21 Eylül 2020 Pazartesi

Ceyhun Nehri Kenarında Bakkal Seyfulislâm’la…


Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma

Tarihçi, senelerdir Orta Asya’daki Türk illerini merak ediyor, bir türlü fırsat bulup oralara gidemiyordu. Onun bu merakı, çağının çılgın bir tutkusu olan gökdelenleri, zevk ve estetikten yoksun olan çarpık çarpık binaları, lüks otelleri; zaman zaman yirmi üç kişinin bir araya gelip, meşin bir yuvarlağın peşinde koşuşturmaları ve nihayet bu yirmi beş kişiyi seyredip çılgın naralar atanları, küfredenleri seyretmek değil, “tarihin tanıkları” olan dağları, mağaraları, nehirleri, vadileri, ovaları gezmek, onlarla tarih sohbetleri yapmak, bağırlarında yetişmiş olan müstesna ulemanın yetiştikleri ortamı görmek, onları yetiştirmiş olan hocaların nasıl hocalar olduklarını öğrenmekti… 

Ama onu o topraklara çeken esas âmil, İslâm’ın ikinci kaynağı olan Sünnet’in/Hadisin en büyük kaynaklarının bu yörede yetişmiş olan âlimler tarafından yazılmış olmasıydı… İmâm Buharȋ, Buharalıydı; İmâm Müslim, Nişaburluydu, Ebû Davud, Sicistanlıydı,  İbn Mâce, İran’ın Kazvin şehrindendi, İmâm Nesâȋ, Horasan/Nesâ’dandı,  İmâm Tirmizȋ, Özbekistan’ın Tirmiz köyündendi. Allah hepsinden razı olsun…

İşte Tarihçi, bütün bu zevatın yetiştiği coğrafyayı merak ediyor, kendi kendine şu soruyu soruyordu:

Acaba bu zevatın böyle müstesna bir şekilde yetişmelerinin âmili, gerçekten bu merak ettiğim coğrafyanın toprağı mıydı?

Derken, bir fırsat doğmuş; konferans vermek üzere Özbekistan’a davet edilmişti.

Tarihçi, o yörenin sadece tarihini değil, coğrafi yapısını da merak ediyordu. Onun için erken davrandı ve ilk uçakla Taşkent’e hareket etti.

Merak ettiği coğrafyanın üzerinde uçarken, uçağın penceresinden o geniş çölleri, dağları, ovaları seyrediyor; buralara daha önce gelmediğine üzülüyordu. Oysaki üzüleceğine, Allah ona bu fırsatı verdiği için şükretmeliydi. Ne var ki, Tarihçi de bir insandı ve bazen gaflet kanatları onun üzerine de inebiliyordu… 

Tarihçi uçaktan inip, kendisini karşılayan gençle otele doğru giderken, Ceyhun Nehri’ni merak ediyor, bir an önce diğer adı Amuderya olan bu nehri görmek istediğini, yarın oraya nasıl gidebileceğini öğrenmek için şoföre soru üzerine soru soruyordu. Fakat hiç beklemediği bir anda şoför,

-       İstersen ben seni götürebilirim! demesin mi!

Tarihçi öyle sevinmişti ki, hemen ertesi gün için randevulaştı ve şoföre,

-       Yarın sabah namazından sonra gelebilir misin? diye sordu.

Şoför, 

-       Tamam! dedi. 

Şoför Tarihçiye öyle bir güven vermişti ki, onunla pazarlık etmeye gerek duymadı.

Ertesi gün taksi şoförü mutabık kaldıkları saatte geldi ve zaten hazır olan Tarihçiyle yola koyuldular. İkisi bu minval üzerine yol alırken, taksici sormak ihtiyacı hissetti:

-         Nasıl bir yer istersin? Şehir mi olsun, köy mü olsun, göçebe kabileleri mi olsun? Söyle ki ona göre gideyim. 

Tarihçi,

-                Ceyhun’un kıyısında bulacağımız ilk köyde, kasabada, ya da şehirde duralım! Ben şehirlere değil, nehre aşığım. Akşam da, beni bırakacağın yerden alırsın. 

Taksici, “nehre aşığım” cevabından, “bu adam deli mi?” diye düşünürken Ceyhun’un kıyısındaki küçücük bir köyde durdu.

Taksiciyi aç göndermemek gerektiğinden, köyün tek bakkalı olan ve görünüşte 65-70 yaşlarında görünen ve sadece çenesinde birkaç tane sakalı olan adamın dükkânının önünde durdular.

Dükkân sahibinden, yiyebilecekleri bir şeyler aldıktan sonra, Tarihçi, Özbekistan’ın meşhur kavunlarından da bir tane aldı.

O sırada güneş doğmuş, tarih kadar eski olan Ceyhun üzerinde caka sata sata parlayıp duruyordu… 

Tarihçiyle taksici sofradakileri yerken, dükkân sahibi sadece bir dilim kavunu kabul etti.

Taksici, “akşam seni buradan alıram, tamam?” deyip ayrıldıktan sonra, Tarihçiyle adı Seyfulislâm olan bakkal sohbete daldılar… 

Sabah erken olduğu için müşteri de olmadığından, Tarihçiyle Bakkal Seyfulislâm arasındaki sohbet uzuyor, tarihin derinliklerine dalıyorlardı… 

Derken, Tarihçinin gözüne, bakkalın rafında, neredeyse örümceklerin üzerinde ağlarını ördükleri bir kitap ilişti. Bakkal Seyfulislâm’dan izin alarak,

-       Şu kitaba bakabilir miyim? diye sordu.

Bakkal şaşırıp kalmıştı:

-                Kardaş, o çok eski ve menim gibi, senin gibi köhnemiş bir kitap! Emma istersen kalk, kendin al! Cevabını verdi. 

Kitap, varaklarının çoğu yırtılmış ve müellifi meçhul olan bir elyazmasıydı. Böyle olduğu için de Tarihçi çok zor okuyabiliyor, varakların çoğu da kopuyordu… Üstelik kitaptaki yazı da hiç “gözel” değildi… 

Tarihçi bir yandan Ceyhun Nehri’nin berrak, masmavi ve başka yerlerdeki nehirlerde olduğu gibi kirletilmemiş sularına bakıyor, diğer yandan da elindeki elyazması kitabı çözmeye çalışıyordu…

Tarihçi, “Lâ Edri”nin yazmış olduğu kitaptan birkaç varak okuduktan sonra gördü ki müellif İmâm Buharȋ’den söz ediyor… Ve okumaya devam etti:

 “… İşte yöremizde yetişmiş en büyük Hadis âlimi olan Buharȋ, tarihimizin en müessif ilmî fitnesi olan “mihne olayları”ndan dolayı başına gelen fitneden uzaklaşmak ve hayatının son günlerini kendi ülkesinde geçirmek üzere, tekrar Buhara’ya geldi. 

         “İmâm Buharȋ, Buhara yolunda önce Merv’e uğrayıp orada kalmak istediyse de, onu çekemeyenlerin “fitnesi[1] yüzünden orada kalmak istemedi ve Buhara yolunu tuttu. Buhara’ya varınca, Buharalılar onu çok güzel karşıladılar; neredeyse başlarında taşıyacaklardı.

         “Herkes bu büyük âlimi, bu güzel insanı evine misafir etmek istedi. Ama o, Buharalı olduğundan, mütevazı bir kulübede kalmayı tercih etti. Namaz vakitlerinde de camide ders okutuyordu… Ayrıca kaldığı kulübenin yanında bir çadır kurup, orada yanına gelenlere ilmȋ sohbetler yapıyordu. Fakat fitneciler nerede yok ki? Nitekim burada da, yani kendi “öz yurdu”nda da rahat bırakılmadı[2].

         “Buhara’nın Halid b. Ahmed ez-Zühlȋ adında bir valisi vardı. İmâm Buhari, Buhara’ya gelip, bütün halk ona teveccüh edip taltif edince, Vali ikinci plânda kaldı ve bu durum onu hased etmeye götürdü. “Kıskançlık şehvetten beterdir!” derler ya; Vali de ne yapıp yapıp İmâm Buhari’yi kendisinden dûn gösterip;  onu sıradan birisi konumuna sokarak, ikinci plâna atmak istedi. Bu adi plânını gerçekleştirmek için de, İmâm Buharȋ’ye haber gönderip, sarayına gelmesini ve sarayda ders vermesini istedi; başka bir tabirle Vali olarak ona emretti. 

         “Valinin bu daveti üzerine, büyük bir şahsiyet sahibi olan İmâm Buharȋ’nin nasıl bir tavır gösterdiğini tahmin etmek pek te zor olmasa gerek! Çünkü o, derslerini herkese açık yapar, verdiği dersler karşılığında hiç kimseden bir karşılık beklemez, “kişiye özel” bir muamele yapmazdı! Bu kişi kim olursa olsun! Çünkü o, kendisini ve ilmini insanlara vakfetmiş; emirle ders vermeyen bir kişiydi! Nitekim Buhara’dan önce başka yerlerde de böylesi durumlarla karşılaşmış; fakat şahsiyetinden taviz vermemişti…

         “İmâm Buhari, kendi memleketinde de ayrıcalık yapmadı ve Vali’nin emrini getirmiş olan haberciyle Vali’ye şu mesajı gönderdi:

         Ben ilmi alçaltamam, kimsenin kapısına da götüremem! Valinin ilimden bir şeye ihtiyacı varsa, halka açık derslerime katılmak üzere ders verdiğim Mescid’e gelsin; ya da evime buyursun. Eğer halk arasına karışıp ders vermemi istemiyorsa, o zaman yönetici olarak emir versin ve beni ders vermekten menetsin! Bu da benim için yarın Kıyamet Günü Allah huzurunda bir mazeret olur. Çünkü ben, Resûlullah(s.a.s)’in, “her kim bir ilimden sorulur, o da onu gizlerse Kıyamet Günü ağzına ateşten bir gem vurulur!” hadisini bile bile ilmi gizleyemem!

         İmâm Buharȋ’yi ayağına getirmeyi kafasına koymuş olan Vali, bu teşebbüsünde başarılı olamayınca, başka bir yola başvurup tekrar İmâm’a bir mektup göndererek, çocukları için özel ders programı yapmasını ve bu şekilde kitaplarını öğretmesini istedi. Fakat İmâm Buharȋ, “ben ilmi birilerine tahsis edemem!” deyip Valinin bu emrini de yerine getirmedi.

         “Buhara Valisi, İmâm Buharȋ’nin bu tavizsiz tutumu üzerine onu sürgün etti. İmâm, Semerkant yolunda, Hertenk denen yerde bulunan akrabalarının yanına gitti. Fakat kendi yüzünden akrabalarına bir şey olmaması için orada da kalmak istemeyip ayrılmak istedi. Ancak, çok yaşlanmıştı ve hastaydı. Binmesi için getirilen bineğe de binemedi ve akrabalarının evine geri getirildi. Birkaç gün sonra da ruhunu Rabbine teslim etti. O gün, Arefe, yani Ramazanın son günüydü. Takvimler, 1 Eylül 870 yılını gösteriyordu”.

         Elindeki eski kitabın geriye kalan sahifeleri öyle eskimişti ki, neredeyse hiç okunmuyordu. Mamafih, Tarihçi kitaptan alacağını almıştı…

         Oturduğu kırık-dökük sandalyeden doğruldu ve dükkânında kendisini misafir edip nar suyu içiren Seyfu’l İslâm Efendi’yle vedalaşarak, Ceyhun kenarında, kendisini getirmiş olan Taksiciyi beklemeye başladı; ama Ceyhun’u seyre doymamıştı ki, beklediği Taksici çıkageldi ve otele döndüler.

         Tarihçi, Ceyhun ve tarihine doymamıştı ki günleri bitiverdi. Zaten her zaman böyle olmuyor muydu? Kendisini teselli etmek için de, “nasip!  nasip!” deyip durdu gece boyunca…

         Sabahleyin aynı taksici geldi ve Tarihçiyi İstanbul uçağına ulaştırmak için yola koyuldular… 

         Taksiciler çok konuşkan oldukları hâlde, her nedense bu taksinin şoförü konuşmuyor, işine bakıyordu, yani havaalanına doğru en kestirme yolları seçmeye gayret ediyordu. Mamafih onun bu dolambaçlı yollara sapması, Tarihçiyi üzeceğine, onu sevindiriyordu. Çünkü böylece biraz daha yer görüyor, yörenin mimarisini de gözden geçirmiş oluyordu…

         Taksici bu minval üzerine yol alırken, Tarihçi bir sağa bir sola bakıp, şöyle sesleniyordu kendi kendine:

         İmam Buhari, bu tavrıyla ilim adamlarına ne güzel örnek olmuş? O cesur âlim, ilmin, şunun-bunun keyfi için değil, Allah rızası için öğretilmesi gerektiğini göstermiş. Yâni ilim adamının, makamca kendisinden büyük olan zevata karşı mesafeli durması gerekir! Öyle olması gerekir ki ilim, birilerinin emrinde değil, hür olsun; âlim de bildiğini çekinmeden söyleyebilsin! Günümüz İslâm Dünyasının neden bu kadar perişan olduğunu düşünürsek, çok açık diyebiliriz ki, ulemanın çoğu, söylenmesi gereken İslamȋ gerçekleri değil, zevahiri kurtarmak için konuşuyor da ondan... Keşke Ebû Hanife’lere, İmâm Şafii’lere, Ahmed İbn Hanbel’lere, Mâlikȋ’lere edepsizce saldıracaklarına, onlar gibi şahsiyet sahibi olmayı deneseler!!!!

         Tarihçi öylesine maziye dalmıştı ki, Havaalanına vardıklarının farkında bile değildi… Uçağın merdivenin basamaklarını çıkarken, mazide kalan örnek ulemâyı rahmetle anıyor; çağdaş Müslüman âlimlerinin de onlar gibi şahsiyet sahibi olup, gerçekleri söylemekten korkmamaları ve sahip oldukları ilmi, birilerini memnun etmek için kullanmamaları şuuruna varmaları için dua ediyordu…

         

 



[1] İnsanlık tarihinde bu kabil hareketler çoktur. Bir insan kendi çaba ve fedakârlığıyla bazı manevi makamlara gelince ve de halk nezdinde sevilip sayılınca, onu kıskananlar çok olur ki, bu kıskançlık onlara kötülük yollarını bile gösterir. Bizzat bu satırların sahibi de böyle bir olaya şahit olmuştur. Yıl 1975, Erzurum İlâhiyat Fakültesinde hoca iken, fakülte olarak dünya çapında bir âlim olan Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Hoca’yı, öğrencilerimize bazı konferanslar vermek üzere davet etmiştik. Erzurum’un bazı yobaz ve cahil kimseleri ise, rahmetli Hoca’yı çekemediklerinden, kıskançlıkları onları fitne çıkarmaya yöneltmişti. Bu fitnecilerden iki tanesi, Feto’nun talebeleri olup, Erzurum’un rahmetli müftüsü Osman Hoca’ya (nam-ı diğer (Ezizim)’e giderek, Hamidullah Hoca’nın Ehl-i Sünnet’e karşı olan bir modernist olduğunu söylemiş, Hoca aleyhinde hazırladıkları bir yazıyı hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı Osman Hoca’ya imzalatarak, bir Erzurum Gazetesinde yayınlamışlardı. Birinin adı Sadi, diğerinin adı Ali olan bu Fetocuların gazetedeki yazılarını alıp rahmetli Müftü Osman Efendi’ye gittim. Müftü Efendi’ye saygılarımızı arz ettikten sonra, neden böyle bir yazıyı yazdığını sordum. Müftü Efendi şu cevabı verdi: “Ezizim, benim bundan heberim yok! Se’di ile Ali yazmışlar, bana da imzalattılar.” Ona dedim ki, “Değerli Hocam, tanımadığınız bir zat hakkında yanlış beyanda bulunmanın cezası “’indellah” nedir?”. Hoca sustu, bir şey demedi. Kaldı ki o sıralar Erzurum’da birçok “Din düşmanı” vardı ve bu Fetocular onlara karşı epkemdiler!!!  

[2] Nur içinde yatasın Üstad! Ne de güzel demiştin “garip Müslümanlar” için: Öz yurdunda garipsin; öz vatanında parya!

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar