15 Mart 2016 Salı

Prof. Dr. Mustafa Fayda Hocamızla Röportaj

H.S.- Hocam, öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Türkiye’de İslam Tarihi sahasında en tanınmış hocalarımızdan birisiniz. Bize öncelikle eğitim hayatınızdan kısaca bahsedebilir misiniz?
M.F. : 1943 yılında, kayısı zamanı Konya Meram’da doğmuşum. Konya’da bir demircinin çocuğuyum ben. Babam demircilik yapardı. Türbeönü’nde evimiz, Meram’da bağımız vardı. Okullar açıldığı zaman, Meram’dan şehirdeki evimize gelirdik, kapandığı zaman da yazın Meram’a giderdik. O zaman doğmuşum.
1943 yılında, insanların ilk (defa) okula gittikleri tarihte Konya’da ilkokulu bitirdim. Bizim, dedem dolayısıyla hem aile içerisinde, hem mahallemizde hem çevremizde –bu çevreye okulum da dâhil- bizi hep otomatik olarak dindar görürlerdi. Biz de öyle yaşamaya çalışıyorduk. Bizim zamanımızda ilkokuldan jüri huzurunda yapılan sözlü sınav sonrasında mezun olunurdu. Mesela ben din dersine girdiğim zaman hoca bana dedi ki: Sen hocazadesin, sana soru sormayalım. Yalnızca “Amenerrasulü’yü” oku ve çık. Yani ilkokul talebesi iken Amenerrasulü okuyarak diploma aldım.
Biz üç erkek kardeşiz. Diğer erkek kardeşimle aramızda dokuz yaş olduğu için, o şimdi anlatacağım faaliyetlerin içinde olamadı. Rahmetli babam, abimle beni Konya’da evimizin yakınında Sultan Selim Camii’nin (Mevlana Türbesi’nin yakındaki cami) müezzini Âma İsmail Efendi’nin yanına Kur’an dersi almak için gönderiyordu. İlkokula giderken ders zili 8.30’da çalardı. Namazdan ise kış günlerinde 7.15-7.20 civarında çıkılır. Hoca âma olduğu için namazdan sonra elinden tutardık, on dakika mesafedeki evine götürürdük. Beş dakika abim, beş dakika benimle olmak üzere bizimle meşgul olurdu. Biz sonra koşa koşa eve gider, 8.30 dersine yetişirdik. Hem kahvaltı yapar hem de üstümüzü giyerdik. Böylece Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğrendik. İmam Hatip’e gittiğimizde biz Kur’an okuyabiliyorduk. İşte dediğim gibi Amenerrasulü okuyarak da mezun olduk. Böyle bir atmosferde yetiştik. Dedem dolayısıyla, onu dinlemekten kaynaklı dinî bilgilerimizde yaşıtlarımıza göre bir farklılık vardı. Bunda aynı zamanda annemden, babamdan, komşulardan ve tabi gittiğimiz camiden öğrendiklerimiz de vardı.
Bizim mahallemiz olan Durak Fakih mahallesinde iki cami vardı. Yedi yaşında iken mahallemde benim için günah olmaz diye “Tanrı uludur” şeklindeki ezanı bana okuturlardı. Yani büyüklere günah yazılmasın diye bana okuturlardı. Ansiklopedi’ye (Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi) “ezan” maddesini yazanlara dedim; ancak bunu oraya yazmadılar. Hâlbuki iyi bir tarihî bilgidir bu. Siz yazın ki yazılı hale gelsin ve kaybolmasın. Yani çocuğa okutuyorlardı, günah yazılmasın diye.
İlkokulu bitirdikten sonra haliyle İmam Hatip’e gittik. Çünkü İmam Hatip okulunun açılması için dedem çok hizmet edip çalışmıştı. Dedem, -Hacıveyiszâde Mustafa Efendi- 1960 5 Şubat’ında vefat edinceye kadar orada hocalık yani öğretmenlik de yapıyordu. O vefat ettiği zaman ben İmam Hatip Ortaokulu altıncı sınıftaydım. Sömestr yarısında hastalandı ve vefat etti.
Biz İmam Hatip’te okurken Sanat Mektebi bizim dostumuz, Lise ise rakibimizdi. Ben İmam Hatip takımında basketbol oynardım. Aynı zamanda dışarıda bir kulüpte de basketbol oynardım. (Mustafa) Tahralı Hoca ile ben hem okul takımında hem de o zamanlar var olan Konya İdmanyurdu’nda oynardık. Şöyle söyleyeyim, on iki kişilik Konya genç karması seçildiğinde seçilenlerden biri bendim biri de Tahralı idi. Yani bayağı iyi oynuyorduk. Sonra bıraktım. Sporla ilgimizi “aydın din adamı” kültürünün içerisinde düşünmenizi istiyorum. O zaman böyle bir moda vardı.
İmam Hatip’i bitirdikten sonra lisede fark dersi verdik ve İlahiyat Fakültesi’ne geldik. İlahiyat Fakültesi’ne girişimiz şöyle gerçekleşti: Rahmetli –daha sonra benim hocam olacak olan-Neşet Çağatay Hoca’nın, İmam Hatip mezunu olup lise diploması olan herkesi üniversite imtihanına girip girmediğine bakmaksızın fakülteye talebe kaydetmesiyle oldu. Onun için bizim sınıfımızda liseyi bitiren kırk bir İmam Hatip mezunu vardı. Bunların bir kısmı imtihanla girmişti bir kısmı ise hocanın bu kaydıyla girmişti. Bu gerçekten İmam Hatip nesline İslam Bilimleriyle meşgul olabilmek için bir açılmayı (fütuhat) temsil ediyordu.
Siz diğer sorularda soruyorsunuz İslam Tarihi’ne ilginiz nasıl başladı diye? Belki benim iki farklı çizgimin olduğunu söyleyebilirim. Bunlardan biri Hocazâde dedemden gelen çizgidir. Biz dedemin bir yönünü ele alacak olursak. Bizim İmam Hatip neslinin bu anlamda bilseler de şuurunda değerlendirdiklerini düşünmediğim bir noktaya işaret etmek istiyorum. Bunu bizim Osmanlı tarihçileri de çok fazla bilmezler. Şimdi seni imtihan edeceğim bakalım sen biliyor musun? (Hüseyin Sarıkaya’yı işaret ediyor).
-Osmanlı, Zü’l-cenaheyn deriz, ne demektir bu?
-İki kanatlı demek.
-Ama bu onun hangi özelliğinden dolayı söylenmiştir? Osmanlı tarihçilerinin bir kısmı hala bilmez. Öğretemedik.
-Hocam, ilk dönem çalışanlar da bilmiyordur.
-İlk dönem çalışanların bilmemesi normal canım. Osmanlı tarihçisi bilmezse sen hiç bilmezsin. Allah Allah (Gülüşmeler). Sen neden kendini ortaya atıyorsun ki, bak ben ilk dönem tarihçisiyim biliyorum. Dolayısıyla ilk dönem tarihçileri bilmez demen doğru değil. Benim bulunduğum özel çizgimi vurgulamak için söylüyorum bunu.
Önce dedemi söyleyelim ve sonrasında Osmanlı’ya gelelim. Benim dedem Islah-ı Medaris’te talebe olmuş, oradan başarıyla mezun olunca da oraya hoca olmuş. Daha sonra medreseler kapatılınca da kaçak olarak verebildiği kadar birtakım dersler vermiş; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam okutmuş dışarıda. İmam Hatip’te de bu dersleri okuturdu. Mesela bize tefsir dersinde Celaleyn okuturdu, Hadis’te Tecrid-i Sarih’in Arapça metnini okuturdu, Fıkıh’ta Merâgü’l-Ferağ fi Şerhi Nuru’l-İzah’ı okuturdu. Kelam’da ise Emâli okuturdu. Medresede takip ettiği kitapların bir kısmını İmam Hatip’te de bize okuttu. İmam Hatip altıncı sınıfa kadar dedemden dersler okudum.
Dedemin Islah-ı Medaris’teki hocaları aynı zamanda şeyhleriydi. Islah-ı Medaris ise şudur: Medrese göçmüş, Avrupa’dan mektep gelmiş. Mektep karşısında medrese üç-sıfır mağlub olmuş. Onu ihya etmek için kurmuşlar bunu. Ve kuruluş dönemindeki zü’l-cenaheyn anlayışına uygun olarak şeyhleri medresede hocaları olmuş. Osman Gazi’nin bir tarafında Şeyh Edebali bir tarafında ise Dursun Fakih olmasına, işte biz zü’l-cenaheyn diyoruz. Sen bunu kültür olarak bildiğini söyledin ama bazı Osmanlı Tarihi hocalarımız bunun şuurunda hiç olmuyorlar. Niye bilmiyorum. Bunu sen incele ve bize niye olduğunu söyle. Bana da bildir.(Hüseyin Sarıkaya’ya hitaben konuşuyor)
Bu kültürü biz Osmanlı’nın son temsilcilerinden duyduk. Merhum Ekrem Hakkı Bey bunlar arasındaydı. Onlar Osmanlı’yı temsil eden insanlardı. Osmanlı’ydı onlar, bu kültürü yaşayarak söylediler. Kitabî bir kültür değildi bu benim için. Onlar bilhassa kız kardeşi Samiha Hanım olmak üzere bunları zannedersem yazdılar bazı yerlerde.
Bir “halk-i cedid’e” bir “ba’sü ba’de’l-mevt’e” inandıkları için… Onun Türk Tarihinde Osmanlı Asırları’nı yazarken, Osmanlı ve Selçuklu devletlerini yazarken, bu iki devletin bizim yeniden dirilişimiz için, Dinimiz, Kitabımız, Peygamberimiz yanında, feyz alacağımız tatbik edilmiş bir tarih olarak değerlendirdiğini, bu perspektiften yazdığını görüyoruz. Hem Osmanlı sanatını hem Osmanlı siyasi tarihini bu perspektiften yazmıştır.
Dedemde de bunu gördük. Bunu aile içerisinde yaşadık ve tesirlerini ben hep yaşadım. Bugün de bu tesir var mı bilemiyorum, inşallah vardır. Daha fakülteye yeni gitmişken, Ömer Lütfi Barkan’ın “Bir İmar ve İskan Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler: İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri”ni okuduk. Bu arada ben o yaşlarda Fuat Köprülü’nün Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu’nu üç defa okudum.
Türkiye’de edebiyat tarihçiliği ve tarih ilmi gerçekten diğer ilim dallarına göre daha erken gelişmiştir. Özellikle Türk tarihçiliği Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan hocalar, hem metodoloji bakımından, hem yetiştirdikleri talebeler bakımından, hem de kendi yazdıkları bakımından rehber olup yol göstermişlerdir. Bu çizginin bugün de tekâmül ederek devam ettiği kanaatindeyim.
Fakülte bitirme tezini Anadolu Ahi teşkilatını yaptım çünkü Anadolu’nun İslamlaşmasını sağlayan dört tasavvufi zümre var, bunlar: Gaziyân-ı Rum, Baciyân-i Rum, Abdalân-i Rum ve Ahiyân-i Rum idi. Rum kelimesi burada Anadolu’yu temsil ediyor. Anadolu “Diyar-ı Rum”dur. Zaten Anadolu Selçuklularının adı da “Selaçike-i Rum”dur. Bu da Kur’an’ın tesiriyledir. Rum Suresi dolayısıyla bu isim verilmiş. Hâlbuki Avrupa’da XII. XIII. Asır haritalarında Anadolu’ya Türkiye diyorlar. O zaman biz Türkiye demiyoruz “Diyar-ı Rum” diyoruz.
Türkler’in Orta Asya’dan itibaren müslümanlaşmasında tasavvufun büyük rolünün olduğunu biliyoruz. Son yapılan çalışmalar da bunu teyid etmektedir. Bilmiyorum gördünüz mü, Doç. Dr. Fatih Şeker’in Kelam’dan yaptığı doktora tezi bu konuda yol göstericidir.
Zaten eskiden Ahmet Yesevî ocağından feyz alındığını biliyorduk. Rahmetli Tavit Tanci hoca benim doktora jürimdeydi. Kendisiyle uzun mübahaselerimiz oldu, tartışma demek ayıp olacaktır. Hoca, Tasavvufun bu yönünü, Türklerin Müslüman oluşundaki rolünü itiraf etmiştir. Haklısın dedi. Arap tarihi değildir, dedi, Türk tarihi. Onun için tasavvufun sizdeki yerini ayrı mütalaa etmek lazım sözlerini bana söylemiştir hoca. Tasavvufa umumiyetle mesafeli bir hoca olarak bunları söylediğini belirtmek istiyorum. Bazı hocalar bu görüşte değil hatta zararlı görenler de var biliyorsunuz.
Tasavvuf cereyanı zor bir konu Türkiye için. Nasıl çözülür bilemiyorum ben. Bu işin kompetan hocaları var, sahipleri var ve inşallah çözülür. Ama benim dedemin yolu henüz ihya olmadı. Islah-ı Medaris, medreselerin kapatılmasıyla kapandı. Dedem o aşkla İmam Hatip okulunda ders verdi ama İmam Hatip okuluna tasavvuf girmedi. Girdi mi, var mı tasavvuf?
-İmam Hatipleri bilmiyorum ama İlahiyatlara girdi hocam. Darü’l-Fünun’da olduğunu biliyorum.
-Darü’l-Fünun’da dersi var ama tasavvuf hayatı yok.
-Tarihi olarak yani.
- E yani, İlahiyat Fakültelerinde de var ama tasavvuf orda var mı yok mu? Buna din dersi hocalarına, İmam Hatip hocalarına bakarak karar vereceğiz. Hayat kültürü olarak yok. Ama hepimizde tasavvufun tesiri var. Karşı olanlarda bile vardır.
-Halen yok hocam.
-Bilmiyorum, bu zor bir konu. Ama ben bunun izini taşıyan bir insanım. Onun için iki Osmanlı padişahına meczubiyet derecesinde düşkünüm: Biri Fatih biri Yavuz. Ahi teşkilatıyla da Osmanlı tarihi çalışmak istiyorum. Konya İmam Hatipteki hocalarımızdan ve onların çevresinden edindiğimiz kültürle de Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Hüseyin Gazi Yurdaydın’ın çok iyi bir ilim adamı olduğunu ve fakülte bitirme tezimi ondan almam gerektiğini öğrendim. Ben tasavvufa düşkünlüğümü tabi o zaman söylemiyordum, bunlar söylenecek şeyler değildi. Şimdi yetmiş yaşımda emekliyim diye söyleyebiliyorum. O zamanlar ya korkuyorduk veya insanlar bilsin istemiyorduk. Bir mahrem şeymiş gibi saklıyorduk yani. Niye bilmiyorum ama Türkiye işte böyle. Hani mahalle baskısı diyorlar ya. Biz de mahalle baskısı olsun veya olmasın kendimizi onun etkisinde hissetmişiz. Ahi teşkilatını işte bu yüzden aldım. Bu dört tasavvuf zümresinden birini çalışayım diye. Tezim kırk dokuz daktilo sayfalık ufak bir çalışmadır. Bunu hocama teslim ettim. Kabul edilip edilmeyecek mi bilmiyordum. Tezimi erken aldığımdan dolayı iki-iki buçuk yıllık bir çalışmanın sonucuydu bu. Lisans tezi son sınıfta alınan bir tezdir. Bizde yüksek lisans tezi yoktu, doğrudan doktoraya başlanıyordu.
Hocam tezimi verdikten sonra okumuş. Birkaç gün sonra beni çağırdı. Kim yazdı bunu? diye sordu. Hocam dedim iki buçuk senedir çalışıyorum. El yazımla kendim yazdım. Gerçekten sen mi yazdın diye sordu. Evet dedim hocam, kendim yazdım. Başına kaynaklar ve araştırmalar koymak nereden aklına geldi diye sordu. Tezimi yazarken ben diyordum ki: “Yeni kaynaklar bulunmadığı takdirde Fütüvvet ve Ahi teşkilatı hakkında söylenenler söylenmiş, başka şey söylenemez.” Fütuvvetnamelerden başlamak üzere mevcut kaynakları tanıttım. Şimdi tamamen hatırlamıyorum. Hoca dedi ki, senin böyle bir kafan var, fakülteyi bitirince benim yanımda doktora yap. İşte benim Hüseyin Yurdaydın Hoca ile ilim mesaim, doktora yapmam bununla başlamış oldu. Şimdi sizde olduğu gibi doktora için fakülteye müracaat zamanı filan yok. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde kim doktora yapmak istiyorsa şahsi dilekçe verirdi. Onun için gayri muayyen zamanda jüri kurulur ve imtihana çağrılırdı. Ben bu dilekçeyi vermeden önce utandım. Çünkü fakülteyi yeni bitirmişiz. Doktora ise yalnız asistanlar için açılan bir mekanizma. Ben 1966 Haziran’ında fakülteyi bitirmiştim. Müracaat ettiğim zaman öğretmenliğe tayinim çıkmıştı. Hoca, eğer doktora yapacaksan gitme, dedi. Ben Kasım ayında doktora imtihanına girdim ve doktora talebesi oldum. (Mustafa) Tahralı Hoca gibi arkadaşlarımızın doktora için Avrupa’ya gittiği bir dönemde ben Ankara’da fakültemde doktoraya başladım.
Akşemseddin… Fatih’in manevi dünyasını hazırlayan insan olduğunu biliyordum. Onun da mürşidi Hacı Bayram Veli hazretleri olduğu için hocama, Hacı Bayram ve Muhiti diye bir doktora tezi almayı düşündüğümü söyledim. Hocam ise Süleymannameler ve Matrakçı Nasuh üzerine çalışmıştı. Değerli eserleri vardır. Çok iyi bir Osmanlı tarihçisidir. Ben de Selimnameler üzerinde  çalışayım diye düşünüyordum: İstanbul Edebiyat Fakültesi ve (Ankara) Dil Tarih’teki tarih çalışan hocalarımız Yavuz dönemindeki şu iki mühim konuyu ilahiyatçılar gibi değerlendiremeyebilirler, diye kafamdan geçiriyordum. Bunlardan biri Hilafet meselesi diğeri de Şia meselesi. Bu vesile ile Yavuz Sultan Selim çalışmayı düşünüyordum. Bu dönemde araştırmalar yaptım. Türkiye’deki, İstanbul’daki bütün Selimnameleri gidip gördüm. Hatta İstanbul Tarih bölümündeki Şehabeddin Tekindağ hoca ile istişare ettim. Selimnameler’in durumunu istişare ettim. Mesela Tacü’t-Tevarih’in sonundaki Selimname ile Hoca Sadettin’in asıl Selimname metni ile arasında fark var. Bunların hepsini o zaman tespit ettim. Sonra bunların hepsini bıraktım. Ama bunlar aklımda o zamandan kalan bir kültür. Bunlar benim 1967 22 Kasım’ına kadar bir sene süren çalışmalarımdı. Üçüncü tez konusu ise Farsça bir Selçukname idi. Fuat Köprülü’nün Selçuklu Tarihi’nin Yerli Kaynakları’nda okumuştum. Adı Arapça el-Veledü’ş-Şefika olan fakat kendisi Farsça olan bir eserdi. Farsçamı ilerletip onu çalışacaktım ama o en zayıf ihtimaldi. Mesela Hacı Bayram için Bursa’ya gittim. Hacı Bayram’ın ölüm üzerine bir müridine yazdığı mektubu var onu çıkardım. Çünkü Hacı Bayram Veli hazretlerinin birkaç şiiri ile evradı var fazla bir eseri yok.
Elhasıl Selimnameler ağır basıyordu. Türkiye’de bulunan nüshalarına muttali olmuştum. Hatta başlangıç ve bitiş sayfalarını gösteren tavsifleri de notlarımın arasında mevcuttur.
1967 22 Kasım’ında ben doktora giriş imtihanına daha sonra ise ilan edilen asistanlık kadrosuna müracaat ettiğim zaman fakültede olmayan Neşet Çağatay hoca tayinim çıkmadan önce evraklarıma el koydu. Birkaç ay beni bekletti. Hüseyin hoca ile anlaşmışlar. Ben hala ne üzerine anlaştılar bilmiyorum. Ahirette soracağım çünkü dünyada soramadım. İkisi de vefat ettiler. İkisi Mustafa Fayda’yı asistan almaya karar veriyorlar ancak bir şartla: İlk dönem çalışacak. İşte ben, Osmanlı Tarihi aşkını bir asistanlığa değişen bir İslam Tarihi hocasıyım. Tamam mı? Bunu böylece yazabilirsiniz.
Tarihçilerle temasım Türk Tarihi çalışacağım, Osmanlı Tarihi çalışacağım dediğim zamanlarda başlamıştı. Hem metodoloji bakımından hem de verilen derslerden ve tecrübeden faydalanmak üzere bir ayağım Ankara Dil Tarih’te bir ayağım da İstanbul Edebiyatta idi. İstanbul’a yazın ve Şubat’a hep gelirdik. Bunun için aynı zamanda ufak bir harc-ı rah da alırdık. Şubat’ta ve yazın on beş gün İstanbul’a gelmek ve kütüphanelerde incelemelerde bulunmak Ankara İlahiyat hocalarının âdetiydi. O zaman bu hocalarımızla hep temas içerisinde oldum.
İlahiyat Fakülteleri’nde Tarih birkaç sınıfta birkaç saat ders olarak okutulan bir dersten ibarettir. Biz o zaman toplam sekiz saat okuyorduk. Şimdi kaç saat bilmiyorum. Tarih ise ayrı bir bölüm, ayrı bir bilim dalı. İlahiyat fakültelerinde bazı sahalar var mesela Sanat Tarihi bu alanlardan biridir. İki veya dört saat ders görmekle insan nasıl sanat tarihçisi olabilir ki? İster istemez Türkiye’deki diğer sanat tarihçileriyle temasa geçmesi lazım. Hem metodoloji hem de yapılan çalışmalar hem de sahanın problemlerini kavraması için insanın açılması lazım. Marmara İlahiyat’taki İslam hukukçularının bir kısmında biz bunu görüyoruz. Ya yayınlarını okumuştur ya gidip ziyaret etmiş bazı dersleri dinlemiştir. Hatta bir diploma da hukuktan almıştır. Ali Bardakoğlu, İbrahim Kafi Dönmez, milletvekili de olan hocamız Celal Erbay gibi… Bu gelenek böylece oluşmuştur.
Buradaki temel espiri sahaya hakkını vermek. Sahanın metodolojisini ve girdili çıktılı problemlerini öğrenmektir. Bazen bunları kitaplar yazmaz. Kitaplardan okunacaklar vardır. Hocalardan dinlenecekler vardır.
Böylece biz İslam tarihi çalışmaya karar verdik. Eline hiç ilk devir İslam tarihi kaynağı almadan İslam Tarihi nasıl çalışacağız? Söve söve birkaç ayda Caetani’yi baştan sona okudum. Türkçe basılanı kaç cilt Caetani biliyor musun?
H.S. : Altı cilt diye biliyoruz.
-Tam on cilt. Hz. Ebubekir dönemi irtidat hadiseleri ile biter. Aslı daha fazladır. Yani öyle bir on cilt daha çıkar.
H.O.: Osmanlıca’ya tercümesini mi okudunuz hocam?
-Evet, Hüseyin Cahit’in tercümesi.
Ö.A.: Hocam neden onunla başladınız. Hocaların bir tavsiyesi mi oldu?
-Hayır, bütün kaynakları olduğu gibi veriyor. Sonra hınzır değerlendirmelerini yapıyor. Çok iyi bir çalışmadır o. Bir heyet yardım etmiştir ona. Hala kimse onu kullanmaz. Bak Asım (Köksal) hocaya kitap yazdırdı o. Hamidullah hoca Mecmüatü’l-Vesaiki’s-Siyasiyye’sinde hep kullanmıştır onu. Gördün mü sen onu kullandığını. Sen o kitabı gördün mü. Mübarek elin değmiş midir hiç? Orada işte bakarsanız bibliyografya kısmında “k” ile “Kaytani” diye yazar.
Daha sonra “İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı” diye bir doktora tezi aldım. Medine-i Münevvere’ye gittim. Orada bir sene Arapçamı ilerlettim. Yemen tarihine ait kaynakları topladım. Dönüşte iki aydan biraz fazla Şam’da kaldım. Oradan sonra Beyrut’u tanıma imkânı buldum. Orada zorluklarla karşılaştınız mı diye soruyorsunuz. Bende çok ağır izler bırakmıştır Şam’daki ikametim. Çünkü Tebük’e gidinceye kadar Mercedes taksi-dolmuşla gitmiştik. Arabayı çok hızlı kullanıyordular. Ben üşütmüştüm. Hasta oldum. Bir hafta öyle devam etti. Öleceğim zannettim. Hatta babama mektup yazdım: Ölürsem Şam’da şu oteldeyim, eşyalarım orada haberiniz olsun diye. Sonra iyi olunca haber verdim. Çünkü babam merak etmişti.
Neden üzüldüğümü söyleyeyim. Medine’de iken bir otel adresi almıştım. Otele indim eşyalarımı koydum fakat hastalıktan yatamıyorum. Muaz b. Cebel hazretlerinin camiinde iki Maraşlı Türk kalıyordu. Onları bir daha göremedim maalesef. Bana üç gün baktılar onlar. Sadece toz şekeri, su ve limonla şerbet yapıyorduk. Onun dışında başka bir şey ne yiyebiliyor ne de içebiliyordum. O iki kişi bana üç gün baktılar. Tabi bu arada otel ücreti de işliyordu. Sonra eve çıktık. Şam’da kaldık. Aslında üzüntüm, hastalığım değil. Asıl üzüntüm 400 sene idare ettiğimiz ve bulunduğumuz o coğrafyada bir kültür merkezimiz yok! Hâlbuki Fransızların kültür merkezi var. Fransa’dan Suriye’ye çalışmak için gelenler kültür merkezlerinin misafirhanesinde kalıyorlar. Kitap ve kütüphaneler emirlerinde ve hiçbir sıkıntı yaşamadan ilmî çalışma yapıyorlardı. Biz ise maalesef sürünüyoruz. Hala Kahire’de de Bağdat’ta da Şam’da da bir kültür merkezimiz, bir enstitümüz maalesef bulunmamaktadır. Onun için biz Türkler (hani diyorlar ya Avrupalılaştık) taklidi bile iyi yapamamışız. Eğer taklitçi olsaydık bizim de Fransızlar gibi Şam’da bir enstitümüz olurdu. Beyrut’ta Amerikan üniversitesi var. Kahire de olurdu… Maalesef bu açıdan kelimenin tam manasıyla ne çağa ayak uydurabilmişiz ne de tarihi derinliklerimizden feyz alarak kendimiz bir hamle yapabilmişiz. Yani ne kendimizden kaynaklanmış ne de taklitten kaynaklanmış bir hamle vuku bulmuş. Yine çalışmalarım hakkında bilgi vermeye devam edeyim. Doçentlik tezi olarak Hz. Ömer çalışmaya karar verdim. Hz. Ömer’le ilgili bütün bilgileri 4-5 sene çalışarak fişledim. 1972’de doktor oldum. 1979’da da doçent oldum. Yani tam 7 sene sürdü. 4 seneyi tamamlayayım da hemen doçent olayım gibi bir anlayış bizde hiç olmadı. Kendimizi yetiştirmek için çalıştık. Ben fişleme yaparak çalışırım. Lisans bitirme tezimi ve doktora tezimi de fişleyerek yaptım. Fişler bitince hiçbir etki altında kalmamak için iskambil kâğıdı gibi karıştırdım fişleri. Sonra da konularına göre tasnif ettim. Bir baktım ki toprak, harac, cizye, gayr-i müslimlerle ilgili problemler konuları fetihlerin yanında çok önemli bir yer tutuyor. Kendi kendime dedim ki: fetih konuları çalışılmış; en iyisi bu geniş coğrafyada gayr-i müslimler nasıl idare edilmiş bunu inceleyeyim. Onun için çalışmama toprak konusuyla başladım. Hz. Ömer fethettiği toprakları ne yaptı? Toprağa harac vergisi koymuş onu inceledim. Sonra Tevbe suresi 29. ayete göre kendi dinlerinde kalanlardan cizye alınmış. Cizyeyi inceledim. Yine Hz. Ömer, Necran ve Hayber’deki gayr-i müslimleri yerlerinden çıkarmış. Doçentlik tezimde bunları inceledim. Doçentlik çalışmamı tamamlayarak 1979’da doçent oldum. Gayrimüslimlerden sulh zamanı alınan vergiye fey denir. Fey gelirlerinin dağıtılması için kurulan sisteme de divan teşkilatı denir. Divan teşkilatını da profesörlük takdim çalışması olarak sundum. Sonra benim o kitabım Arapça’ya çevrilerek Riyad’da basıldı. Biraz kısaltarak Çağ Yayınları’nın çıkardığı İslam Tarihi içerisinde neşredildi. Bu çalışmayı Hz. Ömer Döneminde Gayr-i Müslimler kitabı içerisine de koyduk. Ticaret malları vergisi üzerine yazdığım iki makaleyi de sonradan ilave ettik. Onun dışında Kültür Bakanlığı’nın teklifiyle Fütûhu’l-Büldân’ı tercüme ettim. Sonra öğrendim ki Selçuklu tarihçisi Rahmetli Altan Köymen teklif etmiş; benim ismimi vermiş. Hüseyin Yurdaydın Hoca’nın arkadaşıydı. Gelip giderken benim Arapçayla ilgilendiğimi biliyordu. Sonra bir monografi olarak Halid b. Velid’i çalıştım. Son olarak Hülefâ-i Râşidîn adlı eseri te’lif ettim. Bu çalışmada aslında bir farklılık olsun diye Ashâb-ı kirâmın Hz. Peygamber’i nasıl telakki ettiğini Kur’an-ı Kerim’e göre yazmaya çalıştım. Bizde hep Peygamber’i (s) yüceltmek için, olduğu olmadığı tartışılan mucizeler isnat edilerek peygamberin yüceltildiği iddiaları var. Ben bu tip uydurma şeyleri derslerimde hiç anlatmadım. Hz. Peygamber’in (s) doğumundan önce meydana gelen harikulade olaylara İrhâsât deniliyor değil mi? Ben bunlara hiç ehemmiyet veren bir insan değilim. Ama bizim kitaplarımızda bunlar yer almış. Ben bunları maşerî vicdanın destanlaştırması olarak değerlendiriyorum. Maşerî vicdan, siz isteseniz de istemeseniz de bunu yapar. Onun için bunları hayra yönlendirmek, anlatılan yerlerini belirli çevreler ve mahfillerle sınırlı tutmak ve ilmî çalışmaların içine sokmamak kafidir. Bunlara düşmanlıkla silah çekmeye gerek yok diye düşünüyorum. Kaldı ki Hz. Peygamber’i yüceltmek için böyle mucizeler uydurmaya gerek yok. Allah Kur’an’da onu yüceltmiştir. Onun için Hülefâ-i Râşidîn kitabımın ilk sayfalarında Kur’an ayetlerine göre Hz. Peygamber’i (s) anlattım. Mesela Nadr b. Hâris Kur’an’ı “esâtîru’l-evvelîn” diyerek eleştiriyor. Kur’an bunu bize aktarıyor. Yani Kur’an muhaliflerin düşüncelerine Kur’an’da yer veriyor. Aynı şekilde müşriklerin duasına da Kur’an’da yer veriliyor. Enfal Suresi 32 ve 33. ayetlerinde وإذ قالوا اللهم إن كان هذا هو الحق من عندك فأمطر علينا حجارة من السماء أو ائتنا بعذاب أليم ( 32 ) وما كان الله ليعذبهم وأنت فيهم وما كان الله معذبهم وهم يستغفرون ( 33 ) ) buyuruluyor. Mealen Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an) senin katından inmiş hak (kitap) ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi. Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.
Yani burada Ebrehe ordusu üzerine taş yağdırıldığına da delil var. Yani mikrop falan değil. Mikrop diyenler var asrî zamanda. Matar bildiğiniz gibi yağmur demektir. M-T-R yağmur yağmak demektir. “Emtır” ise emr-i hâzır if’al vezninde. Peygamberimiz fil hadisesinden beş ay sonra dünyaya geldi. Bedir Harbi senesinde Hz. Peygamber 54 yaşındaydı. Yani fil hadisesinden sonra 54 yıl geçmiş. Yani 54 sene önce vuku bulan taş yağma hadisesini Mekkelilerin unutması mümkün değil. Kaldı ki Bedir Harbi’nden bir kaç sene önce fil suresi inerek o kültür tazelenmiş. Yoksa nereden bilsinler üzerine taş yağdırmayı? Kur’an’dan ve Fil Hadisesi’nden kopya çekerek bunları söylüyor. Demek ki kültüründe taş yağdırmak var. "Hani onlar, “Ey Allah’ım, eğer şu (Kur’an) senin katından inmiş hak (kitap) ise hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap getir” demişlerdi.” bu ayete cevaben Allah:
"Oysa sen onların içinde iken, Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir.”
Hz. Peygamber’i bundan daha fazla büyütme olmaz. Allah âdetullahını değiştiriyor veya Resûlullah’ın yüzü suyu hürmetine durduruyor. Peki Peygamberimiz aramızda mı? Eğer aramızdaysa üzerimize taş yağmayacak.
Burada Ebu Hanife gibi ehl-i beyt sevgisini size tavsiye ediyorum. Salli ve barik dualarını okuduğumuzda âl-i İbrahim diyoruz. Yine “li’llahi teâlâ el-fâtiha denilince sallallahu aleyhi ve sellem” diyoruz. Yani bu "Allah Peygamber’e salât eylesin!” demektir.
Ne demek bu? Düşün! Binlerce milyonlarca insan günde belki milyarlar defa Peygamber’e salâtü selam getirmesi için Allah’a niyazda bulunuyoruz. Allah’a havale ediyoruz yani salâtü selamı. Dikkatinizi çekmek istediğim nokta bu benim.
H.S.-Sahabeler de Allah Rasûlü’nün yanında konuşmadan önce böyle bir dua ile giriş yapıyorlarmış.
M.F.-Tabi Allah’tan niyaz ediliyor; demek istediğim, salâtü selam getirme emrini bize verdiğinde biz onu yerine getirirken Allah’tan istiyoruz bunu. Salâtü selama ne mana veriyorsan ver önün açık. Ben onun üzerinde durmuyorum. Ben bu vazifeyi yerine getirmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Onun için ben, “ve ente fihim” ayetiyle Allah, Resûlü’nü bu kadar yücelten başka bir ayet-i kerîmenin üzerinde daha durmak istiyorum. Çok ayeti kerime var bu hususta. Bizim dinimizin esası Allah sevgisidir. Buna karşı çıkanlar Allah’ın ayetine karşı çıkar. Allah sevgisinin anahtarı da peygambere itaat etmekten geçer. Bunun mükafatı da Allah’ın bizi sevmesidir. Bazı hocalarımız, Hz. Peygamberin, Allah’ın Habibi olmasını içlerine sindirebilmiş değillerdir. Peygamberimiz (sav), habibullah olduğunu kendisi söylüyor ve arkasından da la fahre, övünme yok diyor.  Mütevazi peygamber. Allah’ın habibi olma, önemli bir mevki. Ama bu arkadaşlar Allah’a sevgili isnat etmenin, onun rububiyet-i ilahiyesine gölge düşürdüğünü söylüyorlar.  Halbuki Allah Kuran-ı Kerim’de “vettehazelllahü ibrahime halilâ” diyor. Habible halilin çok bir farkı yok. Ha dost edinmiş, ha sevgili edinmiş; Hiçbir farkı yok. Kaldı ki Allah müminleri de seviyor. “Kul in kuntüm tuhibbûnallâhe fettebiûni” karşılığı ne? “Yuhbibkumullah”. demek ki Allah bizi sevecek. Eğer biz Allah’ı seviyorsak Peygambere tabi olarak bunu göstereceğiz. Allah da bizi sevecek. Dinin temeli Allah sevgisidir dememin sebebi de bu.
Onun için yeni konu çalışılacak mı diyorsunuz. Onun cevabını vereyim. Yeni konu çalışılması lazım. Nasıl çalışılması lazım? Ben Kuran-ı kerim ile Peygamberimizin siyerinin, İbn İshak’ın, Vakidî’nin ve diğer Siyer ve İslam Tarihi müelliflerinin kullandıklarından daha fazla ayeti kerimelerin, sebebi nüzul bilgileri de dahil, cahiliye toplumunu İslam toplumuna çevirmesi ile ilgili ayetlere bizzat Siyer’in içinde yer vererek Siyeri tekrar yazmamız gerektiğine inanıyorum. Ben onun için okudukça son dönemlerde ayetlere bakıyorum, Peygamberimizin gerçekten Kuran-ı Kerim’de yeteri kadar yüceltildiğini; onun yüceltilmesi için uydurma mucizelere veya irhâsâta ihtiyaç olmadığı kanaatindeyim. Ben bunu bir kısım ayetlerle göstermeye çalıştım. Ben o çalışmam ile Peygamberden hem himmet hem de şefaat bekliyorum. Onun için şimdi sizin sorularınızın diğerlerine geçelim.
Feyz aldığım hocaları söyledim. Tabi tez hocam Neşet Çağatay’ı da söylemem lazım. Arap memleketlerinden Abdülaziz ed-Dûrî’den feyz aldım. Fransa da bulunduğum bir sene zarfında da Claude Cahen'in lisans, yüksek lisans ve doktora derslerine bir yıl devam ettim, istifade ettim kendisinden.
Çalışmalarımı söyledim. Ansiklopedi maddelerine de temas ettim. Türkiye Diyanet Vakfının yapmış olduğu hizmetlerin en hayırlısı İslam Araştırmaları Merkezi’ni (İSAM) kurmalarıdır. İsam, gerçekten hem Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, kuruluşuna hizmet etmesi dolayısıyla, ben de onların içinde karınca kararınca bazı şeyler yapmaya çalışmış olan bir insan olarak, gerekse hem İstanbul’daki diğer kardeş fakülteler, o zaman daha İstanbul ilahiyat yeni yeni açılıyordu.
M.F.:-Kaçta açılmıştı?
H.S.:-94-95’te ilk mezunlarını vermeye başladı.
Tabi Sonra hem İstanbul İlahiyat devreye girdi ama İstanbul Edebiyat Fakültesi, Tarih bölümünün, Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji ve Sanat Tarihi bölümlerinin büyük katkılarının olduğunu aynı şekilde Marmara Üniversitesi’nin de büyük katkılarının olduğunu hem de İstanbul dışındaki üniversitelerin hem ilahiyat fakültelerinin hem de diğer fakültelerinin büyük katkılarının olduğunu göreceğimiz bir faaliyet oldu.
İslam Ansiklopedisi’ni çıkardık. İslam ansiklopedisi çok güzel bir kütüphanenin kurulmasını da beraberinde getirdi. İlk başladığı yıllarda bu ansiklopediyi nasıl çıkaracağız bu kitaplarla diyordum. Şimdi kitaba boğulduk. Bize diyorlar ki kütüphaneye gitmiyorsun. Biz İsam’a gidince hepsini karşılıyor. Yazmaları da getirtiyor. Nereye gideceksin. Harcırah alarak Ankara’dan İstanbul’a geldiğimiz günler tarih oldu artık. Artık herkes İsam’a çalışmaya geliyor.
İSAM, bir mektep bir ekol oldu. Hem oradaki çalışanlar olarak bizler yetiştik. Hem maddelerini yazan arkadaşlar yetişti. Kendim dâhil, hem dışarıdan hem içeriden hepsini kastediyorum. Hem de ilim yapacak tarihçi, ilahiyatçı, edebiyatçı sanatın her biriyle, Türk- İslam Sanatı’nın her biriyle uğraşanlar için önemli bir kütüphane yanında dokümantasyon sunan bir merkez oldu. Bugün bir insan akıllıysa aldığı doktora teziyle alakalı yedi, sekiz, on maddenin poşetlerine bakarak tezinin bibliyografyasının %95’ini temin eder. Ve bu bir fotokopi parasına herkese sunuluyor. Bu aynı zamanda İlahiyat Fakültelerindeki, İslami ilimlerin seviyesinin yükselmesini sağladı. Bu ansiklopedi inşallah başka dillere de tercüme edilir, eskiyen maddeleri yenilenir. Ama şunu samimi olarak söylüyorum: Bu maddelerin büyük ekseriyeti ilahiyat fakültesi İslami ilimler kaynaklı hocalar tarafından kaleme alınmıştır. Bu aynı zamanda Türkiye’de İslami ilimlerin ulaştığı seviyenin de küçümsenecek bir seviye olmadığını benim doktoraya başladığım senelerle mukayese dahi edilemeyecek bir seviyede olduğunu göstermektedir.
Yeni kurulan ilahiyat fakülteleri ile beraber İslami ilimler konusunda artık yüzlerce değil binlerce araştırmacının ilme yöneldiğini gösteriyor ki; bizim problemimiz tabi ki tekâmülü en son safhasına getirmektir ki; bunun da numarası yoktur. Tekâmül devamlı olacaktır. Tekâmülün durduğu yerde tekâmül biter. Onun için bitmeyecek. Ne zaman olgunlaşacağız diyerek sormayacaksın. Olgunlaşarak hayatımızı tamamlayacağız. Gerçek ilim Allah’ın ilmidir. Onun ilminin yanında bizim ilmimiz bir noktadır. Ne kadar artırırsan artır nokta birkaç tane olur. Onun için ilmin dibi bulunmaz. Tekâmülü devam ettireceğiz.
A.A.:-Hocam yeni açılan ilahiyat fakülteleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
m.f.:-Hiçbir düşüncem yok. Açmışlar yapacağımız bir şey yok. Bunlarla ilgili lehte söylesen ne olur aleyhte söylesen ne olur. Şimdi eski müesseselerde de kötü çalışma yapanlar var yeni müesseselerde de iyi çalışmalar yapanlar olacaktır. Allah jüri üyelerine akıl fikir ve mesuliyet duygusu versin. Hak edenlere doktor ünvanını versinler hak etmeyenlere vermesinler. Aynı şeyi doçentlikte ve profesörlükte de uygulasınlar. Bunun şu fakültesi bu fakültesi yok. Artık ilme ulaşmak görüyorsun bak poşetlerin fotokopilerini istedin mi, kitapları okudun mu, niye Şırnak’ta ilahiyat fakültesi var demene gerek kalmıyor.
H.S.:- Pdf’lar de var hocam.
M.F.: - O da var. Biz onlara güvenmediğimiz için kitabı görsün istiyoruz.
Ben son olarak araştırma için bir şey söyleyeceğim. Tarih ilmi, vesikaya, kaynağa dayanarak yapılır. Kaynağı olmayanın tarihi olmaz. Âdem (as) ile ilgili kaynak yok çalışamıyoruz. İlahi kitaplar ne söylüyorsa onları dikkate alıyoruz. Cidde’de Havva anamıza nispet edilen mezar var ama kimse güvenmiyor doğru olduğuna. Mezarı bile yok yani. Onun için İslam Tarihi Âdem babadan başlayan tarihtir diye bir anlayış Kuran’ın “inne’d-dîne indallâhi’l-İslâm” anlayışından çıkarılmakla birlikte, biz Hz. Peygamberin içinden çıktığı cahiliyeden başlatarak İslam Tarihi’ni günümüze getiriyoruz. Müslüman millet ve devletlerin tarihi olarak kabul ediyoruz. Bu çok geniş bir zaman ve mekân dilimini kapsıyor İslam tarihi sahası. Onun için her sahanın kendine has kaynakları vardır. Tarihçi olacak arkadaşlar kaynağı tanımadan okumaya başlamamalı. Mesela tarihçilerin babası Taberi’nin Sasaniler için –daha sabahleyin ele aldık- değeri ayrı, cahiliye çağı için değeri ayrı, Peygamber efendimiz, siyer dönemi için değeri farklı, kendi yaşadığı Abbasiler dönemi için muasır kaynak, değeri ayrıdır. Binaenaleyh Taberi’yi kullanan tarihçi kendi dönemi için değerlendirmesini yapması lazım. Kendi dönemi için, yoksa Taberi’yi değerlendirmesini istemeyiz. Ben Hulefâ-yı Râşidin dönemi çalıştım orada değerini söylemem lazım.
Taberi nerede tanınır. Taberi ansiklopedi maddeleriyle tanınır. Okuyacağı kitabı neşreden, ilmi bir neşri yapılmışsa onun güzel bir mukaddimesi yapılmıştır, oradan tanıyabilir. ve tabi kitabı okuyarak tanımaya devam eder, kendi konusuyla alakalı. Onun için kaynakların değerlendirilmesi ve sınıflandırılması bizim tarih ilminin birinci basamağıdır. Birinci el kaynaklar, -buna muasır kaynaklar diyoruz- Hz peygamber için, bazı mektupları kaldı deniyor, onun dışında Kuran-ı Kerim dışında muasır kaynağı olmayan bir dönem Siyer. Binaenaleyh kaynaklara bu gözle hem iyi bakmak lazım, hem de dikkat etmek lazım. Kaynaklar açısından bizim böyle bir problemimiz var.
Ama Osmanlı dönemi, arşive gidiyorsun, -arşiv devletin arşivi olduğuna dikkat edeceksin- o vesikanın o problemi veya o dönemi yazmak için kendisinden vazgeçilemeyen bir kaynak olduğunu herkes kabul ediyor. Onun için kaynak çalışmalarını çok iyi yapmamız lazım.
Tabi kaynaklar sadece kitaptan ibaret değil. İşte Osmanlı dönemi gibi. Arşiv var, Kitabesi var, Müze eşyaları var, sanat eserleri var, kitabeler var, paralar var, başka devletlerin arşivleri var. Osmanlı devleti çalışmak çok zor. Allah Osmanlı tarihçilerine kolaylık versin. Diyelim ki 18.yy çalışacak bir insan, Rus, Avusturya, Almanya, İtalya, Venedik kaynaklarına girmesi lazım. Yoksa problemleri kavrayamazsın. Onun için bizim Osmanlı tarihçiliğinde yeni bir hamle yapmamız gerekir. Son senelerde Rus kaynaklarını, İtalyan kaynaklarını, Portekiz kaynaklarını kullanan tarihçiler çıkabiliyor. Eski Türk Tarihi için Çin kaynakları, Hint kaynakları belki onlar devreye girecek neler var bilemiyoruz. Onlar devreye girecek. Binaenaleyh tarihçinin kendi döneminin birinci el, ikinci el kaynaklarını üçüncü el kaynaklarını iyi bilmesi ve değerlendirmesini yapması lazım. Bizim en büyük problemimizin burada olduğunu zannediyorum. Tabi Peygamber döneminin ayrı bir özelliği olduğunu kabul etmemiz lazım. Burada sadece tarih metodolojisiyle yetinmemiz mümkün değildir. Bu yeterli de değildir. Esasen buna da biz dikkat ediyoruz. Çünkü gördüğünüz gibi Resûlullah efendimize hem bilgi veriyor hem de şekil veriyor. Hem bilgi vermesi hem de şekil vermesi bizi bağlar. Onun için tarihçiliğimizin siyer kısmına ayrı bir parantez açmamız lazım. Bunun için Kuran-ı kerim yanında hadis-i şerifler, sebeb-i vürûd kitapları ve hadis şerhleriyle birlikte, Peygamberin şahsiyetini, siyerini, savaşlara inhisar eden bir halden çıkarıp onun tevhid mücadelesinde ceddi İbrahim aleyhisselamın duasının her bir kısmının nasıl tezahür ettiğini, -şakası yok! bunu niye zikrediyor- ayrı ayrı incelememiz ciddi olarak göstermemiz lazım. O da Allah’ın ayetlerinin okunması, kitabın ve hikmetin öğretilmesi, “yuallimuhumul kitâbe ve’l-hikmete, ve yüzekkîhim” ashabını terbiye etmesi, tasfiye-yi derûna tâbi tutması, onları ben güzel ahlakı tamamlamak için ba’s olundum (gönderildim) hadisi şerifinin tecellisinin nasıl olduğunu Ashab-ı Kiram’da görmemiz lazım. Bundan dolayı hem ashap sevgisi, hem de ashapta peygamber sevgisini görmemiz lazım. Peygamber’in mucizesi ashaptadır. Benim dedem rahmetli, Peygamberimizin ashabını, Peygamberimize isnat edilen özellikleriyle söylerdi. Dünürü, kayınbiraderi gibi sözlerle söylerdi. Ben hiç öyle olamadım maalesef.
M.F.: -Var mı başka soru? Hadi arkadaşlar sor bitirelim ()
H.S.:-Ali Ulvi (Kurucu) hocamızdan da hafızanızda kalanlardan da bahsedebilir misiniz?
M.F.: -Ali Ulvi abi annemle amca çocukları. 1939’da dedem ve çocuklarıyla; yani annem ve üç kız kardeşi daha, iki de erkek kardeşiyle beraber gitmek için pasaportlarını almışlar. Ancak aile içinde denir ki, işareti maneviye vaki oldu. Dedem ve çocukları kaldı, Ali Ulvi abi babasıyla birlikte üç erkek kardeşi Medine’ye gittiler. Ali Ulvi abi o seyahatinden beri, Türkiye’de hafız olarak yetişmiş Ezher’i de bitirememiş ama birkaç sene okumuş, hep Türkiye aşkı ve muhabbetiyle ve alakasıyla yaşamış bir şahsiyettir. Benim Medine de bir sene bulunduğum zaman diliminde de bana maddi manevi yardımlarda bulunmuştur. Onun himayesiyle ilk haccımı yaptım ben. Para manasına değil. Ben onlardan borç alıp Türkiye’de ödedim. Ama parasız yapılan yardım daha değerli. Böyle bir yardımını gördüm ben. Ali Ulvi abinin. Ali Ulvi abi duygu yüklü bir insandır şairdir, şiirleri vardır. Son zamanda çıkan hatıratı da Arap memleketlerinin tarihi için değil Türkiye tarihi için kültür kaynağı olacak değerdedir. Kendisi dedemi de güzel anlatır orada, kendi dedesini de. Hacı Veyis Hoca’yı da benim dedem olan Hacı Veyiszade Efendi’nin de portresini çizmeye çalışmıştır. Söylemeye çalıştığım İmam Hatip Okulu’nun açılışındaki dedemin en dikkat çeken, ahir ömrünün son on yıllık hatta biraz fazla kısmını bu konulara ayırdığını bildiğimiz bir faaliyetler manzumesini orada özetlemeye çalışmıştır. Onun gibi de kimse yazamazdı zaten. Allah rahmet eylesin. Şiirlerini de içine alarak beşinci cildini de Çıkarırsa Ertuğrul bey, Ali Ulvi abi hayatta göremeden bunlar çıktı. Aile, bundan dolayı biraz üzgün. Ali Ulvi abi görmek istiyordu bunları çünkü Ertuğrul bey süratli çıkarmadı, niye böyle olmadı bilmiyorum. Ali ulvi abi hakkında söyleyeceklerim bundan ibaret.
A.A.:-son bir soru hocam
M.F.: -buyur sor.
A.A.: -bir akademisyen olarak, çalışma temponuz, vakit tanzimini nasıl yapıyorsunuz?
M.F.: -Emekli olduk, hanım izin verdiği kadar çalışıyoruz. Zor bir soru bu kısa zamanda cevaplanacak bir soru değil. Biz kırk tane iş yaptık hepsini saymadık bunların. Ben kaç tane tez yönettim bilmiyorum. Sen biliyor musun? Gelirken baktın mı? Adnan hoca kitabında ele alıyor bunları.
Çok yaptırmışım. Şöyle bakınca görüyorum. Fark olmasın diye ben hiç birini söylemiyorum. Aralarında profesörler var artık. Hem de ilim adamları oldular onlar. Allah hepsini muvaffak eylesin. Bize de sadaka-i cariye olarak puan verilir ise kendimizi mutlu addedeceğiz. Herkese nasip olmuyor. Bu bir şey meselesidir. Ya zuhurattır. Ya da tecellidir. Siz hangi meşreptenseniz ondan sayın. Zuhurattır çünkü Faydanın yaşı öyle ki buraya İslam Tarihi’ne tek profesör olarak geldi. Ankara’da üç dört tane hocayı İslam Tarihi çalışsın diye kendisine bağlama zuhur etti. Burada da yüksek lisans, doktora açılınca bir ok arkadaşın çalışmasına vesile oldu, bu arada Türkiyat’ta da bazı hizmetler verdik. Ama bir tek şeyi zikredeyim. Zül cenaheyn ile başladık onunla bitirelim.
Yaptırdığım beni mutlu eden tezlerden biri, hala basılmadı. Haşim Şahin’in, “Osmanlı devletinin kuruluşunda dini zümrelerin yeri” adlı tezidir. Moda olan zümrelere değil benim ikazım ve onun kabulü üzerine, demin söylediğim gibi benim mahallem Fakı mahallesiydi. Tasavvufî zümrelerin yanında, Fakıları da ekledi. Böylece sadece tasavvufi zümreler değil, zülcenaheyn olmanın gereğini yapmıştı. Dursun Fakih de kenarda değil hayatın içinde yer alıyordu. Allahın onların yaptığı hizmetleri çok tebcil ettiğine inanıyorum ben. Ahirette de göreceğiz onların hem mevkilerini hem de hizmetlerini. Ben bu açıdan biraz Ahmed Zeyni Dahlan meşrepliyim. O diyor ki, Rasullulah Efendimiz ve Hulefâ-yı Raşidîn’den sonra i’la-yı kelimetullah için cihat eden Şerait-ı Garrâ-yi Muhammediye’yi samimi olarak uygulayan ve adalet ile hükmeden üçüncü devlet, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’dir. Bana göre doğru hüküm veriyor. Bu bizim ba’sü ba’del mevtimizin yeniden bir ihya hareketini başlatmamızın da  menbaını teşkil edeceğini düşünüyorum. Zira Osmanlı devletindeki cihat anlayışı Türkün ebedi kızılelması i’la-yı kelimetullah olmuştur’da düğümlenmektedir. Bunu da size pek kimse söylemez. Kızılelma maddesini yazan da söylememiştir. Benim illa da ne demek istediğimi anlamak istersen fetih maddesini mülakatımın sonuna koy. Son kısmını atarak koy. Bibliyografya kısmını felan atarak.
H.S.: Tamam hocam inşallah.
Çünkü ben Halid bin Velid kitabının, “İslam Fetihlerinin Bazı Özellikleri” kısmına çok emek çektim. Fıkıh hocaları hiç okumuyorlar onu. Tefsir hocaları zaten okumazlar. İlahiyatçılar da İslam Tarihi imtihanları için okuyorlar. Onun için ben, i’la-yı kelimetullah, neye delalet eder hususunda yazdıkları anlaşılamayan şansız bir hocayım. Hiç olmazsa fetih maddemden yayılsın diye düşünüyorum. Okumayanlara verelim de belki okurlar. Bilmeleri gerekir çünkü. Bazı hocalar çıkıyorlar televizyona, Amr bin Abbas, Ömer bin Hattab’ı kandırdı. Mısır’ı fethetmemesi lazımdı diyorlar.
H.O.: Kim diyor hocam?
M.F.: Kimin söylediğini, dedikodu istiyorsunuz. Siz ben gıybet haram diyen bir insanım. Arayın bulun. Cihat sadece bize saldıranlara yapılır diyenler var şimdi. Eğer öyle olsaydı İslam, Çin seddinden Pirenelere kadar gitmezdi. Kimse bal mumuyla Müslümanları çağırmadı. İ’la-yı kelimetullaha -Allah resulü söylüyor, peygamber hadisidir- şöhret, servet, toprak, para, kadın, bunların hepsi savaş sebebidir çünkü. Bunları elde etmek için savaş yapmış insanlar çünkü. Müslümanların da bunun için yaptıkları olmuş. Peygamber onları çok azarlamış. Ganimetten bir iğne alan cehennemde bunu görecek demiş ve bunu affetmemiş. O niye savaştı. Okursanız görürsünüz. Onun için i’la-yı kelimetullah ne demek onu anlatmaya çalıştım. Bu çok önemli bir şey. Benim Halid bin Velid kitabımda iki konuyu okusunlar diye insanlara yalvarıyorum. Birincisi Halid bin Velid’in nasıl Müslüman olduğu? İkincisi de İslam fetihlerinin bazı özellikleri. En geniş orada yazdım çünkü. Benim fütûhat ve cihat, savaş anlayışımı emek çekip yazdım; onlara kaynak da göstermedim pek. Kendi düşüncelerimle yazdım. Bunu fıkıh üslubuyla yazmak bahsi diğer. Onu gider fıkıhçı hocalarımızdan okursunuz. Ben bir tarihçi gözüyle bir hamûle yaptım tabir caizse onu yazmaya çalıştım. Hem düşündüğüm, hem inandığım, hem de vâkıaya uygun olduğunu hissederek, düşünerek, anlayarak yazdım. Halid bin Velid’in, Müslüman oluşundaki özellik ise şu: biz bunu Siyerde pek anlatamıyoruz. Bunu Hüseyin bey hatırlayacak şimdi, anlatmışımdır. Ashab-ı kirâm, huzuru Resulullah’a hidayete ermek için, Müslüman olduğunu söylemek üzere, bir başka ifade ile biat etmek üzere geldiğinde “eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enneke rasulullah” diyerek biat ediyordu. Ve enneke (Arapçada “sen” zamiri) diyordu. İsm-i mübareğini söylemiyordu. Biz bütün sahabinin böyle olduğunu söylemiyoruz. Ama Halid bin Velid ve Amr b As, müslüman olurlarken böyle yaptılar. Buradan anlıyoruz ki hepsi böyle yapıyorlar. Ama bizim kaynaklarımız yazmadığı için kimse yazmıyor. Biat böyle yapılıyor.
H.O.: -Gıyaben mi ismi söyleniyordu hocam?
M.F. -Tabi efendim.
Kelime i şehadette, ke (sen) zamiri demiyoruz, ism-i mübareğini söylüyoruz. Orada muhatab olarak. Gıyaben demeye lüzum yok. Artık vefatından sonra sen demiyoruz. şairler diyor, duada diyebilirsin. Kelime-i şehadette  diyoruz.

Yazarlar