Ebû Ömer b. Dâvud
Dünyada binlerce din ve inanç var. Bunların bir kısmı o inanca bağlı olmayanlara anlaşılmaz ve kabul edilemez geliyor. İman kişinin inancının yegâne hakikat olduğu kabulünü barındırıyor. Bir inanan, içinden böyle inanmasa da böyle bir görüntü vermek zorunda, yoksa imanla elde ettiği pozisyonunu kaybeder.
İmanın hareket noktası mantık
değildir, gönüldür. Bazen mantıklı gelebilen izahlar yapılabilir, ancak imanın
temelini mantık oluşturmaz. Elbette insanlar iman ettikten sonra inançlarının
savunusunu mantıklı kabul ettikleri argümanlarla temellendirmeye çalışırlar.
Reenkarnasyona inanan adama
sorsanız size bir sürü delil getirecek, hikâyeler anlatacaktır.
Yani önce inanılır, sonra
izah edilir.
Dini istismar eden o kadar çok
insan var ki dünyada… Her dinde ve her bölgede… Ama istismarcılar ve istismara
uğrayanlar kendilerince akıl yürütmelerle savunularını yapıyorlar.
İstismarcılar belki bunu
tersinden yapıyorlar. İstismarı gerçekleştirmek için inanıyor görünüyorlar.
Zaman zaman karşılaşıyorum. İnsanlar
önemli bir tespitmiş gibi sunuyorlar: Efendim Ebu Leheb’in cehennemlik olduğunu
Yüce Allah Mekke’nin başında bildirmiş ve cehennemlik olduğunu söylemiş.
Birileri de demiş ki: Yüce Allah’ın bunu bildirmesi Kur’an’ın Allah kelamı
olduğunu gösteriyor. Eğer Ebu Leheb, “Ben de Müslüman oldum” deseydi ne
olacaktı? Demedi, diyemedi, çünkü Kur’an Allah kelamı, Allah demeyeceğini
biliyordu.
Kur’an’ın Allah kelamı olduğu
bir inanç… Tabii ki Müslüman olduğunu söyleyen herkes gibi ben de buna iman
ediyorum. Bunu iç ve dış tenkitle savunmak ve deliller oluşturmak anlaşılabilir
bir şey… Ancak bunların ikna edici
olması da önemli… Olmamış bir işin olma ihtimali üzerine görüş tesis etmek
doğru bir yöntem değil.
Dini bir metni
değerlendirirken insanların metinle nasıl ilişki kurduğunu iyi bilmek lazım.
Kur’an’da yer alan hükümleri Müslümanlar
hemen uyguluyorlar mı? Hayır… Mesela Kur’an’da geçen bir ayette, “Onları
nerede yakalarsanız öldürün” (Bakara 2/191) buyuruluyor. Başka bir ayet de
şöyle: “Haram aylar çıkınca bu Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz
yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları
gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini
serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”
(Tevbe 9/5). Peki, Müslümanlar önlerine çıkanı kesmişler mi? Kesmemişler. Bu
metinleri kendi evreninde yorumlamışlar; hüküm ve değere dönüştürmüşler.
Başka bir örneğe bakalım. Kur’an’da
Hz. İbrahim’in babasının adı Âzer olarak geçiyor (En‘âm 6/74). Kitab-ı Mukaddes’te
Terah şeklinde geçiyor. Geçmişte bazı âlimler, Terah’ın isim, Âzer’in lakap
olduğunu söylemişler. Bazıları ise Âzer’in Hz. İbrahim’in amcası olduğunu
söylemişler. Kendilerince metinler arasında görülen farklılığı çözümlemeye
çalışmışlar.
Müslümanlar bunları ve
benzeri ayetleri, tarihsel, konjonktürel, siyasi birçok etkeni dikkate alarak
yorumlamışlar. Bir ayetin uygulama alanını belirliyorlar, anlam çerçevesini
ortaya koymaya çalışıyorlar. Bunu yapmak için de çeşitli yöntemlerden
yararlanıyorlar. Sebeb-i nüzuldan yararlanıyorlar, nesh gibi yöntemleri
kullanıyorlar. Kısaca tefsir ilminde kullanılan yöntemlerden hareketle metni
anlamaya çalışıyorlar.
Şimdi yukarıda olmamış bir
durumla ilgili yapılan yorumdan hareketle soralım: Eğer Ebu Leheb için olmamış
şey meydana gelmiş olsaydı, Müslümanlar imandan mı çıkacaklardı? Belki çıkanlar
olabilirdi. Ama dini ilimler ve argümanları bu tip sorunları giderecek araçlar
olarak şekillenmiştir.
Elbette din dili bu gibi durumları
yorumlamaya müsaittir. O zaman nesh mekanizması işletilir, ayetlerin önceki
durumla ilgili olduğu söylenirdi. Metnin tevil edilmesi de mümkündü. Bunu dini
metinlerle kurulan ilişkiden hareketle söylüyoruz. Yani olmamış bir şeyden
değil, olandan hareketle konuşuyoruz.
0 yorum:
Yorum Gönder