21 Eylül 2020 Pazartesi

İman Yorumlatır

 

Ebû Ömer b. Dâvud

 

Dünyada binlerce din ve inanç var. Bunların bir kısmı o inanca bağlı olmayanlara anlaşılmaz ve kabul edilemez geliyor. İman kişinin inancının yegâne hakikat olduğu kabulünü barındırıyor. Bir inanan, içinden böyle inanmasa da böyle bir görüntü vermek zorunda, yoksa imanla elde ettiği pozisyonunu kaybeder.


İmanın hareket noktası mantık değildir, gönüldür. Bazen mantıklı gelebilen izahlar yapılabilir, ancak imanın temelini mantık oluşturmaz. Elbette insanlar iman ettikten sonra inançlarının savunusunu mantıklı kabul ettikleri argümanlarla temellendirmeye çalışırlar.

Reenkarnasyona inanan adama sorsanız size bir sürü delil getirecek, hikâyeler anlatacaktır.

Yani önce inanılır, sonra izah edilir.

Dini istismar eden o kadar çok insan var ki dünyada… Her dinde ve her bölgede… Ama istismarcılar ve istismara uğrayanlar kendilerince akıl yürütmelerle savunularını yapıyorlar.

İstismarcılar belki bunu tersinden yapıyorlar. İstismarı gerçekleştirmek için inanıyor görünüyorlar.

Zaman zaman karşılaşıyorum. İnsanlar önemli bir tespitmiş gibi sunuyorlar: Efendim Ebu Leheb’in cehennemlik olduğunu Yüce Allah Mekke’nin başında bildirmiş ve cehennemlik olduğunu söylemiş. Birileri de demiş ki: Yüce Allah’ın bunu bildirmesi Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu gösteriyor. Eğer Ebu Leheb, “Ben de Müslüman oldum” deseydi ne olacaktı? Demedi, diyemedi, çünkü Kur’an Allah kelamı, Allah demeyeceğini biliyordu.

Kur’an’ın Allah kelamı olduğu bir inanç… Tabii ki Müslüman olduğunu söyleyen herkes gibi ben de buna iman ediyorum. Bunu iç ve dış tenkitle savunmak ve deliller oluşturmak anlaşılabilir bir şey…  Ancak bunların ikna edici olması da önemli… Olmamış bir işin olma ihtimali üzerine görüş tesis etmek doğru bir yöntem değil.

Dini bir metni değerlendirirken insanların metinle nasıl ilişki kurduğunu iyi bilmek lazım.

Kur’an’da yer alan hükümleri Müslümanlar hemen uyguluyorlar mı? Hayır… Mesela Kur’an’da geçen bir ayette, “Onları nerede yakalarsanız öldürün” (Bakara 2/191) buyuruluyor. Başka bir ayet de şöyle: “Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Tevbe 9/5). Peki, Müslümanlar önlerine çıkanı kesmişler mi? Kesmemişler. Bu metinleri kendi evreninde yorumlamışlar; hüküm ve değere dönüştürmüşler.

Başka bir örneğe bakalım. Kur’an’da Hz. İbrahim’in babasının adı Âzer olarak geçiyor (En‘âm 6/74). Kitab-ı Mukaddes’te Terah şeklinde geçiyor. Geçmişte bazı âlimler, Terah’ın isim, Âzer’in lakap olduğunu söylemişler. Bazıları ise Âzer’in Hz. İbrahim’in amcası olduğunu söylemişler. Kendilerince metinler arasında görülen farklılığı çözümlemeye çalışmışlar.

Müslümanlar bunları ve benzeri ayetleri, tarihsel, konjonktürel, siyasi birçok etkeni dikkate alarak yorumlamışlar. Bir ayetin uygulama alanını belirliyorlar, anlam çerçevesini ortaya koymaya çalışıyorlar. Bunu yapmak için de çeşitli yöntemlerden yararlanıyorlar. Sebeb-i nüzuldan yararlanıyorlar, nesh gibi yöntemleri kullanıyorlar. Kısaca tefsir ilminde kullanılan yöntemlerden hareketle metni anlamaya çalışıyorlar.

Şimdi yukarıda olmamış bir durumla ilgili yapılan yorumdan hareketle soralım: Eğer Ebu Leheb için olmamış şey meydana gelmiş olsaydı, Müslümanlar imandan mı çıkacaklardı? Belki çıkanlar olabilirdi. Ama dini ilimler ve argümanları bu tip sorunları giderecek araçlar olarak şekillenmiştir.

Elbette din dili bu gibi durumları yorumlamaya müsaittir. O zaman nesh mekanizması işletilir, ayetlerin önceki durumla ilgili olduğu söylenirdi. Metnin tevil edilmesi de mümkündü. Bunu dini metinlerle kurulan ilişkiden hareketle söylüyoruz. Yani olmamış bir şeyden değil, olandan hareketle konuşuyoruz.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar