Adnan Demircan
Merhum Taberi, önemli bir tarihçi… Aynı zamanda tefsir ve fıkıh alanında söz sahibi âlimlerden… İçtihatları sebebiyle mezhep sahibi kabul edilmiş. Ancak Ceririye denen bu mezhebin tabileri kalmadığı için zamanla kaybolmuş. H. 310 (m. 923) yılında vefat etmiş. Yani ilk dönem âlimlerinden biri…
Bu yazıda Taberi’nin hayatını
anlatmaya niyetim yok. Onun İslam tarihinin ilk üç asır için önemli bir kaynak
olan Târîḫu’l-ümem ve’l-mülûk adlı kitabının mukaddimesinde yazdığı metoduyla
ilgili bazı tespitlerine değineceğim. Diyor ki Taberi:
“Kitabımıza göz atan
bilmelidir ki zikrettiğim her hususta esas aldığım şey, rivayet ettiğim haberler
ve ravilere isnat ettiğim rivayetlerdir. Çok azı hariç bu hususta akli
delillere başvurmam ve kendi fikrimle sonuç çıkarmam söz konusu değildir. Zira
geçmişte yaşamış olanların ve onlardan sonra gelenlerin haberleri, onları
görmeyen bizlere ulaşması ancak habercilerin verdiği haberler ve ravilerin naklettiği
rivayetlerle mümkün olmaktadır. Bu akılla ve fikirle elde edilecek şeyler
değildir. Bu nedenle bu kitapta zikredilen ve okuyucunun hoş görmediği ya da
duyanın çirkin bulduğu ve sıhhati hakkında şüpheye düştüğü ve hakikatini idrak
edemediği bilgilerle karşılaşırsa bilsin ki bu bilgilerin kaynağı biz değiliz,
belki ravileri tarafından nakledilmiştir. Bunlar bize nasıl intikal ettiyse biz
de o şekilde aktarmış olduk.”[1]
Yaklaşık 1100 yıl önce
geçmişle ilgili anlatılanların nasıl bilinebileceğini ve anlatılanların
düşünülerek bulunulamayacağını söylüyor.
Bugün tarihte yaşanmış
olayları ele aldığımızda elimizde malzeme ve bu malzemeyi
değerlendirebileceğimiz sağlam bir usulden başka yol yok. Bir rivayet bize mantıklı
gelmiyorsa neden mantıklı olmadığını makul bir yöntemle izah etmek gerekiyor.
“Benim aklıma yatmıyor. Benim
inancıma aykırı” gibi yaklaşımlar geçmişle ilgili tasvir yapmaya imkân vermez.
Belki inkâra ve seçmeci bir yönteme yol açar.
Öte yandan geçmişte meydana
gelen hadiselerin mutlaka doğru olduğu şeklindeki yüceltici bir tutumun da
geçmişi yerin dibine sokma şeklindeki yerici tutumun da duvara toslamamıza
sebep olacak yöntemler olduğu muhakkak. Bunların pek çok örnekleriyle
karşılaşıyoruz.
Daha önce yazdığım iki giriş
yazısının ardından burada bir giriş daha yaparak İslam tarihinin ilk
dönemlerindeki evliliklerdeki yaş meselesini ele almaya çalışacağım. Daha önce
yazdığım iki yazı okunmadığında bundan sonra söyleyeceklerimin bir kısmı havada
kalabilir. Bu sebeple biraz zaman ayırıp onları da okumanızı istirham ediyorum.
Merhum üstadımız Taberi gibi,
kişisel kabullerimizi, önyargılarımızı, hatta inancımızı bir kenara bırakarak
geçmişe bakmaya çalışalım ve “İslam Tarihinin ilk döneminde kadınlar ve
erkekler kaç yaşında evleniyorlardı?” sorusunu soralım.
Bu soruya nasıl cevap verebiliriz?
Söz konusu dönemle aramızda
14 asırlık bir zaman var.
On yıl önce meydana gelen
birçok olay hakkında görüş birliğimizin olmadığı, farklı bilgilerle
karşılaştığımız bir ortamda 14 asır önce meydana gelenler hakkında nasıl bilgi
edineceğiz?
Elimizde o dönemden bahseden
Kur’an var. O dönem hakkında bilgiler veren rivayetler var. Bu rivayetleri
anlamamıza yarayacak yaşayan bir kültür var. Olgunun 14 asır boyunca nasıl
anlaşıldığına imkân verecek tali veriler var.
Kur’an en önemli veri. Ancak
Kur’an’ın tarih kaynağı olarak kullanılması, bir müminin bakışıyla okunmasından
farklı bir metot gerektiriyor. Bunun üzerinde ayrıntılı duracak değilim. Konuyla
ilgili daha önce kısa bir makale yazmıştım.[2]
Arzu edenler bu makaleye bakabilir.[3]
Yeri gelmişken şunu da ifade
etmeliyim ki, Kur’an’ın kendi tarihiyle ilişkisi, bugün elimizdeki imkânlarla
ayetler arasında sörf yaparken ileri sürdüğümüz iddialardan çok farklı. Bir
bakıma bugün Kur’an’la kurduğumuz bağ ile geçmişteki Müslümanların kurdukları
bağ, imkânlar, dönemsel farklılıklar, algı ve anlayış farklılıkları sebebiyle
değişken…
Kur’an’da iddet süresinden
bahseden bir ayette şöyle buyuruluyor: “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş
olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme
süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer.
Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.”[4]
Başka bir ayette evlilik
yaşıyla ilişkilendirebileceğimiz bir ifade şöyledir: “Yetimleri deneyin.
Evlenme çağına erdiklerinde, eğer reşid olduklarını görürseniz, mallarını
kendilerine verin.”[5]
Amacımız buradan fıkhi bir
hüküm çıkarmak değil, dönemin uygulamasına dair verileri göstermek. Zaten
tarihçinin işi fetva vermek değil. Dikkat ederseniz “ama” diyerek tevil etmeye
çalışmıyorum, anlamaya çalışıyorum.
İlk ayette geçen “henüz âdet
görmeyenler” ibaresini Müslümanlar nasıl anlamışlar, sorusunu cevaplandırmanın
en iyi yolu tefsirlere bakmak. Ben de öyle yaptım ve tefsirlere kronolojik
olarak baktım. Çünkü biraz önce Müslümanların kültürlerinin ve nasıl
anladıklarının da önemli olduğunu arz etmiştim.
Mukatil b. Süleyman, bununla
hayız görmediği halde nikâhlanan kızlar kastediliyor, diyor. Mukatil’den sonra
yazılmış tefsirlere de baktım, onlar da buna benzer ifadelerle açıklıyorlar. Bazıları
“küçük oldukları için hayız görmeyenler” açıklamasını ekliyorlar. Mesela Taberi
(ö. 310), Sa‘lebî (ö. 427), Mekkî (ö. 437), Tûsî (460), Vâhidî (468), Sem‘ânî
(489), Beğavî (516), Zemahşerî (538), İbnü’l-Arabî (543), Kurtubî (671), Nesefî
(710), İbn Cüzey (741), Hâzin (741), İbn
Hayyân (745), Nîsâbûrî (850), İbn Âdil (880), Bikâî (885), Suyutî (911),
Şerbînî (977), Ebu’s-Suûd (982), Şevkânî (1250), Âlûsî (1270), Merâğî (1371)
bunlardandır.[6]
Geç dönem müfessirlerinden Müzhirî (1216), “küçük ya da yaşının buluğa ermeye
yakın olmasında fark yok” diyor. İbâdî müfessir İtfiyyiş (1332), henüz buluğa
ermemiş olanların yanı sıra hayatları boyunca hayız görmeyenler açıklamasını da
ekliyor. Geçen asırda vefat etmiş bir zat. Seyyid Kutub (1387) ise “küçüklüklerinden
ya da bir hastalıktan dolayı” açıklaması yapıyor. Kâsımî (1332) cinsel berberlikten
sonra boşamadan söz ediyor.
Yukarıda parantez içinde
verdiğim tarihler, müellifin hicri vefat tarihleridir. Yani İslam tarihi
boyunca yaşamış müfessirlerden bir kısmına atıf yaptım.
Müslümanlar tarihte bu ve
benzeri ayetleri nasıl anlamışlar, ayetleri anlamlandırmada ne zaman
düşüncelerinde değişiklik olmuş, bunları izlemek bizim için önemli bir açılım
olacak. Bu sebeple tefsir tarihi çalışan arkadaşların bu konuları çalışmalarına
ihtiyacımız var.
Yukarıdaki ayetlerin nasıl
anlaşıldığını fakihlerin fetvaları üzerinden de izlemek mümkün. Ancak biz
fetvayı değil, kültürel kodları arıyoruz. Bunun için de tefsirlere bakmayı
tercih ettik.
Yukarıdaki ayetleri Müslümanlar
nasıl anlamış, bu önemli… Bugünün Müslümanının ne anladığı da önemli… Yeter ki “şimdiye
kadar kimse anlamamış, ben anladım” iddiasında bulunarak, diğerlerini
dışlamasın. Tabii ki bunu bir Müslüman olarak temenni ediyorum, ama bu şekilde
bir söyleme sahip olanları tarihçi olarak tespit etmekle yetinirim.
Öte yandan iki ayetin
birisinde evlilikte buluğ yaşından bahsediyor, diğeri ise hayız görmeyen kadını
boşamadan. Bu ayetleri fakihler okuduklarında norm oluşturmak için harekete
geçeceklerdir, ama bizim böyle bir niyetimiz yok.
Esasen sözünü ettiğim
ayetler, uygulamaya ve yaygınlığına ilişkin merak ettiğimiz cevapları vermiyor
bize… Onu belki rivayetlerde görebileceğiz.
Onlara da önümüzdeki yazıda
değineyim nasip olursa…
Bir şeyleri savunmak ya da
inkâr etmek gibi bir derdim yok, acelem de yok… Sabırla konunun sonuna
geleceğiz inşaallah…
[1]
Tarihu’t-Taberi, çev. Cemalettin Saylık, Ankara Okulu Yayınları, Ankara
2018, I, 47.
[2]
“Kur’ân’ın, Nüzûl Dönemi Putperest Arapları İçin Kaynaklığı Üzerine”, İSTEM:
İslâm San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsikîsi Dergisi, 2004, cilt: II, sayı: 4,
s. 53-62.
[4]
Talak 65/4.
[5]
Nisa 4/6.
[6]
Bu tefsirlere el-Câmiu’t-Târîhî li-Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerîm programından
baktım.
0 yorum:
Yorum Gönder