sokmamak kafidir. Bunlara
düşmanlıkla silah çekmeye gerek yok diye düşünüyorum. Kaldı ki Hz.
Peygamber’i yüceltmek için böyle mucizeler uydurmaya gerek yok. Allah
Kur’an’da onu yüceltmiştir. Onun için Hülefâ-i Râşidîn kitabımın ilk
sayfalarında Kur’an ayetlerine göre Hz. Peygamber’i (s) anlattım. Mesela
Nadr b. Hâris Kur’an’ı “esâtîru’l-evvelîn” diyerek eleştiriyor. Kur’an
bunu bize aktarıyor. Yani Kur’an muhaliflerin düşüncelerine Kur’an’da
yer veriyor. Aynı şekilde müşriklerin duasına da Kur’an’da yer
veriliyor. Enfal Suresi 32 ve 33. ayetlerinde وإذ قالوا اللهم إن كان هذا هو الحق من عندك فأمطر علينا حجارة من السماء أو ائتنا بعذاب أليم ( 32 ) وما كان الله ليعذبهم وأنت فيهم وما كان الله معذبهم وهم يستغفرون ( 33
) ) buyuruluyor. Mealen Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an)
senin katından inmiş hak (kitap) ise hemen üzerimize gökten taş yağdır
veya bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi. Oysa sen onların içinde
iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah
onlara azap edecek değildir.
Yani
burada Ebrehe ordusu üzerine taş yağdırıldığına da delil var. Yani
mikrop falan değil. Mikrop diyenler var asrî zamanda. Matar bildiğiniz
gibi yağmur demektir. M-T-R yağmur yağmak demektir. “Emtır” ise emr-i
hâzır if’al vezninde. Peygamberimiz fil hadisesinden beş ay sonra
dünyaya geldi. Bedir Harbi senesinde Hz. Peygamber 54 yaşındaydı. Yani
fil hadisesinden sonra 54 yıl geçmiş. Yani 54 sene önce vuku bulan taş
yağma hadisesini Mekkelilerin unutması mümkün değil. Kaldı ki Bedir
Harbi’nden bir kaç sene önce fil suresi inerek o kültür tazelenmiş.
Yoksa nereden bilsinler üzerine taş yağdırmayı? Kur’an’dan ve Fil
Hadisesi’nden kopya çekerek bunları söylüyor. Demek ki kültüründe taş
yağdırmak var. "Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an) senin
katından inmiş hak (kitap) ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya
bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi.” bu ayete cevaben Allah:
"Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.”
Hz.
Peygamber’i bundan daha fazla büyütme olmaz. Allah âdetullahını
değiştiriyor veya Resûlullah’ın yüzü suyu hürmetine durduruyor. Peki
Peygamberimiz aramızda mı? Eğer aramızdaysa üzerimize taş yağmayacak.
Burada
Ebu Hanife gibi ehl-i beyt sevgisini size tavsiye ediyorum. Salli ve
barik dualarını okuduğumuzda âl-i İbrahim diyoruz. Yine “li’llahi teâlâ
el-fâtiha denilince sallallahu aleyhi ve sellem” diyoruz. Yani bu "Allah
Peygamber’e salât eylesin!” demektir.
Ne
demek bu? Düşün! Binlerce milyonlarca insan günde belki milyarlar defa
Peygamber’e salâtü selam getirmesi için Allah’a niyazda bulunuyoruz.
Allah’a havale ediyoruz yani salâtü selamı. Dikkatinizi çekmek istediğim
nokta bu benim.
H.S.-Sahabeler de Allah Rasûlü’nün yanında konuşmadan önce böyle bir dua ile giriş yapıyorlarmış.
M.F.-Tabi
Allah’tan niyaz ediliyor; demek istediğim, salâtü selam getirme emrini
bize verdiğinde biz onu yerine getirirken Allah’tan istiyoruz bunu.
Salâtü selama ne mana veriyorsan ver önün açık. Ben onun üzerinde
durmuyorum. Ben bu vazifeyi yerine getirmesini Rabbimizden niyaz
ediyoruz.
Onun
için ben, “ve ente fihim” ayetiyle Allah, Resûlü’nü bu kadar yücelten
başka bir ayet-i kerîmenin üzerinde daha durmak istiyorum. Çok ayeti
kerime var bu hususta. Bizim dinimizin esası Allah sevgisidir. Buna
karşı çıkanlar Allah’ın ayetine karşı çıkar. Allah sevgisinin anahtarı
da peygambere itaat etmekten geçer. Bunun mükafatı da Allah’ın bizi
sevmesidir. Bazı hocalarımız, Hz. Peygamberin, Allah’ın Habibi olmasını
içlerine sindirebilmiş değillerdir. Peygamberimiz (sav), habibullah
olduğunu kendisi söylüyor ve arkasından da la fahre, övünme yok diyor.
Mütevazi peygamber. Allah’ın habibi olma, önemli bir mevki. Ama bu
arkadaşlar Allah’a sevgili isnat etmenin, onun rububiyet-i ilahiyesine
gölge düşürdüğünü söylüyorlar. Halbuki Allah Kuran-ı Kerim’de
“vettehazelllahü ibrahime halilâ” diyor. Habible halilin çok bir farkı
yok. Ha dost edinmiş, ha sevgili edinmiş; Hiçbir farkı yok. Kaldı ki
Allah müminleri de seviyor. “Kul in kuntüm tuhibbûnallâhe fettebiûni”
karşılığı ne? “Yuhbibkumullah”. demek ki Allah bizi sevecek. Eğer biz
Allah’ı seviyorsak Peygambere tabi olarak bunu göstereceğiz. Allah da
bizi sevecek. Dinin temeli Allah sevgisidir dememin sebebi de bu.
Onun
için yeni konu çalışılacak mı diyorsunuz. Onun cevabını vereyim. Yeni
konu çalışılması lazım. Nasıl çalışılması lazım? Ben Kuran-ı kerim ile
Peygamberimizin siyerinin, İbn İshak’ın, Vakidî’nin ve diğer Siyer ve
İslam Tarihi müelliflerinin kullandıklarından daha fazla ayeti
kerimelerin, sebebi nüzul bilgileri de dahil, cahiliye toplumunu İslam
toplumuna çevirmesi ile ilgili ayetlere bizzat Siyer’in içinde yer
vererek Siyeri tekrar yazmamız gerektiğine inanıyorum. Ben onun için
okudukça son dönemlerde ayetlere bakıyorum, Peygamberimizin gerçekten
Kuran-ı Kerim’de yeteri kadar yüceltildiğini; onun yüceltilmesi için
uydurma mucizelere veya irhâsâta ihtiyaç olmadığı kanaatindeyim. Ben
bunu bir kısım ayetlerle göstermeye çalıştım. Ben o çalışmam ile
Peygamberden hem himmet hem de şefaat bekliyorum. Onun için şimdi sizin
sorularınızın diğerlerine geçelim.
Feyz
aldığım hocaları söyledim. Tabi tez hocam Neşet Çağatay’ı da söylemem
lazım. Arap memleketlerinden Abdülaziz ed-Dûrî’den feyz aldım. Fransa da
bulunduğum bir sene zarfında da Claude Cahen'in lisans, yüksek lisans
ve doktora derslerine bir yıl devam ettim, istifade ettim kendisinden.
Çalışmalarımı
söyledim. Ansiklopedi maddelerine de temas ettim. Türkiye Diyanet
Vakfının yapmış olduğu hizmetlerin en hayırlısı İslam Araştırmaları
Merkezi’ni (İSAM) kurmalarıdır. İsam, gerçekten hem Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, kuruluşuna hizmet etmesi dolayısıyla, ben de
onların içinde karınca kararınca bazı şeyler yapmaya çalışmış olan bir
insan olarak, gerekse hem İstanbul’daki diğer kardeş fakülteler, o zaman
daha İstanbul ilahiyat yeni yeni açılıyordu.
M.F.:-Kaçta açılmıştı?
H.S.:-94-95’te ilk mezunlarını vermeye başladı.
Tabi
Sonra hem İstanbul İlahiyat devreye girdi ama İstanbul Edebiyat
Fakültesi, Tarih bölümünün, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji ve Sanat
Tarihi bölümlerinin büyük katkılarının olduğunu aynı şekilde Marmara
Üniversitesi’nin de büyük katkılarının olduğunu hem de İstanbul
dışındaki üniversitelerin hem ilahiyat fakültelerinin hem de diğer
fakültelerinin büyük katkılarının olduğunu göreceğimiz bir faaliyet
oldu.
İslam
Ansiklopedisi’ni çıkardık. İslam ansiklopedisi çok güzel bir
kütüphanenin kurulmasını da beraberinde getirdi. İlk başladığı yıllarda
bu ansiklopediyi nasıl çıkaracağız bu kitaplarla diyordum. Şimdi kitaba
boğulduk. Bize diyorlar ki kütüphaneye gitmiyorsun. Biz İsam’a gidince
hepsini karşılıyor. Yazmaları da getirtiyor. Nereye gideceksin. Harcırah
alarak Ankara’dan İstanbul’a geldiğimiz günler tarih oldu artık. Artık
herkes İsam’a çalışmaya geliyor.
İSAM,
bir mektep bir ekol oldu. Hem oradaki çalışanlar olarak bizler
yetiştik. Hem maddelerini yazan arkadaşlar yetişti. Kendim dâhil, hem
dışarıdan hem içeriden hepsini kastediyorum. Hem de ilim yapacak
tarihçi, ilahiyatçı, edebiyatçı sanatın her biriyle, Türk- İslam
Sanatı’nın her biriyle uğraşanlar için önemli bir kütüphane yanında
dokümantasyon sunan bir merkez oldu. Bugün bir insan akıllıysa aldığı
doktora teziyle alakalı yedi, sekiz, on maddenin poşetlerine bakarak
tezinin bibliyografyasının %95’ini temin eder. Ve bu bir fotokopi
parasına herkese sunuluyor. Bu aynı zamanda İlahiyat Fakültelerindeki,
İslami ilimlerin seviyesinin yükselmesini sağladı. Bu ansiklopedi
inşallah başka dillere de tercüme edilir, eskiyen maddeleri yenilenir.
Ama şunu samimi olarak söylüyorum: Bu maddelerin büyük ekseriyeti
ilahiyat fakültesi İslami ilimler kaynaklı hocalar tarafından kaleme
alınmıştır. Bu aynı zamanda Türkiye’de İslami ilimlerin ulaştığı
seviyenin de küçümsenecek bir seviye olmadığını benim doktoraya
başladığım senelerle mukayese dahi edilemeyecek bir seviyede olduğunu
göstermektedir.
Yeni
kurulan ilahiyat fakülteleri ile beraber İslami ilimler konusunda artık
yüzlerce değil binlerce araştırmacının ilme yöneldiğini gösteriyor ki;
bizim problemimiz tabi ki tekâmülü en son safhasına getirmektir ki;
bunun da numarası yoktur. Tekâmül devamlı olacaktır. Tekâmülün durduğu
yerde tekâmül biter. Onun için bitmeyecek. Ne zaman olgunlaşacağız
diyerek sormayacaksın. Olgunlaşarak hayatımızı tamamlayacağız. Gerçek
ilim Allah’ın ilmidir. Onun ilminin yanında bizim ilmimiz bir noktadır.
Ne kadar artırırsan artır nokta birkaç tane olur. Onun için ilmin dibi
bulunmaz. Tekâmülü devam ettireceğiz.
A.A.:-Hocam yeni açılan ilahiyat fakülteleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
m.f.:-Hiçbir
düşüncem yok. Açmışlar yapacağımız bir şey yok. Bunlarla ilgili lehte
söylesen ne olur aleyhte söylesen ne olur. Şimdi eski müesseselerde de
kötü çalışma yapanlar var yeni müesseselerde de iyi çalışmalar yapanlar
olacaktır. Allah jüri üyelerine akıl fikir ve mesuliyet duygusu versin.
Hak edenlere doktor ünvanını versinler hak etmeyenlere vermesinler. Aynı
şeyi doçentlikte ve profesörlükte de uygulasınlar. Bunun şu fakültesi
bu fakültesi yok. Artık ilme ulaşmak görüyorsun bak poşetlerin
fotokopilerini istedin mi, kitapları okudun mu, niye Şırnak’ta ilahiyat
fakültesi var demene gerek kalmıyor.
H.S.:- Pdf’lar de var hocam.
M.F.: - O da var. Biz onlara güvenmediğimiz için kitabı görsün istiyoruz.
Ben
son olarak araştırma için bir şey söyleyeceğim. Tarih ilmi, vesikaya,
kaynağa dayanarak yapılır. Kaynağı olmayanın tarihi olmaz. Âdem (as) ile
ilgili kaynak yok çalışamıyoruz. İlahi kitaplar ne söylüyorsa onları
dikkate alıyoruz. Cidde’de Havva anamıza nispet edilen mezar var ama
kimse güvenmiyor doğru olduğuna. Mezarı bile yok yani. Onun için İslam
Tarihi Âdem babadan başlayan tarihtir diye bir anlayış Kuran’ın
“inne’d-dîne indallâhi’l-İslâm” anlayışından çıkarılmakla birlikte, biz
Hz. Peygamberin içinden çıktığı cahiliyeden başlatarak İslam Tarihi’ni
günümüze getiriyoruz. Müslüman millet ve devletlerin tarihi olarak kabul
ediyoruz. Bu çok geniş bir zaman ve mekân dilimini kapsıyor İslam
tarihi sahası. Onun için her sahanın kendine has kaynakları vardır.
Tarihçi olacak arkadaşlar kaynağı tanımadan okumaya başlamamalı. Mesela
tarihçilerin babası Taberi’nin Sasaniler için –daha sabahleyin ele
aldık- değeri ayrı, cahiliye çağı için değeri ayrı, Peygamber efendimiz,
siyer dönemi için değeri farklı, kendi yaşadığı Abbasiler dönemi için
muasır kaynak, değeri ayrıdır. Binaenaleyh Taberi’yi kullanan tarihçi
kendi dönemi için değerlendirmesini yapması lazım. Kendi dönemi için,
yoksa Taberi’yi değerlendirmesini istemeyiz. Ben Hulefâ-yı Râşidin
dönemi çalıştım orada değerini söylemem lazım.
Taberi
nerede tanınır. Taberi ansiklopedi maddeleriyle tanınır. Okuyacağı
kitabı neşreden, ilmi bir neşri yapılmışsa onun güzel bir mukaddimesi
yapılmıştır, oradan tanıyabilir. ve tabi kitabı okuyarak tanımaya devam
eder, kendi konusuyla alakalı. Onun için kaynakların değerlendirilmesi
ve sınıflandırılması bizim tarih ilminin birinci basamağıdır. Birinci el
kaynaklar, -buna muasır kaynaklar diyoruz- Hz peygamber için, bazı
mektupları kaldı deniyor, onun dışında Kuran-ı Kerim dışında muasır
kaynağı olmayan bir dönem Siyer. Binaenaleyh kaynaklara bu gözle hem iyi
bakmak lazım, hem de dikkat etmek lazım. Kaynaklar açısından bizim
böyle bir problemimiz var.
Ama
Osmanlı dönemi, arşive gidiyorsun, -arşiv devletin arşivi olduğuna
dikkat edeceksin- o vesikanın o problemi veya o dönemi yazmak için
kendisinden vazgeçilemeyen bir kaynak olduğunu herkes kabul ediyor. Onun
için kaynak çalışmalarını çok iyi yapmamız lazım.
Tabi
kaynaklar sadece kitaptan ibaret değil. İşte Osmanlı dönemi gibi. Arşiv
var, Kitabesi var, Müze eşyaları var, sanat eserleri var, kitabeler
var, paralar var, başka devletlerin arşivleri var. Osmanlı devleti
çalışmak çok zor. Allah Osmanlı tarihçilerine kolaylık versin. Diyelim
ki 18.yy çalışacak bir insan, Rus, Avusturya, Almanya, İtalya, Venedik
kaynaklarına girmesi lazım. Yoksa problemleri kavrayamazsın. Onun için
bizim Osmanlı tarihçiliğinde yeni bir hamle yapmamız gerekir. Son
senelerde Rus kaynaklarını, İtalyan kaynaklarını, Portekiz kaynaklarını
kullanan tarihçiler çıkabiliyor. Eski Türk Tarihi için Çin kaynakları,
Hint kaynakları belki onlar devreye girecek neler var bilemiyoruz. Onlar
devreye girecek. Binaenaleyh tarihçinin kendi döneminin birinci el,
ikinci el kaynaklarını üçüncü el kaynaklarını iyi bilmesi ve
değerlendirmesini yapması lazım. Bizim en büyük problemimizin burada
olduğunu zannediyorum. Tabi Peygamber döneminin ayrı bir özelliği
olduğunu kabul etmemiz lazım. Burada sadece tarih metodolojisiyle
yetinmemiz mümkün değildir. Bu yeterli de değildir. Esasen buna da biz
dikkat ediyoruz. Çünkü gördüğünüz gibi Resûlullah efendimize hem bilgi
veriyor hem de şekil veriyor. Hem bilgi vermesi hem de şekil vermesi
bizi bağlar. Onun için tarihçiliğimizin siyer kısmına ayrı bir parantez
açmamız lazım. Bunun için Kuran-ı kerim yanında hadis-i şerifler,
sebeb-i vürûd kitapları ve hadis şerhleriyle birlikte, Peygamberin
şahsiyetini, siyerini, savaşlara inhisar eden bir halden çıkarıp onun
tevhid mücadelesinde ceddi İbrahim aleyhisselamın duasının her bir
kısmının nasıl tezahür ettiğini, -şakası yok! bunu niye zikrediyor- ayrı
ayrı incelememiz ciddi olarak göstermemiz lazım. O da Allah’ın
ayetlerinin okunması, kitabın ve hikmetin öğretilmesi, “yuallimuhumul
kitâbe ve’l-hikmete, ve yüzekkîhim” ashabını terbiye etmesi, tasfiye-yi
derûna tâbi tutması, onları ben güzel ahlakı tamamlamak için ba’s
olundum (gönderildim) hadisi şerifinin tecellisinin nasıl olduğunu
Ashab-ı Kiram’da görmemiz lazım. Bundan dolayı hem ashap sevgisi, hem de
ashapta peygamber sevgisini görmemiz lazım. Peygamber’in mucizesi
ashaptadır. Benim dedem rahmetli, Peygamberimizin ashabını,
Peygamberimize isnat edilen özellikleriyle söylerdi. Dünürü,
kayınbiraderi gibi sözlerle söylerdi. Ben hiç öyle olamadım maalesef.
M.F.: -Var mı başka soru? Hadi arkadaşlar sor bitirelim ()
H.S.:-Ali Ulvi (Kurucu) hocamızdan da hafızanızda kalanlardan da bahsedebilir misiniz?
M.F.:
-Ali Ulvi abi annemle amca çocukları. 1939’da dedem ve çocuklarıyla;
yani annem ve üç kız kardeşi daha, iki de erkek kardeşiyle beraber
gitmek için pasaportlarını almışlar. Ancak aile içinde denir ki, işareti
maneviye vaki oldu. Dedem ve çocukları kaldı, Ali Ulvi abi babasıyla
birlikte üç erkek kardeşi Medine’ye gittiler. Ali Ulvi abi o
seyahatinden beri, Türkiye’de hafız olarak yetişmiş Ezher’i de
bitirememiş ama birkaç sene okumuş, hep Türkiye aşkı ve muhabbetiyle ve
alakasıyla yaşamış bir şahsiyettir. Benim Medine de bir sene bulunduğum
zaman diliminde de bana maddi manevi yardımlarda bulunmuştur. Onun
himayesiyle ilk haccımı yaptım ben. Para manasına değil. Ben onlardan
borç alıp Türkiye’de ödedim. Ama parasız yapılan yardım daha değerli.
Böyle bir yardımını gördüm ben. Ali Ulvi abinin. Ali Ulvi abi duygu
yüklü bir insandır şairdir, şiirleri vardır. Son zamanda çıkan hatıratı
da Arap memleketlerinin tarihi için değil Türkiye tarihi için kültür
kaynağı olacak değerdedir. Kendisi dedemi de güzel anlatır orada, kendi
dedesini de. Hacı Veyis Hoca’yı da benim dedem olan Hacı Veyiszade
Efendi’nin de portresini çizmeye çalışmıştır. Söylemeye çalıştığım İmam
Hatip Okulu’nun açılışındaki dedemin en dikkat çeken, ahir ömrünün son
on yıllık hatta biraz fazla kısmını bu konulara ayırdığını bildiğimiz
bir faaliyetler manzumesini orada özetlemeye çalışmıştır. Onun gibi de
kimse yazamazdı zaten. Allah rahmet eylesin. Şiirlerini de içine alarak
beşinci cildini de Çıkarırsa Ertuğrul bey, Ali Ulvi abi hayatta
göremeden bunlar çıktı. Aile, bundan dolayı biraz üzgün. Ali Ulvi abi
görmek istiyordu bunları çünkü Ertuğrul bey süratli çıkarmadı, niye
böyle olmadı bilmiyorum. Ali ulvi abi hakkında söyleyeceklerim bundan
ibaret.
A.A.:-son bir soru hocam
M.F.: -buyur sor.
A.A.: -bir akademisyen olarak, çalışma temponuz, vakit tanzimini nasıl yapıyorsunuz?
M.F.:
-Emekli olduk, hanım izin verdiği kadar çalışıyoruz. Zor bir soru bu
kısa zamanda cevaplanacak bir soru değil. Biz kırk tane iş yaptık
hepsini saymadık bunların. Ben kaç tane tez yönettim bilmiyorum. Sen
biliyor musun? Gelirken baktın mı? Adnan hoca kitabında ele alıyor
bunları.
Çok
yaptırmışım. Şöyle bakınca görüyorum. Fark olmasın diye ben hiç birini
söylemiyorum. Aralarında profesörler var artık. Hem de ilim adamları
oldular onlar. Allah hepsini muvaffak eylesin. Bize de sadaka-i cariye
olarak puan verilir ise kendimizi mutlu addedeceğiz. Herkese nasip
olmuyor. Bu bir şey meselesidir. Ya zuhurattır. Ya da tecellidir. Siz
hangi meşreptenseniz ondan sayın. Zuhurattır çünkü Faydanın yaşı öyle ki
buraya İslam Tarihi’ne tek profesör olarak geldi. Ankara’da üç dört
tane hocayı İslam Tarihi çalışsın diye kendisine bağlama zuhur etti.
Burada da yüksek lisans, doktora açılınca bir ok arkadaşın çalışmasına
vesile oldu, bu arada Türkiyat’ta da bazı hizmetler verdik. Ama bir tek
şeyi zikredeyim. Zül cenaheyn ile başladık onunla bitirelim.
Yaptırdığım beni mutlu eden tezlerden biri, hala basılmadı. Haşim Şahin’in, “Osmanlı devletinin kuruluşunda dini zümrelerin yeri”
adlı tezidir. Moda olan zümrelere değil benim ikazım ve onun kabulü
üzerine, demin söylediğim gibi benim mahallem Fakı mahallesiydi.
Tasavvufî zümrelerin yanında, Fakıları da ekledi. Böylece sadece
tasavvufi zümreler değil, zülcenaheyn olmanın gereğini yapmıştı. Dursun
Fakih de kenarda değil hayatın içinde yer alıyordu. Allahın onların
yaptığı hizmetleri çok tebcil ettiğine inanıyorum ben. Ahirette de
göreceğiz onların hem mevkilerini hem de hizmetlerini. Ben bu açıdan
biraz Ahmed Zeyni Dahlan meşrepliyim. O diyor ki, Rasullulah Efendimiz
ve Hulefâ-yı Raşidîn’den sonra i’la-yı kelimetullah için cihat eden
Şerait-ı Garrâ-yi Muhammediye’yi samimi olarak uygulayan ve adalet ile
hükmeden üçüncü devlet, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’dir. Bana göre doğru
hüküm veriyor. Bu bizim ba’sü ba’del mevtimizin yeniden bir ihya
hareketini başlatmamızın da menbaını teşkil edeceğini düşünüyorum. Zira
Osmanlı devletindeki cihat anlayışı Türkün ebedi kızılelması i’la-yı
kelimetullah olmuştur’da düğümlenmektedir. Bunu da size pek kimse
söylemez. Kızılelma maddesini yazan da söylememiştir. Benim illa da ne
demek istediğimi anlamak istersen fetih maddesini mülakatımın sonuna
koy. Son kısmını atarak koy. Bibliyografya kısmını felan atarak.
H.S.: Tamam hocam inşallah.
Çünkü ben Halid bin Velid kitabının, “İslam Fetihlerinin Bazı Özellikleri”
kısmına çok emek çektim. Fıkıh hocaları hiç okumuyorlar onu. Tefsir
hocaları zaten okumazlar. İlahiyatçılar da İslam Tarihi imtihanları için
okuyorlar. Onun için ben, i’la-yı kelimetullah, neye delalet eder
hususunda yazdıkları anlaşılamayan şansız bir hocayım. Hiç olmazsa fetih
maddemden yayılsın diye düşünüyorum. Okumayanlara verelim de belki
okurlar. Bilmeleri gerekir çünkü. Bazı hocalar çıkıyorlar televizyona,
Amr bin Abbas, Ömer bin Hattab’ı kandırdı. Mısır’ı fethetmemesi lazımdı
diyorlar.
H.O.: Kim diyor hocam?
M.F.:
Kimin söylediğini, dedikodu istiyorsunuz. Siz ben gıybet haram diyen
bir insanım. Arayın bulun. Cihat sadece bize saldıranlara yapılır
diyenler var şimdi. Eğer öyle olsaydı İslam, Çin seddinden Pirenelere
kadar gitmezdi. Kimse bal mumuyla Müslümanları çağırmadı. İ’la-yı
kelimetullaha -Allah resulü söylüyor, peygamber hadisidir- şöhret,
servet, toprak, para, kadın, bunların hepsi savaş sebebidir çünkü.
Bunları elde etmek için savaş yapmış insanlar çünkü. Müslümanların da
bunun için yaptıkları olmuş. Peygamber onları çok azarlamış. Ganimetten
bir iğne alan cehennemde bunu görecek demiş ve bunu affetmemiş. O niye
savaştı. Okursanız görürsünüz. Onun için i’la-yı kelimetullah ne demek
onu anlatmaya çalıştım. Bu çok önemli bir şey. Benim Halid bin Velid
kitabımda iki konuyu okusunlar diye insanlara yalvarıyorum. Birincisi
Halid bin Velid’in nasıl Müslüman olduğu? İkincisi de İslam fetihlerinin
bazı özellikleri. En geniş orada yazdım çünkü. Benim fütûhat ve cihat,
savaş anlayışımı emek çekip yazdım; onlara kaynak da göstermedim pek.
Kendi düşüncelerimle yazdım. Bunu fıkıh üslubuyla yazmak bahsi diğer.
Onu gider fıkıhçı hocalarımızdan okursunuz. Ben bir tarihçi gözüyle bir
hamûle yaptım tabir caizse onu yazmaya çalıştım. Hem düşündüğüm, hem
inandığım, hem de vâkıaya uygun olduğunu hissederek, düşünerek,
anlayarak yazdım. Halid bin Velid’in, Müslüman oluşundaki özellik ise
şu: biz bunu Siyerde pek anlatamıyoruz. Bunu Hüseyin bey hatırlayacak
şimdi, anlatmışımdır. Ashab-ı kirâm, huzuru Resulullah’a hidayete ermek
için, Müslüman olduğunu söylemek üzere, bir başka ifade ile biat etmek
üzere geldiğinde “eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enneke
rasulullah” diyerek biat ediyordu. Ve enneke (Arapçada “sen” zamiri)
diyordu. İsm-i mübareğini söylemiyordu. Biz bütün sahabinin böyle
olduğunu söylemiyoruz. Ama Halid bin Velid ve Amr b As, müslüman
olurlarken böyle yaptılar. Buradan anlıyoruz ki hepsi böyle yapıyorlar.
Ama bizim kaynaklarımız yazmadığı için kimse yazmıyor. Biat böyle
yapılıyor.
H.O.: -Gıyaben mi ismi söyleniyordu hocam?
M.F. -Tabi efendim.
Kelime
i şehadette, ke (sen) zamiri demiyoruz, ism-i mübareğini söylüyoruz.
Orada muhatab olarak. Gıyaben demeye lüzum yok. Artık vefatından sonra
sen demiyoruz. şairler diyor, duada diyebilirsin. Kelime-i şehadette
diyoruz.